KÜLTÜRE ELEŞTİREL BAKIŞ
S03
YAZARIN KISA ÖZGEÇMİŞİ
Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’ünde doğdu. Seydiköy İlkokulu ve Isparta Gönen İlköğretmen Okulunu bitirdikten sonra, 1964 yılında Erzurum Karayazı’ya bağlı Yücelik (Zorova) Köyü İlkokulunda öğretmenliğe başladı.
Erzurum’dan sonra öğretmenlik hayatı: Afyon, Burdur, Giresun ve Konya’da, İlkokul Öğretmeni, Sosyal Bilgiler ve Tarih Öğretmeni olarak otuz yıl devam etti. Aralıksız on beş sene çalıştığı Burdur Cumhuriyet Lisesinden 1993 Yılı sonunda emekli olduktan sonra, beş yıl da özel dershanelerde tarih öğretmeni olarak çalıştı.
1998’de üç ay Avustralya’da kaldıktan sonra, öğretmenlik yaşamını noktalayarak; altı sene de Çıralı’da bulunan, kendisine ait Likya Pansiyonu çalıştırdı.
2006 yılında önce öğrencilik ve ilk gençlik yıllarına ait şiirlerini
İçeren ”Yalnızlık, Gece ve Karlar” sonra da “Dünya Yaşanası Bir Yer Değil” adlı şiir kitapları Gündüz Kitabevi tarafından yayınlandı.
“Tarihin Tanımı”; “Gazete”; ”Kültüre Eleştirel Bakış” ve “Amsterdam Şiir Gibi Şehir” adlı şiir kitapları ise Antoloji.Com sitesinde yayınlanmıştır.
“Seydiköy” yakın tarihte yöresel bir araştırma ve inceleme kitabı olduğu kadar, yazarın köyüne ilişkin anılarını, sosyal yaşamı ve kısmen yöre folklorunu da kapsamaktadır.
Antalya’nın yerel gazetelerinden Hürses’in ve ulusal bazda yayın yapan kenthaber.com’un köşe yazarı olan Nazmi Öner, evli ve iki çocuk babası olup Antalya’da yaşamaktadır.
S04
BU KİTABI NİYE YAZDIM (Önsöz yerine)
Bir insanın kendini görebilmesi nasıl ki aynasız olanaksızsa ve farkı fark etmek için aynada gördüğünü başkalarıyla karşılaştırmak gerekiyorsa; bir ülkeyi de dünya ile, çağ ile, başka kültürlerle karşılaştırabilmek için ayna; anladım ki dışardan bakmakmış her gün yaşadığın olaylara.
İçinde bulunduğun, kanıksadığın, farkında olmadan sürdüre geldiğin ve alışkanlık haline gelmiş yaşamına… Yani bu kez aynanın gösterdiği değil, karşılaştırılacak olan gerekli. Çünkü: ayna senin çevren, ülken ve ayna sensin zaten…
İlk kez yurt dışına çıktığım zaman 1998 Kasım’ında, Türkiye’de okuduğum, duyduğum ve kurduğum dünyanın, ufak tefek farklılıklarla bir benzerini bulacağımı umuyordum dışarıda. Oysa ne denli yanılmışım… Adeta sudan çıkmış balığa dönmek sözünün bile ötesinde şaşırdım kaldım.
Dünya, Türkiye’den gördüğümden çok farklı bir şeydi; çok farklı bir yerdeydi; çok farklı bir gelişme içinde ve çok farklı şeylerin peşindeydi. Ve oralardan bakıldığında Türkiye de, içerden gördüğümüzden çok farklı bir görüntü sergilemekteydi.
O günlerde Türkiye’de; Osmanlının 500 sene tartışıp tartışıp da sonuçlandıramadığı dinsel konular, sanki ilk kez gündeme gelmişçesine heyecanla tartışılıyor, iç savaş silah kaçakçılığına ve eroin ticaretine dönüşüyor, şehit cenazeleri oya tahvil edilmeye çalışılıyordu.
Yani siyaset: dinden, başörtüsünden, milliyetçilikten ve şehit cenazelerinden iktidara ulaşmak istiyordu. Hortumlar, soygunlar olağan karşılanıp görmezlikten gelinirken, iç borçların faizlerini ödeyebilmek için yüzde bin beş yüzlerden yeni borçlar toplanıyor ve sekiz yıllık eğitim için kıyasıya bir mücadele veriliyordu.
Dünya’da zorunlu eğitimi beş yılda kalan son beş ülkeden birisi olmamıza karşın, o beş yıl da kaldırılsın, ya da üç yıla indirilsin denilse, sanki sorun koparılan fırtınanın onda biriyle çözülecekti.
S5
Bu gün o yıllar unutulmuş olabilir. Hatırlatmak için 1998 yılının vesikalık bir resmini çektim ve “1998’den gazete başlıkları” adıyla kitabın sonuna koydum. Çok özet bir görüntü de olsa, Türkiye hakkında çok iyi bir fikir verdiğini düşünüyorum.
Şimdi 98’e bakın, dönüp on yıl öncesine 88’e bakın, içinde yaşadığınız güne bakın, hatta birkaç yıl sonra 2008 de hepsini bir daha karşılaştırın. Akılla ve objektif bir bakışla bakan herkes aynı şeyi görecektir. Yıllarla hiçbir şey değişmeden devam etmektedir. Aynı Türkiye aynı sorunlarla sürüp gitmektedir.
Oysa Avustralya gibi çok kültürlü bir ülkede, insana verilen değer, ırkçılığın, milliyetçiliğin önüne çekilen setler; sivilleşme ve örgütlenmeye verilen destekler; bireysel özgürlükler; herkesin önünü açan ve herkesin tek tek hak ve özgürlüklerini hassasiyetle koruyan yönetsel özellikler; hemen fark edilmekteydiler.
Bu yüzden, o güne dek savunduğum, inandığım, hiç kuşkulanmadığım; daha doğrusu üzerinde hiç durmadığımı, düşünmediğimi anladığım kültürümüzü, ilk kez sorguladım.
İnsana Avustralya’da verilen değeri kültürümüzün hiçbir yerinde bulamadım. Devlet, millet, cemaat, din, töre ve gelenek kutsalları kültürümüzün; insan ise zincirin en son halkası. Avustralya ise, tersine çevirmiş bu anlayışı ve en başa koymuş insanı. En sonda da devlet, insanın hizmetkarı.
Biraz daha derinliğine bakınca, hemen gördüm ki kültürümüzde; kurnazlık, bağnazlık, ikiyüzlülük, gerilim, çatışma ve uzlaşmazlık baş tacı.
Ben de çok kullanmıştım “Bir şey ya doğrudur ya da yanlış” ı; “Ya aktır yada kara” yı. Oysa biz, akla kara arasında zor bulurken şimdilerde griyi; Batı Kültürü ikisinin arasına, binlerce renk sığdırmış griden gayri ve buna denilmiş uzlaşma kültürü.
Geç de olsa ben de öğrendim, doğrunun tek olmadığını; her konuda sonsuz sayıda doğru bulunduğunu; tek tipliğin bizi ne hallere koyduğunu.
Bu yüzden hafta sonu buluşmalarımızda, bazen soruyordum torunum Teoman’a; “Okulda neler gördünüz bu hafta” diye. Her defasında yanıt; matematik, İngilizce, resim vs. günün yarısı ve öteki yarısında “Bir arkadaşımızla sorunumuz olursa nasıl çözeriz? ”.
S06
Çocuk ilkokul birinci sınıfta ve arkadaşıyla sorununu çözüyor haftalarca, ama yıl sonu gelmiş okumayı çözememiş daha. Ne büyük bir tezat değil mi, Türk Eğitim Sistemiyle?
Sen tut, otuz beş yıl öğretmenlik yap; planında, programında bir gün, bir saat ayırma sorun çözmeye; anlaşmaya, uzlaşmaya, doğaldır ki; çok zor olacaktı bu durumu anlamak da.
Ve doğaldır ki; eğitiminin hiçbir yerine sorun çözmeyi koymayan böyle bir toplum, agresif olacak ve sürecek yüzyıllarca incir çekirdeğini doldurmayacak tartışma; ağız dalaşıyla zamanı boşa harcama, insanları oyalama, numara, politika, entrika, faili meçhul cinayet, suikast vs.
Sonra düşündüm ve sorguladım kendimi. Ben anlaşabiliyor muyum arkadaşlarımla? Aynı görüşü paylaştığımız arkadaşlarla bile uzlaşmayla bitiyor mu herhangi bir tartışma? Yoksa çoğu zaman, kuru kuruya bir savunma, ya da laf olsun diye bir muhalefete mi dönüşüyor konuşma? Dönüşüyor mu; erkekliğe, sözünden dönmemeye, milliyetçiliğe veya bir yarışa.
Bir sorun karşısında
Bırakın arkadaşları
Karımla nasıl gidiyor tartışma?
Ben ona bağırırım, o bana bağırır,
Bağrışırız.
Küser, bir süre konuşmayız,
Sonra zorunlu barışırız.
Sorunu ağzımıza almaz, tartışmayız,
Sorun durur yerinde,
Çözümsüz bir biçimde,
Sonra başka bir olayda
Tekrar gelir önümüze.
Derken yıllar sonra Cumhurbaşkanımız uzlaşamayınca Başbakanımızla ve fırlatınca anayasayı, bir anda altüst oldu ülke. Yetmiş milyon, zengin fakir herkes bir gecede servetinin yarısını kaybedince, ülke uçurumun eşiğine gelip krize girince, anladım uzlaşma kültürünün önemini ve torunumun dersinin ne almama geldiğini. (Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığını atması olayı.)
S07
Ondan sonradır ki; yazma gereği duydum kültürümüz üzerine bildiklerimi, gördüklerimi, düşündüklerimi.
Kafamda bu, şiir şeklinde belirdi
Aslında ister şiir, ister nesir
Neye tutarsanız tutun, önemli değil
Benim istediğim
Kültürümüz üzerinde düşünmeniz
Bu konuda akıl yürütmeniz
Çözüm üretmeniz
Bu konuda ben sorular yönelttim kendime ve cevaplar aradım. İlk aklıma gelen, şu anda uygulanan ve anlaşılan biçimiyle Türk Kültürü, Türk insanını çağa taşıyabilecek bir kültür müdür? Yoksa gelişmeyi yavaşlatan, frenleyen bir faktör müdür?
Herhangi bir konu veya durumda kültürümüze uygunluk mu yoksa çağa uygunluk mu aranmalıdır? Her işimize gelmeyen gelişmeye “Kültürümüze aykırıdır” damgası mı vurulmalıdır? Kültür din haline mi gelmiştir, bunlar tartışılmalıdır.
Bu konuda en çok kullanılan söylemlerden birisi de “Kültürümüzü korumak zorundayız” söylemidir. Gerçekten kültür korunmalı mıdır? Yoksa çağ ile, çağdaş kültürlerle eşit koşullarda yarışa mı bırakılmalıdır? Yarış dışı kalan, korunan kültür, onun sahiplerini de çağın ve yarışın dışında tutmaz mı? Geri kalmışlığımıza bir de bu açıdan bakmamız gerekir diye düşünüyorum.
Önderlerimiz, liderlerimiz, yönetenlerimiz, ağalarımız, paşalarımız, beylerimiz, aşiret reislerimiz, şeyhlerimiz, tuzu kuru zenginlerimiz, nedense kültürümüze dört elle sarılır görünürler. Kültürümüzü savunurlar ateşli bir şekilde; toz kondurmazlar üstüne. Çünkü yetmiş milyona hakim olmanın yegane yoludur bu kültür. Her uyanık ve her kurnazın işine gelir. Oy isteyenin, ağanın, feodalin, din bezirganının.
Çıkarlarına kültür süsü vererek; kazancın, yükselmenin, egemenliğin, ticaretin en kolay yolunu yakalarlar kültürde. Bu yüzden çıkarlarına ters gelen yerde “Kültürümüze uymaz, onunla bağdaşmaz” derken, aslında çıkarlarını sürerler ileriye kültür diye. “Kültürümüze uygundur, kültürümüzü korumak zorundayız, kültür elden gidiyor” sözlerinin arkasında da, hep çıkarların kaybı veya korunması söz konusudur çoğunlukla.
08
Çünkü onlar dayatırken bu kültürü halka, kendileri istedikleri gibi yaşarlar; kültür bağlamaz onları. Onlar çağın bile ötesinde bir bolluğu, zevki, keyfi ve cinselliği yaşarlar. Her şeyi kendilerine, keyiflerine yontarlar, ama vatan millet için yaptıklarını söylerler. Çağı, çağdaşlığı, medeniyeti, uygarlığı savunurlar ve bu düşünceleri mutlaka kültürle bağdaştırıp kültürü halka dayatırlar. Kendileri başka kültürleri hatta işine geliyorsa kültürsüzlüğü yaşar.
Ayrıca işin birde muhafazakarlık boyutu vardır. Korunan kültürün, insanı çağın gelişmeleri karşısında nasıl koruduğunun en güzel örneğini, Avrupa’daki yurttaşlarımız üzerinde ve çok net bir biçimde görebiliriz. Yurt dışındaki vatandaşımız, uyum sağlayamayınca yabancı topluma, kültürüyle kuşatır kendini, duvar örer çevresine ve korur kendini çağın çok gerilerinde bir yerde.
Örneğin 1968’ de Erzurum’un bir köyünden, Berlin’e giden bir Türk ailesi, 2005’in Berlin’inde, hala 1968 deki köyünü; 1972 de Konya’dan giden aile Amsterdam’da; hala 1972’nin Konya’sını yaşamaktadır.
Oysa Anadolu’nun o köyleri şu anda aradan geçen otuz beş yılda öylesine değişti ki paparazzilerle, televizyonla, bilişimle, cep telefonuyla; yurtdışından dönen yurttaş, zorlanmaktadır artık eski köyüne de uyum sağlamakta.
Aslında burada örnek alınması gerekenler; Avrupa’ya uyum sağlamış olan yurttaşlarımızdır. Onlar hem çağı yakalamış, içine sindirmiş ve hem de kültüre bakışı daha bir bilinçlidir.
Elemişler kültürümüzdeki tutucu içi boş şeyleri ve çağdaş değerlerle doldurmaya çalışırlar kültürümüzün içini. Doğaldır ki; az da olsa vardır, üçüncü nesilden karşı kültürde eriyenleri.
Kültürün görevi; insanı insanlık aşamasında tutmak ve onun ötesine taşımaksa ve bu bağlamda yerine getirebiliyorsa işlevini çok da önemsememek gerekir milliyetçiliği. Zaten bu açıdan bakıldığında, bizim kültürümüzde eriyenlerin ifadesi için de, telaffuz etmek gerekmez mi milyonları?
Kısacası korunan kültürle nereye kadar gidebiliriz? Bunu, yeterli ve geçerli bir yanıt yakalayana dek tartışmalıyız. Ve sormalıyız kendimize; ”Dede Korkut kültürüyle mi gidilecek uzaya? ”
Kültür dediğimiz bu manevi miraslar nasıl ki; Dede Korkut’tan, Manas’tan, Yunus’tan, İran’dan ve Anadolu’dan bir şeyler alarak gelmişse günümüze; sırtını çeviremez bu günkü gelişmelere de. Başını kuma sokup bekleyemez bilgiye, bilişime, demokrasiye ve insan haklarına.
09
Kültürümüzdeki dinsel tabular ve dayatmalar da yeniden gözden geçirilmeli bence. Dini akla, bilime, çağa ve gerçek İslamsal anlayışa göre yaşamak yerine, onu bağnaz, tutucu, şekilci, anlamsız ve körü körüne yapılan ve sapkınlıklara kadar uzanan davranışlar olarak algılayan; dini saçının telini saklamak veya hiçbir şey anlamadan ve yaşamadan yapılan ibadetlerden ibaret sanan: dini yüce bir amaç olmaktan çıkarıp, çıkarları için araç haline getiren; yalanın, gıybetin, ahde vefanın, hayrın, iyiliğin, doğruluk ve dürüstlüğün: başörtüsü ve cenabet dolaşmak kadar önemsenmediği, bir sahte İslam yaratılmıştır gerçek İslam’ın karşısında diye düşünüyorum.
Din kültüre kimi yerde öylesine sinmiş ve öylesine bütünleşmiş ki kültürle, bazı töreler din tabularını aşmış, bazen de kültürün kapsamı bir tarikat bazında daraltılmış ve fanatizmi aşan, radikal saçma kurallarla kültür sınırlanmış, gelişmeye kapatılmış.
Sanırım bu değildir gerçek kültür ve gerçek İslam. Gerçek İslam, iyiyi, güzeli, doğruyu, hoşgörüyü, yardımlaşmayı, barış içinde kardeşçe yaşamayı, vicdan sahibi, iyi niyetli ve temiz yürekli olmayı amaçlamaz mı? İbadetler bu amaca ulaşmanın araçları değil midir?
Sonra dinler birbirinin düşmanı mıdır. İslam’ın olduğu yerde Hıristiyanlık yaşayamaz mı. Geçmişte Anadolu’nun hoşgörü ortamında pek çok din bir arada nasıl yaşamıştır.
Bir de: kültürümüzün cinselliğe bakışını iyi değerlendirmek gerek. Kültürümüz cinsiyetleri ön plana çıkarma, kadın yada erkek olma kültürümüdür? Kültürün iyi insan olmayı, gelişmeyi, aklı, bilgiyi ve çağdaşlaşmayı öne çıkarması gerekmez mi?
