Kömür Madeninde Bir Kadın Şiiri - Aynur ...

Aynur Uluç
498

ŞİİR


14

TAKİPÇİ

Kömür Madeninde Bir Kadın

kömür madeninde bir kadın

erkekler de korkar mı?

Şimdiye kadar yaşananlardan çıkan istatistiklere göre deprem gibi felâketlerde kurtarılmaların yüzde doksan beşi mahalle sakinleri tarafından gerçekleştiriliyor. Başka bir yerden yardım gelene kadar en yakındaki komşu koşuyor imdada. O yüzden toplum genelinde düşündüğümüzde tek bir kişinin bilgilenmesinin bile hayati önemi var. Benim de bu konuda gerekli bilgileri edineceğim bir eğitim programına katılma sebebim buydu. İstanbul’da süren eğitimin son kademesi, Zonguldak’ta teorik ve pratik bölümün iç içe olacağı haftaydı.

Gece için sözleştiğimiz saatte, Ankara yolundaki Küçükyalı durağına gidip beklemeye başladım. Gelen minibüse bindiğimde içerisi oldukça karanlıktı. Gözlerim karanlığa alışıp da ekipten kimlerin katıldığını seçmeye başladığında, minibüste benden başka kadın olmadığını fark ettim. Olsun, bu sebeple pilavdan dönecek hâlim yok, minibüs de zaten çoktan yola koyulmuş durumda. Aslında İstanbul’daki eğitimlere bir arkadaşımla birlikte katılmıştık. Ve eğitime katılma kararı verirken, gerektiğinde bu tür uzak yerlere de birlikte gideriz, diye konuşmuştuk Ronin’le. Dolayısıyla şimdi de ilk iş olarak onu aradı gözlerim aralarında. Nerede olduğunu sorduğumdaysa, bir iki gün içinde bize katılacağını söylediler. Neyse ki Ronin’in arkadaşı olması bakımından Barış’ı biraz tanıyordum.

Giderken bir yerde çay ve ihtiyaç molası verildi. Yol kenarında kurulmuş küçük bir oda gibi duran bu yerde herkes bir şeyler atıştırırken ben, bu karanlıkta tuvalete nasıl ve ne şekilde gideceğimi hesaplıyordum. Tuvaletin yemek yediğimiz bölümden uzakta olduğu yetmezmiş gibi kadınlara ait bölümü de dağlara bakan taraftaydı. Barış’a tuvalete gideceğimi, bilgisi olmasını söyledim. Tamam, dedi. Orada kendi başıma kaldığımda ilk yaptığım şey, gerekirse anında arayabilmek için Barış’ın telefon numarasını cep telefonumda kısa yola yerleştirmek oldu. Bu işte bir terslik vardı. Şımarık bir kadın olup ağzımı burnumu eğerek çok da iyi tanımadığım bir kişiden yardım isteyecek birisi değildim ama öyle ıssız bir yerde tek başına tuvalete gitmem de riskliydi. Döndüğümde Barış, yemek yenen bölümün kapısında ayakta dışarıyı seyrediyordu. Çaktırmadan bir takip olayı mı? Bir terslik olsaydı görüş alanında değildim ki, diye düşündüm. Ama benimle gelir misin, demedim ki giderken; bilgin olsun, dedim. Yok yok, ben seninle geleyim, mi diyecekti yani? Anlaşılan, bu eğitim benim için düşündüğümden de zor geçecekti.

Epey dağ tepe dolaşıp Armutcuk’a ulaştığımızda bizi ağırlayacak olan TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu) misafirhanesini bulduk ki; köyün tam tepesinden denize hakim görüntüsüyle oldukça güzel bir yer. “Hoş geldiniz”in eşliğinde, hemen sıcak bir çay ikram edildi bize. O sırada bir misafirhane çalışanı yanıma yaklaşıp sessizce “Hanımefendi, odaların tamamını alt katta mı, yoksa üstte mi yapalım? ” deyince şimdiden o kadar erkekmişim havasına girmiş olmalıyım ki; bu soruyu niye bana sorduğunu anlayamayarak, “Ekip lideri ben değilim ki, o nasıl diyorsa öyle yapın” dedim. ”Biliyorum, ama ben size soruyorum. Bir tek sizi yukarı versek olmaz. Siz nasıl rahat edecekseniz ona göre davranacağız” deyince “Alt kat için hazırlanmışsınız zaten. Böyle iyidir.” dedim. Daha işin başında bile değiliz, bu safhada sorun çıkaracak hâlim yok.

