(ithaf: Seni, öğle güneşi,
seni kucaklamak geliyor içimden.
Bir dostum var, duydun mu?
Sana getireceğim onu.
Çok seveceksin, biliyorum,
seni ben kadar...)
Kentin ortasındaydı;
yola bitişikti bir kenarı
ve yüksek,
kocaman yapılarla çevriliydi üç yanı...
Bunca zaman nasıl kalmışsa kalmış,
üzerine bir baraka bile yapılmamış,
boş, bomboş bir arsaydı.
Hayır, boş değildi aslında:
Yola bakan köşesinde,
biri genç, biri yaşlı,
iki çınar ağacı vardı.
Bir de,
küçücük,
tozlu bir kum yığını,
ön bahçe duvarının dibinde,
gözden uzak,
çınarların gölgesinde kalmıştı.
Mezbelelikti;
toz, toprak, çer çöp içindeydi geri kalanı.
Çocuklar oynardı arsada.
Sabahtan akşama
top peşinde koşarlardı ya,
kum yığınını da severlerdi.
Kumda debelenirler,
yatıp, yuvarlanırlar,
bazen oturup, söyleşir
ve tıpkı zamanın akışı gibi,
parmaklarının arasından akıp gittikçe kum taneleri,
çocukça bir umutla
kurarlardı düşlerini...
Bir de köpekler severdi bu yığını:
Kum,
köpek pisliği kokardı hep.
Köpekler,
en çok geceleri,
kum yığınının çevresinde hırlaşırlardı.
Kimse bilmezdi
gün geçtikçe etrafa dağılan
ve çocukların
ve kedi
ve köpeklerin
ayaklarıyla,
tırnaklarıyla,
saçlarıyla,
tüyleriyle,
cepleriyle
uzaklara taşınan
ve gün geçtikçe azalan,
ama, azaldığını kimsenin fark etmediği
bu kum yığınını kimin döktüğünü oraya.
Boş arsa kadar sahipsiz
ve nereden geldiği belirsizdi;
sanki ezelden beri buradaydı
ve sanki ezelden beri
sinmişti üzerine köpek pisliği...
Yalnız arsanın köşesindeki
yaşlı çınar ağacı
biliyordu bu sorunun yanıtını.
O biliyordu,
her biri ustaca biçimlendirilmiş billur güzelliğindeki
ve bir Gotik kilise vitrayı kadar
parlak ve renkli tanelerden oluştuğu
ancak tozlarından arındırıldığında görülebilen
bu kum yığını
nasıl olmuş da
bu arsaya gelmişti...
Bir yaz günü,
gece yarısı,
sokaklardan el ayak çekilmişti ki,
yine köpekler doluştular arsaya;
koşuşturmaya başladılar çok geçmeden
sahipsiz kum yığınının etrafında.
Gecenin sessizliğinde
yalnızca köpeklerin hırlaşmaları
ve hafifçe esen poyrazın
tatlı dokunuşuyla ürperen
çınar ağaçlarının
konuşmaları duyuluyordu:
“Of, of! ,” diyordu yaşlı çınar,
nasıl da üzüntüyle çıkıyordu sesi,
“görüyor musun şu köpekleri?
Yazık,
yetmiyor üzerinde gezindikleri,
bir de pisliyorlar düşüncesizce...
İnsanoğlu işte,
ne oldum değil,
ne olacağım demeli! ”
“Dedeciğim,
ne güzel söyledin,” dedi genç olanı,
“ama anlamadım niye, şimdi, böyle dediğini.
Anlatır mısın aklından geçeni? ”
Yaşlı çınar çok şaşırdı;
yoksa bilmiyor muydu bu delikanlı
şuracıkta olup bitenleri?
“Nasıl olur? ” dedi,
“Bilmiyor musun kum yığınının geçmişini?
Bilseydin, kuşkusuz, anlardın hemen
neden böyle söylediğimi! ”
“Ama,” diyerek, şaşkınlıkla
karşı çıktı dedesine genç çınar,
“ama, ben nereden bileyim
hiç kimsenin bilmediği bir şeyi?
Muhtarın bile fikri yok,
bu kum yığını kimin, neyin nesi...
Daha bu sabah
konuşuyorlardı şurada;
duydum onu söylerken bakkala:
Haber vermişler belediyeye;
çok pis kokuyor, mikrop yuvası,
üzerinde çocuklar oynuyor,
hepsi hastalanacak bir gün, diye!
Kaldıracaklarmış yakında,
belki de yarın gelirlermiş,
öyle diyordu muhtar...
Bakkal sorduğunda,
bilinmediğini söyledi;
aranmış, ama,
bir türlü bulunmamış sahibi,
yaşlılar dahi bilememişler
bu kum yığınının ne zaman, nasıl geldiğini.
Belki yüzyıldır duruyormuş burada,
belki yüzyıldan da fazla! "
"Yüzyıl nedir ki çocuğum?
Kaç yaşında olduğumu, ben bile unuttum...
O kum yığınından yıllar, yıllar önce,
tam burada doğmuştum!
Hem sahibini,
hem de nasıl, ne zaman buraya geldiğini biliyorum.”
"Elbette ya,
hiç aklıma gelmemişti
sormak daha önce sana...
Ama, dede,
bilmediğin yok senin de! ”
“Bilirim, doğru,” dedi yaşlı çınar,
"ama, kuşkusuz, bilmediklerim de var..."
“Dedeciğim,” dedi genç çınar,
“nasıl da merak ettim şimdi...
Haydi söyle, ne olur, anlat bana
bu kum yığınının geçmişini”
“Peki öyleyse, iyi dinle.
Anlatacağım sana kum yığının gizli tarihini.
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
pire berber iken, deve tellal iken...
Öyküye böyle başlasam yeridir,
çünkü sana anlatacaklarım
bir masal gibidir...
Ama bil ki,
ne anlatıyorsam sana,
tamamen gerçektir
ve öyküsü bu kum yığınının
yaşanmış bir trajedidir.”
Böyle diyerek, öyküsünü
anlatmaya başladı yaşlı çınar:
“Ben de gençtim bir zamanlar,
önümüzdeki bulvar,
daracık,
toprak bir yoldu o günlerde;
toplanan narenciye
taşınırdı bu yoldan kente.
Ah, hele baharda,
çiçek zamanında,
-nasıl bir kokudur o-
ne kadar güzel olurdu!
İki yanda dizili portakal ağaçlarının arasında,
sarmaş dolaş yürürdü aşıklar...
“Yolun karşı tarafında,
şu dağ gibi yüksek yapının olduğu yerde,
büyük bir bahçe vardı.
Buradan bakıldığında
masmavi deniz görülürdü hemen arkasında.
Ağaçların arasından,
kayalıkların üzerinden,
denizi,
denizdeki balıkçı teknelerini,
yelkenlileri,
şilepleri,
yolcu gemilerini
ve hatta bazen,
körfezin tam ortasında oyuna dalan yunusları
doyum olmazdı seyretmeye.
"Zamanla aşıkların bu yolu
kara asfalt, beton bir bulvar oldu.
Söküldü iki yandaki ağaçlar
ve yükseldi yan yana,
duvar gibi yapılar.
Kala kala bir bu arsa,
bir de bu arsanın karşısındaki bahçe kaldı geriye.»
“O bahçe de yok şimdi dede...” diyecek oldu torunu,
yaşlı çınar hemen onu susturdu:
“Elbette,” dedi, “olacağı buydu,
sözde bilim gelişti, ama,
gün geçtikçe,
bilgeliklerini kaybetti insanlar:
Kanser hücreleri gibi oldular,
yenilip hırslarına, geleceği unuttular...
Bir gün görecekler öldüğünü
yaşadıkları dünyanın
ve öldüren de kendileri olacaklar!
“İşte, henüz buradan
denizin görülebildiği o günlerden birinde,
bakışları kaygı dolu bir adam,
o güne kadar hiç görmediğim biri,
bahçe duvarının önündeki yolda,
elinde kitabı,
defteri,
bir aşağı bir yukarı
yürüyüp duruyordu.
Ben de bilmiyorum doğrusu,
hâlâ,
kimdi, kimin nesiydi,
nereden gelmişti buraya,
nasıl öğrenmişti bu bahçeyi.
“Arada sırada,
tam önümde duruyor,
bahçeyi,
bahçedeki ağaçları,
ağaçların arasından görülen masmavi denizi
seyre dalıyordu.
Bir süre sonra,
sanırım, artık, yoruldu,
şu kum yığınının olduğu yerin tam önünde,
duvarın üzerine oturdu
ve elindeki kitabı okumaya koyuldu.
‘ÜÇ ZAMAN’ diyordu, kitabın kapağında...
O gün okuduklarım,
şöyle kalmış aklımda:
“İlk zaman neden akşam oldu ki? Belki de bu ülkede hiç sabah olmadığındandır, kim bilir? Güneş hiç doğmuyor üç yanı dağlarla çevrili bu ülkede. Dağlar o denli yüksek ki, güneş ancak öğle saatlerinde, apansız, olanca sertliğiyle parlıyor ve çok kısa süre sonra da akşam oluyor. Hele bir de bulutluysa hava, gündüz bile olmadan gün bitiyor.
Burada yaşayanlar güneşin doğmayışını, sabahın olmayışını hiç yadırgamıyorlar. Onlar alışmışlar bu duruma. Ama benim gibi yabancılar, sabahı, güneşin doğuşunu düşleyebilenler için çok zor bir durum!
Bu ülkeye belki de hiç gelmemem gerekirdi. Ama o, çok sıkıldığını söylüyordu mektubunda. Ne yazık ki, ona birkaç günden daha fazla yoldaşlık yapamadım. Benizleri soluk, yüzleri hiç gülmeyen insanlarla dolu bu ülkeden kaçarcasına ayrılmadan bir gün önce, izlenimlerimi yazmamı istemişti. Ben de yazdım. Bu kolay oldu, çünkü, zaten geldiğimden beri küçük notlar alıp duruyordum...
Yazdıklarımı verirken dedim ki, ‘Sana hiç olmazsa avutucu birkaç sözcük yazmayı çok isterdim. Ama ne yapabilirim ki, gerçek izlenimlerim de yalnızca bunlardı.’
‘Avunmayı beklemiyorum zaten,’ diye yanıtladı, ‘çoğu zaman, benzer, hatta aynı hayatı yaşasak bile, gördüklerimiz aynı olmuyor. Kaldı ki, ben buralı sayılırım artık... Alışkanlıklar duyuları köreltiyor zamanla... Yazdıkların bana yardımcı olacak, inanıyorum buna.’
Beni istasyondan uğurlarken, gözleri dolmuş, ağlamak üzereydi. Bu kadar kısa süre için de olsa, geldiğim için teşekkür etti. Ne kuzey ne de güneyde olan, ne doğu ne de batıya ait, üçüncü zamanın olmadığı bu ülkeden ayrılmak üzere, burada yaşadıklarının şaşkınlığını hâlâ üzerlerinden atamamış olan gezginlerle birlikte trenimiz hareket ettiğinde, onu yüzüstü bıraktığımı düşünerek, üzüntüye kapıldım. Ama arkadaşımı, hiç olmazsa isteğini yerine getirerek tamamen yalnız bırakmamıştım. Bu düşünce ile üzüntüm azaldı. ‘Bana ait’ izlenimlerdi çünkü ona yazdıklarım. Bir bakıma, hâlâ onun yanında sayılırdım.
İlk Zaman: Akşam
sisin içinde, sessizlikte,
bir trenin düdük sesi duyuluyordu.
kimse görmüyordu treni.
kimse bilmiyordu trenin nereye gittiğini.
ama her tren düdüğü,
herkese,
uzakları düşündürüyordu.
uzakta neresi varsa,
tren de oraya gidiyordu...
Deniz maviydi.
Gökyüzü de maviydi.
Bulutlar ince ince, uzun uzun,
batan güneşin ardından saf tuttu.
Bulutlar kırmızı,
dağlar eflâtun,
deniz bir eflâtun, bir mavi, bir kırmızı,
yol yol,
dalga dalga,
ebrulî oldu.
Akşam oldu.
Önceki gün
nasıl ‘sabaha’ erdiğimi bilmiyorum
ve bilmiyorum ‘sabah’ nasıl ‘sabah’ oldu.
Oysa dün,
karanlık nasıl çöktü,
gün geceye nasıl döndü biliyorum.
Önce akşam oldu.
Gün
alacakaranlığa dönüştü,
tuhaf, hüzünlü, ağır bir sessizlik çöktü.
Rüzgâr esmez,
kelebekler uçmaz oldu.
Tıpkı kuşlar, kediler ve köpekler gibi,
insanlar da sustu...
Gökyüzünün rengi uçmuştu sanki.
Yine de hâlâ, belli belirsiz, maviydi;
iki kırlangıç,
çığlıklarla,
birbirini kovalıyordu gökyüzünde.
Derken renkler kayboldu;
bulutlar, dağlar ve deniz gri oldu.
Ağaçlar, yollar, yapılar gri oldu.
Sonunda kırlangıçlar da sustu.
Görenler göremez, duyanlar duyamaz oldu.
İşte o an sanki bir hiçlik oldu:
Canlı ya da cansız, her şey, hem var, ama hem de yok oldu.
Uzaktaki dağlar tanımsız,
yakındaki ağaçlar yapraksız oldu.
Ovuştursam da gözlerimi, işe yaramadı bu;
bulanıktı dünya.
Bir pus inmiş,
her yanı kaplamıştı.
Pusun içinde, sessizlikte,
ta uzaktaki bir balıkçı teknesinin sesi geliyordu.
Tekne,
yolsuz yordamsız, gözü kara gidiyordu.
Biliyorum öyle gittiğini,
çünkü ben onu göremiyordum.
Demek ki, balıkçı da gittiği yeri göremiyordu.
Ya bir de çok yaklaşırsa kayalıklara
ve çarparsa?
Balıkçı ölecekti...
Ölmese bile,
paramparça olacaktı teknesi.
Pusun içinde, sessizlikte,
kaldırımda yürüyen insanların ayak sesleri duyuluyordu;
hızlı hızlı gelip, hızlı hızlı geçiyorlardı.
Hiçbiri durmuyor,
hiçbiri konuşmuyor,
birbirleriyle karşılaşmıyor
ve birbirlerine dokunmuyorlardı.
Onları güçlükle seçebiliyordum.
Onlar da güçlükle görebiliyor olmalıydı
yanlarından geçenleri.
Ya da hiç görmüyorlardı;
çünkü, görmek için bir çaba göstermiyorlardı.
Bakmıyorlardı bile,
ne karşılarından gelenlere,
ne de yanlarından geçenlere...
Tek başlarınaydılar.
Donuk gözleri
ve soluk yüzleriyle,
korkarak
kendi ayak seslerinden bile,
duraksamadan gidiyorlardı
gidecekleri yere...
Pusun içinde, sessizlikte,
bir bebeğin ağlayışını duyuyordum.
Bebek susmuyordu bir türlü,
onu terk etmişlerdi sanıyorum.
Ağlıyordu durmadan.
Belki de kocaman bir avlunun
ya da ölçüsüz büyüklükteki meydanın
tam ortasında,
tek başınaydı.
Kimse onu görmüyor,
kimse onu duymuyordu.
Ben yalnızdım.
Bebek de yapayalnızdı.
Üstelik, kimse bakmazsa, ölürdü o.
Pusun içinde, sessizlikte,
çığlıklar duyuyordum;
karakoldan gelen çığlıklar
bastırıyordu hapishaneden gelenleri.
Başka kimse yok muydu bu sesleri duyan?
Görmeyince olanı biteni,
ne olduğunu anlayamıyor insan:
Ben de göremiyordum işte!
Sanırım bu nedenle,
onlar da yalnızdı benim gibi.
Pusun içinde, sessizlikte,
çok uzaklardan top sesleri geliyordu.
Ben yalnızdım.
Dağlardaki askerlerin de yalnız olduklarını düşündüm.
Ben görmüyordum.
Demek ki,
askerler de kime nişan aldıklarını görmüyordu;
belki de düşman çok yakındaydı da,
bilmiyordu askerler bunu
ve az sonra
düşmanla burun buruna geleceklerdi,
kim bilir?
