Yeni başladığını sandığımız yılın ilk sessiz, yorgun gecesinde, sayfaları toz ve vanilya kokan eprimiş bir kitabın sıcaklığına sığınmışken sokaktan geçen bozacının boğuk sesiyle çocukluğumdaki gibi ürperdim. Gecenin koyu karanlığında tek başına dolaşan o adamların sadece sesleriyle var olduklarını sanmıştım hep. Nedense, boza almak için onları eve çağırdığımızı da hatırlamıyorum. Biraz roman kahramanlarına benzediklerini düşünüyordum galiba. Var gibiydiler ama sanki yoktular. Yoklardı ama seslerini duyabiliyordunuz. Gözlerinizi sıkıca yumduğunuzda onları görebiliyordunuz. Eğer isterseniz onlarla birlikte dünyada olmayan şehirlere bile gidebiliyordunuz. Onlar için uydurulan hikâyelerin bir parçası olmak, hayatlarına gizlice sızmak hoşunuza gidiyordu. Tecrübe etmediğiniz için henüz bilemediğiniz ama zaman içinde yaşayacağınızı sezdiğiniz çaresiz insanlık hallerini anlayabiliyordunuz...
O gece, televizyonda yıllar öncesinin siyah beyaz konser görüntülerine eşlik eden bozacının ürkütücü haykırışını dinlerken kucağımda duran ‘Adolphe’un buruk hikâyesini düşünüyordum. Sevemeyen bir adamın yaşadıklarını, berrak bir dille anlatan Benjamin Constant’ın bu kadar tılsımlı bir roman yazdıktan sonra neden edebiyattan uzaklaştığını da merak ediyordum bir yandan.
SEVEMEMENİN ÇARESİZLİĞİ
Hayatı boyunca politikayı tutkuyla sevmiş, din ve siyaset üzerine binlerce sayfa yazmış bir adam romancı olmasaydı da unutulmazdı muhtemelen. “Tarif edilmesi çok zor bir acıyı ve sevememenin çaresizliğini anlatmak isteyen tek bir roman yazmasının özel bir sebebi olmalı” diyordum kendi kendime.
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta