Kız Kuşu... Şiiri - Osman Şener

Osman Şener
232

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Kız Kuşu...

Köyde doğmuşum; Anadolu’da bir köyde. Hüznün kucağında bulmuşum kendimi doğar doğmaz. Hüznün kucağında büyümüşüm…

Aklım ermeye başladığında, ilk fark ettiğim şey yoksulluğumuzdu. Yoksulluk ve hüzün… Biri babamda, diğeri annemde vücut bulmuş gibiydiler. Kalbime işleyen… Kalbimi işleyen iki bilge çiftçi gibiydi yoksulluk ve hüzün. Koca Yunus’un tabiriyle, ete kemiğe bürünmüş, babam ve annem olarak görünmüşlerdi sanki. Göremediğim ise o iki perdenin gerisinde cevelan eden iman, irfan ve aşk güneşiydi ki hüzün ve yoksulluk onlar sayesinde asalet sahibi oluyorlar, hayatımız onlar sayesinde huzurla ve sevgiyle doluyordu.

Uzun kış gecelerinde akşamları, köydeki her yetişkin erkek gibi babam ve ağabeylerim köy odasına giderlerdi. Ben de annemle beraber evde kalırdım. Komşularımızla bir aile gibiydik. Birbirimize teklifsiz gidip gelirdik. Beyler köy odalarına gittikten sonra annemle ben de bu komşulardan birine giderdik. Veya onlardan biri veya bir kaçı bize gelirlerdi. Kadınlar, kızlar, çocuklar… Toplanırdık ocağında ateş yanan bir odada. Büyükler kendi aralarında sohbete koyulur; genç kızlar gözden uzak bir köşeye çekilip el işleriyle uğraşırlardı hülyalı hülyalı. Aralarındaki fiskoslar, manalı manalı gülüşmeler dikkatimden kaçmazdı. Biz çocuklar da ya oyunlar oynardık aramızda, yahut yaşlı olduğu için sürekli ocak başında oturan Fadime Nene’nin etrafını çevirip, anlattığı Keloğlan’lı, kurtlu- kuzulu, eşkıyalı masalları ve hikâyeleri dinlerdik; gözlerimiz fal taşı gibi açılmış olarak… Rüzgârın mevsime uygun olarak icra ettiği fon müziği sayesinde, Fadime Nene’nin kendine mahsus üslubuyla anlattığı masallar ve hikâyeler, esrarengiz bir havaya bürünür, hayal gücümüzün de etkisiyle bizi alır olağanüstü âlemlere uçururdu.

***

O sene şiddetli bir kış geçirmiştik. Evlerin önü kar kürtükleriyle dolmuş, saçaklardan kocaman kocaman buzlar sarkmıştı. Her kış olduğu gibi Deli Derviş yine bizim evin bitişiğindeki köy odasına yerleşmiş ve her akşam yine uzunca bir “Huuu..” çektikten sonra, “Dünyaya kanma Şevkiii! ...” Diye çınlatmıştı köyü, davudi sesiyle. Deli dediysem gerçekten deli değildi tabiî ki. Sıra dışı hal ve hareketlerinden dolayı ona bu lakap takılmıştı.

Biz üç erkek kardeştik. Kız kardeşimiz yoktu. Olmuş ama yaşamamışlar. En büyüğümüz Mehmet Ağabeyimdi. “Seneye askere gidecek” diyordu babam laf arasında. Ortancamız Hasan Ağabeyim, iki yaş küçükmüş Mehmet ağabeyimden. En küçüğümüz de ben. İlk güzün üçünde altı yaşına girmişim anneme göre.

Kardı, tipiydi derken bahar gelmişti sonunda. Bahar geldiğinde yemyeşil olurdu köyümüz. Koyun, kuzu, bağ, bahçe derken, annem nerede, ben orada olurdum hep. Kuzular… O masum, o şirin şeyler, en büyük zaafımdı. Birde köpeğimiz Alaca. Eskilerin tabiriyle, ismiyle müsemma bir köpekti Alaca. O en sadık dostumdu. Birkaç saat bir yere gitsem, dönünce kapıda karşılar, üzerime atılıp yüzümü yalar, olmadık şaklabanlıklar yaparak beni gülmekten kırar geçirirdi.

