KÖR MEZARLAR
Hafif bir rüzgâr esmekteydi. Güneşin ışıkları yeryüzüne kavuşuyordu fakat ayaz, bu yorulan ışıkların kalan son enerjisini de alıyor, güneşi sadece dünyayı aydınlatan bir lamba haline getiriyordu. Bu haliyle sadece kendi düşünceleri arasında bunalmış, her türlü varlıktan mahrum bir yaratığa benziyordu.
İplik fabrikasında çalışanlar için yapılan tek katlı, sırt sırta vermiş iki daireden meydana gelen evlerden bir köy olmuştu. Daha sonra okul yapılmıştı. Ardından da gelen misafirleri ağırlamak için önce misafir hane olarak düşünülen, sonra otele çevrilen üç katlı, geniş bir bina yapılmıştı. Köyün üç tarafı yüksek ağaçlarla çevriliydi. Ağaçların ön kısmında hantalca duran genişçe ve gri renkli binanın önünden bir pist uzanıyordu. Yapılmadan önce burası eski mezarlıktı. Üzerlerinde mezar taşları kalmamıştı. Çıkarılan kemikler, hiçbir dini tören yapılmadan büyükçe bir çukura konmuştu. Taş olmadığı için de halk arasında kör mezarlar deniyordu burası için.
Az önce hangardan küçük bir uçak çıktı. Kırmızı şeritleri olan kemik beyazı renkte bir uçaktı. Hantalca piste yöneldi. Sonra hızlandı. Pist kar zerrecikleri içinde kalmıştı. Hızlandıkça bu zerrecikler daha fazla etrafa savruluyordu. Pistin sonuna yaklaştı ve havalandı. Yarım bir tur attıktan sonra dağlara doğru yöneldi.
Pilot, içi yünlü deri bir ceket giymişti. Mikrofonlu kulaklığın bağlantıları arasından beyaz saçları görünüyordu. Uçağın içi sıcaktı.
Yolcu bölümü olan arka tarafta, kaşları çatık, gözleri nefret dolu, yüzü kırışık, altmış beş yaşın üzerinde bir adamın karşısında, giyimleri ve yüzleri birbirinin aynı olan, yirmi beş yaşlarında iki kız oturuyordu. Kızlardan biri saçlarını başının arka tarafına toplamıştı. Beyaz tenli, gözleri gibi siyah saçlıydılar. Üzüntülü bir halleri vardı.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...