Kahvaltı yapar yapmaz teorik eğitim hemen başladı. Genel hatlarıyla maden hakkında ve çam ağaçlarından aşağıda nasıl destek yapıldığı anlamına gelen “tahkimat” konusunda bilgiler verildi. Notlar tutuldu. Ertesi sabah madende havalandırma yapılacakmış. Bu nedenle bizim madene inmemiz bakımından diğer zamanlara oranla koşulların daha uygun olacağını söylediler. Bu demektir ki; orasının en toz duman hâlini görmeyeceğiz bile. Ve yine bu demektir ki; hemen yarın madene inilecek. Programın bünyesinde böyle bir pratik bekliyor olsam da bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim doğrusu. Öncesinde oraya uyum sağlama şansımın olacağını ummuştum. İçimde, kendime bile o anda itiraf edemediğim korkular büyüyüp küçülüyordu. Güvenlikten sorumlu maden mühendisiyle konuşmak en iyisi galiba. Ayaküstü de olsa, ikili sohbet yaratabilirsem konuyu usturubuyla açmalı.

Bir de baktım tam da düşündüğüm kişi, misafirhaneye geliyor. Doktorunu arayan hasta misâli sevindim. Ama o, beni rahatlatacağı yerde aşağıda dipsiz ve başka hiçbir yerde görülemeyecek kadar koyu bir karanlığın olduğundan söz edip “Kendini hazırla” diye ekledi. Aşağısı gerçekten o kadar ürkünç mü; yoksa benim o telâşlı, meraklı, çekingen, kafası karışık hâlim, bir eğlence malzemesi mi oldu acaba onun için? Konuştuğum adamı önceden tanımıyorum ki, şıkları doğru değerlendirebileyim.

Akşam yemeğinden sonra, köyün çıkışındaki lokâle inildi hep beraber. Yoğun sigara dumanı altında inleyen bir yer. Biraz muhabbet sonrası bizimkiler, kâğıt oynamaya başlamazlar mı… Misafirhaneye o karanlıkta kendi başıma geri dönemeyeceğime göre belli ki burada hiç bir şey yapmadan oturup saatlerce onları bekleyeceğim. İşte kâğıt oyunlarıyla yıllarca ilgilenmemenin cezası bu. Yoksa şimdi ben de oynar sarhoş sofrasında ayık kalanlar gibi ayrık kalmazdım böyle. İçinde olduğum durumdan kendimi nasıl kurtaracağım, diye kara kara düşünürken öğrendim ki; gelirken bize yol boyunca sürücülük yapan arkadaş, İstanbul’a geri dönmek için birazdan yola çıkacakmış. Hemen yanına gidip; “ Yola çıkmadan önce beni de yukarı atıverin” dedim, gözlerim parlayarak.

Misafirhaneye sağ salim dönmüştüm ama yanımda ne kitap, ne dergi, ne de gazete var. İstanbul’da yola çıkmadan önce telefonda sormuştum da üstelik Barış’a, yanıma kitap alayım mı, diye ama; “Alma, akşamları hep birlikte sohbet edilecek” demişti. Neyse bu, ilk gece daha… Moral bozmak için erken. Öğrendiğime göre; Barış ve oda arkadaşı Aydın misafirhanedelermiş o gece. Doğru ya; kâğıt ekibinde değildiler. Demek ki düşündüğüm kadar yalnız geçmeyecek akşamım. Kendime arkadaş bulmanın sevinciyle odalarına gittim hemen. Ooo onlar yanlarına kitap almışlar ve okuyorlar. Bana da bir gazete verdiler. Her yerini okudum. Bitti. Eee artık konuya girmek gerek…

- Barış, benim yarın aşağı inmeyle ilgili tedirginliklerim var. Normalde tansiyonum çok düşüktür ve birkaç kez beklemediğim zamanda bayıldım. İnmek istiyorum tabii, ama aynı şey aşağıda başıma gelirse diye endişeleniyorum doğal olarak. Buradaki insanlar içinde tek yakınım, sensin. Aşağıda ekibi ikiye böldüğünde lütfen senin olduğun grupta olayım. Senden cesaret alırım.

Barış’ın yüzünde pek bir değişiklik olmadı; ağzını saymazsak tabii. Ağzı hafif eğik bir nida ile Aydına dönerek,

- Arkadaş korkuyormuş, aklınızda olsun.

Bu yanıt karşısında bana söyleyecek pek bir şey kalmamıştı. Oradan sessizce çıkıp odama döndüğümde en çok bir kadının daha orada olmadığına yandım. Hiç değilse biz de odada iki kişi olur ve konuşurduk. Belki o da korkardı. Birbirimize ya cesaret verir ya da iyice korkuturduk gözümüzü. Işıkları söndürüp dipsiz karanlığı hayal ettim usul usul. Madende yalnız kalsam neler yapacağımı kurmaya çalıştım. Öte yandan orası da bu odada tek başıma ıssız kaldığım gibi bir şey midir, diye düşünmeden edemedim.

İllâ bir yerden destek bulacağım ya; bir arkadaşımı aradım telefonla “Korkuyorum” dedim direk ve neden korktuğumu anlatmak sonra aklıma geldi.

-Neee! ...Kızım sen madenden korkmayı bırak. Bu gece bir düzine erkeğin olduğu bir yerde, bir dağ başında tek başına kalacaksın öyle mi? Sen asıl bundan kork, kapının arkasına sandalye filan yığ, geceyi atlatmayı düşün yarından önce.

Çok güldüm bu yanıta. Gerçekten söylesem kimse inanmazdı. Bu erkeklerin hiç biri benim kadın olduğumun farkında değiller ki. Aslında ne ilginç ki, bu da benim güvencem…Ronin’i arayayım en iyisi. Öğreneyim bakayım, hiç mi gelmeyecek? ...

-Sen çok güçlü bir kadınsın Aynur. Kendinin farkına var. Ama şunu da akılda tutmak iyi olur: Aşağıda öyle bir an olur ki; aniden çok korkuya kapılırsın. İşte onu aşman önemli. O anı fark et ve psikolojini sakın o duygunun kontrolüne verme. İçinde hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam et, bir göreceksin ki geçmiş.

İşte bu kadar yaa... Şimdi gönül rahatlığıyla uyuyabilirim gerçekten…

Gece saat yarım gibi, bir takım gürültüler var dışarıda. Belli ki, kâğıt ekibi misafirhaneye dönüyor. Bir süre sonra sessizlik oldu. Onlar gelip uyudular bile; ben hâlâ uyuyacağım. Barış telefonu çaldırıp kapattı o anda. Odalarının kapısını aralayıp içeri baktım. Kapıyı açar açmaz “Sana yaptığım davranıştan dolayı üzgünüm.” dedi.

Ne yalan söyleyim, böyle bir davranış beklemiyordum işin gerçeği ama yine de kızgınlığım henüz geçmemiş olacak ki, ağzımdan dökülüverdiği gibi konuşmaya başladım:

- Madene inmekten korktuğumu sana söylemek, benim için hiç de kolay olmadığı hâlde bunu arkadaşının yanında söyleyebildim. Keşke sen de onun uyumasını beklemeseydin bu konuşmayı yapmak için. Ancak yine de senin olduğun ekipte olmak istiyorum aşağıda.

Şimdi düşünüyorum da; hatasını anlayıp, dile getiren birisine bu şekilde ters davranmak çok mu güzel bir davranış...

Evet, kendi başıma kalmıştım yine gecenin ortasında. Belli ki, eğitim boyunca erkekmişim gibi davranmam gerekiyordu yapılan işin doğası gereği. Cesaretin cinsiyetle ilgisizliğini biliyordum ama çocukluğumda tehlikeli oyunlar oynayıp, yetişkinliğimde karanlık sokaklarda gezmemiştim ki bir kadın olarak. Şimdi bu dipsiz görünen karanlığa girmekten korkuyordum işte. Hem merak ediyor, hem orada edineceğim tecrübeyi yaşamak istiyordum. Bu yüzden aşmam gereken her şeyi bilerek, inatla üstüne gitmekten başka çare yoktu.

dipsiz karanlık…

Sabah erken saatler ve biz madene ineceğimiz binanın önündeyiz. Arabadan henüz çıktık ki; ben baretimi arabada unuttuğumu fark edip geri dönünce ekip binaya girdi doğal olarak. Ben de mümkün olduğunca hızlı bir şekilde arabadan baretimi alıp o tarafa doğru yürüdüm. Şimdi düşünün; kömür ocaklarına inilen binanın girişindeki koridorda oturmakta olan işçiler var ve onların gözünde oluşan görüntü şu:Turuncular içinde bir kadın şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Ne diye unuttumsa şu bareti... Acaba bizimkiler, hangi bölüme, ne yana gitmiş olabilirler, diye anlamaya çalışırken, daha ben bir şey sormadan hâlden anlayan işçiler imdadıma yetişti. Hiç konuşmadan elleriyle gideceğim yönü işaret ederek benimki gibi turuncu tulumlu adamların gittiği yeri söylemiş oldular. Her koridor başında bu şekilde devam ederek şaşkın bakışlarımın ve turuncu tulumumun sayesinde onların olduğu bölüme kadar gelebildim neyse ki. Girdiğim bölümün kapısında yazan tabelaya hızla bir göz attım: Tahlisiye...Daha önce hiç duymadığım bir sözcük.

Orada konuyla ilgili ön konuşmaları yapınca işletme müdürünün odasına gittik. Kendisi bizle madenlerin özelleştirilmesi ile ilgili yorumlarını, birikimlerini paylaştı. Taşkömürlerinin yıllar boyunca Türkiye ekonomisindeki öneminden söz etti. Konuşma biter bitmez, madene ineceğiz ya; herkes tuvalete koştu ilk iş. Benim girebileceğim bir seçenek yok tabii. Oradaki görevli hâlden anlayıp “ Yahu beyler, sizde hiç kibarlık yok mu? ... Önce bayanlar; hepiniz dışarı..” diye seslendi. Adam “bayanlar” dedi ama bu “lar” ekini hak edecek benden başka bir bayan yok ortada. İnanılmaz utandım. Olsun, ben beklerim, desem çıkınca kesin çekip gidecekler. On iki erkek, homurdanarak tuvaletten geri çıktı. Ben içeri girdim ama bu kadar adam dışarıda beni bekliyor. Üzerimde de bel bölümünde özel düğümlerle bağlı uzun bir ip ve üst kısmını soyunmaktan başka çare bırakmayan bir tulum. Off… Gerçekten niye erkek değilim ki…

Deniz seviyesinden iki yüz metre yükseklikten başlıyor yolculuk. Nereden aklıma takıldı ya da bilinçaltımda hangi çocukluk anım bunu destekliyorsa en çok madene inilen asansörden korkuyorum. Sanki boşluğa düşeceğim ve kaybolacağım o kara delikte. Ya da indikten sonra zaten içine girmiş olurum ya ilk tanışmayı temsil ediyor olmalı, gözümde büyüttükçe büyüttüğüm asansör. Ben kendimce senaryolar kurup kurup ürkedurayım, duvarda asılı bir yazı dikkatimi çekiyor. “Düşün! Şimdi kazayı önleme sırasıdır. Unutma seni evde bekleyenlerin var.” denilerek uyarılıyor madenci. Bu dokunaklı uyarıdan madencilerin başına gelebilecek her türlü kazanın sorumlusunun kendileri olduğu sonucu çıkıyor sanki. O ana kadar olan korkularım belki biraz da çocukların karanlıktan korkmasına benziyordu gibi geliyor gözüme birden; gerçekten nereye geldiğimi anlamama yetiyor çünkü, bu uyarının altındaki dil.

Önce turuncuları çıkarıp maden için uygun lacivert tulumları giyiniyoruz. Asla ateşli bir şeyle aşağı inilemeyeceği için baret üstü lambasının aküsü kemerde taşınıyor. Kemerin diğer yarısındaki ağırlıksa bir kullanımlık hava maskesi. Alarm gelirse hemen başlığı kopartıp, hortumun içini ağzınla ısırıp, burnuna tıkacını takıp üç kez üflemek gerekiyormuş. Böylece içindeki kimyasallar reaksiyona girip oksijen üretecek ve maskenin içine nefes alıp verilirken bir yandan da koşulacak. Sırayı şaşırmak pek iyi olmaz. Çünkü dışarıdaki hava öldürücü. Koşarken kazayla çarpılırsa kaymasın diye ağızlığı ısırmak önemli (koşulacak yerleri de sonra gördüm ya, neyse.) Bir de bu ağırlıklarla koşuluyor tabii o anda. Bu maskelerden işçilerde olup olmadığını soramadım. Alacağım yanıttan korktum sanırım. Üstelik çizmem de ayağıma göre nasıl büyük. Kadın için çizme yok ki madende. Kemerim de biraz bol aynı nedenden. Ve bol bir kemerde taşınan ağırlıklar, benim için iyice katmerli.

Korkumu besleyen büyük asansöre geldik bile. Aşağısı ve yukarısı arasındaki haberleşme çanlarla sağlanıyor. Görevlilerin ayda bir kez kulak kontrolünden geçtiğini söylüyorlar. Aslında elbette öyle olmalı yöntem buysa ama içinde olduğumuz ülke üzerinden düşününce bu sözün espri mi, gerçek mi olduğunu anlayamıyorum o anda. Çanın iki kez çalması laçka, yani aşağı; üç kez vira, yani yukarı demekmiş. Bu işaretler birden ona kadar gidiyor. Artık on numaranın ne olduğunu sormayın; alarm. Bu hesapla dokuzun da durumu pek parlak değil.

Asansöre biniyoruz. Bizim ekibimiz on üç kişi. Onlarla birlikte on sekizi buluyoruz. Tüm Zonguldak, Kozlu, Armutçuk tesislerinin can güvenliğinden sorumlu maden mühendisi de yanımızda, aynı şekilde görevli doktor da. Beş yüz metreyi bir defada ineceğiz asansörle. Bu arada görevli arkadaşlar, ineceğimiz yerde asansör boşluğunun bitmediğini, iki yüz metre daha aşağıya doğru deliğin olduğunu (ki bu doğru) , çelik halatlar koparsa neler olacağını anlatan espriler yaparak bizleri rahatlatıyorlar. Onlar için nasıl bir malzemeyiz acaba o anda...Üç dakika kadar süren iniş, dün gece düşündüğüm kadar ürkünç geçmiyor doğrusu. Sadece inildikçe kulaklarda beliren basıncı fark ediyor insan.

Aşağısı, ayrı bir yeraltı şehri gibi. İner inmez, ekip ikiye ayrılacak deniyor. Aramızda dün akşam geçen garip konuşmaya rağmen, kesinlikle Barış’ın olduğu ekipte olmayı istiyorum içimden. Ancak tam tahmin ettiğim gibi Barış, beni kendisinin olmadığı ikinci ekibe veriyor. Ama ne yaparsınız korku başa belâ. Barış’tan cesaret alırım diye hesaplamışım ya bir kez kendimce, diğer grupta olmaya hiç niyetim yok. “Ben de öndeyim, eğer sorun çıkaracağım düşünülüyorsa arkadan gelen ekibi beklerim kendi başıma. Ama ikinci ekipte bir soruna sebep olursam daha arkası olmadığı için çözümü olmaz.” diyorum. Daha bismillah, uyumsuzluk, itaatsizlik. Yerin kaç yüz metre altında, o zifiri karanlıkta nasıl tek başıma kalıp da ikinci ekibi bekleyeceksem. Diyoruz artık delikanlılıktan; gerekirse bekleyeceğiz. Neyse ki alıyorlar beni ilk ekibe…

Yürüyüşün başladığı yer flouresan lambalarla aydınlatılmış geniş bir tünel görüntüsünde. Pek çok ara yola sahip kalp şeklinde giden bir ana yolmuş burası. Kırk beş dakika kadar yürüyerek ilerledikten sonra “ Yüz metreyi merdivenle ineceğiz.” deniliyor. Orantısız basamaklardan inerken oldukça yoruluyorum. Dar ve karanlık bir yerde sürekli aşağı bakıyorsun ve baret ışıkları gideceğin yolu kısmen aydınlattığı için gözlerin karışmaya başlıyor bir süre sonra. Tüneller hep çam ağaçlarından desteklenerek yapılmış. Çam ağacının özelliği basınç altında aniden kırılmıyor ve kırılırken ses veriyor oluşu. Ağaçtan gelen sesin şekline göre ya o bölüme yeni destek yapılacak ya da sesten zaman olmadığı anlaşılacağı için kaçış planı uygulanmaya başlanacak. Bu bilgileri önceki günkü eğitimden hatırlıyoruz.

Evet, nihayet yüz metrelik iniş bitti. İnmeye başladığımız noktadan altı yüz metre aşağıdayız şu an ve iniş devam ediyor. Dar tünellerden, arada kömür taşıma rayları olan yerlerden bedenimizi ayarlayarak iniyoruz. Yol boyunca işçilerle tokalaşıp selamlaşıyoruz ya, hepsi de çok sıcak bakıp ”Hoş geldiniz” diyorlar. Kapkara yüzlerinde bir tek gözleri parlayan işçilere biraz önce geçtiğim yerde de rastlamışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Oysa biliyorum ki; benzeyen sadece yüzlerinin karası. Orhan Veli’den dizeler geliyor aklıma; “Siyah akar Zonguldağın deresi / Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası”

Yol boyunca kimi yerde dize yakın sudan geçiliyor, kimi yerde balçık gibi bölgelerden. Hatta bir yerde, çizmelerimin içine gömüleceği kadar bir çamurla karşılacağımı o anda hiç beklemiyor olmalıyım ki, dizlerimin nasıl sarsıldığını gözümle seçecektim neredeyse. Ancak kimselere söyleyip de dillendirmeden geçiştirdim elbette durumu. Önceden cebime sakladığım bir şekeri hemen gizlice ağzıma atarak yola devam ettim. Gerçekten de geçti. İşte önceden hazırlıklı olduğum aşılması gereken an, bu olmalı dedim. Ronin haklıymış. Dillendirip önce altını çizmek, sonra büyüttüğün psikolojiye iyice düşmek yerine, yürüyüp geçmek.

Her yüz metrede bir santigrat sıcaklık artar diye söylemişlerdi. Buralarda gerçekten sıcaklığı hissediyor insan. Farkında olmadan sık sık önce yakamı açıp, sonra tulumumun içinden görünen atletimi ve bu rahatlığın yakışıksız kaçacağını düşünüp geri kapattım. Yalnız bir ara çamlardan gelen -çıtırtı değil çatırtı diyebileceğimiz- bir ses duyuldu. Gerçekten çamın ortası bel vermiş görüntüsü de destekliyor ki o anda; kırılmış ve hâlâ kırılmakta olan ağaç desteklerin yanından geçiyoruz. Biz yürüdükçe ses de gelmeye devam ediyor. Fakat çok ilginç ki; henüz ses çıkarttığına göre tam olarak kırılmaya daha vakti var diye bildiğimiz için hiçbirimiz panik olmuyoruz. O kritik anda, önceden edinilmiş bilginin zor zamanlarda kullanımına canlı bir örnek oluşturduğumuzu düşünürken ben, genelde düşünülen ortak şey şuydu: Biz bir an önce geçmeliyiz ki, bu dar yerde işçiler müdahale edebilsin. “Artık tabandayız ”denildiğinde yüzeyden yedi yüz metre aşağıdaydık. Hemen tulumumun cebine kömür sokuşturmayı unutmadım tabii. Kolay mı; dibe inince taş çıkarılır.

Sonunda madene inmiştim işte. Aslında şöyle düşünmek belki daha doğru olur: İnmiştim ama çıkmıştım da. Madene inmenin en temel çelişkisi çıkamamak çünkü. Ben her ne kadar tahkimat konusunda iki satır bilgilendim diye kendimi rahatlatıyorsam da, gazdan başlayıp göçükle devam eden ve söylemeye dilim varmıyor; grizuya kadar giden pek çok tehlikenin kol gezdiği, oradaki koşulları gerçekten tanımak istersek, sadece inmekle başarılamayacak kadar derin bir kuyu, maden. O insanların yaşamındaki dramı anlamak için onlardan birisi olmak lâzım ancak. Aynaya baktım; gözlerimde kömür karasıyla çekilmiş bir sürme vardı. Su bu sürmeyi iki gün içinde götürür, ancak biliyorum ki yıkansam da gözümde asıl varlığını sürdürecek olan şey, sürme değildi. Yeraltı şehrinin görüntüleri kazınmıştı zihnime bir kez. Ve belli ki bu görüntüler çok daha uzun zaman kalacaktı girdiği yerde. Düşündüm; bir kömür vardı tulumumun cebinde. Koskoca bir tarihi hafızasında tutan bir kömür. Fazıl Hüsnü Dağlarca şöyle yazmıştı o kömür için; “ Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin / Ellerin, yeraltında yitmiş kocaman ellerin / Yıllarca çalışırsın, gündeliğin on lira / Açsın, susar kuyular bağıra bağıra / Ko yamyassı ayakların balçık toprağa girsin / Kim yürürse öldürürler bilirsin ”

bir dağda kaç canbaz

Madene inişten sonraki gün tamamen pratik çalışmaya ayrılmış durumda. Kocaman bir çadır kuracağız. Çünkü sırada enkaz çalışması var. Gerekli tüm alet edevatı kullanmayı birebir öğreneceğiz. Demir kesmek için kullanılan o koskoca aleti hâkimiyet sağlayarak kullanmakta çok zorlandım. Gerçekten kas gücü gerekiyor. Her bir parçası başka yere dağılmış bir sahra çadırını yap-boz oyunu çözer gibi uğraşarak kurmaksa tüm günü aldı. Önce kurup sonra sökerek parçaları tek tek tasnifleyip, ambalajladık. Olası bir depremde bunları yaşarken düşünmek bile istemiyorum bizi. Olması gerekenden öyle karmaşık ki şu anda bile her şey. Gün sonunda kocaman kütükleri aşağı taşımaya sıra gelince “ İstersen, sen bu bölüme katılma Aynur” denmesine rağmen iki üç kütük de ben taşıdım. Taşınan mesafeyi ve kütüklerin büyüklüğünü hatırlayınca şu anda nasıl yaptığıma şaşırıyorum; erkek gücü gelmiş olmalı kaslarıma.

Misafirhaneye dönülünce oluşan manzara hep aynı. Her gün eğitim dönüşü bizimkiler, hemen futbol maçına başlıyorlar. Bu ekipte bir de kadın var diye bir gün olsun, düşünmeye niyetleri yok. Eğitim sonrası zamanlarda yalnız kalmaktan çok sıkıldım. Akşam da zaten program belli. Lokâlde kâğıt oynama muhabbeti. Orada tanıştığım ve bize oldukça sıcak davranan bir aile var. Ulaş, onların oğlu. Her zor zamanımda o kadar yanımda ki, onu tanıdığıma seviniyorum. Daha önce tanımadığım bir kişinin varlığından güven almak duygusu ise oldukça hoş geliyor bana. Zaten Ulaş olmasa yanmışım. Gece bir yerden dönüşte lokâlin olduğu noktaya gelince içeri giriveriyor bizimkiler. Görünen o ki; onlar için o karanlık ıssız yolda bir kadının kendi başına lokâlden misafirhaneye kadar nasıl gideceği hiç önemli değil. Bilmiyorum kızmalı mıyım, kavga mı çıkarmalıyım bazı şeyleri anlatmak için. Bu tür ince ayrıntıların önemini düşünmek için önce bir süreliğine kadın olup, sonrasında erkek olmak lâzım belki de.

Kütük taşıyıp durduğumuz gün misafirhaneye dönüşte arkadaşlara yalvarıyorum resmen; haydi deniz kıyısına inelim, diye. Teklifimi futbol maçı yapmaktan daha cazip bir şekle büründüremiyorum ki; yalnızca Kadir, Ulaş ve ben iniyoruz aşağı. Nasıl güzel bir doku. Renkler birbiriyle dans ediyor sanki. Doğa olarak Karadeniz’in kendine has özelliklerini bünyesinde toplamış buralar. Yeşil, elinde ne olanak varsa torbasına derlemiş ve burada dökerek renk skalasının sergisini açmış gibi.

Kara bölümünün yürünebilir son noktasına gelindiğinde Kömür İşletmeleri’ne ait raylı bir sistem çıkıyor karşımıza. Deniz kenarına bu vagonla inilebiliniyor ancak. Vagonların birisi inerken, diğeri yukarı çıkıyor. Yaklaşık olarak beş yüz metrelik dik bir iniş bu. Aşağıda dalgalar Karadeniz’in bilindik azgınlığında kudururken yeşillikler içinde yol alınarak denize doğru yapılan bu yolculuk, adrenalin yükseltmek için oldukça uygun bir yer.

Armutcuk’tan söz etmemek olmaz bizzat kucağında salınıyorken keyifli keyifli. Ondan konuşuyoruz yol boyunca biz de. Armutcuk; Kozlu ve Ereğli arasında sahil tarafında Baba Burnu’na doğru gidilince varılacak sürpriz bir köy. Bu köyün yer altı başka bir kent taşıyor koynunda. Tarihi çok eskilere dayanan bir madenci yerleşimi burası. Öyle ki 1800’lerde Taş ve Kömür işletmelerinin ilk kez kurulduğu yermiş burası. Köyün tam ortasında maden işletmesinin binaları var. Tarihçesini sorduğumda bir zamanlar altı tane mahalle barındırdığını yani otuz bin civarında bir nüfusa ulaştığını öğreniyorum. Ama kamusal alanların geriye dönüştürülmesi projesi ile TTK’nın (Türkiye Taş Kömürleri) olanaklarının kısıtlanması sonucu bugün ancak iki bin kişilik nüfusu ile varlığını sürdüren bir köy görüntüsüne bürünmüş.

Maden, enkaz, çadır derken en son güne geldik. Plân şu: Eğitimin genel bir değerlendirmesini yapmak için önce bir Zonguldak ziyareti, öğleden sonra ise yüksek bir yerden iple aşağı iniş çalışması. İnilecek ama ben hiç üstüme alınmıyorum tabii. Ben nasılsa inmem diye düşünüyorum sakin sakin. Eğitime geldim ve her çalışmaya birebir katıldım ama bu safhada ilk kez bir bebek gibi mızıldanacağım gerekirse, buna karar verdim. Çünkü gerçekten korkuyorum. Aşağıda köpüren bir deniz var; yukarıda ise insanın tepesine indi inecek gibi duran kocaman bir kaya. Yani şartlar insanı korkularının kucağına atıvermek için yeterince destekler nitelikte. Gerekirse arşiv için çekiyorum, derim düşüncesiyle fotoğraf çekebilmek için uygun bir yer bile beğendim kendime. Kimsenin benden fotoğraf filân beklediği yok elbette, ama ben kendimce işe yaramaz da olsa boş durmak yerine bir şey yapmış oluyorum ya ekip içinde…

Barış, “Aynur, ekibin yanına gelir misin? ” dediğinde duymazdan gelme şansım da yok. “Yok, ben burada iyiyim, size bakıyorum” gibi cümleler de ne aptalca dururdu diye geçiyor içimden. Ben kendi çapımda olası seslenmeler üzerinden içsel içsel düşünürken, Barış dışsal bir cümle kuruyor olmalı ki kulaklarıma kadar ulaşıyor sesi:

-Aynur, buraya gelir misin. İnmesen de yanımızda olacaksın.

Evet, bu net tavır karşısında yukarıda onların durduğu bölüme çıkmanın yolunu bulmak lâzım. Bakınıyorum etrafıma; yok, tek başına çıkabileceğim gibi değil. Ulaş bana yardımcı oluyor yine. İşte yukarıdayım. Belime ip filan bağlıyorlar. “Şu kişiden sonra sensin” türünden cümleler var ortada.”Hazırlan” komutu ekleniyor hemen peşinden…

İyi de nasıl? Hani inmeyecektim. E peki, bu kenara kadar gelmiş ve inme pozisyonu almış bedensel hâlimin açıklaması nedir? Barış gözlerime bakarak diyor ki; “Sanki uzayda yürüyor gibi olacaksın. İndikten sonra aynı Aynur olmayacaksın. Artık korktuğun şeyi başarmış birisi olacaksın.” Evet bu sözler çok güzel, çok mânâlı. “Bak, diyorum bana dil döküyorsun şu anda, fark ediyorum ve biliyorum ki sen böyle dil döken birisi değilsin; ama sonuçta döktüğün dil boşa; bu da kendimi daha kötü hissetmemi sağlıyor. Çünkü inmeyeceğim.”

-Boşa dil dökmüyorum Aynur. Çünkü sen ineceksin.

Artık konuşmanın bittiğini anlıyorum bu noktada. Orada geri doğru sarkmışken “Ben ne yapıyorum, nasıl yani” türü korku cümleleri beynimde kovalamaca oynuyor. Ellerim şu ana dek hiç terlemedikleri kadar terli. Ama ineceğim çaresiz. Aşağı bakıyorum; o da ne… Ekipte hiç güvenmediğim tek kişi; ipimi tutan. Yani, eğer bir sorun olursa hızlı davranıp beni havada sabitleyecek olan kişi. Bak, diyorum… “O’na güvenmiyorum.” Hepsinin gözlerinin içine baka baka yakın arkadaşları hakkında böyle de söylenmez ki. Ama öyle işte, söylüyorum valla, can tatlı. Aşağı doğru seslenmek suretiyle yerine ulaştırılan ” Dikkatli ol” komutunu duyuyorum bu kez. Bu sorun da tamam. E öyleyse haydi durumu…

Aşağı doğru ilk hamle ve en korktuğum ihtimal. Ayaklarım başımdan daha üstte ve gözüme çok yakın. Belim ikiye katlı. Yukarı bakıyorum. Artık yardım için elime uzanamayacakları kadar da aşağıdayım konum olarak. Çok komik bir durum bu. Bunları görebildiğime göre, korktuğum gibi bayılmamışım demek ki. Hatta o kadar sıkıyım ki orada, kıpırdayamıyorum bile. Oldu olacak resmimi çekin bari, şeklinde espriler yapıp kahkahalarla gülüyorum. Gariptir, en çok korktuğum şey başıma gelince pek rahatlıyorum. Fark ediyorum ki; kendimi orada öyle sabitleyen de, benden başkası değil. Hatta ipi öyle sıkmışım ki, ancak bunu fark edip aşağıda tuttuğum elimdeki bölümünü hafifçe gevşetince bedenim rahatlayabiliyor. Önce ayaklarımı aşağı alıp yeniden vücuduma inme pozisyonu aldırarak duvarda adım atıyorum. Evet, uzayda yürüyüş gibi gerçekten de. Ayağım toprağa değer değmez ilk işim, ikinci inişi gerçekleştirmek için yukarı çıkmak oluyor. Ekibin çoğunluğu artık gitmeye hazırlanırken, arada derede onu bile gerçekleştiriyorum doğrusu.

Kararlıyım; dönüş yolunda mutlaka bir haftadır biriktirdiklerimi Barış’a aktarmalıyım. Bundan sonraki eğitimlerde yol gösterici olması bakımından aktarmak benim sorumluluğum hatta. Demeliyim ki; “Grupta kadın olması demek onun da erkek gibi davranması demek değil. Katılımcının kadın olmasından kaynaklı farklılıklarının grup tarafından dikkate alınması ve bunun çalışma programının oluşumunda yer alan bir yapı taşıması gerekir. Kadının kendi başına çözmesi gereken özel dertleri değil ki bunlar.”

Evet; aktardım gerçekten de yollar ağır ağır minibüsümüzün tekerlekleri altında eksilirken. Bir gözüm camdan akan manzarada, “Hoşça kal Karadeniz; hoşça kal maden ve hoşça kal kömür”, derken içimden; diğer gözüm zihnime kazınmış madencileri canlandırmadan duramıyor önünde:

Bakire karanlık, yer altı şehri
Karnına inilen göz
Gerçek sırat

Siyahın en mutsuzu
Kaybolmak duygusu
Yoğun kömür kokusu
Can çekişen nefeste saklı
Artan her santigrat
Magmaya yaklaşımın korkusu

Duyuyorum sessiz çığlığınızı
Her galeride damar damar atıyor
Pamuk ipi bir aorttan
Bakıyorsunuz

Dudaklarınızda
Eleğinden kan sızdıran bir selâm
Ziyafetler sefer tasında
Yüreği kar beyazı, kara suratınızda
Korkusuzluğa mahkûm ifade

Mahkûm…
Çünkü çatırdıyor ama kırılmıyor yaşam
Çam ağacının güvencesinde, derken
Niye ani geliyor ölüm
Azrail kılığında, yeli pençesinde...

Şubat 2003

Aynur Uluç
Kayıt Tarihi : 20.9.2011 08:16:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Sevtap Kaya Nurgönül
    Sevtap Kaya Nurgönül

    Yazınızı tek seferde ve bir solukta okudum...İnanılmaz keyif aldım öykünüzü okumaktan...O kadar güzel bir dille ve akıcı anlatmışsınız ki, yazdıklarınızı film izler gibi ve hatta yer yer kendim yaşıyormuşçasına capcanlı hissettim...Ve yazınız bitene kadar, hatta bittikten sonra da yüzümdeki tebessümden kurtulamadım...Ayrıca bir kadın olarak da cesaretinize hayran kaldım...İçtenliğimle kutluyorum, hem cesaretinizi ,hem de bu harika paylaşımınızı...sevgimle,saygımla selamladım sizi...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Aynur Uluç