Kurak Gönüller... Şiiri - A. Esra Yalazan

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Kurak Gönüller...

Yeni başladığını sandığımız yılın ilk sessiz, yorgun gecesinde, sayfaları toz ve vanilya kokan eprimiş bir kitabın sıcaklığına sığınmışken sokaktan geçen bozacının boğuk sesiyle çocukluğumdaki gibi ürperdim. Gecenin koyu karanlığında tek başına dolaşan o adamların sadece sesleriyle var olduklarını sanmıştım hep. Nedense, boza almak için onları eve çağırdığımızı da hatırlamıyorum. Biraz roman kahramanlarına benzediklerini düşünüyordum galiba. Var gibiydiler ama sanki yoktular. Yoklardı ama seslerini duyabiliyordunuz. Gözlerinizi sıkıca yumduğunuzda onları görebiliyordunuz. Eğer isterseniz onlarla birlikte dünyada olmayan şehirlere bile gidebiliyordunuz. Onlar için uydurulan hikâyelerin bir parçası olmak, hayatlarına gizlice sızmak hoşunuza gidiyordu. Tecrübe etmediğiniz için henüz bilemediğiniz ama zaman içinde yaşayacağınızı sezdiğiniz çaresiz insanlık hallerini anlayabiliyordunuz...

O gece, televizyonda yıllar öncesinin siyah beyaz konser görüntülerine eşlik eden bozacının ürkütücü haykırışını dinlerken kucağımda duran ‘Adolphe’un buruk hikâyesini düşünüyordum. Sevemeyen bir adamın yaşadıklarını, berrak bir dille anlatan Benjamin Constant’ın bu kadar tılsımlı bir roman yazdıktan sonra neden edebiyattan uzaklaştığını da merak ediyordum bir yandan.

SEVEMEMENİN ÇARESİZLİĞİ

Hayatı boyunca politikayı tutkuyla sevmiş, din ve siyaset üzerine binlerce sayfa yazmış bir adam romancı olmasaydı da unutulmazdı muhtemelen. “Tarif edilmesi çok zor bir acıyı ve sevememenin çaresizliğini anlatmak isteyen tek bir roman yazmasının özel bir sebebi olmalı” diyordum kendi kendime.

Eleştirmenler, o sevemeyen adamın kendisi olduğunu, roman kahramanı Ellenor’un da yakın dostu Mme Stael olduğunu söylüyor. Zaten bu bir sır değil. Sonradan yayımlanan defterlerine, mektuplarında yazdığı gibi, ‘Adolphe’, bir erkeğin kendi hayatında hakkında yazabileceği an acımasız, cesur otoportrelerden birisi. O dönemde duygularını yakıcı bir şeffaflıkla yazabilen bu adamı anlamak istememişler. Neredeyse herkes nefret etmiş, sevdiği kadına acıyan bu kibirli adamdan. Belki o da kendisini daha iyi tanıyabilmek için yazmıştı bu tuhaf kitabı.

Doğrusu, dostlarının “O kendisini bir türlü sevemezdi” açıklaması beni pek tatmin etmedi. Kendisine bayılmayan yazarlardan epeyce var çünkü. Yazarak kendinden uzaklaşmak, başka hayatların gölgesinde hayali kahramanlar yaratmak, bu ruh halini biraz açıklıyor zaten. Yazmak, sadece unutulmamak arzusuyla güçlenen bencil bir iştahtan ibaret bir uğraş değil, biraz daha karmaşık sebepleri var.

Bu romanda beni büyüleyen, yazarların düşünmekten pek hazzetmediği, neredeyse yavan denilecek basit bir hayal kırıklığını sakin bir üslupla anlatmayı istemesiydi sanırım. Constant, edebiyat tarihinde pek rastlanmayan bir cesaretle iki kişilik bile olmayan sıradan, düz bir hikâye anlatıyor aslında. Kendisinden büyük bir kadının peşine düşen, ona bağlanan ve acı çekmesinden korktuğu için sevmediği halde terk edemeyen bir adamın hikâyesi bu. Neredeyse hiçbir şey olmuyor, bir adam sevememenin insan ruhunda yarattığı o derin tahribatı anlatıyor sayfalarca. Ve ne tuhaftır ki böyle bir kitabın değeri iki yüz yıldır hiç eksilmiyor. Kendilerini Adolphe’un yerine koyarak okuyanların hissettiği o müthiş sarsıntının etkisi azalmıyor. Hayatı tüketme biçimleri değişse de duygular hiç değişmediği için böyle oluyor muhtemelen...

O ROMANI ARKADAŞLARA YAZDIM

Sahaflardan aldığım kitabın başında yazarın açıklamalarını da buldum. Yılmadan gerçeğin peşinde koşan ısrarcı bir dedektif gibi başkalarına açıklayamadığımız duyguların gerisinde neler olduğunu anlamaya çalışan yazar, romanı yazma sebebini anlatmış: “Bir kır evinde oturup konuşurken, iki kahramanı olan bir romanı ilgiyle okutmanın mümkün olup olmadığı tartıştık. İşte ben bu romanı o arkadaşlara bunun mümkün olabileceğine inandırmak için yazdım. Kurak gönüllerin yol açtığı acıları, bu gönüllerin kendilerini olduğundan daha uçarı görmeye sürükleyen yanılgısını anlatmak istedim. Sanılır ki düşünmeden kurulan bağlantılar acısız koparılabilir. İnsan, dostlarının alkışladığı bu savaştan, sevgiye meydan okumuş, güçsüzlükten yararlanmış olarak çıkar. Yaratılışının en iyi yanı ölüp gittikten sonra, bu acıklı üstün gelişten utanç duyarak yaşar ancak.” Bugün okuyacakların anlayacağı bir lisanla ifade etmek gerekirse, duygusallığı gizlemek için ihtiyacımız olan acımasızlığın bizi nasıl hırpaladığını anlatmak istedim, diyor bence.

AYRILIK KONUŞMASI

Maalesef başka duygulara pek benzemeyen, derin iz bırakan o dikenli acıyı sadece sevilmeyenler çeker sanıyoruz. Tersini düşünmeye pek alışık olamadığımız için sanırım. Yazarın romanın sonuna koyduğu mektupta söylediği gibi, hayatta en büyük mesele insanın başkasına verdiği acı mıdır gerçekten, bilmiyorum. Hemen herkesin hayatında en az bir kez yaşama ihtimali olan bu duygu kırılmasının her zaman yüzeye çıkmayan, anlaşılmaz, mahrem sebepleri olabileceğini düşünüyorum. Constant’ın böyle basit bir hikâyeyi bu kadar derinlikli hale getirebilmesinin ardında yatan düşünce de buydu sanırım. O, Adolphe’ün vicdan savaşını birbirleriyle çelişen duyguların farklı yüzlerini göstererek anlatıyordu. Rutubet kokan o cümleleri okurken aynada ruhumuzu çıplak gösteren şeffaflıktan huzursuz oldum biraz. Uçuşan düşünceler arasında gezinirken eskimeyen romandan bu hisler kaldı geriye:

Eğer hayatını sizin için feda edebileceğini söyleyen, tutkuyla seven bir insana artık onu sevmediğinizi söyleyemiyorsanız bununla çok övünmeyin. Bu sizin iyiliğinizle ilgili değildir her zaman, demek istiyordu yazar. Sonra şu basit hakikati hatırlatıyordu sanki: İnsan ne büsbütün açık yürekli olabilir ne de sürekli kötü niyetli. Uzun süren bağlılıklar siz farkında olmadan varlığınızın bir parçası haline gelir ve artık o güçlü alışkanlıktan istediğiniz gibi kolayca uzaklaşamazsınız...

Gücün ve yeteneğin bazen insanın kendisini fena halde hırpalayabileceğini anlamamızı istiyordu: “Bazen güçsüz olabilmek için dua edersiniz” diyordu... Dokunaklı ve zarif cümlelerle, yüreğinin, kaderinin iradesine boyun eğenlerin kutsallığı karşısında nasıl ezildiğimizi anlatıyordu, insanı baştan çıkaran tam da buydu ona göre çünkü...

“Bazen benliğiniz, sevdiğinizle aranızda üçüncü bir kişi gibi durur, kendinizi tamamen duygularınıza, düşüncelerinize teslim edemezsiniz” diyordu. O vakit çok sevildiğimiz için bizi sevene değil aslında kendimize kızıyorduk. Ve nedense hayatınızdan çıkmasını istediğiniz kişi, hiç beklemediğiniz bir biçimde yok olduğunda kendimizi bu dünyada yapayalnız, sevilmemiş ve bir daha hiç öyle sevilmeyecek gibi hissedebiliyorduk.

HAYATINI KUMARA ADAMIŞ...

Anlatılanlara bakılırsa, o yazdığı tek bir romanla ‘Adolphe’la hatırlanacağını biliyordu. Oyuncakların içini görmek isteyen hınzır çocuklar gibi duyguların görünmeyen puslu kısmını merak eden yazar, son on beş yılında edebiyata dair tek bir satır yazmamış. Arkadaşı Barante’ın, “Eskiden güzel olan ve hayatı hastanede sona eren bir orospudur o” tespitini haklı çıkarırcasına hayatının geri kalan kısmını kumara adamış.

Sokağımdan bozacıların geçtiği soğuk bir kış gecesi, kaybetmeyi seven bir yazarın ölümsüz cümlelerinde kaybolmayı sevdim ben. En çok da kendi sevgisiyle sarhoş bir hayat süren, bıçağı hiç düşünmeden önce kendisine saplayan Ellenore’unkini. “Sana olan sevgim bir günahtı. Bu sevgi seni mutlu kılsaydı, günah olduğuna inanmazdım.”

Benjamin Constant’ın kendisi olan Adolphe, hayatının en büyük günahını severek kabullenen bir kadını kaybedene kadar sevemediğini sanıyordu. Belki de böylesine güçlü bir bağlılık ona ağır gelmişti ya da gerçekten sevmemişti ama bu onarılamaz acıyı herkesten farklı bir biçimde, hayattayken insanların onu sevmeyeceğini bilerek yazdı. Duygularını paramparça edebilecek cesarete ve derinliğe sahip olduğunu herkesin bilmesini istiyordu.

Onun en büyük, en affedilmez günahı da buydu...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:29:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan