La gardaşlık Şiiri - Yusuf İpekli

Yusuf İpekli
42

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

La gardaşlık

Anıları, mektupları, tanıtım çalışmalarını, ağıtları, destanları, yaşam öykülerini oldum olası içtenlikli, sevecen, tertemiz, masum pek, ak pak bulur özenerek, samimiyetle itiraf edeyim ki, “Niçin ben yazmadım? ” bunları diye kıskanarak, duygu dolup coşarak, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman ağlayarak, kiminde göğüs geçirerek, bazen huylanıp saldırganlaşarak amma her zaman derin bir sevi içinde okurum.
Anlamlı, giz dolu betimlemelerle bezenmiş gezi yorum yazılarını öteden beri çok severim anlayacağınız.
Örneğin emekli öğretmen dostum Osman Nuri POYRAZOĞLU ağabeyimin yazmış olduğu kitaplar sayesinde Çukurova’ yı, oranın topoğrafik yapısını, yerel söyleniş, sövüş, ağlayış, yakarış ağzını, eğitim, öğretim durumunu, ırgatlığı, pamuğu, feodal yapılanmayı, ağalık düzenini, kumalığı, berdeli, ağ oğlunca ark içinde tecavüze uğradıktan sonra başı hep önünde eğik kalan güneyli kadının bir yaşam boyunca içinde bulunduğu ruhsal yapıyı öğrendim.
Yaşar Kemal, Talip Apaydın, Bekir Yıldız, Mahmut Makal, Fakir Baykurt tanıttı bize Anadolu’ nun zengin kültürünü…
Yemeği, çorabı, kilimi, ağıt ve kına yakmayı, baş övmeyi, diş hediği pişirmeyi, ad takmayı, avı, cengi, gağnı gıcırdatmayı, cirit atmayı onlar öğretti bize…
Bilir misiniz, hep kıskandım, Urfa’ yı, Çukurova’ yı, Eskişehir’ i… İçten içe kızdım Kalecik’ e… Kalecikliye sitem ettim içten içe. Bu kıskaçlıktan Halit Cevri Hocam da, “Babaları benim gardaşlığımdır, aslan yiğenlerimin! ” diyerek gardaşım Aliyle bizi sıcacık bağrına basarak sahiplenen Muzaffer Erdoğan Hocam da, Seyit Karcı, Ahmet Şahin, İsmet Demirtaş, Cemal Doğan hocalarım da nasibini almışlardı. Rahmi Gümüş, Haydar Kurt, Bektaş Çakır, Ali Demirdizen, nasıl olurda özelde Kalecik genelde ise halk kültürünü yaşatacak bir kalem şekillendirmezlerdi. Bu kızgınlığım aslında melmeket sevdamızın bir anlamda bizim, ekmeğimizin, aşımızın, yiğit, bağrı yanık yüreğimizin bastırık altında kalacak olmasından korkmamızın bir sonucuydu. Bunca güzelliği bağrında taşıyan, tarihin derinliklerinden süzülerek gelen öz türk/türkmen kültürünün ortaya çıkamayacak olmasından ürküyordum çünkü... Zaman zaman, “Al kalemi eline! ” demek geliyordu içimden. “Nasıl yazardım, nasıl becerirdim, nasıl sözcüğe dururdu ki heceler, acep güzel olur muydu sözcükler, ya da utangaç, sıkılgan hem giderim, hem ağlarım türünden naza mı bürünürdü ki tümceler.” dediğimde ise cesaretim kırılıyordu hep…
Yok mu bir babayiğit derken, çıkmayacak mı Kalecik’ ten bir usta diye hayıflanıp, telaşım gümbür gümbür soluyan kara bağrımı döverken, dudaklarımdaki titreyiş ani bir gülümseyişe dönüşür mü kuşkusu belleğimi tırmalarken tanıdım o kalemi…
Kızılırmak’ ın alıp gittiği sevdalar, Satılar’ la Tüney’ in kesiştiği Terme Çayı özünde üvezlerin çatır çatır yiyip bitirdiği genç sevgilinin haykırışıyla buluşup sevi dolu yüreğimi yolup alırken tokalaştım o ustayla…
En beklenmedik bir zaman da ay dedenin balkıyan şavkının bile Eldivan Dağını aydınlatamadığı bir sırada, sıradanlaşmayı asla beceremeyen heyecanımın kötülük denen bütün ablukaları darmadağın ettiği bir anda, atılan tonlarca bombanın “Küresel Isınma” denilen deli saçmasının yarattığı kavurucu sıcağa inat damlasına hasret kaldığımız rahmete rağmen sırılsıklam hissettiğim gönlümün bedenime hükmetmeyi beceremediği, dinginleşmeyi reddeden sinemin şarın başında biten gelin parmağına doğru uzandığı o küçücük anda tanıdım o mütevazı yazarı…
Küçücük bir yaprağı bile ancak kırk sayfada yere düşürebiliyor diye çok eleştirdiğimiz Koca Yaşar Kemal’ i bile geçtik anasını satayım. Sanki Sakarya’ yı herkesten farklı yorumlayan Necip Fazıl olduk, Kurtuluş Savaşının en büyük destanını yazan Nazım’ ı bile aştık sanki…
Kalecik işte! Kalecik Karasıyla, ayvası, unu ve ekmeği ile bir başka güzellik, bir başka aşk doğrusu…
Ve o aşkın yarattığı, ve o haykırışın doğurduğu, ve o sevginin beslediği Mahmut ÖZTÜRK…
Kalecik’ i Kaleciklice yaşayan, Kalecik’ i dosta düşmana tanıtan, Kalecik’ i kara bağrında taşımayı çok iyi beceren, O’ nu son derece de akıcı, yumuşak, özendirici bir dille okuyucuya sunan Göğcörenni Mahmut Hoca….
Mahmut Öztürk, 1946 yılında Kalecik’ e bağlı Gökçeören Köyünde doğmuş. İlkokulu köyünde, ortaokulu Kalecik’ te okumuş. Ankara Erkek İlköğretmen Okulu’ nu benim doğduğum yıl, 1964’ te bitirmiş. Yurdun birbirinden güzel yörelerinde öğretmenlik ve yöneticilik yapmış. Yurt dışında bulunmuş. 32 yıl çalıştıktan sonra emekli olmuş amma eğitimden kopmamış. Öyle bilindik emekli öğretmenler gibi kendini herhangi bir kahvenin ya da öğretmenevinin tozlu, isli, paslı bir okey veya batak masasına hapsetmemiş. Kültürden asla uzaklaşmamış anlayacağınız…
Hani o çok kıskandığımı söylediğim yazarlarımız var ya, hani o çok kıskandığım yörelere ve özellikle sanki bana inat hep çalışmış Mahmut Hoca…
Aydın, bilgili, bilinçli, eli kalem tutan, yüreği insanla ve insanda atan katıksız bir öğretmen işte…
İyi bir Kalecikli olduğumu iddia ediyor olmama rağmen Mahmut Öztürk’ ü ne yazık ki 8 Eylül 07, cumartesiye kadar hiç tanımamış, görmemiş üstelik adını, sanını bile duymamıştım. Kalecik Karası Üzüm ve Şarap Festivali nedeniyle gittiğim Kalecik’ te elinizdeki gazetenin stantında tanıdım onu…
Doğrusu amacım Hasan’ ı görüp birkaç kelam etmek, şurdan burdan konuşarak ağzımın gerini atmaktı. Bakalım bizim basın ne alemdeydi? ? ?
Stantta Sedat vardı. Tüfekçioğlu gene Kalecikspor için çabalamakla meşguldü. Hasan’ ı bulmak için ise Kalecik Belediyesinin anonsu bile az gelirdi.
Bana ne ki, çöktüm stanta hemen. Benim gibi bir aklı evvel daha vardı orada da… Önünde sarı ve yeşil kapaklı iki kitap…
Merak bu ya, kitaplara gözüm kayıverdi. Baktım ki o an o da yan gözle bana, elimdeki “Çığlığa çağrı”ya bakıyor. Sedat’ ın İpekli Hocam demesiyle, “Siz Yusuf İPEKLİ olmalısınız! ” demesi bir oldu o muhteremin.
