|~“Di yeter Erdal hadi! ”
“Di yeter da(h) a! ”
Zavallı kadıncağız bu şekilde var gücü ile bağırdıkça bizler hayallerimizle oluşturduğumuz erotik görüntüler karşısında kıkırdayıp duruyorduk.~
Evimizin hemen bitişiğindeki bahçe duvarlarını bizim bahçemizin arka duvarından yararlanarak tamamlayabilmiş dört kişilik göçmen bir ailenin inanılmaz öyküsünü dinlemeye hazır mısınız?
Aralarında mektep medrese görmüş tek bir kişinin bulunmadığı bir aileydiler.
İki delikanlı ve anneleri, yani evde üç kişi genetik bir sorun nedeni ile peltek olduklarından konuştukları son derece zor anlaşılıyor, babaları ise bu anlaşılmaz cümleleri ezberlediğinden ailesi ile anlaşabilme zorluğu çekmiyor, kelimenin tam anlamı ile bu garip dört kişi yuvarlanıp gidebilmeye gayret ediyorlardı.
Onlarla komşu olmak çok kolay değildi. Pişireceğimiz yemeğin kokusunu bile hesaplar, canlarının çok isteyip de sahip olamayacakları yiyecekleri ya pişirmekten vazgeçer ya da biraz bol kepçe tutup tadımlık da olsa ikram edebileceğimiz şekilde pişirirdik.
Zaman zaman bahçemizdeki bazı araç gereçlerin azaldığını, bu araç gereçlerin onların evlerindeki veya bahçelerindeki herhangi bir mekanda kullanıldığını görürdük. Bunun adının hırsızlık olduğunu, bir daha böyle yapmamalarını, gereksinimleri olduğunda istemelerini, eyer bizde fazla ise mutlaka onlara verebileceğimizi ama bizim de gereksinimimiz varsa bu dağ başına araç gereç taşımanın çok kolay olmadığını anlatmaya çalışır, başlarını önlerine eğip, yarı mahcup, yarı perişan bizleri dinlerlerken özürlerini kabul ederdik.
Yerleşim merkezinin epey dışında yaşayan ve birbirisi ile asla uyuşamayacak olan iki ayrı insan kümesi zorunlu komşuluk yapacaklardı. Biz bunun bilincindeydik. Bu nedenle orta yolu bulmamız şartı. Bu orta yolu bulmak da elbette bileği biraz daha güçlü olana düşüyordu.
Komşumuzun delikanlıları epey büyümüş evlenme çağına gelmişlerdi. Fakirlik alıp başını gitmiş olsa da temel iç güdüleri onları dürttükçe dürtüyor, sık sık evlilik konuşmaları peltek dillerde karmakarışık çakıl taşlarının çıkardıkları seslere benzer sesler halinde dönüp duruyordu.
Tencere yuvarlandı kapağını buldu hesabı, büyük delikanlı; köyün alt ucuna sığınmış, aynen kendileri gibi perişan bir yaşama mahkum edilmiş, başka bir ailenin kızına talip olmadan önce de tüm köyün diline düşecek o macerayı yaşamıştı.
Ege’nin incisi, güzeller güzeli büyük ketinde çok güzel bir kız görmüş, parkta-bahçede buluşmuş, aşık olmuş, evlik teklifi kabul edilmiş ve inanılmaz bir tezlikte evlenivermişti.
Dört kişi yerine artık beş kişi olmuşlardı. Dört kişiye yeten çorba elbette beşinciye de yeterdi. Gelin kız da “aman ne güzel bir şeydi öyle. Allah’ım bu peltek oğlan bunu nereden buldu. Hadi buldu bu kız bu pelteğe niye gelin geldi? ”
Dedi kodu tatlı, şekerden baldan tatlı, hem de nasıl tatlı…
-Gızlar duydunuz mu? Huuu! Fırıldak gözlü fettan yosma Kemal’i gomuş(bırakmış) Kemal’in ahretliği Hayrettin’ınan (Hayrettin ile) mağaralara gaçmış (kaçmış)
-Nee? !