Baharın gelmesiyle birlikte Mehmet ve Hasan ağabeylerim kazma-kürek, bağlara gitmeye başladılar. Babam hasta ve yaşlıydı. Ağır işlerde çalışamıyordu. Ama yine de ağabeylerimle beraber o da gidiyordu bağlara. Git gel derken bağlarda yapılması gereken işler bitti. Hasan ağabeyim öküzlerimizi otlatmaya, Mehmet Ağabeyim de bahçe işleriyle uğraşmaya başladı.

***
Son günlerde annem sık sık: “Bir gün Bekir’le bağlara gitsem de biraz yaprak toplasam…” Demeye başlamıştı. Nihayet o gün gelmiş olmalı ki bir kuşluk vakti, birlikte bağlara gitmek üzere yola koyulduk.

Pırıl pırıl bir gündü. Köyü çıktıktan sonra, zümrüt yeşili tarlaların içine dalarak, yemlik toplamaya başladı annem. Ben de uçuşan kelebeklerin peşine takıldım. Onları kovaladım durdum ekinlerin içinde. Sonra usanıp bıraktım. Dalgın dalgın yürürken bir tavşan fırladı önümden. Ardından bir keklik sürüsü havalandı. Tavşanın fırlaması, kekliklerin pır diye aniden havalanması beni çok korkutmuştu. Can havlıyla annemin kucağına atlamış, annemin katıla katıla gülmesine sebep olmuştum.

Bağlara vardığımızda, bizi bir karga sürüsü karşıladı. Büyük bir gürültüyle üstümüzden geçerek, ilerideki ağaçlara kondular. Nihayet bizim bağa gelmiştik. Bağımızın alt tarafında iki büyük kavak ağacı vardı. Dibinde bir süre oturup dinlendik. Sonra annem kalkıp yaprak toplamaya başlamıştı ki gözüm rengârenk, güvercin büyüklüğünde bir kuşa takıldı. Hayranlıkla baka kaldım. Gözümü kuştan ayırmadan tökezleye tökezleye annemin yanına vardım ve eteğini çekiştirerek: “Ana! Şu kuş ne kuşu? ” Diye sordum. Annem, elinde bir tutam yaprak, başını parmağımla işaret ettiğim yere çevirdi: “Ha o mu? Ona Kızkuşu derler oğlum.” Dedi. Kuş kendisinden bahsettiğimizi anlamış gibi tedirgin oldu, bir süre sonra da uçup gitti. Kavağın dibine oturdum. Kumluktu. Bir süre kumlarla oynadım, kavağa tırmanmaya çalıştım. Arada sırada Kızkuşu’nun konduğu dala baktım durdum ama bir daha gelmedi. Annem hafiften bir türkü tutturmuştu. Bu türküyü kışın çorap, kazak gibi örgü işleri yaparken veya yazın yayık yayarken de mırıldanırdı:

“Ziyamın atını bazara dutun
Gelen geçen Ziyam ölmüş desinler…”

Bir süre sonra, yeteri kadar yaprak toplamış olmalı ki kendi kendine “Yeter bu kadar”dediğini duydum. Sonra yanıma geldi. “Acıkdın mı kuzum, azığımızı yiyelim mi? ” Diye sordu. O anda gerçekten çok acıktığımı fark ettim. Biraz da nazlanarak boynumu eğip; “He ana, çok acıkdım…” Dedim. “Essah mı kuzuum.. kara gozlüüm? … Anası, yesin kara gözleriniii! ...” Diyerek yüzümü avuçlarının arasına aldı ve bütün şefkatiyle, gözlerimin içine derin derin baktı. Yanağıma bir öpücük kondurdu. Sonra önlüğündeki yaprakları daha önce hazırladığı genişçe bir bezin üzerine döküp onu çıkın yaptı. Kavağın dibine koydu. Azık çıkınını alıp, elimden tuttu. “Hadi! ...” Dedi.

Yukarı doğru yürümeye başladık. Gide gide bir pınara ulaştık. Pınarın başında bir ahlat ağacı vardı. Ahlatın gölgesine oturduk. Annem elindeki çıkını açtı. İçinde yufka, çökelek, yolda topladığı yemlikler ve küçük bir kâğıt parçasına sarılmış bir miktar tuz vardı. Yemlikleri bir güzel yıkadı, tuzladı. Çökelek, yemlik, yufka… İşte sana mükellef bir öğle yemeği. Nevalemizi yufkayla dürüp dürüp yedik. Buz gibi sulardan da içtik. Ooh! Değme gitsin keyfimize…


Yalnız bir şey vardı bu mutluluğumu gölgeleyen: Kızkuşu! Ah birde o kuşu yakalamış olsaydım var ya! …

***

O günden sonra aklımdan hiç çıkmadı o Kızkuşu. Kafama koymuştum; onu mutlaka yakalayacaktım. Bunu o kadar çok istiyordum ki tarif edemem.

Her bağa, bahçeye gittiğimizde, gözlerim ağaçlarda Kızkuşu arıyordu hep. Ama nafile. Hayal mi görmüştüm acaba. Çünkü defalarca aramak için yollara koyulmuş, her seferinde yorgun argın, hayal kırıklığı ile dönmüştüm eve. Yoktu Kızkuşu diye bir şey. Yok… Yok… Yok…

Aradan bir yıl geçti geçmedi, tam umudumu yitirmiş, aramaktan da vazgeçmiştim ki köyün kuzeyinde bulunan derenin kenarında gördüm onu. Bir söğüt ağacındaki yuvasına tünemiş uyuyor gibiydi. Çok yüksekte değildi yuvası. Kolayca ulaşabileceğim bir yerdeydi. Söğüdün dereye doğru yatık olması da işime kolaylaştırıyordu. Heyecanımı yenmeye, nefesimi tutmaya çalışarak ağaca sessizce yaklaştım. Budaklara basarak birkaç adım attıktan sonra yuvaya eriştim. Kuşun arkası bana dönüktü. Ağaca iyice abandım. Hemen iki elimle birden kanatlarına bastırarak onu yakaladım. Yakaladım yakalamasına ama düşmemek için kendimi zor tuttum. Dengem bozulduğundan değil, hemen burnumun dibinde tutmak zorunda kaldığım kuşun o iğrenç kokusu yüzünden. Neredeyse bayılacaktım. Öylesine pis bir kokuydu ki bu. Kuşu hemencecik bıraktım ve ağaçtan aşağıya indim… “Zâhire kanma Şevkiii! ...”

Birden irkildim. Sesin geldiği tarafa baktım Deli Derviş! Derenin öbür yanında çimenlerin üstünde oturuyor. Bir süre bakıştık. Sonra, bu garip kıyafetli, kırçıl sakallı adamdan korkarak hızla uzaklaştım oradan.

O gün akşama kadar somurttum durdum. Alaca bile yüzümü güldüremedi.
Annemin bütün ısrarlarına rağmen yemek de yemedim. Sedire uzandım. Uyumuşum...

Çocukluğumun ilk hayal kırıklığını yaşamıştım. O yıl hayatımda ilklerin yılıydı sanki. Mehmet Ağabeyim askere gitmiş, bütün işler Hasan Ağabeyimin üzerine kalmıştı. Bu yüzden o bahar ilk defa öküzlerimizi otlatmaya ben götürdüm. Bir yaz boyu onları otlattım. İlk kez, düven sürdüm, sergi bekledim. Bu arada bizzat kendim gidip ilkokula kaydımı yaptırdım.

Çalışkan ve meraklı bir öğrenciydim. Okumayı seviyordum. Kısa zamanda öğretmenimin gözde talebelerinden biri oldum. İlkokul yıllarım kışın okulda, yazın hayvan otlatarak geçti. Ha, bu arada uzaktan da olsa bir akşam vakti köyümün bağlı olduğu ilçeyi gördüm. Işıl ışıl uzaktan uzağa sanki göz kırpıyordu bana. O zamanlar köyde elektrik nerede? Gaz lambalarının hatta idare lambalarının ışığında ders çalışıyoruz. Kızkuşu’nu unutmuştum ama şimdi de o ışık beni cezbetmişti. O ışığın olduğu yere gitmek, o ışığın olduğu yerde yaşamak giderek en büyük arzum haline geldi.

***

İlkokul bitmişti. O yazın sonlarına doğru avare avare dolaşıyordum köyün içinde. Bir ara setenin yanında kıyafetlerinden şehirli oldukları anlaşılan bir ailenin durduğunu gördüm: Şık giyimli bir hanım ve bey, yanlarında da ben yaşlarda iki kız ve bir erkek çocuk vardı. Kızlardan biri yukarı mahalleden Hacer hanımın kızı Nigardı. Beraber okumuştuk ilkokulda. Diğerleri de şehirli çiftin çocukları olmalıydı. Merak edip yaklaştım yanlarına. Bu arada sol ayağını sürüye sürüye Deli Nadir geldi. Deli Nadir bizim köylü değildi aslında. Arada sırada uğrardı bizim köye. Zararsız bir deliydi. Siğaraya çok düşkündü. Onun dilinde sigaranın adı cuva’ydı. Sol gözü yumuk, sağ eli sol elinin içinde ve çenesine dayalı olarak sürekli hareket halinde. “Cuva… Cuva… Cuva…” Diyerek geçti yanımızdan süratle. Çocuklar gülüştüler onun don gömlek haline. Şehirli kız şöyle bir ara dönüp baktı bana bu arada. Aman Allah’ım! Yemyeşil bir çift göz… Bir tuhaf oldum. İçim eriyor, gözlerim kamaşıyor, kulaklarım uğulduyordu. Utanıp başımı eğdiğimi hatırlıyorum. Kulaklarıma kadar kızardığımı da… Yürüyorlardı… Peşlerine düştüm. Uzaktan uzağa, onlarla hiçbir ilgim yokmuş gibi takip ediyordum. Hacer teyzenin evinin önünde durdular. Adam: “Kız Nigar, ananı çağır da bir an önce gidelim…” Dedi. Nigar bir taraftan koşuyor, bir taraftan da: “Anaaa! … Anaaa! … Dayım seni çağrıyooo! ” Diye bağırıyordu. “Geldim... geldim! ” Dedi telaşla Hacer Hanım içerden. Elinde bir üzüm sepetiyle çıktı evden. Sepette bir azık çıkını vardı. Yürüdüler… Köy meydanından yukarı tırmanıp bağlara yöneldiler. Bende peşlerinde…

O gün nerdeyse ikindiye kadar o bir çift yeşil gözün cezbesiyle çevrelerinde dolaşıp durdum aç susuz. Bir ara küçükken annemle birlikte gittiğimiz pınarın yanında buldum kendimi. Biraz su içip, yüzümü yıkadım. Gitmek için tam geriye döndüğümde… Burun buruna geliverdik şehirli kızla. Ah o yeşil gözler! .. Tam karşımda. Kayıtsız kayıtsız bakıyordu bana. Kızın elinde bir dürüm vardı. Ağzındaki lokmayı çiğniyordu. Kaşlarını çatıp: “Çekilsene önümden be! ...” Dedi, cırtlak bir sesle. Şaşkınlıkla kenara çekildim yavaşça. Eğilip su içti tek eliyle lüleden. Dürümünü tekrar ısırdı. Bana döndü bu arada. Ben sessiz ve şaşkın bakıyordum sadece. O da bana bakıyordu. Hâlâ kaşları çatıktı. Sonra, birdenbire dilini çıkardı dışarı. “Ööö! ” Diye garip bir ses çıkardı, sonra da suratıma tükürüverdi. Ağzında vıcık vıcık olmuş lokma, suratıma yapıştı. Kızlı erkekli kahkahalar çınladı kulağımda. Gözlerim karardı. Kızkuşu’nun kokusu doldu genzime. Deli dervişin sesini duyar gibi oldum belli belirsiz. “Zâhire kanma Şevkiii! ...”

Kendime gelip gözlerimi açtığımda müşfik, garazsız ivazsız bakan, mütebessim bir çehreyle karşılaştım. Deli Dervişin gözleriydi bu… Pınarın başında bulunan ahlat ağacına yaslanmış oturuyordu. Ben de, başım onun dizinde, sırt üstü yatıyordum. Beni pınarın ayağından buraya taşımış olmalıydı. Onu hiçbir zaman bu kadar yakından görmemiştim. Dikkat ettim… Garip ama annem gibi bakıyor bana. Gülümseyerek bakıyordu öylece, hiç konuşmadan. Doğrulmaya çalıştım, yardım etti, ahlata sırtımı dayadım. Üstüm başım çamur içindeydi. Olanları bir bir hatırladım. İçim yandı, gözlerim doldu... Başımı kollarımın arasına aldım… Dizlerime kapanıp sarsıla sarsıla ağladım… Ağladım…

Ne kadar ağladım bilmiyorum. İyice bitkin düşmüş ve yorulmuştum. Açlıktan içim kıyılmıştı. Başımı kaldırdım. Deli Derviş yoktu. Etrafta kimsecikler yoktu. Yanı başımda o güne kadar hiç görmediğim türden yarım bir ekmek duruyordu. Sevinerek ekmeğe yapıştım. Öyle lezzetliydi ki büyük bir iştahla yiyip bitirdim. Doymuş, kendime gelmiştim. Elbisemdeki çamurlar kurumuştu; ovup temizledim. Elimi yüzümü yıkayıp biraz da su içtikten sonra köye dönmek üzere yola koyuldum.

Güneş batmak üzereydi.

***

Aradan bunca zaman geçti, bu olaydan hiç kimseye söz etmedim. Deli Derviş de sırrımı ifşa etmedi. O yeşil gözlü kızı bir daha ne aradım ne de sordum. Ama zaman zaman, o bir çift yeşil gözün derinlerde bir yerde, saplanmış bir bıçak gibi durduğunu hissettim.

Babam beni ilçedeki ortaokula kayıt ettirdi. Orada da umduğumu bulamamıştım. Ama sabredip okudum. Ortaokul, lise, üniversite derken nice kızkuşlarıyla karşılaştım. Görünüşe kanmayacaktım ama… İnsanız işte... Gaflete düştüğüm anlar oldu yinede. Ancak hiç biri çocukluğumdaki kadar etkilemedi beni. Kızkuşları hayatın bir parçasıydı; bunu öğrenmiştim. Onlarla yaşamayı da öğrendim.

Yıllar sonra gelip oturduğum bu pınarın başında, o eski günleri bütün ayrıntılarına kadar hatırladım. Bunu çocuklarıma anlatsam yararlı olur mu acaba? . Evet anlatmalıydım…

***

“Dünyaya kanma Şevkiii! ...”

Sıçrayarak uyandım. Bütün bunları düşünürken uyumuş kalmışım o ahlat ağacına dayanıp. Duyduğum ses, Deli Dervişin sesi… Rüya mı gerçek mi bilemem. Deli Derviş Allah’ın rahmetine kavuşalı çok oldu. Deli demek de hiç içime sinmiyor ama yiğit namıyla anılır.

Ruhun şad olsun Şevki Dedem! ...

Artık kalkmalıyım… Kalkmak için sağ yanıma döndüm, birde ne göreyim, yıllar önce yediğim pidenin bir eşi, belki de diğer yarısı yanı başımda durmuyor mu? Etrafa baktım: Kimsecikler yok. Yaprak bile kımıldamıyor…

Ve ben, yine hüzünlüyüm... Yine açım.
Ve güneş, batmak üzere…

Osman Şener
Kayıt Tarihi : 11.4.2013 12:08:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Alaaddin Uygun
    Alaaddin Uygun

    tebrikler dost kalem

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Osman Şener