Yılların gerisinden hatırlıyorum. Bilmiyorum ama bulunduğum yeri çok iyi biliyordum. Bir mini minnacık çocuk; ezelden gelmişti, ebede gidiyordu. Biraz koşarak, biraz durarak, ezele bakmıyordu hep ebede gidiyordu. Tozlu yolları, asfalt, dikenli tarlaları bir gül bahçesi kadar güzel görüyordu.
Ah Çocuğum bilseydin, taşlı yollarda yürürken tırnakların taşlara çarpınca hıçkıracağını, feryatların arasında anam anam diye medet umacağını...
Ah! Yavrucağım ah
Babası diyordu ki; Oğlum Ahmet! I Bugün annen hasta, kadıncağız bak bu haliyle kirlenmiş çamaşırları yıkıyor. Dere kenarında ki; çamaşır suyunu ısıtan ateşin dumanı, uçup gitmiyor. Kederlerimizi dağıtmıyor.
Bilakis kümelenerek dalga dalga kederli bulutlar gibi üzerimize çöreklendi.
Bari bugün davarlarımızı sen götürüver, şu tepelere doğru doyunmazlarsa ne yapalım koyarız aç bile kalsalar ağıla, yeter ki; hepsine göz kulak oluver. Ha... Aklıma geldi. Dün kartalları görmüştün ya hava da o, kartallar kan kokusuna gelip, konmuşlardı. Karşı tepelere.
Baba! Dur! Dur! Bak; biri hala havada uçuyor.
Oğlum: İşim var biliyorsun, dün ektiğim evlek tohumlu kaldı. Biraz daha kalırsam; mahmurluğundan kurtulan karıncalar, toplar ektiğim tohumu. Sana söyleyeceğimi can kulağıyla dinle: Ali Amcanın oğlu Dursun; on koyunu kırda kaybetmiş. Karısı, oğlu ve kendisi gece ayazında aramışlar, taramışlar. San ki; hayvanlar yer yarılmışta içine girmişler. Ne birisi, me! Me! Diye ses vermiş, nede birisinin gözü ışıkta parlamış.
Biçareler; üzgün, bezgin eve dönmüşler.
Bir türlü yatamamış Ali Amcan; kâbuslar görmüş, titreyip uyanmış Hanım ben gidiyorum! Sivri tepedeki ardıç ağacının yanında, düşümde iki kurt gördüm. Koyuncuklarımın üzerine hasis kurtlar öyle saldırdı- ki; Küpeli koyunumuzun boğazında on diş yarası, bana baktı. Ağlıyordu. Boğazından kan sızıyor yinede ayakta duruyordu hayvancık.
San ki; yalvarıyor gel beni kurtar der gibi bir hali vardı. Yoksa helal etmem sütümü diyordu. Hem böyle gördüğü rüyayı söyledi hem de içli içli ağladı. Fakirlik derdi, çocukların karın ve üst, baş derdi.
İki gözü iki çeşmeydi biçarenin. Sormadım gerisini, canın sağ olsun kardeş dedim dedim de gerisini sen düşün yavrum.
0, Ekledi ve ağladı. Dokuz çocuğun karnı ona bakar. Karımın iğsi, kirmanı ona bakar.
Kasnak boynuzlu koç, yan düşmüş. Kafası altında kalmış. Boğazın da iki yanlı üçer diş yarası vardı.
Melun hayvanlar kuyruğunu yemişler ve gitmişler. Ağla koyunun ciğerlerini ve memelerini yemişler. Ali Amcan; bir ağıt bile düzmüş, yanık yanık söylüyordu. Ala koyunum, çanlı koyunum! Dokuz kuzuya ana olan gamlı koyunum. Niçin öldürdün on koyunu/ Yetim koydun on kuzuyu.
İşte böyle evlat; ağladı, ağladı yanık yanık söyledi. Bu anlattıklarım kulağına küpe olsun, gün gelirde sende oğluna anlatırsın. Babası öküzleri önüne katıp tarlanın yolunu tutunca, oğluda, annesinin nakış, nakış dokuduğu çobançantasına; iki yufka ekmek, iki haşlanmış yumurta, iki soğan, tuz birazcıkta biberi çıkı ederek çantasına yerleştirdi.
Boğazına ipini geçirerek, çantayı sırt tarafına çevirdi. Bu çobanlık işi babasının verdiği ilk çobanlık işiydi. Öyle, heyecanlıydı ki; soğuk soğuk terliyordu. Davarı ağıldan çıkarırken saymalıyım diyordu. Babam her gün sayarak ağıldan çıkarır. Sayarak ağıla koyardı. İçinden koyunları saymak geliyordu. Ama her ne an saymaya başlasa; sayılar birbirine karışıyordu. Yoğ... Yoğ. Koyunlar birbirlerine karışıyordu. Ancak; ona kadar on defa sayabilmişti. On bir diyememişti. Saydı saydı. Tamam dedi. Hepsi tamı tamına kırk beşti.