Kültürümüzün ikiyüzlülüğünü, popülizme yatkınlığını, akıl yerine kurnazlığı yeğleyen, doğal duyguları hiçe sayıp görmezden gelirken, acıyı arabeski dayatan taraflarını da iyi görmek gerektiğini düşünüyorum. En azından kültür özünde böyle olmasa bile, çok kolay biçimde bu yönlere saptırılabilmekte, gelişmelere set çekmek için, çıkar için kullanılabilmektedir.
Doğaldır ki; olaya çağdaş kültürler açısından da bakıyorum. Onlara: eksiksiz, kusursuz mutlak doğrular biçiminde de yaklaşmıyorum. Bırakın mutlak doğruları, eksiklikleri ve hatta hurafeler bile bulunduğunu biliyorum.
S10
Ama batı kültürünün; çıkara dayalı kutsalları, dayatmaları ve tabuları aşmış tarafını, kurnazlık yerine aklı koymasını, demokrasi ve insan haklarını kültürün odak noktası haline getirmesini beğeniyorum ve kültürümüzde ben de aynı şeyleri istiyorum.
Yoksa, onun da vahşi kapitalist, makyavelist yanları, bizi bu kültürde çıkarları için oyalayanların gerisinde değildir.Ve hatta onların düşleri bir ülke için de değil, tüm dünyayı pişirmeden yutmak üzerinedir.
İnsan ilişkilerimizdeki sıcaklık ve samimiyet, nasıl ki zaman zaman cıvıklaşıp, yalakalaşarak, rahatsızlık boyutuna ulaşıyorsa, batı kültürünün bireyselliğinde de, kışa dönmüş bir soğukluk bir uzaklık bulabilir ve bundan daha da çok rahatsız olabilirsiniz.
Ayrıca iki kültür karşılaştığında, öncelikle arzulananı almaz karşı kültürden. Hatta istenmeyenler girer önce. Örneğin alış veriş başlar önce paparazziden. Ama korkutmasın bunlar sizi. Kültür yaşanan her şey değildir. Zaman eleğinden elenip elenip de eleğin üstünde kalandır. Değersiz şeyler zamanla elenir, değerler: değerlerini sürdürdüğü sürece eleğin üzerinde kültür olarak varlığını sürdürür.
Kurnazlar, eski kültürü çıkarı için kullananlar, kültüre öncelikle giren bu kötü öğeleri, paparazzileri ve benzer olumsuzlukları örnek göstererek “Kültürümüzü koruyalım” derler; onun etrafına duvar örerler. Kültürü değişimlere ve gelişmelere kapatırlar. Duvarın taşları da, yani bu korunan, çağla teması kesilen kültürün bekçileri de, bundan zarar görenlerdir, halktır, millettir. Sanki millet açlık, sefalet ve çile çekmektir. Vergi ödemek, susmak ve boyun eğmektir.
Aslında vatandaş, şark kültürünün karanlık dehlizlerinde
kaybolmuş, hiçbir şeyi net görememektedir ve onu oradan çıkarmak da, kimsenin işine gelmemektedir. Kuyudan adam çıkarmak tehlikelidir. Çıkınca hesap mı sorar, ne ister kim bilir?
Bu yüzden devletin tüm bunlara karşılık vatandaşına verdiği, dünyanın en önemli devletinin birinci sınıf vatandaşı olma, ve en büyük milletinin ferdi olma şerefidir.
Derseniz ki bu az şey midir? Bilemiyorum, yenilir mi, içilir mi, gerçek değeri nedir? Ama bildiğim bir şey var; bu değer çoğu zaman, devlet kapısında üç-beş kuruş rüşvete, seçimlerde bir torba kömüre bir paket makarnaya değişilir.
S11
Bunların ne kadarı kültürle, ne kadarı yönetimle ilgilidir, kültür yöneteni ne kadar etkiler; ne kadarı töreyle ne kadarı dinle ilişkilendirilebilir tam olarak bilemiyorum. Ben bir sosyolog falan da değilim ve bu bilimsel bir eser değildir. Sıradan bir vatandaşın altmış yıllık yaşamında görüp düşündükleridir. Amacım kültürün akıl, bilim, demokratik hak ve özgürlükler ve çağdaş değerler açısından yeniden değerlendirilmesidir.
Ben bu değerlendirmeleri yaparken ilk müsveddelerini Avustralya’da yaşayan Oğlum Hakan’a gönderdim. Ondan aldığım tepkilere ve diğer dış gezilerimde gördüğüm, dünya üzerindeki düşüncelerime göre bir yol belirleyerek bu eseri meydana getirdim. Bu katkılarından dolayı oğlum Hakan’a burada teşekkür ediyorum.
Düşünebildiğim kadarıyla, kültürler aslında, iklimlere göre oluşan doğal bitki örtüleri gibi özel, fakat bitkiler ve türler bazında geneldir. Kültür doğal gelişimi içinde, toplumlara seslenir ve toplumu bir bütün olarak kucaklar.
İklimi gereği Anadolu bitki türleri açısından dünyanın en zengin bölgelerinden birisi olduğu gibi, Anadolu kültürü de tarihi derinliği ve çeşitliliğiyle, dünyanın en önde gelen kültürlerinden birisidir. Anadolu, kültürün beşiği, bedeni, toprağı, kaynağı ve pınarıdır.
Ama milliyetçilik ayrışımıyla bütünlüğü bozulmuş, yozlaştırılmış, tabusal sınırlarla statikleştirilmiş, gelişmesine set çekilmiş, akıldan ve aslından uzaklaştırılmıştır. Toplumsal ve insansal boyutu, kişisel çıkara ve kurnazlığa kurban edilmiştir diye düşünüyor ve bunları manzum olarak görüşlerinize sunuyorum.
Saygılarımla
Ekim 2006 Antalya
S12
KÜLTÜR NEDİR
Ne denli olay varsa önemli
Ve de, varsa bunların
Yaşamsal bir değeri
Geçmişin odak noktaları
Yoğunluk bölgeleri
Ortalaması, özeti
Kültürdür hepsi.
Yaşamın ve coğrafyanın
Tarihin ve çevresel etkilerin
Çıkarılmış sonucu ve alınmış dersi
Yüzyılların eleyip, eleyip de
Elekten geçiremediği
Sütün kaymağı, gülün yağı
Kültürdür sonuçların toplamı.
Yaşamın anafikri, anayasası
Kültür başlığı altında çöreklenmiş
Bir manevi miraslar yumağı
Ve yumağın içinde gizlidir hepsi.
Bazen bir yaşam dersi
Bazen bir tabu, bir yasa
Bazen de bir ödül, bir ceza gibi.
S13
ll.
Hazır bir elbisedir kültür
Bir şablondur
Giydirilen üstümüze.
Yaşama dayatılmış bir anayasa
Yaşamdan kısaltmalar, kestirmeler
Ve kolaylıklar sağlamaya.
Disiplin olmaya, düzen olmaya
Ama benzer biraz da dayatmaya.
Sorun değil aslında
Dayatılan doğruysa…
Dayatılanlar mutluluktan yanaysa…
Dayatılanlar sevgiden, umuttan
İyiden, güzelden
Ve insandan yanaysa.
Fakat önümüze konulan
Kokuşmuş ve çağdışıysa…
Sınırlar da çok keskin
Ve çok da kalınsa…
Hem de nefes bile aldırmıyorsa…
Dayatanın çıkarlarından başka
Hiçbir işe de yaramıyorsa…
Gereksiz bir geçmiş bağımlılığı uğruna
Yazık değil mi, körü-körüne
İnsanları üçüncü dünya koşullarında
İnsanları gerçeğin, güzelin, gelişmenin
Ve yaşanan çağın dışında tutmaya?
S14
Hazır bir elbisedir kültür
Bir şablondur giydirilen üstümüze.
Ya dar gelir, ya da bol gelir
Şarkadak oturuvermez
Kimsenin üstüne.
Ömürler geçer boşu boşuna
Elbiseyi bedene uydurma
Kendini sınırlama uğraşında.
Endekslenir hayat
Kokuşmuş kurallara
Ve zaman kalmaz
Yaşamda güzel şeyler aramaya.
Kimin ne hakkı var oysa
İnsanları bu değersiz, geçersiz
Çoğu miadını dolmuş
Tabusal kurallar arasında
Döndürüp dolaştırıp da
Yaşamın güzel yanlarını karartmaya?
Set çekip doğal arzulara, duygulara…
Yaşamı bir çilehaneye çevirip
Kınamaya, ayıp saymaya, horlamaya?
Ve insanları hep ciddi
Asık suratlı, somurtkan
Gülmeleri hazan
Bir dünyada yaşatmaya.
Kayıt Tarihi : 20.1.2007 11:09:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!