-He valla!
-Kemal’in karısı Hayrettin’e kaçmış.
-Vış anammm essah mı gızz?
-Valla.
-Belliydi bacım. Fettan bakışlının tekiydi. Şeherli yosma n’olacak…
….
İşte bu yeni dedikodu aşı kaynarken bizim Kemal delikanlı yaşadığı şokun da etkisi ile çok ani bir karar verip “davul bile dengi dengine” diyerek talip oldu Özlem kıza.
Hikayeye başlarken yazdığım gibi; Özlem kız da aynı perişanlığı köyün alt yamacında yaşayan bir başka göçmen ailenin kızıydı. Kemal hemşerisiydi. Kültürleri aynıydı. Fakirlikse aynı fakirlikti. Zavallı Kemal’in başına gelen de zaten pişmiş tavuğun başına gelmemişti. Evlenecekti peltek Kemal’le.
Özlem, Kemal ile evlenmeyi kabul eder de Kemal oğlan köyü çınlatmaz mı? Değil mi ki Özlem onunla evlenecek? Nispet olsun işte. Yapmaz mı bir göz yeni oda? Yapar tabi. “Aha kum. Ahana da tuğla. Gör bak nasıl da Özlem’i oturturum ben o yepyeni odada fettanın inadına.”
-Tut Kemal
-Uzat ana.
-Harcı karıştır Erdal.
-Kiremidi döşeycem (Döşeyeceğim) merdiveni uzat baba.
-Köy camisinden duyursunlar. Ormanda düğün yemeği var.
-He ya duyursun hoca efendi “Kemal ile Özlem’in düğün yemeği.”
Cami minarelerinden duyurulan bu haberle köy bir kez daha dalgalanmış, çoğu meraktan, bir çoğu da düğün dernek sevdasından yollara düşmüş, giyinmiş kuşanmış, köyün üst başındaki ormanın eteğini hıncahınç doldurmuşlardı. Bu garip hikayenin dedikodusuna daha neler eklenebilir diye her biri gözünü dört değil on dört açmışken çığırtkan bağırıp duruyordu.
-Muhtardan elli liraaa…
-Emine kadından bir havluuu…
-Süleyman dayıdan yirmi liraaa…
Fakir düğünün hediyesi de fakir olur elbette. Sunulan hediyelerde dişe dokunur, ele avuca gelir hemen hemen hiçbir şey olmamasına karşın çığırtkanın sesi, davulun sesine karışarak yeri göğü tutuyordu.
Kemal’i bırakıp Hayrettin’e kaçan fettan gelin bu karmaşadan en güzel şekilde yararlanmayı planlamış olacak ki Hayrettin’i da bırakıp başka bir bilinmeze kaçarken arkasında en ufak bir iz bırakmadı. Düğünsüz, derneksiz, türesiz ve törensiz teslim ettiği özgürlüğünü belki de koskocaman bir düğünle geri alabileceğini sanmıştı.
Ancak hikayemizin konusu bu Ege güzeli fettan gelin değil. O nedenle biz kendi gariplerimize dönelim.
Özlem adamakıllı bir kadın olmuştu. Evi, bahçeyi çekip çeviriyor, aklı pek çok şeye eriyor, düzen kuruyor, hayat daha bir yerli yerinde yaşanmaya başlanıyordu. Bu iyiye gidiş elbette Erdal’ı tetikleyecekti. O da evlenmek istiyordu. Onun da yaşı gelmişti. Hatta evleneceği kızı da bulmuştu ama ufak bir sorun vardı. Kız kendisine bir oda (Aslnda bir ev tabi ki) istiyordu. Ev olmadan olmazdı.
Erdal aşkının esiri olmuştu.
-Ana Fatma’dan başkasını almam bilesin
-Elde yok avuçta yok oğlum. Daha abinin (ağabeyinin) borçları bitmedi. Az bekle hele.