Unutmamalıyım diye, hem tekrarladı. Durdu. Kırk beş. Kırk beş. Kırk beş... Dedi. Dedi. Durdu.
Akşamdan sabaha kadar ağılda kalan koyunlar öyle acıkmışlardı ki; akşamları ağıla dönerken geldikleri yerlerde ki otları ve ebegümeçlerini iştah ile yiyorlardı. Ahmet ise; önde giden koyunlara yetişebilmek için, arkada kalanları sürekli kovalıyordu. Koyunlar gitti. Kendisi gitti. Babasının söylediği tepelerden çok çok uzaklaşmış olduğunu nihayet fark edebildi. Arkasından gittiği sürünün geri dönmeyeceğini anlayarak; sürünün kösemenliğini yapan kınalı koyuna yalvarıyordu. Dön. Ne olursun geri dön... Kurtlar varmış bak kartallar havada uçuyorlar. Seni kurt kaparsa ben ne derim babama diyordu. Kınalı koyun bu yalvarışları anlamış mıydı? Yoksa ağılda kalan kuzusunu mu hatırlamıştı? Öyle içten bir meledi..Meledi. Geri tarafı uzak uzak gözleyerek; bir yay çizerekten geriye döndü. Gözleri dolu dolu olan Ahmetçik; Hem şaşkın şaşkın bakıyor. Hem de içten içe ağlıyordu. İçinden ne oldu diyordu. Kurtları mı gördü. Kurtlar koyunlardan birini mi kapmıştı. Küpeli koyun başını gayet yere yakın tutarak, gidiyordu Ancak ağzına hiç bir ot alıp da yemiyordu. Bir tavşan köpeği gibi iz sürüyor hissi uyandırıyordu.
Ahmetçik küpeli, nazlı koyunu daha yakından, bakmak ve izlemek için yanına geldi. Hayretle irkildi. Kınalı koyun hastaydı. Sancılar çekiyordu. Koyuncağız ağır ağır yürüdü. Daha yapraklarını açmayan büyük bir meşe ağacının, dibinde san ki; yığılırcasına yere uzanıverdi.
Sancıdan kıvranıyor. Derin derin, nefes alıyordu. Ne olduğunu şaşıran ve ne yapacağını bilemeyen Ahmetçik te; dizleri üzerine yığılıvermişti. Gözleri dolu dolu oldu. İçin. İçin ağlıyordu. Sürünün bütün fertleri de bu durumu izlercesine çevrelerine toplanmışlardı. Hepsi bu duruma üzülmüş, birazda tedirgin görünüyorlardı.
Ahmetçik; bin bir türlü düşünce karanlığında, varlıkla yokluk arasında gidip geliyordu. Yanına çok yaklaşan kara koyunu fark bile etmemişti. Kara koyunun kalbide kara mıydı bilinmez, muzipliği tam üzerindeydi. Ahmetçiğe doğru usulca sokuldu.
El çabukluğu. göz açıklığıyla, Ahmetçiğin çantasında ki; ekmeği usulca yiyip bitirmişti. Çantadan etrafa yayılan ekmek kırıntılarını yemek için diğer koyunlarda birbirleriyle yarış halindeydiler. Onlar tüm ekmeği yemiş bitirmişlerdi ki; Ahmetçik durumu ancak o, zaman fark edebildi. Artık azık koyunlar tarafından yenmiş olup, iş işten geçmişti. Kendisi açlığını unutup, küpeli koyunla ilgileniyordu. Ümitsizliğin çarkları arasında dönüp, dururken; Aniden ne olduğu bilinmez, Öyle bir sevinç çığlığı attı ki; ormandaki sincaplar, minik minik kuşlar bile bu sevince güzel nameler çıkaran seslerle hayvan lisanıyla ortak oldular. Bir o yana bir bu yana koştu.. koştu.. geri geldi. Çünkü anlamıştı ki küpeli koyun doğum yapıyordu. Küpeli koyunun yattığı yerde ki küçük küçük taş parçalarını temizledi. Kurumuş otlar toplayarak, küpeli koyuna güzelce bir doğum yatağı bile hazırladı. Küpeli koyunun yanına kurumuş ağaç dalarından bir ateş bile yakmıştı. Doğacak yavru kuzu üşümesin diye geçiriyordu içinden...
Nedense bir zaman sonra, heyecanı azalmış, biraz olsun sakinleşmişti. Aklına doğacak yavru gelmişti.
Doğacak yavru erkek mi? Yoksa dişimi olacaktı.? Adını ne koyacaktı. Birçok isim geçirdi içinden nihayet vereceği adı bulmuştu bile... Erkekse; Pehlivan, dişiyse; Nergis olacaktı. Bu kuzu kendisinin arkadaşı, can dostu hatta kardeş bile diyecekti. Satılmayacak, kesilmeyecek; kendisiyle birlikte evin bir ferdi gibi yaşayacak ve kalacaktı. Kararından dönmesi mümkün değildi.
Küpeli koyunun yavaş yavaştan ayağa kalktığı sırada; yerde sessiz sedasız kınalı bir kuzu yatıyordu. Anne koyun doğurmuş olduğu kuzuyu, uzun uzun seyrettikten sonra; ona bir ana şefkatiyle yaklaştı. Kıvır kıvırcık tüylerini yalamaya başladı. Ahmetçik yine çok düşünceli, anası geldi aklına, acaba bende doğduğum zaman anam beni nasıl kucaklamıştı. Babam ben doğmadan mı adımı Ahmet koymuştu. Ya kız doğsaydım, adı ne olacaktı. Nergis mi? olurdu diye düşünüyordu. Babasına bunu sorsa mıydı? Ben Ahmet’im başkası olamam dedi. Ahmet bu düşüncelerin içinde dönüp dururken; Küpeli koyun kuzusunu ayağa bile kaldırmıştı.
Yavrusunu Ahmet’ten bile kıskanıyordu. Ahmet’i kuzusuna yaklaştırmak istemiyordu. Hele hele öbür koyunları hiç yaklaştırmıyordu. Ahmetçik; kuzuya yakından baktığı zaman erkek bir kuzu olduğunu gördü.
Tepelerin yamaçlarında sade bir ses yankılanıyordu. Pehlivan! Pehlivan! Pehlivan! Tepeler bile bu sevinç nidalarına ortak oluyorlardı. Ahmetçik; küçük pehlivanını kucağına alarak; evin yolunu tuttuğunda Güneş tepelerin üzerine inmiş; tepe doruklarının oluşturduğu gölge üzerine düşmek üzereydi. Eve dönmekte çok geç kaldığını anlamıştı.
Ahmet önde küpeli koyun arkasında, eve yaklaştıklarında annesi evin damına çıkmış Ahmet.! Ahmet Diye uzun uzadıya çağırıyordu. Babası Ahmet’ini karşılamak üzere karşı yola bile çıkmıştı. Oğlunu sürü ile birlikte kucağında bir kuzuyla, gördüğünde; Biraz şaşırdı. Sonra kendini toplayarak; oğluna seslendi. Oğlum kuzun hayırlı olsun, bol süt versin ve yavrusu bereketli olsun dedi.
Ahmet ise; baba bu Pehlivan! Pehlivan! Süt vermez. Nergis olsaydı süt verirdi dedi. Babası anladı ki kuzu erkekti. Biraz yürüdükten sonra; Ahmet oğlum dedi: Erkek olsun satarım sana okul harçlığı olur. Kitap, defter, parası olur. Okursunda büyük adam olursun diye kendi kendine konuşuyordu. Babasının bu sözlerine üzülen
Ahmet’in yine gözleri karardı. Bin bir soruya cevap arıyordu. 0, minik kuzusuyla,minik zihninde; yine iki yolun ayrımında hissetti kendisini.... Biri ayrılık yolu, biriside büyük adam yolu Hangisine sapacak hangisinde yürüyecekti.
Kararsızlığın karanlığında adım adıma ilerlerken; cevabını bulmuştu ve vermişti. Büyük adamlık nasıl bir şeydi ama ayrılmayacaktı. Pehlivanından... Babasına dönerek kükrercesine seslendi. Büyüyeceğim, büyük adam olacağım ama Pehlivanımla.. Pehlivanımla! Oğluyla kuzusunu özdeşleştiğini anlayan babası
Gülümsedi. Gülümsedi. Ne diyeceğini şaşırmıştı.
Bak oğlum; okulda otlak yok, ağıl yok öğretmenlerin de onu sınıfa almazlar ki; olsun dedi. 0, beni kapıda bekler, beraber geliriz. Çantamı taşımaya yardımcı olur. Tabii ki kendisi isterse: Bu cevaba babası yine içten içe gülümsedi. Anladı ki oğlunu bu sevdadan geçirmek oldukça güçtü. İçinden bunlar kardeş olmuşlar diyordu.
Eve geldiklerinde, annesi önce oğlunun, sonrada Pehlivanının gözlerinden Öptü. Hayırlı uğurlu bereketi bol olsun oğlum demişti. Birçok kuzu sahibi olan babası ve annesi de bu kuzuya çok önem vermişlerdi. Adını beğenecek misin anne dedi. Nedir demeye kalmadan, Ahmet söyleyiverdi. Pehlivan anne, Pehlivan deyiverdi.
Günler su gibi akıp giderken; Ahmet, Pehlivanından gözyaşları ile ayrılalı yıllar olmuştu. Ama Ahmetçik; onun hatırasını yaşatmak için; nice pehlivanların sırtlarını yere getirerek; okumuş hem büyük adam olmuş, namına Ahmet Pehlivan dedirtmişti. Hem de Kahramanmaraşlı Koca Ahmet Pehlivan.
Kayıt Tarihi : 2.8.2010 09:02:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Yunus Akkale](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/08/02/kuzunun-dogumu-hikaye.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!