karaelmasın kara yazılıları
hangi göçün konağındaydılar
belirsizdi vadinin vatan olduğu yıllar
kırlangıç yuvalarının cıvıltısı
tahta evlerin çağrısıydı
damdaki danaların alttan ısıttığı
hamamlı, ocaklı odalarda
sallanırdı beşiğimiz ninniyle
ocak başında uyuklayan kediye
gömme dolabın gözünden bakardı
evimizin tıkırtıcısı sevimli fare
karlı kış gecelerinde
kümes önünde
tilkiyle boğuşurdu Karabaş
yırtılırdı kara gece horoz ötüşüyle
Kabaca’dan kalkardı eşek konvoyları
yağ tenekeleri ve şeker çuvallarıyla
dönerdi Beycuma’dan
eşekler Ulugol’da çalıya bağlı unutulurdu
kurda kaptırmıştık kara koyunu
Dilemez’in kapanından kaçırmıştık kekliği
karlı kış gününde Recep amcamla
koştuk jandarma cipinin peşinden
ilk mazot kokusu yıllardır burnumda
sırtımı ısıtırken yatmadan önce
tek fistanım yanmıştı ocaktan tutuşup
yangından yarasız kurtulmuştum
annemin döktüğü suyla
noktalı perdeden elle dikildi giysim
bir celladın kopardığı etti sünnet
buğday başakları gülümserken
güneşin kavurduğu bir günde
dinlenirken gölgede armudun dibinde
ak ekmek yemiştik koca anamla
tadı hâlâ damaklarımda
Kore şehidi dayımın oğlunun
karın yolları kapattığı bir gün de
hastaneye sözde salla giderken
inleye inleye omuzlarda ölüşü
kurumayan bir damla yanaklarımda
ve
her şeye karşın
merdiven altında
ahırın önünde
ters çevrilmiş boş saman küfesinde
Fadime’yle
utanılası davranışlar…
sabahın sarhoşluğunda
ulumaların, ötüşlerin eşliğinde
ilerliyordu kağnımız
kağnıdaydı hasta anamız
yalın ayak üç çocuk
anızların çivi gibi battığı tarla yolda
yürüyorduk yeni ufuklara
doktora yakın olacaktı hastamız
bir iki çanak, bir iki çulla
Kabaca’dan kalkan kağnımız
inliyordu Beycuma yolunda
Beycuma-köyler arasında-eski bucak
köyden ilk çıkış, ayaklarımız çıplak
döküldük şoseye anızdan
aktarma olduk kağnıdan
kalas oturaklı kasaya
al donlu kadınlar, keçilerle iç içe
çocuklar uyudular çuvalların üstünde
anamın iniltileri çivi çivi içimde
kamyotobüs muavini haykırıyordu
“Zonguldak! Zonguldak! ”
“Zonguldak! Kalkıyor! Bir kişi! ”
bilmem kaçıncı bir kişiden sonra
basıldı gaza
keçi pislikleri karıştı ilk kusmuğa
tangur tungur, homur homur
öhö öhö, horul horul
kurak tarlada su gibi aktık zorla
kasadan döküldük karaelmasa
kentin avucundayız artık
birkaç darı tanesiyiz kuşların önünde
bir merdiven altı, tek odalı ev
elektrik
su
tuvalet
mutfak
banyo
yok, yok, yok, yok, yok
yokların varıyız kaldırımlarda
Ontemmuz Mahallesi
çatlak patlaktı evleri
ürkütücüydü yollardaki ocak fayları
şehirde ilk gece, ilk şaşkınlık
yere indirmişlerdi ışık böceklerini
sayısız kandil miydi bayırları aydınlatan
Karadeniz’in kara uykusuydu
içimizdeki kandil titreyişi
çöp bidonlarının çevresi kediliydi
faresiz kedilerin bakışları fersizdi
altı can hangi yatakta bitlensindi
at arabasıylaydı ikinci göçümüz
Ontemmuz’dan Çaydamar’a
göçün ardında, elimde kandille
yürüdüm kırbaç yiye yiye
sokak çocuğu sanmıştı arabacımız
elektriği, musluktan akan suyu tanıdık
iki göz evimizde
mutfağı, banyoyu ikinci basamakta bulacaktık
ortaktı tuvaletimiz de
komşularla tuvalet kuyruklarında tanıştık
takunyalı, tuvalet terlikli ilk kent gezisi
Karadeniz’e ilk sokuluş limanda
ayakların tanışması tuzlu suyla
kara yüzlü çocuklarla didişme
şapkamızın atılışı pis suya
ilk plastik düdüğü öttürüş
özlemle söğüt dalından düdüklerimize
Ankara Köprüsü’nün yamacında
Varan otobüsünün merdivenine tırmanış
kapaklanış yüzükoyun yola…
ne öküz böğürmesi
ne eşek anırması vardı
vapur, tren sesleri
kulaklarımıza çullanmıştı
bir oturuşta
iki kilogram üzümle beş ekmeği
soluksuz doldurmak mideye
biz de varız bu kentte demenin bedeli
düşlerimde bir sarkaç gibi sallanıyordu
odanın ortasındaki asmalı priz
gecenin sessizliğini yırtan kadın sesi
sarhoş naralı komşu evinden çıkıp
çocuk gönlümü deliyordu
göçün ardı göçtü yine
garson babam bekçi olmuştu
ekmek teknemiz bu kez Kozlu’ydu
EKİ’li olmuştuk, OCAK’tan doyacaktık
Bekçi Bayram’ın oğluyduk artık
köyde tarla satıldı
alınan fundalık içindeki kulübe
fukaraya yuva oldu
kervan yürüdü dağdan bayırdan
Çaydamar’ın ardı İhsaniye’ydi
kartal yuvasına tüner gibi
yerleşti bıldırcınlar tünel üstüne
bir yanımız tepe, her yanımız uçurumdu
tencere yuvarlansa yakalardık derede
çubuk üstünde çubuk
çamurla, taşla karılı duvarlar
bir odacık, bir mutfacık
inanın içinde mutluyduk
çalıların arasında eski ocak
gizemli, serin bir yerdi
lağımın ağzıydı adı
suyumuz lağımın ağzındandı
lağımın ağzı buzdolabımızdı
altımızdan geçen trenin sesine
çakal ulumaları eşlik ederdi
vadim yemyeşildi
kelebeklerle, kurbağalarla kardeştik
yarı açık tuvalette manken gibiydik
dünya güzeli anam başımızdaydı
hırslıydı, becerikliydi babam
kazmayla, tokmakla, murçla
kayaları taş, taşları duvar yaptık
bayırlar evlek evlek bahçe oldu
bahçemiz soğan, biber, lahana…doldu
ayvanın dibinde yedik ürettiklerimizi
ayvanın dibine servis yapılırdı
pencereden tabak tabak, bardak bardak
söylesin kırılan murçlar
kaç milyon taş ayıkladığımızı topraktan
sele sele toprak taşındı uçurumlara
uçurumlar döndü pazara
işçi pavyonu önünde
sunuldu kara gözlü işçi-köylülere
erik, kiraz, soğan sepet sepet
kara tren vagonlarından döküldü
kara kara taşlar, aydınlattı ocağımızı
Ada Sineması’nda Çirkin Kral
Dağlar Bulutlu Efem, Haram Lokma
hoplattı yüreklerimizi
sihirbaz gibi geçerdik asma köprüden
dayılarım, amcalarım, kasketliler
baltalı, kazmalı
kese kağıtlarında azıkları
yerin yedi kat altına inerlerdi
kahvelerde buluşup
az mı çaylarını içtik
gönüllerinin akından
az mı dilenci doyurdu anam
alın terinin sofrasından
kartal yuvası şenlendi emekle
her derde deva bulunurdu sevmekle
severek büyüdük birbirimizi
bir yaş gecikmeyle başladı okul
tırmanıp tepeye, inerdik çıktığımız kadar
koninin bir yüzünden öbür yüzüne
İhsaniye-Ontemmuz, Ontemmuz-İhsaniye
hey gidi Ontemmuz İlkokulu
yaşamı senin yollarında tanıdık
kestane, fındık bahçeleri yolumuzdu
kestane, çilek, fındık, kır çiçekleri
dönüşünce nakite
tadabilirdik sade gazozu
Hayat şekerinin manileri
tadı gibi dilimde
Mustafa, Hayri, Cafer, Rafet
Turgay, Mıstık, Saadet, Saffet
okul yolu arkadaşlarıydık
Elmas abla, hüzünlü Adile Naşit’imizdi
okulda gerçek sahibimizdi
güdüp gözetirdi bizi
kısa pantolonumun altında şak şakları
ağabeyimin elindeki kamçının
çınlıyor bir müzik gibi
tepemden uçunca
çene altında kaldı izi
yamru yumru parke taşlarının
yıllar yol oldu, yollar yıl
gide gele, gele gide
şehirli olmuştuk gayri
hem de okullu
şehirde köylüydük, köyde şehirli
köye gidişte kadınlar
çocuk gözlerimizin şaşkınlığında
çalılıklarda çıkarıp pazen pijamaları
giyerlerdi al paçalı donlarını
dönüşte her şey tersineydi
altmışlı yılların ortalarıydı
köyle kent arasında gel gitli
gittik çoban olduk, döndük koyun
gittik
taşla, toprakla, ağaçla oynadık
dikme taş, uzun eşek, saklambaç dedik
meyveleri dallarından yedik
tarlalardan tavuk kovduk
öküzler dönüp dururdu harmanda
övendire elimizde
nodulladık, nodulladık
kuyruk kalkardı, kürek yakalardı
Gulukyan’da hayvan güdüp
Madan Değirmeni’nde yüzerdik
gelinler, kızlar tarlada
orakta, çapada çırpınırlardı
ele geçerdi koştura koştura
birkaç çuval, birkaç yumurta
evli evine, köylü köyüne kışa doğru
yollar çamurdu, çamurlar yoldu
iki arada, bir derede kalırdık
gide gele, gele gide
yöre yöre, il il Türkiye’ydi karaelmas diyarı
kaynaştırmıştı kömür canları.
çocuk gönlüm onların dünyalarıyla doluydu
ben, o yüzden
-kovboy filmlerini izlerken-
hep siyahları sevdim
beyaz perdede beyaz adamın
Kızılderilileri öldürüşü
beni zıp zıp zıplatırdı
her yer kara, bahçeler, yollar…
EKİ yazılı kara vagonların ray araları…
vagonlardan düşürülen kara taşlar
yoksul kara çocukların harçlıklarıydı
teneke teneke satılırdı tehlike
ak gömlekler boyanırdı tozla
On Yedi, Uzun Mehmet kuyuları
bir numaralı ocağın başı
anılarımın kara adamları
biri gidip biri geliyordu
dişlerin ve gözlerin akından gayri
karaların dünyası…
bizi bu ortam, bu kara adamlar besliyordu
kara ellerde ak ekmek
ak dişleri karartıyordu
yerin derinliklerine
asansörle, kafesle
derinliklerden yukarı
kafesle, asansörle
birileri iniyor, birileri çıkıyordu
kuyu başında bir ses
babamın sesi
derinliklerden kaldırıyordu düşlerimizi
gözlerimize bulutları sezdiriyordu:
“ya okur kurtulursunuz ya da buraya,
buraya girersiniz”
dipsiz kara kuyu
ve onun eli öpülesi kara adamları
okumak kurtulmak mıydı
okumak ak mıydı
okumak sizi orada bırakmak mıydı
okumak kurtuluşumuz olacaktı
maraton başlamıştı kartal yuvasında
dersten artan zaman bahçe işlerinindi
zorluyorduk yazgımızı
çalışmak, çalışmak, çalışmak
defter defter, kitap kitap
soğan patates, lahana, taş toprak
çalışmak, çalışmak, çalışmak
hafta sonu ödülümüz
yazlık sinemada, işçi amcalarla
Vahi Öz’ü, Ahmet Tarık Tekçe’yi
ve hele Öztürk Serengil’i izlemekti
Kore şehidi oğlu Nazif dayım,
madenci Muharrem dayımın oğlu Remzi
tek odanın öğrenci sakinleriydik
köyden gelen hasta yakınlarımız
işçi pavyonlarında kalan çalışanlarımız
sürekli konuklarımızdı
yokluk içinde çokluktuk
ikinci el karyolamız, odamızın demirbaşıydı
onda attık ilk taklalarımızı
oturduk, okuduk, yazdık, uyuduk
mazerete ayıracak günümüz yoktu
okumak kurtuluşumuz olacaktı
hey gidi yıllar, yalan yıllar,
belleğimde parça parça kalan yıllar,
öfkenin ve özlemin çalıştırdığı beyinler
ilmik ilmik örüyordu başarı dantelini
o bir buçuk odanın verdiği gazla
en doruktan sallıyorduk bayrağı
dürüstlükse dürüstlük
çalışkanlıksa çalışkanlık
Mustafa önde, Hayri-Cafer yan yana
karadan çıkan ak ışığı görmüştük önde
yürüyorduk tepeleri aşa aşa
tarih şeridine olayları dize dize
yazıyorduk yaşamımızın yazgısını
Namık Kemal portresini cam üstüne
yağlı boyayla çizerken,
Nasrettin Hoca’yı güldürüyorduk
pamuk dolu bezde
Türkçe, matematik, fen derken
çıkrık hesaplarını çözerken,
adım adım akıyorduk hedefteki denize
koridorda Karagöz izlemeler,
Köprüaltı Sineması’nda Haram Lokma,
Zevk Sineması’nda ödül töreni
vali elinden alınan ilk belgeler…
hey gidi yıllar, yalan yıllar.
karaelmas her yerdeydi Hızır gibi
okul koridorunda öğle yemeği
EKİ’nin koruyucu elindendi
ilk bot Müdür Reşat Bey’in gönlünden
Hakime’yle kantinde Hayat şekeri satışı
fal fal, mani mani açılıştı yaşama
Elmas ablayla Hacer ablaya yardım ederdik
sınıfların temizlenmesinde
“on para ver, on para ver”
“rap rapa rap, rap rapa rap”
ritmiyle inerdik tören alanlarına
Atatürk’ü, al bayrağımızı
soluk soluk ciğerlerimize çekip
damıtırdık gönlümüzde ve beynimizde
çiçek çiçekti sayfaları kitapların
küçük oyunlar yazıp oynamalar,
okul birinciliklerinin yanında
yüreklerdeki ilk kıpırdanışlar…
ağabeyimin Vildan’ı
küçük mankeniydi kaldırımların
her şeyi, her şeyi yutarcasına
Ontemmuz İlkokulu’nu kucaklamıştık
karaelmas, taşıyordu bizi ak günlere
kara tahtanın karasıyla
doğaldı oyunlarımız
sarmaşığını tutup meşenin
uçardık tarzan gibi
Rıfat’ın fındıklığında
bilyelerimiz fındıktan, eriktendi
çaputtan toplarımızla terlerdik
Asiye’nin deresinde serinlerdik
mayo nerede
donsuzduk çoğu kez derede
önümüzü kapatırdık
arkamızla alay edip gülerlerdi
yılanı, yengeci, kurbağayı, balığı
tanıdık canlı canlı
Abanoz’un gölünde tanıdım ölümü
bir bardak suda boğulurcasına
boylamıştım derin suları
yeniden doğuşum ağabeyimle…
yakar top oynuyorduk yaşamla
odunumuzu, fasulye çubuklarımızı
sürüklerdik ormandan
kaya altında buz gibiydi su
yaşamak buydu doğrusu
türkülerle fındık ayıklardık
Saltoğlu Emine ablanın kapısında
bu, eğlence gecelerimizin unutulmazıydı
kömür harmanlarından sepet sepet
tırmanırdık tepelere
Yusuf ağabeyin Arap atıyla
doğaldı yaşayışımız
dedim ya
köyde şehirliydik, şehirde köylüydük
yazın köyümüzdeydik
şehirli çalımıyla dökülürdü sözcüklerimiz
Yanık Tepe’de davarla
Ulugol’da ineklerle
geçerdi günlerimiz
keçi gübresiyle oynardık gölgelerde
davarın tuza koşması capcanlı gözlerimde
kurdu tanıdım bir kuzu kaptırışla
tavşanın kulaklarını okşadım elimle
tilkiye taş attım,
ayının izini gördüm
bahçelerden tavuk kovaladım
palamut pelidi topladım
mantarın sarısını, akını
aradım çalı çalı.
