Sevgililer Günü Anısına
Dere boyunca oluşan sazlıklarda oğul veren sivrisinekler, yürürken bile rahat vermiyorlar. Arada bir saklandıkları yerden bir yay gibi zıplayan su kurbağaları akşam fenerlerle gelip dere boyunca telis torbalarla toplanarak götürülecekleri salyangoz fabrikasında haşlanmadan önce son marifetlerini gösteriyor, avlarını iştahla yakalıyorlar. Bulanık suyu daha da bulandıran dere balıkları sığ suda yalpa yapa yapa karınlarını doyurma telaşıyla yüzüp duruyorlar.
Uzaktan yankılanan avcıların silah sesleri ile bir anda yaşayan tüm canlılar harekete geçiyor ve yeniden eski halini alıyor. Bu yıl yaban kazları ve yaban ördekleri erken geldiler. Av yasağı kalkmadan kaçak avcılar, gün boyu jandarma ve kolculara yakalanmamak için sürekli yer değiştirerek avlanıyorlar.
Tarlalarda çalışan ırgatlar sıcaktan bunalmışlar, kadınlar bir tarafta, erkekler onlardan daha aşağılarda ağaçlardan yaptıkları bentlerle dere suyunu yükseltmişler, öğlen paydosunda serinlemek için hareket edemeden girdikleri derede derin bir oohh çekiyorlar.
Dereden çıkanlar öğle yemeği için getirdikleri sefer taslarındaki soğumuş yemeklerini bağdaş kurdukları yere bir halka oluşturup, kim ne getirdiyse birleştirip, yumrukları ile kırdıkları soğanlarla birlikte pay ediyorlar. Gün ışımadan başladıkları pamuk tarlasının kazmacıları, yere dökülen ekmek kırıntılarını bile elleri ile toplayıp, kaplarını yıkanmış gibi ekmekleri ile sünnetliyorlar.
Yemeğini bitirenler, sivri sineklerden korunmak için kurdukları cibinliklerin içerisine doluşup, günün yorgunluğunu atmak üzere yarım saat kestirmek üzere oldukları yere kıvrılıveriyorlar.
Uykusu olup ta uyumayanlar da var tabi ki! Sazlıktan çıkan hışırtılar, jilet gibi keskin yaprakların arasından görünmeden yarım saati değerlendirmek isteyen gurbetçi aşkları, her türlü tehlikeyi göze alarak buluşmalar esnasında, avcıların tüfeklerinden çıkan saçmalara hedef olma riskini bile göze alıyorlar.
Sabah genç ırgatların, geçici çadır evlerinden, bindikleri traktör römorklarında başlayan cilveleşmeleri, öğle arasında yerini gizli gizli dere kenarındaki sazlıklar boyunca buluşmalara, doğal iltifatlara, sevgi sözcüklerine ve kızların naz yapması derken, elci’nin toplan düdüğü çalıyor. Yarım kalan keyf çatmalar kızları rahatlatıyor, oğlanları ise hiç utanmadan kızın yanında hastır lo, beş dakka daha sonra çalsan geberirmisin şerefini s..malı diye ağızlarını bozduruyor.
Bu arada geçen yıldan başlayan bir aşk yeniden filizleniyor, cocuksu sevgi yeni gelişen Şanlıurfa’lı iki genci Çukurova’nın pamuk tarlalarında yeniden buluşturuyor, göz göze geldiklerinde bin yıl geçmiş bir hasretlik gibi, Dilbeste kızın gözlerinde çakmak çakıyor, bu sene artık burnunda hızması ve döğmesi ile daha bir güzelleşmiş, serpilmiş gonca güller gibi açmış, simsiyah kocaman gözlerini, kirpikleri nazardan saklıyor gibiydi.
Fırat nehrinin yamacına kurulmuş, Birecik ilçesinde Nizip’i geçtikten sonra tarihi köprüyü geçip Şanlıurfa yoluna saparak, Kelaynak kuşlarının olduğu tepenin yamacında toprak evleri olan, Nazik teyzenin kızı Dilbeste, aile bütçesine katkı sağlamak için iki yıldır, Adana’nın Ceyhan ilçesine pamuk tarlalarında kazmacı olarak çalışır, kocaman harallarla topladıkları beyaz altın, pamuk hasatından sonra, memleketlerine kamyon kasalarına doluşarak geri dönerler.
Halfeti’li Şerif ise üçüncü senesi, amca ve hala oğullarıyla birlikte ilkbaharla birlikte Ceyhan’a gelir, günlük amele pazarlarında buldukları inşaat işçiliği ve tarlalarda, ırgatlık yaparak yevmiyeci olarak çalışır, kışın da memleketinde başının üzerinde taşıdığı tahta bir tezgahta somun satarak geçimlerini temin etmek için diğer kardeşleri gibi evlerinin nafakasını çıkarmaya katkı sağlıyor.
Bıyıkları bu sene yeni terlemeye başlayan Şerif ve Dilbeste’yi kaderin yeniden çukurovanın bereketli topraklarında buluşturmasıyla, küllenen çocukluk aşkları yeniden alevlenmeye başlamış, beyaz gömlek üzerinde cepken, altında yumurta topuk kundurasının üzerinden çektiği Adana usulü şalvarıyla, bizim külhanbeylerine benziyor.
Hatta sağ çene kemiğinden şakağına doğru şark çıbanı bile çıkmış, tam bir Urfa delikanlisi havasına girmişti. Yediği isotlu çiğ köfte ve mırra sesini tizleştirmiş, arada bir çektiği yanık uzun hava ovada tüm canlılarda bir mahzunluk oluşturuyor.
Bu gün öğle paydosunda Şerif; ben gidiyorum, sen de arkamdan gel der gibi verdiği işaretle dereye doğru yürüyüp, kamışların arasında kayboldu. Dilbeste ise tereddütler yaşıyor, töreden korkuyor ama ayağıda onu sazlıklara doğru sürüklüyor.
İki çift kara göz birbirlerine öyle bakıyorlar, kız utangaç tavırlarla ne diyeceğini bilmiyor, Şerif’in de, ondan aşağı kalır yanı yok. Nihayet Şerif sessizliği bozarak, gız sen no hoş olmişsen, ano seni neyle besliye diyerek, Dilbeste’nin can alıcı noktalarına sesleniyor, Dilbeste ise gönlünün prensine, bilmiyem kii! Diye cevap veriyor.
Şerif; ben biliyem; ano seni bal ile besliye ki, çok şeker olmişsen canoo, diyerek cevaplıyor. Ardindan da alnının ortasına bir öpücük konduruyor. Benim ballı böreğim, ben seni çok seviyem. Sana Şerif agan gurban gıız, diyor.
Dilbeste ise, oyy ben sana gurban, sen adamın hasısın, seni çok özledim, hep seni düşündüm, bak bu dövmeyi ve hızmayı senin için yaptırdım, diye cevaplıyor. Şerif ellerini tutmak isteyince Dilbeste’nin, önce ani bir refleksle Şerifin ellerine vuruyor, çek elini der gibi. Ama şerif bu! zaman az kaldı, az sonra toplan düdüğü çalacak, o yüzden fırsatı iyi değerlendirmesi gerekiyor ve bir panter gibi sevgilisinin boynuna sarılıyor, kısa bir direnmeden sonra Dilbeste’de teslim oluyor.
O da, ellerini aşkının bellerine doluyor ve utandıklarından kapalı gözleri ile birbirlerinin yüzüne bakamıyorlar, sadece birbirlerinin hızlı hızlı alıp verdikleri soluklarını duyuyor, her ikisi de, gözlerini açmaya cesaret edemiyorlar.
Nabi’nin ünlü beytinde söylediği gibi;
“Yâre varsun peyk-i nâlem âh ü zârım söylesün
Âb-ı çeşm-i girye-i bî-ihtiyârım söylesün
Çâk-çâk-i sine virsün mevce-i gamdan haber
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisarım söylesün
Gonca gülsün gül açılsun cûy feryâd eylesün
Sen dur ey bülbül bir az gül-şende yârim söylesün
Ârzû-yi vasi ile şeb-zindedâr olduklarım
Girye-i hasretle çeşm-i intizârım söylesün
Bende yok kudret edaya harf-i şevki Nâbiyâ
Hâme-i rengîn-sarîr-i bî-karârım söylesün”
Aşkımızı biz değil, yanıbaşımızda akan deredeki balıklar, kelebekler, kuşlar söylesin der gibi birbirlerini bırakmıyor, sonsuzluk denizinde bir zerre gibi küçülürek, iki kalp tek yürek oluyorlar.
Bu yazdan sonra onları hiç görmedim, acaba ne yaptılar, iki küçük aşk bu sevdayı yüreklerinde büyütüp, dillere destan toy düğün haline çevirebildiler mi? Ben de çok merak ediyorum? Fakat içimden öyle geliyor ki, bu aşk eskisinden daha da güçlü yaşıyor…..
14.02.2014
Kayıt Tarihi : 14.2.2014 16:22:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!