-Ya ya yapp ma E(r) dal tu(t) ma E(r) dal
-Ba ba bana ne ya. Kı(ya) mata(Kıyamete) gada(r) be be bek-le-yemem.
-Ev yapamayız oğul.
-A a ab-bim o-o-odayı ba(n) a versin
? ? ? ?
bu cümle ile bütün başlar Özleme çevriliyor, Özlem Kema’e bakıyor Kemal yere bakıyordu.
“Verelim Kemal” dedi
Hepsi birden başlarını kaldırıp Özlem’e baktılar. Sonra yeniden birbirlerine baktılar
Ve yeniden Özlem’e…
-Verelim Kemal. Altı üstü bir göz oda. “Erdal sevdiği kızı bir oda yüzünden alamadı” demesinler. Bu köyde zaten milletin diline binlerce nohut doldursan biri bile ıslanmaz. Bir de Erdal’ı ağızlarına sakız etmesinler. Zaten yakında bebeler doğacak biliyorsun. Doktor “ikiz” dedi. İki bebekle biz bir göz odaya zor sığarız. Köyde terkedilmiş bir sürü ev var. Ucuz ucuz kiraya veriyorlar. Elbet Allah kerim. O kirayı da ödetir bize.
Erdal peltek dili ile “sağ ol” diyecekti ama dili öylesine dolaşmıştı ki sadece salyalar sıçrıyor “sol aol aoll” gibi bir şeyler geveleyip duruyordu.
Nişan yapıldı. Bin dedikoduya bin bir tane daha eklendi.
-Aman ne bulunmaz bir bursa kumaşı bulmuştu bu Erdal.
-Haspama bir şey beğendirmek de mümkün değil.
Oradan buradan borçlar alındı. Bohçalar yapıldı. Kına karıldı. Mum yakıldı. Çerez dağıtıldı. Borçlar biraz daha kabardı. Düğün tutuldu.
-Davul olmaz. Orkestra isterin (isterim) ben
Ormanda orkestra(?) …
-Maşşalalhhh
-Maşallahhh
-Kuranın altından da geçirin.
-Eşikte testi kırıldı mı?
-Damdan çerez döküldü mü?
-Bereket parası saçıldı mı?
-Neler neler biliyormuş bu kız tarafı ya Hu.
-Çok görgülü bacım coook…
-Allah’ım meğer ne adetler varmış.
Gelin arabasının önünü kesen çocuklara bir iki tokat atıldı. Kel başa şimşir tarak uyduruldu. Fatma gelinin istekleri yapıldı. Orkestra arabesk çaldı. Altı sekizlik göbekler atıldı. Hepsi uygunsuz, hepsi yersizdi ama hepsi de bir biçimde yapılıyordu.
O gözleri işte bu keşmekeşin içerisinde gördüğümde kız kısmının yüzüne tüm ömrü boyunca sadece üç kez bakıldığı öyküsünü anımsadım. Bu öyküye göre bir kızın tüm ömrü boyunca yüzüne sadece üç kez bakılırmış. O nedenle de bu bakılma zamanlarında kızlara beyazlar giydirilirmiş.
Birincisi doğduğu gün. O gün kız bebeği hemen beyaz bir kundağa sararlarmış
İkincisi evlendiği gün. O gün kızları beyaz gelinliklere büründürürlermiş.
Üncüsü de malum kefene sarıldığı ölüm günü.
İşte ben o iki kara ve koca hain gözü bembeyaz bir gelinliğin içinde görüyordum.
“Gelinliğin yakışmayacağı hiçbir kadın yoktur” derler ama bu kız ki aslında tek tek baktığınızda her hali ile çok çok güzel bir kız olmasına karşın, o gelinliğin içerisinde hain bir canavar görüntüsü veriyordu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi.
