Zaman benim koynumda yaşıyor, zihnimde, benliğimde. Bir kuşun cıvıltısında, masmavi bir gökyüzünde, yağmurun usul usul yağışında, bir çocuğun gülüşünde, rüzgârın fısıltısında, inandığımızı sandığımız Tanrı’nın ellerinde, masum olan ne varsa her şeyin yitirilişinde, benim artık tüm kayıpları önemsemediğim ruhumda… Esiri olduğum her anın içinde benimle yok olup gidiyor. Zaman, bir yanılsama olarak benim benliğimde tükeniyor. Bir yanılsama olarak tüm yaşamda var oluyor.
Küçücük bir çocuk olduğum zamanlardan büyüdüğümü sandığım her anımda. Ve yaşlandığımı varsaydığım her saniyemde. Minik bir kıvılcım oluyor zaman, yaşamış olduğum her anın içinde sönüp giden geçmişimde. Belki de göremeyeceğim geleceğimden hep bir kaçışım, kendimden, kendi gerçekliğimden vazgeçişim. Belki de kaçarken zamanın tam ortasında kendime yakalanışım. Zaman, bekleyip de hiç gelmeyeceğini bildiğim sevgilim benim, içimde yarım kalan ve hep anacağım bir hayalet sevgili.
Koca bir insan oluşum, koca koca zamanları tüketişim. Koca bir insan oluşum, çocukluğumu geride bırakışım. Zaman, bir geride bırakılış oyunu, tüm kurguların yokluğunda. Zaman, benim içinde yaşadığım bir tutku. Bu tutkunun soyluluğunda kendimi arayışım, hep arayışım ama hep kayboluşum.
Hayatın bir kayboluş olduğunu düşündüğüm her bir kırık dökük düşümde. Yılları acımasızca çoğalttığım her yaşımda. Zaman, benim düşlemimde özgürlüğe kavuşuyor. Sonsuza uzandığım bir uçurumda. Tüm zamanlar, avucumda bir yitiriliş oluyor. Ve hangi geçmiş, hangi şimdi ya da hangi gelecek… Bu mahsur kalmış benliğimde hep aynı yollara çıkıyor. Her an bir yarım kalmışlık, her an bir yarım bırakılmışlık. Hem de öylesine pervasızca bir tutuluş ki… Zamanda hapsolmuş varoluşa asılı benlikler.
 
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...




Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta