Bir daha… Bir daha çırptı kanatlarını. Amansız bir kovalamacaydı sanki. Kâh arayı epey açıyor gibi oluyordu, kâh yağmurun“Elim sende!” demesine ramak kalıyordu. Yuvaya yaklaştıkça ilk tedirginliği silinmişti. Hatta neredeyse neşelenecekti. Ama tam üzerinden geçtiği şu, üstü açık lüks otomobildeki sarışın, serçeciğin neşesini kursağında bıraktı.
Önce, usturuplu bir lânet okudu yağmura, sarışın. Sonra, arabanın tentesini harekete geçiren butona, şiddetli bir yumruk indirdi. Otomobilin tentesi sessiz bir iniltiyle kapanırken, sarışın kızın, otomobilinden daha kırmızı dudaklarından, dudaklarının kırmızısından üç ton daha kırmızı olan bir feryat, serçenin kulaklarında patladı; “Kuşlar gibi özgür olmak istiyorum! Şu, uçan kuş kadar, özgür olmak benim de hakkım…”
Neşelenmeyi unutmak bir yana, uçmayı unutacak gibi oldu bir an için, serçecik. Daha önce de defalarca duymuştu bu cümleyi ama hiç oralı olmamış, boyun kıvırıp, gülüp geçmişti. Sarışının sözlerinin, doğrudan muhatabı olmak bile dokunmazdı belki, başka bir zaman olsaydı. Ama yağmura yakalanmamak için kan ter içinde olduğu bu anda; kanatlarının mı kendini, yoksa kendinin mi kanatlarını taşıdığının anlaşılmaz olduğu şu zamanda, o alevden kelimeler serçenin, ağırına gitmişti.
Ağlasa… Bilirdi ki; gözyaşının akması, ölümdü serçeler için. Ağlamadı… Ağlamadı ama ne ağlamaktan, ne de ölümden korktuğu içindi ağlamaması… Şimdi yuvada bekleyen yavruları olmasa idi eğer, gözyaşının, gözünde bir damla kadar değeri yoktu. Gözyaşını da, yorgun küçük bedenini de yağmura karıştırıverirdi de, dinerdi sızısı. Şimdi yuvada bekleyen yavruları olmasa idi eğer, gam değildi; yuvaya ha ulaşsındı, ha ulaşamasındı…
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,