Bizim köyün aslı yörüktür. Daha düne kadar yayla, sahil arası göçler olur, Yeşilgöl, Killik, Buzağıotu, Divre, Pırnaz yaylalarına köy halkı gider gelirdi.
Günlerce önceden hazırlıklar başlar, kadınlar küllü su ile içine kızıl ekşi atarak, çamaşırların üzerine alavurt ile su döküp tokuçlar ile geycek yıkar, çalıların üzerine serilerek kurutulan yırtım türü giyeceklerden göynek, bağırtlak, cepken, entari, üçetek, şalvar, dimi don ile örüm olan çakşır, çorap, kazak gibi pusatlar ile ne varsa ala yanışlı yün çuvallara istif edilerek doldurulur, yataklar çapıtlılara ve kilimlere sarılır, köfün ve keletirlerin içine tava, çanak, çömlek, ısıran, elleğen, dığan, kepçe, tahta kaşıklar, saç, sayacak türü eşyalar yerleştirilir, gidecek hambalat yükler de iple bağlanır, sepetlere tavuklar yerleştirilir, saman ve ot türü mal yiyecekleri hararlara depilerek göçe hazır hale getirilirdi. Göç zamanı gelip çattı mı? Yörükler erkenden eşyaları at, deve, katır ve eşeklere yüklendiği gibi keçi, koyun, sığır türü mal sürülerini önlerine katar, ohha! Büşş! Ey! Kişş! Diyerek gecenin zifiri karanlığında yola çıkarlardı. Her sene bahar gelip de dugguk kuşları ötünce yaylaya, güzün yağmurlar başlayınca güzlüğe, ordan hava soğuyunca da sahile inerlerdi.
Bizim yaylamız Divre yaylası idi. Anamgilin yaylası ise Yeşilgöl yaylasıdır. Her sene baharla beraber Yörükleri bir gicimik tutar yaylaya gitmeden duramazlardı. Biz de eşeklere bindiğimiz gibi mal sürülerinin ardında önce Karayerden Gürme,Üzümlü.Oradan Kızılbeli aşıp koca çayı geçerek Söğütlüdere’ye orda bir gece dinlendikten sonra da Divre’ye çıkardık. Kara çadırımızı kurar, eşyaları yerleştirir, malların ağıllarını yapar yerleşip çadırların içine kilim ve keçeleri yazar otururduk. Yaylanın buz gibi suyunu gözlerden kabaktan yapılan su kaplarına koyar alavurtlarla içerdik. Akşama kadar mal güdüp gelince, bu yorgunluğun üzerine sıcacık keçe üzerine uzanıp yün yorgan ile yatmasına doyum olmazdı.
Yaylada yaz boyunca seher vakti ekmek çıkısı belde, kaval elde dağ tepe dolaşır davar güder, günlerimiz böyle gelip geçerdi. Yaylada Yörüklerin en zor zamanı sıcağın en çetin olduğu dönemde sığırlara böğelek, atlara eğrilce, koyunlara yavsı, kene, Sıçak ve güven gibi haşerelerin ekleştiği zamandır. Böğelek mala ekleşti mi? Kurtuluş olmaz. Öküzle çift sürüyor olsan bile sabanı kırıp kaçar ve kendini ya bir çalı içine, ya da çamur içine atarak kurtarır. Malların önüne geçmek mümkün olmaz. Bu zamanda herkes bir tarafa mal peşinde koşturmakla zamanını geçirir. İnsanın mal peşinde koşturmaktan tabanları şişer, döğenek olurdu.
Yaylanın en iyi zamanı ise güze doğru havalar dönmeye başlayınca bir su başına gidip, oğlak keserek kebap yapıp ayran ile yeme zamanıdır. Yaylanın havası ile suyundan olsa gerek yemekten bir saat sonra insan yine acıkır. Yayla yerde kuru soğan ile yavan yemek yesen bile insana çok tatlı gelir. Güz gelince yağmurlar ile yayla yavaşça soğumaya başlar. Havada esen rüzgarlar ise hamaza dönüşünce ekinleri kaldırıp harman dövmesi ve samanları savurması güçleşir, hayvanlar da durmaz hale gelince artık güzlüğe göçme zamanı gelmiş demektir. Harmanlar kaldırılınca seyile göçülür.
Bizim Divre denen yaylada komşumuz olan yaşlı kurtlardan, tabiri caizse eski kulağı kesiklerden bir Ali Dayımız vardı. Ali Dayının davarı çok olduğundan yaylada beraber kalır, sahilde ise o Çenger köyünün mahallesi Güney’e, biz ise Kargı köyünün mahallesi Değirmen Boğazına gelirdik. Ali Dayının mahallesi uzak olduğundan bayramda seyranda bile camiye gelemezdi. Bol bol pipo içer, gelen milletle laf yarıştıracağım, iyeşeceğim diye ölür geçerdi. Her nasıl oldu ise oğlu kurban bayramı namazına zorla Ali Dayıyı bizim köy camisine getirmiş. Ömründe hiç namaz kılmayan Ali Dayı, hoca dokuz tekbir ile iki rekat kurban bayramı namazını kılmaya; Uyun hazır olan imama demesini, dokuz teke ile iki erkeçi hazır edin imama anlamış. Bu sebeple bin yılın başı bir camiye geldim dokuz teke ile iki erkeçten mi olayım? Diye millet namaza durunca kaçtığı gibi evi buluvermiş. Ee gerisini siz anlayın! Hani derler ya; ‘’Ağanın birisi çobanın birine yüz koyun teslim eder. Sen bunlara bir yıl bak sene sonunda hesaplaşırız’’ der. Yıl sonu gelip çatınca bizim ağa koyunlarını almaya gelmiş. Ama hiç koyun bulamamış. Çobanı çağırıp koyunların akıbetini sormuş. Çoban; ‘’Gök gürledi, taş çatladı. Yetmiş iki koyunun ödü patladı. Önden gitti baş toklu, ardından gitti beş toklu. Onunu sattım kasaba, beşini katma hesaba. Ne oldu dersen gerisi, işte sana üçünün derisi. Beşini de kurt kaptı, dağa kaçtı. Ağa da bunun üstüne soğuk bir su içti, al sana on koyunun beşinin parası deyince ağanın ağzı bir karış açık kalmış, bön bön etrafına bakınmaya başlamış. Ardından bizim çoban bir tas yoğur getirip ağanın suratına serpmiş ve hesabını doğru görenin mahşerde yüzü ak çıkarmış.’’diyerek kaçıp gitmiş.
Ee ne diyelim? Bu çobanın yanında Ali Dayının pabucu dama atılır. Açık göz nasıl olurmuş gördün değil mi? Valla helal olsun adama! Anasının gözü imiş. Dünyada galiba bir ben kalmışım katekülle işlerden anlamayan. Ne diyeyim beyim? Doğru diyeni dokuz köyden kovuyorlar. Varsın kovsunlar. Biz yine doğru bildiğimiz yoldan şaşmayalım. Yılan gibi eğri büğrü olmaktansa ok gibi dosdoğru olmak daha iyidir. Gerisi boş laf. Kuru gürültüden ibaret. Anlayan beri gelsin.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta