Başka hangi dilde, hangi kültürde vardır, ya da var mıdır, varsa nasıl söylenir? Bilmem… Ama bizde genellikle büyüklerden küçüklere, bir başka deyişle deneyimli yetişkinlerden, deneyimsiz gençlere bir öğüt gibi, istendik bir özellik, bir marifet, bir buluş gibi söylenir durur:
“Köprüyü geçinceye kadar, ayıya dayı de” gerçek anlamını (gerçekte ayı kim,dayı kim? :)) bir başka tartışmaya bırakıp, biz mecaza döndüğümüzde; doğrudan doğruya,”işin bitinceye kadar, iki yüzlü olup,dalkavukluk etmende bir sakınca yoktur.Çıkarın için gerçeği saklasan da, söylemesen de,ve hatta değiştirsen de pek önemli değildir.Sonuçta senin geçici bir süre “dayı” demen “ayı”yı dayı yapmaz” Ne kadar da masum (!) bir tavır gibi görünüyor.
Gün gelip köprüdeki ayı kendisini dayı sanıp hatta inanıp ve dayı olduğunu dayatmaya başladığında, kimin sorumluluğu daha ağırdır? Doğal bir biçimde ayı ayı bakan ayının mı? Yoksa ona dayı diyerek yanıltanın mı? Ya da bu ikiyüzlülüğü öğütleyen deneyimlilerin mi? Usta dalkavukların yani…
Buna engel olmak zor belki ancak olanaksız değildir. Biraz cesaretle, ayıya gerçeği söyleyenler çoğaldığında, ona “dayı demeden geçebiliriz” köprüleri. Ayı kendisine ayı dememizden alınmaz o zaten biliyor… Biz de bilmeliyiz, bilmekle yetinmeyip bildiğimizi söylemeliyiz.
Bunu yapamadıkça ayıların dayılaşmasına, tüm köprübaşlarını tutmalarına destek oluyoruz. İkiyüzlü, çıkarcı, kişiliksiz, korkak, kurnaz olmayı onaylayıp övüyoruz.
Sonuç ise, dalkavuklar ikiyüzlüler karşı kıyıya; dürüst, eğilip bükülmeyen insanlar ise köprü altlarına…
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...