Koca Dilemez’in sesiyle irkildim
çamların uğultusuyla kendimden geçtim
tatiller uzadı, biz büyüdük
o, başka, bambaşka bir hikâye
ilkokul beş. Curaz Mustafa’nın lokantasında
soğan, patates soyuyor çocukluğum
pahalı yemekler yasaktı bize
pilavla gizlerdik etli yemekleri
ağabeyim, Sezgin ağabeyin yazlık garsonuydu
Cafer, işçi pavyonunun önünde satıcı
erik, kiraz, soğan, kıvırcık el emeği
Emine, anasının gülü, nazlı can
Zafer, beş aylık sarı tosuncuk
kulübe evin çevresinde yaşam
tırnak tırnak, el el, ter ter
anaç bir tavuk gibi toplamıştı bizi
çevrenin sevgilisi, o güzel insan
armut toplamıştı arkadaşlarım için
son ayrılıştı beni işe gönderişi
İniltilerle, çığlıklarla geçti saatler
bir gece yarısı, sancıyla acile gidildi
sürünerek ve sırtlarda
basit bir muayene sonrası
dönüldü yanlış tanının rahatlığıyla
sonraki gün yeniden koşuldu tabi
ve gecikmiş bir ameliyat söndürdü ocağı
ardiyede, soğanlı yaşlara eklendi acı haber
terlik seslerine eşlik etti hıçkırıklar
Amele Birliği Hastanesi’nin yokuşunda
demir korkuluklara yaslanıp kaldım
köyümüze gittik konvoyla karanlıkta
kara toprakta biten sancılar
bitmeyecek ağrılar bıraktı gönüllerde
dillerde Naciye’nin yetimleri-gebedekleri-
dünya yaşamın bittiği yerde bitmezdi
yeni yaşamlar için çalardı saatler
beş çocuk, bir baba
bakakaldılar ufuklara
adı gibi elmastı
kanat gerdi bize Elmas abla
toparlayıcıydı Rüveyde ana
Emine ablalar gerçek ablalardı
tünelin üstü yeniden yeşerecekti
dost ortamındaydı sonsuzluğun tadı
“Ana beni eversene! ” denemezdi tabi
altı aylık çocuk her şeyin bahanesi
ceket omuzda düşüldü yollara
dula dul gerekti ilk hesapta
bir gece yarısı mutfaktan gelen fısıltılar
bir rüyanın sözleri gibiydi
köyümüzün muhtarı Şekerci Mustafa
Kocaanam getirmişlerdi onu
esmer, utangaç, ince yüzlü bir kadındı
yürür gibiydi gecenin içinde
civcivlerin yeni tavuğu girmişti kümese
uyur numaralarıyla dönüldü yatakta
ikinci gerdeklerin eğik boyunları
kahvaltı sofrasının kaçamak bakışlarındaydı
yakın köyden, Sarsıklar’dan gelmişti
kaynana yanında yaşamıştı maaşsız dulluğu
ilmik ilmikti boynunda yoksulluğu
üç yetimi vardı
Elveda, Hatice ve Döndü’ydü adları
dağdan odun taşımıştı çoğu kez
topuklar çizgi çizgiydi, harita gibi
sert yellerden esmerleşmişti elleri
ikinci adam, umuttu
kaçışı göze aldırıyordu
yuvadan ayrılmayan yavrular
ananın ardında cıyak cıyaktı
üçü bırakıp beşe gelmişti şaşkın şaşkın
zamanla alıştık birbirimize
acılarda birleştik, yeni bir yola girdik
“anne” diyemesek de “abla” dedik
her şey değişti o yaz
ayrılışı izledi ayrılış
parasız yatılı olmuştum sınavla
Göl İlköğretmen Okulu’nu kazanmıştım
yeni bir yolculuktu önüme açılan
sevinmek, acıların nazlı çiçeği
sıkıntıların gübrelediği mutluluk
on iki yaşın öksüz adamlığı
yuvadan uçuşa kalkan kuş
kanatların kırık mı
kanatların kırık mı
bir eylül sabahı, elimde tahta bavul
Zonguldak tren garındaydık babamla
alan tıklım tıklımdı, sel gibi…
kara trenlerin yürek yırtan sirenleri
duman duman uçuruyordu sevenleri
uçup da konamayanlara özlemle
hazırlanıyordu içimde yeni tünekler
raylarda akarken enerjimiz
gözlerim kalmıştı istasyonda
eller havada sallanırken
üç parçaydım
bir parçam trendeydi
ağıt ezgili düdüklerle girdik tünellere
karanlıkları yırtan düdüklerle çıktık tünellerden
Kilimli, Çatalağzı, Çaycuma
ormanlar, dere yatakları, uçurumlar
uçurumların taşlarını saran azgın çamlar
korkunç güzellikler, ulaşılmaz zenginlikler
beni benden alan yollar...
Demir Çelik fabrikası ve Karabük...
ilk tren yolculuğunun sonunda açıldı gözlerim.
Safranbolu evleri beni uçurdu tarihe
köydeki evimiz canlandı gözlerimde
o zaman betonlaşmamıştık henüz
yeni filizler açıyordu çocuk gönlümde
Araç’a doğru, döne döne giderken
her yolcu yeni bir dünyaydı
Kastamonu uzun bir vadide gülümsedi bana
“ Kastın ne Moni? ” öyküsünü duymamıştım daha
Kale’yi fotoğraflardan tanıdım
şaşkın şaşkın bakarken çevreye
“Göl “ü düşlüyordum derinden
kısa bir yolculuğun sonunda
dümdüz bir alanda
köyler, bahçeler, Ziraat Meslek Okulu
Daday yolu boyunca dizi diziydi
sıcak bir tabela karşıladı bizi
“ Göl İlköğretmen Okulu “
sudan çıkan balık bulmuştu gölünü
sarıp sarmaladı dalgalarımı Göl
Sinoplu, Kastamonulu, Safranbolulu
Karabüklü, Taşköprülü,
Dadaylı, Zonguldaklı
Boyabatlı, Azdavaylı,
Gerzeli … yeni kardeşlerimin ön adlarıydı
yeni yuva aydınlattı dünyamı
her şeyimiz vardı
geniş bahçeler
cins cins inekler, arı kovanları
yatakhaneler, yemekhaneler
laboratuvarlar, hamam, sinema
kütüphane, kantin, spor salonları
daha neler neler …
her şeyimiz vardı, biz çoktuk
“Alnımızda bilgilerden bir çelenk”le
“Nura doğru”ydu koşu
donanım yarışıydı bu
on üçümde öğretmendim artık
Atatürk, bayrak, yurt ve bağımsızlık
nakış nakış, ilmik ilmik
işlendi yüreklerimize
tarım dersindeyiz sık sık
önümüzdeler Şaban Bey, Fevzi Bey
ahırdayız, kaşağı elimizde
kovanların önündeyiz kimi kez
elma topluyoruz mevsiminde
kahvaltıda yiyoruz.kendi domatesimizi
tavşanlarımızın kulaklarını
okşuyoruz sevinçle
köpekler havlıyordu, kediler miyavlıyordu
tarım dersinde köyümüzdeydik sanki
beden eğitimi, alanlarda ve salonlarda
Asım Bey veya Kemalettin Bey
çaldıklarında düdüklerini
dizilirdik ip gibi
“sağdan say” “bir, iki, üç” “rahat”
dağılırdık kısa bir ısınmadan sonra
valeybola, futbola, basketbola
okul bandosuyla yürüyüşler
kasalardan atlayamayışlar
halk oyunu çalışmaları
bedenimi oluşturuyordu
ısıtıyordu ruhumu
tenefüslerde, aralarda, yemeklerde
müzik yayınları yapılırdı
yol boylarındaki direklerde
melodi salkımları asılıydı sanki
kuş cıvıltıları, çocuk sesleri
şarkıların en nefisleri
yürüyüşleri masallaştırıyordu
derslerimizi şiirleştiriyordu
ne dersi
sadece ruhumuz şarkılar söylüyordu
Aşık Veysel’in saz dersleri
müzik salonumuzun onur anıları
piyano başında ağlardı
duygu seliyle Yıldız Altay
Muzaffer Altay omzunda kemanıyla
kıpır kıpır dudaklarıyla
düşlere harmanlıyordu bizi
sazlar, mandolinler, flütler, kemanlar
akordeonlar, zurnalar, davullar
yetenek yetenek ellerdeydi
örüyorduk yaşamı
nota nota, ezgi ezgi
bayramlarda alanlarda
törenlerde salonlarda
kulaklara boşaltıyorduk şen umutları
“küçük kurbağa, küçük kurbağa”
“fış fış kayıkçı” diyerek başladık
Mozart’ın Türk Marşı’na
Çaykovski’nin Piyano Konçertosu’na
Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’na
katıverdik çocuksu düşlerimizi
çağdaş, klasik demeden
müzikle yoğruldu hamurumuz
melodilerle aşılacaktı yolumuz
tatillerde Zonguldak’ta olurdum hep
bavulum elimde, uçardım özlediklerime
birkaç günlük dinlenmenin ardından
başlardı çalışmalarımız
Mustafa, Mehmet, Turgay ve ben
İhsaniye’de, dere boyunda
bir yaz sabahının mahmurluğuyla
yürüdük kovboy adımlarıyla
şapkalarımız eğikti
yürüyorduk temel çalışmalarına
Cengiz Topel İlkokulu’nun
vıcık vıcık terlediğim bir saatte
harç arabasının gıcırtıları eşliğinde
Ay fethediliyordu
spiker radyoda “Neil Armstrong! ” diyordu
yıl bin dokuz yüz altmış dokuzdu
ben çocuk muydum on beşimde
çimento torbası yüklenirken
depo yapılmış sınıfta
bulmuştum kendimi
terlere batmışlığımla
“kara akar Zonguldak’ın deresi
yüz karası değil, kömür karası.
böyle kazanılır ekmek parası.”
doğrusu aç açık değildik
tünelin üstündeki kulübe
dönüşüyordu şimdi eve
çoluk çocuk seferberdik
yıl bin dokuz yüz altmış dokuzdu
ben çocuk muydum on beşimde
sevgilim yoktu o yıllarda
erkek okuluydu okulumuz
ben kitaplara tutuldum
her kitapta kahramandım
her kitapta sevgilim vardı
her kitapla ayrı yaşardım
Tom Miks, Teksas, Karaoğlan
atlarına binip gitmişlerdi yollarına
Don Kişot’la tanıştım bir yaz akşamı
İnce Memed, girdi dünyama
ağalara düşman etti beni
Hababam Sınıfı’nı yerinde yaşadım
Onuncu Köy’le, Yılanların Öcü’yle
köylerimizi tanıdım
Madam Bovari’yle Perşembe’de
izci kampını paylaştım
Sefiller, Suç ve Ceza, Savaş ve Barış
Suyu Arayan Adam, Tek Adam
ayaklarımı kesip yerden uçuruyordu beni
-yatay ve dikey- tüm insanlığa
Ak Zambaklar Ülkesi olacaktık
Ay Büyürken Uyuyamam
Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri
buruk umutların kesitleri
birkaç arkadaş, bahçede döne döne
okumuştuk bütün Ölmüş Eşek’i
kitaplara kaptırmıştım kendimi
onlar almıştı benden beni
ben yoktum
denizde balık gibiydim
Zonguldak’tayım yine
tepedeyiz
Kemal Kır’ların tuğla harmanında
çamur atıyorum makineye
ben atıyorum, o yiyor
ben atıyorum, o yiyor
dev yılanlar gibi yürüyen çamur
parça parça kesilip tuğla oluyordu
bizim Turgay da taşıyordu
el arabasıyla onları
parmaklarımız tomruk tomruk şişerdi
üç ayın her günü
inanmıştım, yarınlar güzel olacaktı
o yıl oynamıştık Mavi Yıldırım’ı
Satı Güngör yüzbaşıydı
ben ikinci köylüydüm
kız öğretmen okulundandı kız rolleri
bizim okula provalara gelen kızlar
daha oynamadan yıldız olmuşlardı
bir yıldıza beş yüz hayran vardı
yürüyüş kolları, pencerelerden sarkanlar…
bazı provalarda kızların okulundaydık
köylü rolünde bile jöndük
kızların arasında, yemeklerde
kaşığım zıp zıp zıplardı elimde
oyun başlamadan
oynanıyordu oyun
ilk gösteri bizim okuldaydı
heyecan doruktaydı
başlamıştı oyun, işler yolundaydı
kuliste ajans dinleyen Recep
yığılıvermişti yere birden
duyunca Deniz’lerin yakalandığını
ayıldı, oynadı rolünü Recep
Mavi Yıldırım’ı oynadık
Kastamonu’da iki kez
mavi gözlerin ışığını içer gibiydik
bilmiyorduk Deniz de mavi miydi
maviye hayrandık
.