Elimde olmadan duygularımı yanımdakilerle paylaştım
Bu gelin kızın bakışlarındaki hainlik duygusunu sadece ben mi alıyordum yoksa onlar da benim gibi mi düşünüyorlardı? Çok kötü bakıyordu. Eve, evdekilere kötü bakıyordu. Ağaçlara, sandalyelere kötü bakıyordu. Göbek atarken bile bir şeyleri kontrol ediyor bir şeyler hesaplıyor gibiydi. Off ya ben ne kötü bir insandım. Aslında su gibi bir kız. Tabi yaşlandım. Kıskanıyorum kızın güzelliğini. İncecik, dal gibi bir gelin işte. Kara kaş, kar göz, diri, sağlıklı… Kıskanç ben ne olacak.
-Ama çok kötü ve hain bakmıyor mu gerçekten?
-Sus be. Ne kötü bakması. Sadece sağır. Duymuyor zavallı.
-Duymuyor mu?
…
Bu evliliğe böyle tanık olmuştum.
Düğün gününün üstünden fazla zaman geçmeden gelin kız her gün olmadık gerekçeler uydurup kavgalar çıkarmaya başladı. Zavallı, konuşmayı beceremeyen kaynanası, yarım dili ile peltek peltek bir şeyler anlatacak olduğunda öyle yüksek bir sesle azarlanıyordu ki, bir kıyıcığa pusup sinmek zorunda kalıyordu. Fatma duymadığından zaten her lafını bağırarak ifade eden birisiydi. Azarlamaları da gerekten dayanılacak cinsten değildi. Erdal’a da laf geçirmek imkansızdı. Evliliğin zevkli yanının tadı onu öylesine etkilemiş olacak ki gelin kız “herkesi öldür” dese Erdal öldürebilirdi
O çok meşhur bir göz odaya giriyorlar, akşamlar dönüyor, sabahlar tükeniyor, odadan çıkmak nedir bilmiyorlardı. Sofra hazırlayan zavallı anneleri Erdal’a sesleniyor, saf saf “di hadi yete(r) Erdal” diye peltek peltek son ses bağırıyor, bizler de bu cümleye gülmekten kendimizi alamıyor ama kadıncağızın zavallılığına da acıyorduk,
-Di hadi yete(r)
-Erdal!
-Erdaaaalll!
! Ah Erdal.
Büyük bir mandalina bahçensin bekçiliğini yapan Halis efendi, o akşam evine epey düşünceli geldi. “Hanım” dedi “patronla konuştum. Bahçede bir araba var ya, onun kasasında kalayım. Gece de beklerim bahçeyi dedim. Ne dersin benimle gelip orada kalır mısın? .”
Kasa dediği basit, derme çatma kapatılmış, çok eski bir araba kasaydı. Her Allah’ın günü olmadık gelin kaynana kavgalarından bıkmış olan zavallı Hatice hanım bu öneriyi hemen kabul etti. Bir iki battaniye, uyduruk bir döşek, üç beş parça bir şeyler toparlayıp mandalina bahçesin yolunu tuttular.
Fatma gelin nihayet amacına erişmiş, mekanın tamamına,yani iki göz odanın ikisine de sahip olmuştu. Pek bir havası yerine gelmiş, kafasına doladığı afili türbanları daha bir gösterişli halde iğnelerle iğneleyip şekilden şekle sokmaya başlamıştı.
Köyün alt başında Kemal, karısı ve ikizleri ile bir biçimde hayatı devam ettiriyorken ara sıra anasını babasını anımsıyor, portakal bahçesinin yolunu tutup onlara bir iki parça bir şeyler götürüyor, hatta nadiren de olsa sucuk aldığı bile oluyordu.
Birkaç gün önce yine bahçeye gitmiş, sucuk götürmüş, “mangal yapın bahçede çay için” demişti. “Havalar da iyiden iyiye soğumaya başladı üşütmeyin” diye eklediğinde de babası ona müjdeyi vermişti.
-Patron bize ev yaptıracak oğul
-Essah(sahiden) mı?
Patron gelip de bu iki zavallı karıkocayı bir araba kasasının kıyıcığına sıkışmış görünce “Bu böyle olmaz. Bahçenin kenarına size bir oda yaptırayım. Burada rahat rahat yaşayın” demiş hatta gerekli malzemeyi de getirtmişti. Bir iki hafta içerisinde adam gibi çatısı olan bir damları olacaktı. Artık o Fatmalı eve dönmeyeceklerdi. Kemal istiyorsa babalarının odasına yerleşebilirdi.
Kemal bu durumu Özlem’le konuşmuş Özlem de “kira vermekten iyidir. İkizlerin bakımı kolay değil” demiş, yavaş yavaş da toparlanmaya başlamıştı.
Kemal yeniden bahçeye gidip anasına babasına kararlarını açıklayacak hem de inşaatın durumuna bakacaktı.
Gitti
-A A Anaaaa! … Ba ba baaa! …
-Ba ba baaaaaaaaaa! …
-Huuu bab aaa! …
- Allah Allah buların ikisi birden nereye gittiler?
Aklından geçirdiği cümlelerin peltek olmamasına sevinirdi hep.
Portakal ağaçlarının arasındaki eski araba kasasına doğru yönelirken gözleri ile de bahçeyi kolaçan ediyordu.
Yoktular
Kasaya yaklaştı. Kafasını uzattı.
Aa a ikisi de yatıyorlardı.
Ana kızzz
Ba ba aaaa
Dürttü olmadı
Sarstı olmadı
Olamazdı…
-Anaaaaaaaaaaaa!
-Babaaaaaaaaaaaaaaa!
-Oy anam oyyy oy garip babam..
Savcı ve doktor konuşuyorken anlamıştı işin gerçeğini
“Karbon zehirlenmesi” dedi doktor. “Üşümüşler, sucuk pişirdikleri mangalı içeri almışlar, ikisi de zehirlenmiş ve ölmüş zavallılar.
-Ö(l) omüş!
-İkisi de Ö(l) müş!
-Anaaaaaaaaaaaaaa!
-Babaaaaaaaaaaa!
…
Köyde yapılan cenaze töreninde en çok patron ağlıyor, “Onlara ev yapacaktım. Onlara ev yapacaktım” diyerek vicdanını rahatlatmaya çalışıyorken Fatma gelinin o hain bakışları yüzünde iki simetrik karbon karası olmuş, duymadığı sesleri dudaklardan okuma gereği hissetmeden duruyordu. “Ev hepten bana kaldı diye” içinden geçirip geçirmediği konusunda bir bilgim yoktu tabi ama Özlem gelinin geri gelmesi ile bitmez tükenmez bağrışmalar yeniden başladı.
Her şey yeniden kavga sebebiydi.
Fatma gelin de doğurmuştu. Bağrışmalara çocuk viyaklamaları karışıyor, orman bu karmakarışık, yarısı peltek yarısı Türkçe, arada bir iki kelimesi Kürtçe sözcüklerle çınlıyor, vahşi hayvanlar bile bu vahşi insandan uzaklaşmanın yolunu arıyorlardı.
Ön cephede oturan bizler, yaz mevsiminin gelmiş olmasına ve havanın da iyiden iyiye ısınmış olmasına karşın bütün camlarımızı kapatmaktan başka bir yol bulamıyor, Fatma gelini susturamıyorduk.
O gün köyün meydanında Pazar kurulmuştu. Özlem gelin bebeklerini uyutup Pazar alışverişine çıkacaktı. Fatma gelin bağırıp çağırmaya başlayınca “sus” diye işaret etti. bebekleri uyutup pazara çıkacağını el kol işaretleri ile anlatmaya çabaladı. “Sus ve git ne istiyorsan onu yap.”
Fatma gelin aniden yapmayacağı bir şey yaptı ve sustu. Belli ki bu kez dudakları okumayı ihmal etmemişti.
Öğlen vakti epey geçmiş ama henüz akşam olmamıştı. Fatma gelin kucağında kendi bebeği ile köyün meydanına doğru yöneldi. O hain gözleri yine köşe bucak her yeri kontrol etmekten geri kalmıyor sanki birisini arar gibi fıldır fıldır dönüyordu. Nihayet köyden birilerini gördü.
“Yaktım” dedi “Hepsini yaktım.”
-Neyi yaktın kız?
-Özlem’i de piçlerini de yaktım.
Fatma gelini duyanlar önce anlamadılar.
Ama ormandan yükselen dumanı görünce çığlığı bastılar.
Orman yanıyordu.
İtfaiyeeeeeeeeeeeeee!
Evet Fatma gelin, Özlem gelinin gideceğini duyunca susmuş odasına girmişti. Bebekleri uyutmak için evde olduğunu bildiğinden evin dört etrafına gazyağını dökmüş çocuğunu kucaklamış ve ateşi vermişti.
Ön cephede bizler ilk alevlerle itfaiyeyi aradığımızda iki göz ev adamakıllı yanmaya başlamıştı … bizim hortumların baş edeceği cinsten bir yangın değildi. Köyümüzdeki en büyük şansımız orman söndürme filosunun helikopter alanına sahip olmamızdı. İlk telefonla hemen helikopterler havalanmış ve ardı ardına evlerimizin üstüne tuzlu deniz suyu boşaltılmaya başlanmıştı.
İtfaiye bizim evlerimizi ve ormanı tam anlamı ile kurtardı. Ama o iki göz oda inanılmaz bir biçimde kül yığını halini aldı.
“Özlem gelin ve bebekler…” diye yalvardık itfaiyecilere
“Girmeyiz hocam. Yangın çok hızla ilerlemiş. içeri girilecek gibi değil. Girsek de çoktan ölmüşlerdir.” diyerek bize açıklamalar getirmeye çalışıyorlardı ki Özlem gelinin çığlıklarını duydum
“Oyyyy evimi yakmış o.spuuu”
İlk kez bu sözcüğü sevdim. “Özlemmm” dedim
Özlem bebeleri kucağında küfrün birine bin ekliyor savurabildiğince küfür savuruyordu.
“Özlem sen evde değil miydin? ” diyebildim.
“Değildim abla. Fatma cır cır cırlayınca çocukların uykusu kaçtı. Ben de kızdım aldım ikisini de cadıya görünmeden orman yolundan anam gile gittim. Helikopterler kalkınca ve dumanları da görünce yalım yapalak buraya kadar koşmuşum. Oyy evim barkım yandııı oyyyyy…”
Özlem ağlıyor, bağırıyor, küfür ediyordu ama ben ikiz bebeklerin şaşkın bakışlarındaki göz bebeklerinin canlı canlı dönmelerinden duyduğum mutlulukla için için sevinçten uçuyordum.
…
Özlem gelin 6 ay kadar çadırda yaşadı.
Hayır kurumları tüm eşyalarını aldı.
Kızılay onlara yanan evin yerine güzel bir ev yaptı.
Yapılan evin arsasının gerçek sahibi ortaya çıktı. Arsa işgali nedeni ile mahkeme açıldı.
Fettan gelin Hayretin’den hamile kaldığı bebeği Hüseyin’in evinde, Hüseyin’den hamile kaldığı bebeği Şemsettin’in evinde derken ardı ardına dört bebek doğurduktan sonra doğurmamayı öğrendi.
Bebeklerin hiçbirisine babaları sahip olmadı. Fettan da onları yetiştirme yurtlarına yerleştirdi. Kenar mahalle gazinolarında göbek atıyorken bikinisinin kenarına para sıkıştıran muhtar onu tanımazlıktan geldi.
Fatma gelini orman müdürlüğü mahkemeye verdi.
Astsubay ve subay olan akrabaları doktor aradılar. Fatma geline rapor alıp cezadan kurtardılar.
Erdal nihayet boşanma davası açtı.
Erdal’dan olma Fatma’dan doğma Yusuf bebeği devlet ne anneye verdi ne de babaya verdi.
O da şimdi bir başka yetiştirme yurdunda.
Geçen gün Erdal’ın evlenmek istediğin duydum. İzninizle ben bir kızılcık sopası yaptırmaya gidiyorum.
Kayıt Tarihi : 19.1.2011 21:51:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!