Pusun içinde
görmüyorlardı ki...
Belki de nişan aldığı yerde
yoldaşı vardı şimdi.
Pusun içinde, sessizlikte,
uzaktaki fabrikanın uğultusu duyuluyordu.
Fabrikanın içi aydınlık olmalıydı.
Ama neredeydi çalışanları?
Hiç dışarıya bakmıyorlardı.
Sanki, umurlarında değildi dışarısı.
Belki de çok içeride kalmışlardı,
çok yüksekti fabrikanın duvarları
ve hep sımsıkı kapalıydı pencereleri,
kapıları.
Dışarı sızmıyordu
içerinin aydınlığı.
Bu nedenle sanırım,
ben nasıl göremiyorsam onları,
onlar da göremiyordu olup bitenleri
ve uğultusundan fabrikanın
duymayacaklardı beni.
Ben yalnızdım.
Fabrikadaki işçilerin de yalnız olduklarını düşündüm.
Pusun içinde, sessizlikte,
hıçkırarak ağlayan insanları duyuyordum.
Her yandan geliyordu ses:
Sokaklardan, caddelerden, gecekondulardan, bodrum katlardan, mazgallardan, köprü altlarından, sığınma evlerinden, barakalardan, ölçüsüz büyüklükteki meydandan, tren istasyonundan, iş bulma kurumundan, pazar yerlerinden, avlulardan, parklardan, dispanser ve sağlık ocaklarından, sosyal yardım sıralarından, otobüs ve metro duraklarından, üçüncü sınıf otel odalarından, çocuk esirgeme kurumu ve yaşlılar yurdundan, santral garajdan, kentin çöplüğünden, imalathanelerden, tamirhanelerden, depolardan, antrepolardan...
Herkes ağlıyordu,
ama ben göremiyordum hiçbirini
ve hiç kimse duymuyordu hiç kimseyi.
Pusun içinde, sessizlikte,
kanat sesleri duyuluyordu;
cinsi belirsizdi,
ne şahin, ne kargaydı bu.
Ne doğuya, ne batıya gidiyordu.
Sürü almış başını, gitmişti.
Tek başına kalmıştı geride;
nereye gideceğini bilmiyordu,
kalakalmıştı gökyüzünde, pusun içinde.
Bütün avcılar ona ateş ediyordu.
Onu görmüyordum.
Düşündüm ki, bu iyi,
çünkü avcılar da göremez onu,
tıpkı beni göremedikleri gibi!
Pusun içinde, sessizlikte,
belki de bütün bunlar yalnızca bir hayaldi.”
Yaşlı çınar bir an sustu.
Gecenin ürkütücü karanlığında
kum yığınının etrafında
birbirleriyle dalaşan köpeklerin
hırıltılarından başka ses duyulmuyordu.
“Adam kitabı kapattı...” diyerek
devam etti öyküsüne:
“Sonra saatine baktı
ve buluşmasına geç kalmış biri gibi
hızlı adımlarla uzaklaştı buradan.
“Bir süre görmedim onu,
üç gün mü, beş gün mü, anımsamıyorum şimdi,
bir hafta belki...
Sonra, bir akşamüzeri,
yanında bir kadın,
yine geldi.
“Sıcak bir yaz günüydü,
köşede göründüler.
Yavaş yavaş,
konuşa konuşa geldiler
ve sanki içimden geçeni bilmişler gibi,
oturmak için gölgemi seçtiler!
Adamın elinde yine o kitap vardı,
ayrıca yine o defter.
Belliydi yanından hiç ayırmadığı,
çünkü iyice yıpranmıştı kabı...
«Yıllarca önceydi,» diyordu adam,
«biliyordum, kaybedecektim onu.
Belki de bu nedenle
hiç istemiyordum gitmesini...
Tıpkı, işte şimdi,
senin de gitmeni istemediğim gibi...
Ama, gitti.
«Gideceği gün
başıma yıkılmış gibiydi dünya;
yüreğim nasıl dayandı, bilmiyorum,
duyduğum o büyük acıya...
Diyordu ki,
‘...önemli değil uzaklıklar,
sevgi yürektedir,
ayıramaz sevenleri
ne denizler, ne de dağlar.’
Diyordu ki,
‘...ağlama.
Ama, ağlamak iyidir bazen,
hadi, ağla istersen.’
«Gün boyunca bırakmadım ellerini.
Dolandım durdum etrafında,
zihnime kazıdım hayalini:
Kaşlarını,
gözlerini,
giysisinin üzerindeki çiçek desenlerini,
çorabındaki renkleri...
Yalvarıp duruyordum gözlerimle,
gözlerim gözlerine değdikçe...
«Ama, sonunda,
ayrılık vakti geldi, çattı.
Bomboştu
onu götürecek olan otobüs.
Belki de bana öyle geldi.
Sanki yalnızca onu bekliyordu,
sanki yalnızca onu götürecekti.
Basamaklarda bıraktım elini.
Son kez birbirimize baktık,
son kez birbirimize el salladık.
Gitti.
« Yazdığım ilk mektupta anlattım
onu ne kadar özlediğimi.
İkinci mektubu yazmamın nedeni
yaşadığımız günlerin
korku ve tedirginlikleriydi...
Ama ondan haber alamadım
ve giderek yalnızca acı,
yalnızca özlem doldu
daha sonra yazdıklarım.
Yararsızdı,
belki eline bile geçmiyordu mektuplarım.
Aylar, yıllar geçti,
Sonunda, artık, inandım,
bir daha dönmeyecek o geri...»
«Anlıyorum seni,» dedi kadın,
«ama elimde değil,
zorunluyum gitmeye,
biliyorsun bunu sen de.
Hem, geri döneceğim ben,
uzun sürmeyecek ayrılığım.»
«Biliyorum,» dedi adam,
«biliyorum ama, yine de...»
“Adam sustu.
Yolun karşısındaki bahçeye,
denize,
denizdeki yelkenlilere,
dağların denize kadar inen eteklerine baktı...
Gözleri buğulandı...
«Burası çok güzel,» dedi kadın,
«denizin üzerindeymişiz gibi...
Başka bir kente gelmişiz sanki...»
«Evet,» dedi adam,
«başka bir yer gibi...
Her şey başka olabilirdi,
keşke olsaydı.
Ama, değil! »
«Şimdi gitmem gerek,» dedi kadın,
«yarın görüşürüz...»
«Peki,» dedi adam,
«yarın görüşürüz, hoşça kal! »
«Hoşça kal! » dedi kadın.
“Kadın gitti.
Adam, kadını gözden kaybolana kadar izledi,
sonra gözlerini yeniden denize, teknelere çevirdi.
Bir süre dalgın,
ufka baktı
ve ardından
çevirdi kitabının sayfalarını.
Ben de görebiliyordum okuduklarını:
“İkinci Zaman: Gece
karanlıkta görülmüyor yüzleri,
bu taşlar konuşmuyor, bu taşlar sessiz.
biliyorum, yanıt vermeyecekler,
hepsi yüreksiz!
yüzlerinde karanlığın teni,
bu taşlar susuyor: tanıklıkları geçersiz...
Pusun içinde, sessizlikte
kanat sesleri duyuluyordu;
cinsi belirsizdi,
ne şahin, ne kargaydı bu.
Kanat sesleri dağların eteklerinde yankılanıyordu.
Kanat sesleri avcıların tüfek seslerine karışıyordu.
Sayıları giderek azalıyordu sokaktakilerin,
ya da ben yanılıyordum,
kim bilir...
Belki de, pusun içinde göremiyordum onları.
Düşündüm ki,
kaldırımda yürüyenler
ulaşmışlardır gidecekleri yere...
Ya da ben yanılıyordum,
kim bilir,
belki de hiçbir zaman,
hiçbir yere ulaşamayacaklar onlar...
Balıkçı teknesinin sesi giderek kayboluyordu.
Şimdi sessizce,
iç çeke çeke ağlıyordu bebek.
Fabrikadan da ses gelmiyordu üstelik.
Ayak sesleri,
kaldırımlardaki,
azalıyordu,
tıpkı, karakoldan gelen çığlıklar gibi!
İniltiler geliyordu şimdi,
hapishaneden.
Pusun içinde, sessizlikte,
gökyüzünde,
kanat sesleri duyuluyordu;
kanat sesleri tüfek seslerine karışıyordu.
Tüfekler, tek tek, aralıklarla patlıyordu.
Saymaya kalksam,
sayamazdım kaç kez ateş edildiğini.
Düşündüm ki,
bu ateş edenlerin hepsi de avcı olamaz;
çünkü, bu kadar çok avcı yoktur yeryüzünde.
Ya da ben yanılıyordum,
kim bilir?
Pusun içinde, sessizlikte,
ne olduğunu anlamamıştım önce...
Bir rüzgâr çıkmıştı kuzeyden
ve pusu dağıtmaya başlamıştı.
Birden, acı bir çığlık yeri göğü doldurdu.
Yürekleri parçalayan bir çığlıktı bu
ve duymamıştım ömrüm boyunca
bu çığlıktan daha acısını, daha korkuncunu.
Bu bir annenin çığlığıydı, eminim;
çünkü başka kimse daha büyük bir acı duyamaz
evlât acısı duyan bir anadan.
Sessizliğin içinde,
kanat sesleri sustu.
Anladım o zaman:
Gökyüzünde kanat çırpan kuş vurulmuştu.
Pusun dağılmaya başlamasıyla birlikte
gördüm ki
kuşun kanı
kocaman, kara bir leke gibi
yayılıyordu gökyüzüne...
Bu leke büyüdü, büyüdü
ve doğudan batıya,
boydan boya,
kapladı bütün gök kubbeyi.
Gökyüzü bilinmez,
yıldızlar izlenmez oldu.
Artık, hiçbir şey görülmüyordu;
yalnız renkler değil, şekiller de kayboldu.
Böylece karardı dünya.
Gece oldu.
Şimdi bulunduğum yerde
sağıma, soluma,
ileriye, geriye,
dönüp durarak kendi eksenimde,
gözlerim dikili karanlığın içine,
bir şeyler görmeye çalışıyordum.
Gecenin karanlığında,
kayalıkların kovuklarında yuvalanan yarasalar,
yuvalarından çıkmışlar, uçuşuyorlardı etrafımda.
Kanat seslerinden anladım,
çok yaklaşmışlardı bana...
Karanlığın içinde hiçbir şey göremeden,
tedirgin,
umarsız,
tam korku yürüyordu ki yüreğime,
apansız,
aydınlatma direklerindeki lâmbalar yandı.
Feri yoktu sarı ışıklı lâmbaların,
kendilerini zor aydınlatıyorlardı.
Kısıp bakınca gözlerimi,
gördüm ki,
az ötede,
adamın biri,
aydınlatma direğinin dibindeki
çöp tenekesini karıştırıyordu.
Çevreye saçıp savurmadan,
pisliği döküp dağıtmadan,
ayrı bir torbaya koyup işe yarayanları,
çöpleri ayıklıyordu.
Adam, birinin karaltısını gördü,
yolun karşı yakasındaydı, ona benzetti.
Bıraktı yaptığı işi,
döndü;
sıkıp, yumruk yaptı ellerini,
bekledi.
Karaltı yolun bu yanına geçti,
yaklaştı.
Karaltı iyice yaklaştığında anladı ki, o, o değil.
Eğer o olsaydı, kavga edecekti.
Hesabını soracaktı
olup bitenlerin.
Yüreğindeki öfke yalnızlığa dönüştü.
Adamın yüzünü görmüyordum,
adamın yüreğinden geçenleri
ellerinden okudum.
Kimi arıyordu, bilmiyorum.
Adam beni gördü,
yanıma geldi
ve, sanki çöpleri karıştırdığını gördüğüm için
bir açıklama yapma gereğini duymuşçasına,
dedi ki:
«Eskiden
açlığımı hissederdim bu saatlerde.
‘Yemek zamanı geldi’ derdim,
fabrikadayken.
Bakardım paydos saatinin gelip gelmediğine…
En çok on,
bilemedin on beş dakika şaşardı,
karnımın acıkmasından anlardım.
Kaç aydır işsizim,
artık unuttum acıkmayı.»
Gecenin karanlığında,
adam, bir ses duydu sağ yanında:
Bir ayak sesi,
bir kadının yürümesi...
Baktı,
o sandı.
Eğer o olsaydı, çok şey değişecekti yaşamında.
Kadın, yaklaştıkça, adımlarını hızlandırdı.
İyice yaklaştığında anladı ki, o, o değil.
Kadın, yanından hızla geçti,
gitti...
Yüreğindeki yalnızlık büyüdü.
Yalnızlığını paylaşacak kimse yoktu,
sokak lâmbasının sarı, titrek ışığı
gözpınarlarında parlıyordu...
Gecenin karanlığında,
balıkçı teknelerinin fenerleri görülüyordu;
fenerler bir yanıyor, bir sönüyordu.
Yakamozlar, bir var, bir yoktu.
Yakamozlar, yelpaze gibi,
hepsi bana doğru,
yol yoldu:
Yolların ucunda,
balıkçı teknelerinde,
balıkçılar
bir eğilip bir kalkıyorlardı besbelli.
Görebiliyordum onları,
fenerlerin önünde
birer gölge gibiydiler hepsi
ve düşündüm ki,
ben görebiliyorsam onları
avcılar da görür yakında!
Gecenin karanlığında,
ateşlerin etrafında,
çember olmuşlardı gençler, çocuklar...
Kaldırımlarda,
meydanlarda,
pazar yerlerinde,
parklarda
ve köprü altlarında
kâğıtlar, tahta parçaları, plastik atıklar yanıyordu.
Kara dumanlar yükseliyordu kentin her yanından
alevler çocukların yüzlerini aydınlatıyordu.
Çocuklar ellerini ateşe uzatıyordu.
Alevler çocukların parmaklarını aydınlatıyordu
ve ateş gençlerin yüzlerini yakıyordu.
Ben görüyordum ateşi
ve ben görüyordum alevleri,
ama, başka kimse görmüyordu.
Düşündüm ki,
eğer onları görmüyorlarsa,
beni de görmüyorlardır...
Üstelik,
kulakları da duymuyordur, eminim!
Gecenin karanlığında,
bir polis arabası
ağır ağır ilerliyordu yol boyunca:
Farları aydınlatıyordu hemen önünü
ve kıyısından gittiği kaldırımı.
Sokak lâmbalarının altından geçerken
tepesi parlıyordu polis aracının
ve camlarında
karşı kaldırımdaki direklerde yanan
lâmbalar yansıyordu.
Kaldırımda yürüyenler
mutlaka irkiliyorlardı,
arkalarından yavaşça gelip
yanlarından yavaşça geçerken polis arabası.
Ben, uzakta olduğum halde, ürküyordum,
içimden diyordum ki, ‘suçsuzum,
ben değildim o’.
Gecenin karanlığında,
uzaktan,
belki de caddenin sonundaki evin
perdelerinden azıcık ışık sızan odasından,
bir ağlama sesi geliyordu.
Bir kadın ağlıyordu.
Bir adam bağırıyordu.
Hayır, kavga değildi bu.
Adam kadını dövüyordu, besbelli.
Kimse engel olmuyordu buna,
bir başınaydı kadın.
Bilirim, ne zordur bir başına olmak!
Gecenin karanlığında,
uzaktan uzağa
birinin şarkı söylediği duyuluyordu.
Belki de bir radyoydu bu…
Bence kesinlikle radyoydu,
çünkü, artık anlar gibiydim,
buralarda böyle şarkı söyleyecek kimse yoktu.
Acıklı bir şarkıydı,
canımı yakıyordu:
gitme,
yüreğimden gitme...
gitme, söyleyemem sana:
düştüğüm yangınlarda
hüznün göz pınarlarına alır beni,
sevincin dudaklarına...
gitme...
Gecenin karanlığında,
yarasalar uçuşuyordu.
Yarasaların kanatlarında
sarı sokak lâmbaları yansıyordu.
Kanatları altın gibi parlıyordu.
Dönüp duruyorlardı başımda:
Bir sağımda,
bir solumdaydılar;
yüzüme değecek kadar yakın,
elle tutamayacağım kadar uzaktılar.
Kanatlarından çıkan sesler
korkutuyordu beni.
Üzerime geliyorlar,
yüzüme çarpacak kadar yaklaşıp,
hızla uzaklaşıyorlardı.
Ne kadar da çoklardı!
Karanlığın içinden gelip,
karanlığın derinliklerinde kayboluyorlardı
ve sanki her gelişlerinde
artıyordu sayıları!
Gecenin karanlığında,
yerle göğün bir olduğu noktada,
uzakta, boşlukta,
belki gökyüzünde,
belki de dağların üzerinde,
küçücük,
beyaz bir ışık belirdi...
Gecenin karanlığında,
belki bütün bunlar bir hayaldi...”
Yaşlı çınar sustu.
Baktı,
yapraklarını kıvırıp, kapatmıştı torunu.
“Üşüdüm,” dedi genç çınar, “... nedense...”
Dedesi acıyla gülümsedi;
doğrusu, kendisi de hissetmişti
içinin ürperdiğini.
Gecenin koyu sessizliği
ve öykü,
ikisini de etkilemişti.
Kum yığınının üzerindeki köpekler
gitmişlerdi çoktan
Şimdi, yalnızca, poyrazın dokunuşuyla titreyen
yapraklarının sesi dolduruyordu
karanlık boşluğu...
“Adam kitabı okumayı bıraktı.” diyerek
öyküsünü sürdürdü yaşlı çınar:
“Karşıya, denize,
denizin üzerindeki teknelere,
yelkenlilere baktı...
“Açık denizlerden gelen bir vapur,
bembeyaz, kuğu gibi,
önümüzden geçti.
Adam, vapurun geçişini
o gözden kaybolana kadar izledi...
Cebinden bir kalem çıkardı sonra,
defterini açtı
ve bir şeyler yazmaya başladı.
“Kargacık burgacıktı el yazısı,
çok zordu okuması...
Biliyorum, yaptığım yanlıştı,
ama merak işte, tutamadım kendimi,
iyice eğilip rüzgârın yardımıyla,
okudum, okuyabildiğim kadarıyla:
«o benim:
okuduğun kitapta
yürüdüğün sokakta
çevirdiğin gazete sayfalarında
dinlediğin radyoda
karşılaştığın biriyim
o benim:
kimi kimsesi olmayan,
kimliksiz bir hiçliğim
o benim:
yaşamın silinmiş izlerinin
her şeyi gören ve duyan
umarsız hayaletiyim...»
“İşte bunları yazdı,
sonra, defteri kalemi elinde,
yine uzaklara daldı...
Tekrar yazmaya başladığında,
gözleri buğulanmıştı:
«gitme,
gitme, söyleyemem:
tuzaklardayım, kuşatmalardayım,
bazen saçlarında saklanırım
bazen avuçlarında...
gitme...»
“Durdu,
mendilini çıkardı,
kimseye göstermemeye çalışarak ağladığını,
sildi gözyaşlarını.
Kalktı,
derlendi, toplandı,
ağır adımlarla uzaklaştı.
“Ertesi gün aynı saatte,
köşede göründüklerinde,
yüzü kireç gibiydi, beti benzi atmıştı.
Tedirgindi,
Korka korka yürüyordu sanki.
Giderek yaklaştılar.
“Konuşurken
sıkıntılıydılar,
gergindi yüzleri.
«Hayır...» diyordu adam,
«...ne yapacağımı bilmiyorum,
kararsızım.
Uykusuzum, uyuyamıyorum günlerdir.
Kapatır kapatmaz gözlerimi,
kalleş
ve sinsi
bir akrep gibi,
gecenin derinliklerinden çıkıp geliyor
ve çullanıyor beynime, zalimce,
yarının çözümsüzlükleri! »
«Çözüm hiç olmayacak...
Ya da biz göremeyeceğiz o günleri.» dedi kadın.
«Her gün beter oluyor
bir öncekinden...»
«Eskiden daha iyi değildi.» dedi kadın.
«Belki de anlamıyorduk olanı biteni,
yakmıyordu şimdiki kadar canımızı...»
«Eskiden çocuktuk,» dedi kadın,
«büyüdükçe arttı sorunlar,
keşke hiç büyümeseydik! »
“Adam acılı bir insanın
gülümseyebileceği kadar gülümsedi:
«Bu bana bir zamanlar okuduğum
bir şiiri anımsattı...» dedi:
«ruhu büyümedi
bir çocuk kaldı
karıştırdı ömrünce birbirine
gerçekle masalı»
«Keşke çocuk kalabilseydik hep,» dedi kadın,
«... sabiydik, saftık;
kirin, pisliğin ortasına atıldık! »
«Çocukken,
ceviz kabuklarından yelkenliler yapardık,
tenekeden vapurlar...
Kendi dünyamızı yaratırdık:
Tozun, çamurun içinde,
yüreğinde deniz olan kentler kurardık.»
dedi adam.
«Keşke hep çocuk kalabilseydik! » dedi kadın.
“Sustular...
“Gölgeye gelmişlerdi.
Duvarın üzerine oturdular yan yana.
Adam bakamıyordu kadına.
Ya bakıyordu ayak uçlarına,
ya da dalıp gidiyordu gözleri,
bakar gibi denize, dağlara...
“Gitme...” dedi adam, sonra ekledi:
“Ama dinleme beni,
bu yaptığım bencillik.
Biliyorum, gideceksin, gitmelisin.»
«Zorunluyum...» dedi kadın.
«Bir kıyamet gününün ortasında
çıktın karşıma:
Ummuyordum birinin paylaşabileceğini
böylesine yürekten,
böylesine sevgiyle,
duygularımı...
Sen olmazsan eğer
yarasalar dolduracak
karanlıklardaki boşlukları...»
«Hayır,» dedi kadın,
«Yaşamın gerçekleri böyle değil...
Ben olamam senin ışığın...»
“Adam, kadını duymuyordu:
«Yüreğimden gitme...» dedi,
kırgındı... kırgınlığı sesine yansımıştı...
«Ama,» dedi kadın, «yapma bunu...»
“Dinlemiyordu adam onu:
«Biliyordum,
olmazdı, besbelli...
Ama yaşam
aslında
bu kadar gerçek mi? »
«Gitmeliyim...» dedi kadın,
«Geç kalıyorum,
eşyamı toplayacağım daha...»
«Seni özleyeceğim,” dedi adam,
“beni habersiz bırakma...»
«Bırakmam,» dedi kadın,
«hoşça kal...»
“Sarıldılar.
«Hoşça kal...» dedi adam.
Sesi, umudunu yitirmiş birinin sesiydi.
«İyi yolculuklar.»
“Kadın gitti.
Adam, bu kez bakamadı ardından.
Başı öne eğik,
kendi kendine,
«gitme...» diye mırıldandı.
“Defterini açıp sonra,
şunları yazdı:
«gitme...
sensiz karanlıktayım! »
“Durdu.
Bir an kadının gittiği yöne baktı.
Hayır, çoktan gitmişti.
“Yazmaya devam etti:
«gitme...
sen olmazsan eğer
yarasalar dolduracak
karanlıktaki boşluğu...»
Yazdıklarını tekrar tekrar okudu,
defteri kapattı.
Denize bakarak mırıldandı:
«hiç çıkmayacaksın aklımdan! »
Uzaklara daldı.
Derken, yine
kendi kendine mırıldanmaya başladı:
“bu yaptığım bencillik: Haksızlık ediyorum ona...”
“Defterini açtı.
Daha önce yazdıklarını karalayıp,
şunları yazdı karşı sayfaya:
«ateşböcekleri hiç gelmeyecek,
gelecek olsalar bile
ben göremeyeceğim onları.»
“Başını kaldırdı,
sanki bir şeyler görmek ister gibiydi gözleri,
mırıldanarak denize baktı:
«zamanı geldi sanırım...»
“Yazmaya devam etti:
«Artık yok çabalamanın anlamı;
Eklenecek bir şey kalmadı yaptıklarıma.
Hayır, sonu yok bunun,
dayanamam yüreğimin,
bir taş gibi,
kaskatı,
duygusuz,
ağırlaşmasına...»
“Denize bakarak mırıldandı:
«ah, deniz!
yardım et bana! »
“Defterini kapattı.
Yerinden kalktı,
dalgın,
neredeyse sürüyerek ayaklarını,
uzaklaştı.”
“Hayır, yoksa...” diyerek ağladı genç çınar,
“Yapamaz bunu dede...
Hayır, yapmadı değil mi? ”
Derin derin içini çekti dedesi.
“Hayır, yapmadı...
Ama dinle bak, daha çok üzüleceksin
duyduğunda olanları...
“Ertesi gün, sabaha karşı,
yapraklarımı bile kıpırdatamıyordu rüzgâr...
Olacakların habercisi gibi,
ne sıcak, ne sıkıntılı bir geceydi o!
Güneş doğmamıştı bile,
alacakaranlıktı,
adam,
göründü köşede.
“Her zamanki gibi,
başı önünde,
elinde kitabı, defteri,
geldi.
“Ayakta sallanıyor gibiydi,
şimdi, diyordum, bayılıp düşecek bu,
“Düşmedi.
Sendeledi,
geriledi.
Destek alarak elleriyle,
duvara yaslandı,
döndü,
duvarın üstüne yığılırcasına oturdu.
Defteri kitabı elindeydi önce.
Sonra kaydı parmaklarının arasından
ve düştü şu yöne.
“Gözleri denizde, sabah yelkenlilerinde,
kalakalmıştı öylece.
Salınmıştı iki yana kolları
ve en ufak bir kıpırtı yoktu bedeninde.
“Çok geçmeden kendine geleceğini
ve acısını yüreğine gömüp,
yaşamayı sürdüreceğini
düşünüyordum.
Bu acı ne denli büyük olursa olsun,
toparlanacak
ve bir süre sonra,
olması gereken yerde olacaktı...
“Ama, saatler geçti,
kımıldamadı bile yerinden.
Gün bitti, güneş dağların ardında kayboldu...
Tuhaf, hüzünlü, ağır bir sessizlik çöktü.
Rüzgâr esmez, kelebekler uçmaz oldu.
Tıpkı kuşlar, kediler ve köpekler gibi,
insanlar da sustu.
Akşam oldu.
Ama o, hâlâ orada, öylece duruyordu.
“Bir pus indi, her yeri kapladı;
göz gözü görmez,
hiçbir şey bilinmez,
biri diğerinden ayırdedilmez oldu.
“Pusun içinde, yalnızca o görülebiliyordu.
Duvarın üzerinde, kıpırtısız, oturuyordu.
“Buna çok şaşırdım;
her şey kaybetmişken kimliğini,
o nasıl görülebiliyordu anlayamadım.
Eğildim, iyice ona yaklaştım.
Gözlerimi kısıp, yakından baktım
ve sevgili torunum,
gözlerime inanamadım.
Şaşkınlığım bin kat arttı gördüklerim karşısında.
“Nasıl anlatsam, bilmem ki?
Bir Roma mozaiği gibi rengârenkti,
ışıltılar saçıyordu bedeni...
Milyonlarca parçadan oluşuyordu bu mozaik
ve her parçada bir resim işlenmişti.
“Hepsine, tek tek, yakından baktım.
Neler yoktu ki resimlerde:
Dağlardan nehirlere, ağaçlardan böceklere,
canlı cansız her varlık
ve dünyanın bin bir hali
işlenmişti mozaiğe...
“Her resimde, kesinlikle,
kendisi de vardı adamın:
Diyebilirim ki bunlar,
fotoğraf kareleriydi yaşamının...
Gözleriyle gördüğü, elleriyle dokunduğu,
tadını aldığı, kokusunu duyduğu
ve sesini işittiği yaşamı boyunca
ne varsa
ve bunlardan edindiği bilgi nasılsa,
ne bir eksik, ne bir fazla,
işte öylece resmedilmişti.
“Bazı resimler,
ayrılmıştı iş ve eylemlerine:
Okudukları, yazdıkları,
emek verip yaptıkları,
haylazlıkları, aylaklıkları,
ne etmiş, ne eylemişse bugüne kadar,
dilim varmıyor söylemeye,
hani, gizli saklı olanları bile
işlenmişti mozaiğe...
“Bazı resimler,
ayrılmıştı yaşamın sırlarına:
Cansızlar eğer cansızsa, onlar nasıl var olmuş?
Canlılar canlarını nereden, nasıl bulmuş?
Ölünce bir canlı, tümüyle yok mu olur,
yoksa can mı verir, bambaşka varlıklara?
“İşte bunlara benzer, daha pek çok konuda
resimler işlenmişti adamın vücudunda...
“Ama beni en çok
göğsündeki mozaikler etkiledi.
Tam yüreğinin üzerine
yerleştirilmiş resimler...
Belli ki yansıtıyorlardı
adamın iç dünyasını:
Dostlukları, sevdaları,
mutlulukları, acıları...
“Hele o karmakarışık mozaikler,
bir savaş alanını anlatır gibiydiler:
Acımasız, korkunç, kanlı bir çarpışmaydı bu.
Savaşın tarafları, savaş denilirse buna eğer,
her iki yanda da, adamın kendisiydi!
Yüzlerce, belki de binlercesi,
düşmandı benliğine
ve benliği de o kadar,
düşmandı kendisine!
“Bazen topla ateş ediyor, karşıdaki kendini yok ediyor,
bazen topçu olan kendine, okla yanıt veriyordu.
Bazen elindeki bayrağı, karşıt kendine sallıyor,
bazen de bir tüfekle, bayraklı kendini vuruyordu.
“Bize yabancı bazı sözcükler,
özenle yazılmıştı bayraklarda:
‘Kin’ diyordu biri, ‘nefret’ diyordu diğeri.
‘Kıskançlık’ yazıyordu birinde,
‘bencillik’ yazıyordu bir diğerinde.
Düşkünlük, hırs, ikiyüzlülük gibi
daha nice duygular
ve kişilik özellikleri,
hepsi hastalıklı, hepsi özgü insanoğluna,
ister istemez edindikleri,
işlenmişti büyük harflerle.
“Resimlere kendimi
o denli kaptırmıştım ki,
uykum bile gelmemiş, sabahı etmiştim...
Günün ilk ışıkları, vurduğunda dağlara
hâlâ bakıyordum mozaikten adama.
“Aklıma geldi neden sonra, defteri ve kitabı,
baktım ki duvarın yanında,
düştükleri yerde kalmışlardı.
Defter karışmıştı otların arasına,
kitap açıktı, yüzü dönüktü bana
ve küçük bir ayraç vardı
açık kalan yaprakta.
Artık oldukça aydınlanmıştı hava,
eğilip iyice yaklaştım ve okudum merakla:
“Üçüncü Zaman: Sabah
her şey birdenbire olur;
birden bastırır yağmur,
fırtına kopar birdenbire...
apansız çıkar savaşlar,
hazırlıksız düşeriz depremlere:
uykuda ölür kimimiz,
kimimiz öleceğini bile bile...
Gecenin karanlığında,
yerle göğün bir olduğu noktada,
uzakta, boşlukta,
belki gökyüzünde, belki de dağların üzerinde,
küçücük,
beyaz bir ışık belirdi...
Ne olduğunu anlamadım önce,
üstelik, yaklaşıyordu hızla.
Işık, olması gerektiği gibi değildi.
Büyümesi gerekirken yaklaştıkça,
ne gücü, ne çeperi,
hiç değişmemişti.
Sonunda gördüm ki bir ateşböceğiydi bu,
geldi, az ötede durdu.
Onun sayesinde anladım,
orada bir çalı öbeği olduğunu.
İçinde
bir bülbül varmış meğer.
Ateşböceği
aydınlatınca çalı öbeğini,
uyandı bülbül
ve ötmeye koyuldu.
Biliyordum, kuşlar uyanır önce.
Yeni günün doğuşunu
karşılarlar ötüşleriyle.
Tan yerine bakınca,
anladım bu bilgimin doğruluğunu:
Doğuda gökyüzü,
yavaş yavaş, aydınlanıyordu.
Dağlara vurmadan günün ilk ışıkları,
yaylaların serinliğini,
indirdi sertleşen sabah rüzgârı:
Kentin sokaklarına daldı
ve asfalt, beton ve taşın tutmakta direndiği
boğucu sıcaklığı
süpürmeye başladı.
Önce parklar, meydanlar,
sonra da sokaklar serinledi...
İşte böyle haber verdi gelişini yeni günün sabahı.
Sabahın serinliğinde,
ilk ateş böceğini
diğerleri izledi.
Ateş böcekleri uçuşuyordu.
Dağların üzerinden,
dağların gökyüzüyle birleştiği yerlerden,
karanlığı dele dele geliyorlardı.
Ağaçların dallarına,
çalı öbeklerine,
otların arasına konuyor
ve kuşları uyandırıyorlardı.
Avcılar gitmişlerdi anlaşılan,
tüfek sesleri susmuştu.
Yalnızca kuşların ötüşü duyuluyordu.
Sabahın serinliğinde,
kargalar ve kanaryalar,
sakalar ve saksağanlar,
güvercinler ve sığırcıklar,
bülbüle eşlik ediyorlardı.
Sabahın serinliğinde,
dağların tepeleri kızardı.
Böylece görüldü günün ilk ışıkları.
Sabahın serinliğinde,
iki kırlangıç
çatıdan çatıya,
bir saçaktan diğer saçağa,
yaylar çizerek
ve çığlıklarla
birbirlerini kovalamaya koyuldular.
Sabahın serinliğinde...
Sabahın serinliğinde...
Sabahın serinliğinde
uyandım sıçrayarak,
yüreğim sanki yerinden çıkacak...
Bir sesti beni uyandıran:
Kırılıp parçalanan,
un ufak dağılan bir şeyin sesi…
Sabahın serinliğinde,
bütün bunlar bir hayaldi:
Ne kuşlar vardı aslında,
ne de ateşböcekleri...
Karanlıktı. her yan,
hiçbir şey görülmüyordu.
Karanlıkta tüfekler patlıyordu.
Tüfekler, tek tek, aralıklarla patlıyordu.
Tüfek sesleri dağlardan, ovalardan,
kentin caddelerinden, dar sokaklarından,
meydanlarından geliyordu.
Karanlıkta yarasalar uçuşuyordu.
Yarasaların kanatlarında
sarı sokak lâmbaları yansıyordu.
Yarasalar dönüp duruyorlardı omuzlarımda:
Yüzüme değecek kadar yakın,
elle tutamayacağım kadar uzaktılar.
Kanat sesleri
korkutuyordu beni.
Karanlığın içinden gelip,
karanlıkta kayboluyorlardı
ve sanki her gelişlerinde artıyordu sayıları! ”
“Bu doğru olamaz,” diye
söylendi dedesine genç çınar,
“nasıl bir kitapmış bu böyle!
Kurgusu ne denli zalim, ne denli haince!
Keşke hiç okumasaymış adam onu...”
“Evet, ne yazık ki doğru,” dedi dedesi,
“unutamam hiç,
aynen böyle yazıyordu
kitabın açık kalan sayfaları
ve sanırım şu aklımda kalanlar,
onun da okuduğu son satırlardı:
“Şimşekler çakıyordu…
Önce ufukta…
Aydınlattılar denizi sonra…
Gök gürlemeleri giderek yaklaştı kente
ve çok geçmeden yağmur
bir kırbaç gibi gelip vurdu
korkunç bir fırtınayla birlikte
ve yıldırımlar düşmeye başladı her yana...
Kayalıklarda patlayan dev dalgalar,
rüzgârla birlikte bir kertenkelenin dili gibi uzuyor,
kentin sokaklarını yalayıp yıkıyordu tuzlu sularıyla.
Görülmemiş bir tufandı bu:
Önüne kattığı her şeyi uçuruyor,
oradan oraya savuruyor,
kırıp döküyor,
ağaçları köklerinden söküp atıyordu.
Karanlıkta tüfekler patlıyordu;
tüfek sesleri gök gürlemelerine karışıyordu.
Tüfeklerin namlularından çıkan ateşi görebiliyordum.
Kimi sağımda, kimi solumdaydılar.
Bazen bana çok yakın, bazen uzaktılar.
Namlulardan çıkan ateş uzayıp gidiyordu:
Kimi denize,
kimi dağlara,
kimi gökyüzüne doğru.
İki dev dalga
korkunç bir çatırtıyla
vurdu kayalıklara.
Onları izleyen üçüncüsü,
birleşip öncekilerin sularıyla,
saldırdı kentin sokaklarına.
Önüne çıkan ne varsa,
kattı azgın selinin içine
ve çekti götürdü kayalıklardan aşağı,
yok etti karanlık denizin içinde...
Ağaçların, arabaların, insanların,
kapılıp kudurmuş dalgalara,
çığlık çığlığa,
kaybolup gittiklerini gördüm dehşet içinde.
Sığındığım bir saçak altında,
nasıl kurtulacağımı bilemezken bu tufandan
bir adam gördüm çakan şimşeğin kısa aydınlığında.
Koşuyordu bana doğru ya,
sanırım, o da görmüştü beni.
Yakınlarda patlayan bir tüfek sesi
karıştı fırtınanın çatırtısına
ve tam aydınlatma direğinin altında,
düştü adam bir çığlık atarak.
Adam hâlâ yaşıyordu ki,
elini uzattı bana, yardım ister gibi.
Daha çok tutamadım kendimi
ve göze alıp başıma gelebilecekleri
koştum yanına...
Yaklaşınca tanıdım,
çöp tenekelerini karıştıran adamdı bu.
Ona ulaştığımda ölmek üzereydi.
Bir şeyler söylemek istiyordu sanki,
duymak için iyice
yaklaştırdım kulağımı ağzına.
«Artık hep olacak bu, » dedi,
«bu dalgalar hep gelecek...»
Karanlıkta tüfekler patlıyordu;
tüfek sesleri gök gürültülerine karışıyordu.
«Pus dağılmıştı, beni gördüler...» dedi,
«Sonunda buldum onu! »
Sordum: «Kim gördü seni? Kimi buldun? Ne oldu? »
Gülümseyerek baktı bana:
«Demiryolunu kimlerin döşediğini de öğrendim...» dedi.
Konuşamadı daha fazla.
Kulağına eğildim.
«Ben de trenin nereye gittiğini biliyorum, » dedim,
«...ve nereden geldiğini...»
Gözlerini kapadı,
gevşedi beni tutan parmakları...
İşte o an karar verdim,
ilk trenle gidecektim.
Tufan, saatlerce sürdü. O kargaşadan nasıl kurtulduğumu bilmiyorum. Bir ara başıma sert bir cismin çarptığını anımsıyorum. Kendime geldiğimde bir mazgalın üzerindeydim. Bitkindim. Başım ağrıyordu. Güçlükle odama gidip eşyamı toparladım. Ayrılacağımı söylediğimde, o, üzüntüyle başını salladı. Ama, bana engel olmaya hakkı olmadığını belirtmekten de geri kalmadı.
Üçüncü zamanın olmadığı ülkede edindiğim izlenimlerin yazımı burada bitiyor. Umarım bu ülkeye gitmeyi düşünen gezginler de, bu yazdıklarımı okur ve karar vermeden önce bir daha düşünürler."
Yaşlı çınar öyküsünün sonuna doğru,
artık yorulmuştu.
Bir an soluklanmak için sustu.
Baktı ki, genç çınar merakla bekliyor öykünün sonunu,
ara vermeden devam etti:
“İşte, kitapta yazılı olanlar buydu.
Artık sabah olmuştu.
Sokakların ilk sakinleri,
temizlik işçileri
ve simitçilerdir, bilirsin.
İşte, o gün de,
sabahın serinliğinde,
bir simitçi çocuk,
kendisinden de küçük bir çocukla birlikte,
herkesten önce
göründü köşede.
Simitçi çocuğun tablası doluydu.
Diğer çocuk,
kaldırım taşlarında sek sek oynuyordu.
Bazen hoplaya zıplaya,
simitçi çocuğun etrafında,
şarkı söylüyordu.
Simitçi çocuk da katılıyordu arada bir
küçük çocuğun şarkılarına.
“Bir aydınlatma direğinin dibinde
bir çöp tenekesi duruyordu.
Çöp tenekesinin yanında da,
mukavva bir kutu.
Küçük çocuk birden,
büyüğüne heves etmiş olmalı,
gitti,
simit tablası taşır gibi,
kutuyu kafasına geçirdi.
“Simitçi çok güldü buna.
Küçük çocuk onun gülmesine kızınca,
itiş kakış, bu tarafa yaklaştılar.
Simit tablasını bahçe duvarına bıraktılar,
oyuna daldılar.
“Simitçi çocukla arkadaşı,
az ileride,
duvarın üzerindeki adamı gördüler.
“Adam oturduğu yerde, öylece duruyordu:
Açıktı gözleri, karşıya bakıyordu ama,
bir tuhaflık vardı halinde:
Ne eli, ne kolu, hiçbir yeri kımıldamıyordu.
Nefes bile almıyordu.
“Çocuklar önce korktular,
sonra da meraklandılar.
«Ölmüş mü yoksa? ..
Hiç kıpırdamıyor! » dedi küçük çocuk.
«Bilmem ki,» dedi simitçi,
«gidip yakından görsek mi?
Baksana, her yanı boyalı, renkli...»
«Ben gitmem, sen bak! » dedi diğeri.
“Simitçi, tutup soluğunu
korka korka yaklaştı.
Adamın sağ koluna yavaşça dokundu
parmağıyla.
“Hâlâ kımıldamadan,
öylece duruyordu adam.
Cesaret buldu simitçi bundan,
eliyle yokladı bu kez....
“Yine kımıldamadı adam,
çocuk yine yokladı
ve heyecanla
arkadaşına bağırdı:
«Baksana,» dedi,
«bu adam taştan!
Belediyeciler yapmış olmalı,
her yerde var bunlardan.
Ayakta duruyor kimi,
kimi de yere çömelmiş, sanki dilenci! »
“İki çocuk bağrış çağrış,
yararlanıp sokakta kimseciklerin olmayışından,
başladılar hemen oynamaya
zavallı taştan adamla.
“İtip kakmaydı,
orasına burasına vurmaydı derken,
nasıl olduysa oldu,
geçirirlerken başına mukavva kutuyu,
dengesi bozuldu adamın birden
ve yuvarlandı yerinden.
Yattı önce bu yana,
sağ omzu vurdu duvara.
Devrilince öylece,
sırtüstü düştü bahçeye
ve paramparça oldu oracıkta,
kum gibi ufalandı bedeni,
yığıldı kaldı düştüğü yerde.
“Heykelini belediyenin,
kırıp, tuzla buz etmenin
korkusuyla çocuklar,
neredeyse öleyazdılar.
Kapıp simit tablasını,
tabana kuvvet kaçtılar...
Oysa bir gören yoktu olanı biteni,
heykeli onların kırdığını
kendilerinden başka kim bilecekti?
“Tüm bedeni dağılmamıştı aslında,
kolu bir yandaydı, başı bir yanda...
Ama zamanla,
yağmurla, doluyla, rüzgârla
eridi gitti kalan parçaları da;
tane tane kum oldu,
karıştı toza, toprağa...
“Zavallı adam...” dedi torunu,
gözleri kızarmıştı ağlamaktan.
“İşte evlat,
öğrenmiş oldun böylece,
kum yığınının gizli tarihini.
Nereden geldiğini,
nasıl getirildiğini,
kimsenin bilmediği
arsamızdaki kum yığını,
başka bir şey değil
arta kalan o zavallı adamdan.»
Kum yığınının öyküsü bitmişti.
Çınar ağaçları sustular,
hüzünle sallanıyordu sabah poyrazında dallar...
Sabahın serinliğinde,
gecenin karanlığında,
bir bebeğin ağlama sesi geliyordu uzaktan...
Durmaksızın ağlıyordu bebek,
bırakıp gitmişlerdi belki de onu
bir avluda,
ya da kentin
ölçüsüz büyüklükteki meydanında...
Sabahın serinliğinde,
gecenin karanlığında,
genç çınar, gözyaşlarını sildi dallarıyla.
Dalıp gitmişti uzaklara gözleri.
Yüreği ezilmişti dinlediği öyküden.
Bir ışık gördüğünde uzaktan, yanıldığını sandı önce.
Ama, hayır, yanılmıyordu:
“Dede, bak! ” diye bağırdı genç çınar,
“şuraya, dağlara doğru! ”
Sabahın serinliğinde,
gecenin karanlığında,
yerle göğün bir olduğu noktada,
uzakta, boşlukta,
belki gökyüzünde, belki de dağların üzerinde,
küçücük,
beyaz bir ışık belirmişti...
“Bu bir ateşböceği! ”
“Evet, sanırım öyle...” dedi dedesi...
“Bir ateşböceği olmalı bu! ”
Sabah olmak üzereydi.
Bir kamyon sesi duyuldu önce,
sonra da yolun köşesinde görüldü kendisi.
Kamyon geldi,
arsanın önünde,
bahçe duvarına yanaşıp durdu.
Çınar ağaçlarının yaprakları ürperdi:
Yoksa sıra bu arsaya mı gelmişti?
Öyle ise, kazıcı kepçe neredeydi?
Kamyondan, ellerinde kürekleri,
üç belediye işçisi,
ayrıca bir de ekip başı indi.
Duvarın üstünden atlayıp
arsaya girdiler,
kum yığınının başına geldiler...
Kamyonu duvarın dibine iyice çektirdiler.
İşçiler, salladılar kürekleri
ve başladılar kum yığınını
kamyonun kasasına atmaya...
Çınarlar, üzüntüyle bakıştılar
ve izlemeye koyuldular olanı, biteni...
“Öf! ” dedi, işçilerden biri,
“ne fena koku bu böyle! ”
“Gerçekten de çok pismiş,” dedi ekip başı,
“inanmamıştım muhtar söylediğinde.”
“Ne yapacağız bunu? ” diye sordu biri,
“Yapı işlerinde de kullanılmaz bu! ”
“Kentin dışına götüreceğiz...” dedi ekip başı,
“En iyisi biz bu kumu,
atalım denize.
Çıkar çıkmaz kentten,
dökelim kayalıklardan aşağı,
denizin en derin ve en dalgalı olduğu yere...
Hem çevreyi kirletmez,
hem de kendi temizlenir böylece! ”
Zaten ne kadardı ki,
üç beş kürekle bitti...
İşçiler, kum yığınını,
yükleyiverdiler bir çırpıda.
Gürültü, patırtı,
bağrış çığrış,
gittiler...
Sabahın serinliğinde,
ateş böcekleri uçuşuyordu.
Dağların üzerinden,
dağların gökyüzüyle birleştiği yerlerden,
karanlığı dele dele geliyorlardı.
Ağaçlara, dallara,
çalı öbeklerine,
otların arasına konuyorlar
ve kuşları uyandırıyorlardı.
Sabahın serinliğinde
dağların tepeleri kızardı.
Böylece görüldü günün ilk ışıkları.
Sabahın serinliğinde,
bir radyo sesi geliyordu uzaklardan:
gitme,
yüreğimden gitme...
gitme, söyleyemem sana:
seninle dönüşürüm ben
seninle başkalaşırım;
bir yağmur damlasıyım
kirpiklerinde dolaşırım,
gitme...
Kayıt Tarihi : 30.6.2013 22:19:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu bir şiirden çok, bir öykü-şiir ya da şiir-öykü. 2001 yılından bugüne, belirsiz aralıklarla, zaman zaman gözden geçirilerek, zaman zaman eklemeler, çıkarmalar yapılarak yazıldı. Bitmiş de değil. Ona hala yeniden ve yeniden gözden geçirilecek, hatta yırtılıp atılabilecek ve yeniden yazılabilecek bir taslak olarak bakabiliriz. Antoloji.com a bugün verilmesinin nedeni, bugünlerin getirdikleridir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!