enstitü kokusu soluyorduk
yaşamak içindi okumak
okumak paylaşmaktı
akşamları Daday yolunda turlarken
yemek üstü sigara tüttürme
tane hesabı kavunla ziyafet
küspe kokusunu tanıyış
Daday çayının kumlarında
kaleci çalışması kozalakla
bağda bahçede köylülerle selamlaşma
tatil günlerinde çarşı ya da kır gezintileri
gerçek yaşama birer kaçamaktı
okuyan yazar, derler
yazmaya başlamıştım kendimce
öykü ödülüm Sefiller’di
şiir ödülüm bir yıl bedava film izlemeydi
okulun sinemasında cumartesi yerli
pazar yabancı film izlerdik
Bir Dağ Masalı’nın yanında
Doktor Jivago yani
yaşamı sanatla bezerdik
yatakhane yatma yeri değildi sadece
ranzalar arasındaydı aile yaşamı
gece boyunca süren dertleşmeler
nöbetçi öğretmene uyur gibi görünmeler
kişisel temizlik
hele çeşme başı sohbeti tadında
diş fırçalamalar
tuvalet önünde bir saniye tutarken
arkadaşın sigarasını
Sabri Bey’e yakalanışlar
ranza altından yudumlanan
mahçup şaraplar, şaşkın biralar
ateşler içinde inleyen arkadaşın başında
bir anne gibi bekleyişler
hasta olup revirde yatışlar
buz gibi soğuk sabahlarda
-Şeytan aldatması yüzünden güya-
hamama gidişler
erken kalkışı küçük adamın
kendi işini kendi yapıp
yaşama merhabalar
yemekhane yeme yeri değildi sadece
kapı önünde beklerken başlardı daha
yemek adlarını ezberleme
küçük ellerde kepçeler
havada tabaklar…
karavanayı adilce bölüştürme
en zor işimizdi
dualı, şapırtısız, kaşıklı çatallı
besin değeri hesaplı
bazen kantinden destekli
kesinlikle müzikli
yemeklerle beslemekti niyetleri
rostoyu, kadın budu köfteyi
tanımak mutlu etmişti beni
pırasa, bulgur pilavı
sevgili lahana yemeği
boşaltınca yemekhaneyi
karınlarımız bayram ederdi
az gelişmiş ülkemizde
karşılıksız yemek olamazdı
yemekhane nöbeti de düşerdi
derslerimiz ödünsüz sürerdi
Mustafa Yılmaz, Hıdır Çağlayan
İsa Eşme, Müdürümüz Fikret Öztürk
Süleyman Sarı, Ruşen Safran…
elleri öpülesi isimlerdi
bilgiyi yaşamdan ayırmazlardı
sayelerinde
laboratuvar nöbetinde
birer birer sayarak gerçek kemikleri
öğrendim iskeleti
zaman su gibi aktı, derler
akmıştı gerçekten
Nazif dayım, ağabeyim
mezun olup Bolu’dan
öğretmen olmuşlardı
ben, bir balık gibi girdiğim
Göl’den, soyut bir kavanoz içinde
alnımın akıyla aktarma olmuştum
Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na
hazırlık sınıfındaydım
yüksek öğrenime hazırlanacaktım
Beşevler’deydi okulumuz
tek sosyal sınıf olmanın avantajıyla
kaynaşıverdik hemencecik
on altı kız, on dört erkek
her bölgeden seçilerek
oluşturmuştuk mozaiği
her şey hızlı başladı
dersler zevke dönüverdi hemencecik
kızların canlılığıyla gözdeydik
bir gün kırmızı giydik
döktük okulu pencerelere
“gelincik tarlasına dönmüşsünüz”
dedirterek şaşırttık felsefecimizi
o kısa boylu, tombul canı
Şadiye Okurer’i
gırgır şamata yaşayıp giderken
sınıfta danslarla kutladık yaş günlerini
sıralara u biçimi verildi
konuldu teybe kasetler
pastalar, kolalar
derken gelsin danslar
danslar kantin üstüne taşınca
çevre sınırı belirledi
“törelerimizde yoktur bunlar
kendinize dönün kızlar”
tavır sahipleri belliydi
sarkık bıyıklar, bozkurt rozetleri
bir anlayışın simgeleri
gözlerimizi çevirince çevreye
anladık ağabeylerimiz, ablalarımız
küme küme olmuşlar memleket için
kimi yakalarda Atatürk
kimi yakalarda bozkurt vardı
kızgın gibiydiler birbirlerine
yemeklerde
“yarasın” ilerici,
“afiyet olsun” gericiydi
“Günaydın! ” ile “Selamünaleyküm!
ayırmıştı yollarını
Devrimciler, Ülkücüler, İslamcılar...vs...vs...
Lenin, Marks, Mao, Stalin
Atatürk, Alparslan Türkeş, Saidi Nursi...
yol işaretleri gibi konulmuştu önümüze
tam dansı öğrenecekken
ne çok iş çıkmıştı bize
kara yazımı değiştirecektim
yanlış yola sapmamalıydım
çalışmalıydım, çalışmalıydım
evden bakınca sağcı gibiydim
Göl’den bakınca solcu
şimdi yolcuydum
basıp frene, iyice bakacaktım sağa sola
hepten işaretsiz değildi yolum
Atatürk’ün mavi gözlerindeydi gözüm
âşık değildim, sevgilim yoktu henüz
Love Story’yi Arı Sineması’nda izledim
Fen Fakültesi’nin bahçesinde
yaşanırken sevgilerin cilveleri
Hasan Kavruk’la kısıp gözlerimizi
-yalan yok.-
kımıl kımıl ederken yüreğimiz
sadece test çözdük
Karadeniz’in dalgalarından kaçan ben
Gençlik Parkı’nda yaptım
ilk sandal gezintimi
parasızlıktan geri çevirdim
kız arkadaşımın gezme tekliflerini
maskesiz zor dolaşılan
o dumanlı Ankara akşamlarını
güzel yarınlar düşleriyle yaşadım
güzel insandı Ekrem Üçyiğit
öğretmenler öğretmeni
sevdirdi bize sanatı, tarihi
onun sıcaklığında
canlanırdı bütün insanlık
Ankara’yı onunla tanıdık
bir gün Anıtkabir’deydi dersimiz
Atatürk’ün önüne çıktık coşkuyla
onurlandık, kocaman oldu adımlarımız
Arslanlı Yol’dan arslanlar gibi döndük
Ankara Kalesi’ndeydik başka bir gün
Arkeoloji Müzesi, Etnoğrafya Müzesi
kubbe kubbe camiler
bütün görkemiyle
Atatürk Orman Çiftliği
canlı canlıydı derslerimiz
Türk Dil Kurumu’nun önünde
Ceyhun Atıf Kansu’yla karşılaşmamız
Onun bizi tek tek kucaklayışı
yüreklerde bitimsiz bir hoplayıştı
bir ilkyaz sabahı
Ekrem Bey’in hüznünden öğrendik
Aşık Veysel’in öldüğünü
tatilde Zonguldak’a kasetli dönüş
Dostlar Beni Hatırlasın
eğitim enstitüsü sınavı
sözlü sınav için gittiğim Bursa’da
Ulu Cami yanındaki otelde
bir hafta konaklayış
sosyal bilgiler bölümünde birincilik
ve üniversite sınavında başarı
ver elini İstanbul
İÜ Ed. Fak.Türk Dili ve Edebiyatı
aynı zamanda Yüksek Öğretmenli olmuştum
İstanbul’dan ilk pozumuz Ortaköylü
Yüksek Öğretmen Okulu’nun bahçesinden
Boğaz Köprüsü’ne bakıyoruz
Köprü yok fotoğrafta, heyecanımız var
Necmi Yüzbaşıoğlu da Göl’den beri yanımda
Ortaköy’den Beyazıt’a akrobatik yolculuklar
otobüs kapılarından sarkarak
farklı dil ve inanışların renklerini koklayış
Dolmabahçe Sarayı’nı komşu kapısı yapış
Vurun Kahpeye filmini izleyiş
Boğaz havası
elveda Ortaköy
Yüksek Öğretmen Çapa’da, ben bursluyum
Cafer ve Necmi hukuktaydılar
iki kardeş aynı yurdu paylaşacaktık
Atatürk Öğrenci Sitesi’ne yerleştik
Mutluyduk
Türkiye mozaiğiyle kaynaştık yine.
Pırıl pırıl yollarda yürüdük
kantin, kültür ortamı sardı bizi
her yöreden, her okuldan genç
Erol Evgin, Nükhet Duru, Nilüfer şarkılarıyla
yeni yeni tanışıyorduk
Attila İlhan’ın “Ben Sana Mecburum” kitabını
bir baston gibi taşıyan Durmuş Ali’yle
oda arkadaşıydık
üçüncü blok sakinleri
bir gece sabaha karşı
Çığlıklarla fırladık yataklardan
Şangır şungur döküldü camlar
saldırıya uğramıştı bizim blok
dolapları, ranzaları dayayıp kapıya
savunduk odamızı
“Faşistlere ölüm! ”
“Komünistler Moskova’ya! ”
naralarıyla büzüşüp kaldık korkudan
blokların paylaşıldığından habersizdik
sabahleyin, valizlerimizle
cepheden çıkar gibi ayrıldık yurttan
hey gidi Sirkeci otelleri
gariplerin tünekleri
korkunun karası attı bizi
esrarengiz bir otel odasına
Cafer, ben
bir de garip Mehmet Ayten
bir süre yaşadık
Gülhane Parkı’nın yakınında sefilliği
en sonunda gurbetteki Zonguldak’tayız
karaelmas çocuklarının yanındayız
Edebiyat Fakültesi’nde okumam
“Faşist “olabileceğim sanısı
bizim Mehmet Bekar’ın kefilliği olmasa
beni yine yurtsuz edecekti
Çapa, Kan Merkezi, Koca Mustafa Paşa
Şehremini, Topkapı, Samatya
artık sokak sokak, cadde cadde bizim miydi
Edebiyat Fakültesi, görünüşüyle bile bir tarihti
tarih ortamına yerleşmiştik, zaman yoktu
Aksaray’dan Beyazıt’a, Beyazıt’tan Sultan Ahmet’e
Yeniçeri gibi yürürdüm
dura dura, baka baka
ben yoktum, boş sayfalar vardı belleğimde
sayfalar doluyordu damla damla
.ses ses, renk renk
Mehmet Kaplan, kürsüdeyken
biz neredeydik, ne zamandaydık
bir anda her zamanı yaşamak
şiirlerle, öykülerle, romanlarla
insanlığı taşımak dünden bugünlere
bugünlerden yarınlara...
Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı
içerek kana kana
tarihin ipinde sallanıyorduk
bir o yana, bir bu yana.
Eski Türk edebiyatı derslerinde amfi şovları
alkışlarla karşımızda Prof. Dr. Abdülkadir Karahan
kara kaplı, eski yazılı divanlardan çıkıp
çöllerimizde dolaşıyordu Fuzuli
henüz ceylanların fark etmediği
derin vahalarımızdaki su
gazellerin ritimleriyle
kımıl kımıl ediyordu
Osmanlı beyefendisiydi Prof. Dr. F. K.Timurtaş
öğretti bize Osmanlıca’yı
dil zincirimize özenle
öz Türkçe, yaşayan Türkçe
bağımsız Türkiye, milliyetçi Türkiye
kavgalarının yaşandığı o günlerde
Prof. Dr. Muharrem Ergin
milliyetçilik kadifesiyle sarıp sarmalayıp
anlatırdı Türk dili derslerini
Necmettin Hacıeminoğlu
Türkçe’nin Karanlık Günleri derken
Osman Sertkaya, Göktürkçe ile Uygurca ile
Tarihe, Orta Asya’ya götürüyordu bizi
gidiyorduk böyle
gündüz fakültede
gece Yüksek Öğretmen’de
sokak sokak, kantin kantin dolaşıyordu gerginlik
ya bizdensin ya da hiçsin çalımları
kurtarıcılardan kurtulmalıydık
Beyoğlu’nda yürüyüş, Çiçek Pasajında bira içiş
Sultan Ahmet Meydanı’nda, Ayasofya önünde
eski yazı çalışmaları
Sahafların büyüleyen kitap kokuları
Arkeoloji Müzesinin heykel olmuş canları
Samatya sahilinde falcılara avuç açış
Surlarda çığlıkları arayış
Fatih Camii’nin külliyesinde
küçük kubbeli, dualı odalarda
Vakıfların şefkatli kollarına sığınan
Mehmet Ayten’i ziyaret
Şiit’in derslerde, dizinden -gizlice-
Risâle okutma çabaları
ve ağabey evlerine davet...
yurtta, sakallı Cahit’le tartışmalar
solculukta aşk yoktur
Materyalizm duygusallığı affetmez
Sahaflardan bulduğum kitapla yanıt
Karl Marks’ın Aşk Hayatı...
sevgi yoksa insan var mıydı
özünde insan yoksa kavga niyeydi
yürüyüşler, sloganlar, grevler, pankartlar
gazetenin kimlik olduğu fırtınalı yıllar
kimlik arayışının bunalttığı öz kardeşlerin
sınıfsal, etnik, dinsel, dilsel kavgaları...
rejisörlerin amaçları tartışılır da
oyuncunun amacı mutluluğun resmini yapabilmekti
tatillerde boyacıydık Cafer’le
yağlı boya, badana ustasıydık
ev, okul, cami
boyuyorduk kaderimizin karasını
terimizle, emeğimizle
kazanıyorduk okuma parasını
yarınlar için bugünlere kıyıyorduk
“Ağlamak yok yarınlarda! ”diyordu Binboğa
karaelmas diyarı gündemdeydi
dağlar dalgalanmıştı bir daha
Köroğlu ve Dadaloğlu gibi
çıktı alanlara Karaoğlan
dağlar, taşlar dile geldi pankartlarda
“Umudumuz Ecevit! ”
“Ne ezilen, ne ezen
İnsanca, hakça bir düzen.”
umudun peşine takılmıştı kara yazgı
ak günler gelecekti
ağabeyim Sivas’ı tanıdı öğretmenlikle
yengem sıkıntıyı paylaştı köylülerle
Murat, Kumtarla Köyü’nde
civcivlerle oynarken tanıdı sevgiyi
Kıbrıs Barış Harekatı’nı
İhsaniye’de, o kara adamlarla
özgüven içinde izledik
yengem, dokuz ay karnında taşıdı
sonra kucağımıza verdi Barış’ı
okulla, boyayla uğraşırken
derviş gibi dolaşırken
çıktı karşıma Gülseren
güzeldi, iyiydi, becerikliydi
Almanya görmüştü ablasının yanında
yengemin kardeşiydi
boya yapıyorduk köyde
çağırdılar, geldik
boyaları temizledim
ağabeyimin pantolonunu
giydim Cafer’in gömleğini
kuyumcuya gidildi
yüzükler takıldı
param yoktu
pastaneye götüremedim
nişanlandık sessiz bir ibadet gibi
o güzel kızla
dünya hızlı dönüyordu, izliyordum
iki adam, iki şapka: fötr ve kasket
zaman zaman kalpak vardı alanlarda
cami avlularındaydı sarık, fes
tavşan çıksındı şapkalardan
birçok insan, birçok renk
kırmızı, yeşil, mavi, kara, ak
Mavi, gömlek olmuştu; ak, güvercin
Atatürk’ün gözlerini giymiş gibiydi birileri
kasketli kara adamların zihinleri
giydikleri kasketle, giyemedikleri fötr arasında
gidip geliyordu zamanla
karanın yorgunluğundan olacak
sokamamışlardı ayaklarını
Karadeniz’in mavi dalgalarına
Cafer, yakışıklıydı, güleçti
o ara çapkınlaşıverdi
alırcasına zor günlerin intikamını
Fatma’yı okula bırakıp
dönüyordu Sibel’le
rüzgar dindi, gemi demirlendi
keklik sekişli Türkan’da düğümlendi sevgi
alanlar doluydu, yollar kalabalıktı
1 Mayıs tartışmalıydı, Taksim’e kan damlamıştı
Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Selda, Ruhi Su
Cem Karaca, Barış Manço müzik ordusu
şarkı şarkı, türkü türkü, marş marş akıyordu
kalabalıklar yeni umutlara
“Olur mu böyle,olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu? ”ezgisiyle
taşınırken tabutlar omuzlarda
Beyazıt Meydanı’nda kurşunlar sekiyordu
çocukluktan beri yaralı gönlüme
yaşamın başka anları da vardı tabi
Çevre Tiyatrosu’nda Altan Erbulak, Metin Serezli
seks filmlerinde Behçet Nacar, Aydemir Akbaş
ekleme parçalara utangaç bakışlar
gizli gizli Karaköy’e kaçışlar
Kubbealtında konferanslar
Kapalı Çarşı, Sahaflar, Sahaflar, Sahaflar…
nişanlıydım, yüzüklüydüm
kızlar yoktu
akıp giderken yıllar su gibi
yeni anadan yeni kardeşler geldi
babaannemin adını taşıyacaktı Kezban
Tahir, dedemin adıydı
sekizinciydi Elif baştan
tünelin üstü yine cıvıl cıvıldı
okul bitince Ankara’ya koştum
yeni tüneğini arayan bir kuştum
kuralar çekildi
torbadan çıkan Derince Lisesi
asfaltın fısıltılı kucağında
gülümseyen bir sevgiliydi
bir konvoy yürüdü Zonguldak’tan İzmit’e
yanımda ak gelinlikli dünya güzeli
arkamızdaki minibüste yakınlarımız vardı
düşlerle, umutlarla
yeni bir dünya kuruluyordu
evlilikte ilk gece, öğretmenlikte ilk gün
yeni bir hikâye başlıyordu o gün
dokuz eylül bin dokuz yüz yetmiş yediydi
sıcak gönüllü Bayıraltı ailesinin kiracısıydık
Gayret Mobilya’yla aynı yıl başlamıştım işe
Derince Lisesi Edebiyat Öğretmeniydim
kömürün karası alnımın akı olmuştu
artık ak günleri bekliyorduk
ak günleri....
ak...
Kayıt Tarihi : 11.9.2011 22:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
usanmadan okudum bazen hüzün bazende tebessümle...
...ŞiiR NEDiR ? Bir tutkudur O, bir sevdadır... Velhasıl emektir, göz nuru... Dilin kulanılışı önemlidir şiirde... Bazen yalın anlatırsın bazı sözleri... Bazende gizemli, anlayan anladıysa... Zaten pek de zor değildir onu çözmesi... Ben kendi adıma şiiri, kişinin... Aynası olarak görüyorum, şiirin birilerine... Anlatımı ise karşıya yansımasıdır bence... Karakterin, duyguların, hislerin açıkcası kimliğindir... Kendindir.... Yani benliğindir bazen şiir...!!!
Tipki üstteki yazinizda oldugu gibi
Bir diyar sevdalisindan diger bir diyar sevdalisina
Bir caycumalidan bir beycumaliya en icten sevgilerle
Tebrikler üstadım Saygideger Hemsehrim...vede Başarılar
TÜM YORUMLAR (4)