Anlaşılan gazetemizin müdavimiydi…
Hani usuldür ya karşılıklı kitaplar imzalandı… Kısa hal hatır falan, derken bir de baktım ki stantımıza gelen emekli öğretmen dayım Ali Demirdizen ile sarım gürüm oldular. Sonra dayımın Mahmut Hoca ile ilgili anlattığı anılar beynimde şimşek gibi çaktı.
Bir koşu eve varmalıydım. Kitapların önce sarı kapaklı olanını bir çırpıda soluğumu tutarak, nefes nefese okumalıydım.
O kitabın sayfalarında babamla celepçilik yaptığımız günleri yeni baştan yaşamalıydım. Bi cuvara içmek için kırk kere tuvalete kaçışımdan kuşkulanacağını bildiğim babama “Gene cır cır olmuşum! ” diyerek söylediğim yalanın altında kalan anılarımı tazelemeliydim. Tilkinin, Göğçörenin, Çandırın, Hacıköyün Hanının, Mahmıtların özünden aşağı yavşandan, kekikten, sığır kuyruğundan, gevenden pır pır uçarak yüreğimin sesini anama taşıyan bağartlakların, kekliklerin, serçenin, sığırcıkların ötüşüne gece boyunca için için yaktığım türkülerin eksiğini tamamlamalıydım. Ha Zabınağa ha Bepbe, ha Osmangilin Memed ha Kıralinin Yusup, ha Sultan Ana ha Yosma Ebe… Ha Haydar Kurt Öğretmen ha Ali Demirdizen… Traktör fort olsa ne fark eder, ferguson olsa ne değişir… Yok aslında Gökçeören ile Hançılı’ nın farkı, olsa olsa aralarındaki fark birinin Eldivan, diğerinin de Aztepenin eteklerinde olmasıdır…
Mahmut Öğretmen, Anılar ve Esintiler (1) , Gökçeören adını verdiği birinci kitabın 159 sayfasında seni, beni, onu, bizi, sizi, onları yazmış biliyor musunuz? Anasını anamız, soyunu soyumuz, evini evimiz, delisini delimiz belleyebiliriz aslında. Köylerin, insanların, eşyanın sadece adı ve yeri değişik o kadar… Bahçesi, yolu, mevkisi, yaşayanı, yaşayanının maddiyatı, ruh yapısı, inancı, saflık derecesi anlamında, tarlası tapanı, börtüsü böceği, alışı verişi anlamında ha o köy ha bu köy…
Bir çırpıda okuyorsunuz kitabı…
Dili bal kıvamında.
Kahramanlar içinizden biri ya da sizsiniz.
Sözcükler özenle seçilmiş. Kavgaya yer yok bu kitapta. Kötülükler tümden yerin dibine batırılmış. Kör ve cahil safsatalarla insanların zamanına tecavüz edilmemiş. Yerel ağız, yöresel deyim ve kavramların yerli yerinde bozlak tadında mükemmellik derecesinde satır aralarına serpiştirilişi el işi kilim nakışına yansıtılan sevdanın ellek yüreklerde bıraktığı heyecanı yansıtıyor adeta.
Sayfalarda bir tat var.
Aşk gibi bir şey… Bebe gülüşünü anımsatan bir tat. Çat ıscağı yok eden kümülüs gibi bir gölgelik… Belki seviyor sevmiyor dedirten eşsiz bir güzellik… Gelincik ha! Kim bilir bozkırları yarıp gelen acı poyraz belli ki…
Döle duran kadının gene gız doğurması ya da… Belki kör kalacak ocak. Yımırta böyüklüğünde tolu belki de… Gurbetteki koca, nişanlı ya da yavuklu kim bilir…
O sayfalarda bir tat… Sürükleyici, destansı, eşkıyalık gibi bir şey işte… Bulgur aşına sallanan şimşir kaşık. Döne bacımı çileden çıkaran çorak herklerin gaynadığı ırgatlık zamanında tepeye dikilip cukur cukur döşe aşşağı akıta akıta içilen kesekli kesekli ayran sanki…
Bir köy okulunun 4. sınıfında okurken bizi teftişe gelen, o teftiş sırasında öğretmenimiz de olan Ali Demirdizen dayımın söylediğine göre Muzaffer Erdoğan hocanın yarım saate 30 kişi olan bizim, hepimizin adını hiç zorlanmadan öğrenişi. Üstelik gene o heyetten birinin bize küçük not kağıtları dağıtması ve “Bu kağıtları en güzel yazınızla eğmeden yazın. Çünkü bu yazıları Kalecik’ te okuyan arkadaşlarınıza hediye edeceğim.” dediğinde motive oluşumuzu yeniden yaşatan anılar anılar anılar…
İkinci kitap, Anılar ve Esintiler (2) , Kalecik adını taşıyor. 176 sayfa.
Bu kitapta Kalecik var. Ustalık mahsulü bu kitap da.
Sabahı mahmurluğumuz, akşamı garipliğimiz, gecesi yalnızlığımız, çıtırtısı korkumuz olan; hüznünü derdimiz, yakarışını meselemiz, yakınışını ıstırabımız, evladını bala, kızanını kayıtsız koşulsuz yiğit bildiğimiz Kalecik.
İlk öğretmenliğe başladığım Bitlis’ te 1985 yılında Emniyet Müdürü olan oğlu Mustafa Üstün’ ün bize yardımcı olması dileğiyle yanına vardığımızda kalaycı Gıdağın Halit amcanın, “Ben yazı, çızı bilmem. Eğer o benim oğlumsa varın gidin, meraklanmayın. Yok eğer benim oğlum değilse yazsam ne olur, yazmasam ne olur…” deyişinin gözlerimi bir kere daha buğulandırdığı bembeyaz sayfalar.
Gene peynir ekmek tadında.
Bazen “la gardaşlık” olan müthiş bir söyleyiş. Bazen “kardeşliğe” dönüşen içten hava. Bazen ise “gülüm” diye seslenilen harika bir ütopik yapının güzel dilimizle toparlanışındaki o güzel ahenk….
Sözcüklerdeki uyumlu sıralanışın, tümcelerdeki anlam bütünlüğünün dilde, damakta bıraktığı lezzetin iliklere kadar vardırdığı buram buram iğde kokusunu anımsatışı.
Kaçak, göçek güreşmeyi bilmeyen, öyle körü körüne kimseyi kırmayan, söküğü, yırtığı kendi aralarında dikmesini bilenlerin kahraman olarak seçildiği bir kitap.
İyi bir gözlem, içinde yaşayış sonucu yazılan dört dörtlük, bizi bizle buluşturan, tanıyanı tanımayanla kucaklaştıran, iyiyi iyiye yoldaş eden methedilmeyi hak eden bir yazar ve onun ikizleri.
İşte böyle gönül gözüyle görmeyi beceren Mirati’ mizin melmeketlisi sevgili Kalecikliler.
İşte size ikiz kardeşler. Eminim ki bu ikizleri okuyunca siz de benim gibi düşünecek, başta çok sitem ettiğiniz, kızdığımız ve de kıskandığınız hocalardan, yazarlardan ve yörelerden siz de şu anda benim yaptığım gibi özür dileyeceksiniz.
Çünkü bir büyük boşluk tam yerinde, usta bir kalem tarafından, çok güzel doldurulmuş.
Çok sağ olasın Göğçörenli Mahmut Hocam. İzin verseniz de, vermeseniz de sizi; “La gardaşlık, gene bu kitapta, “Eline, beline, diline sahip ol! ” sözünü bir başka anlamda yorumlayıp bize servis etmişsin. La gardaşlık, Halit Cevri Aslangil, Muzaffer Erdoğan, Haydar Kurt öğretmenlerime layık çok istediğin gibi iyi bir öğretmen olmuşsun. La gardaşlık, yaşamın demokratik bir ortamı yaratmak için gerçekleştirdiğin uğraşılarla geçmiş. La gardaşlık, bu kitapları yazmak için yorulan, gören, duyan, elleyen, irdelen, soran, sorgulayan yüreğine sağlık.” diyerek selamlamak istiyorum.
Sağ olasın, var olasın la gardaşlık.

Yusuf İpekli
Kayıt Tarihi : 30.9.2007 11:15:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Yusuf İpekli