AHMET SEZGİNLE AŞK MEDENİYETİNE YOLCULUK
M. NİHAT MALKOÇ
Kıymetli kalem erbabı Ahmet Sezgin’le internet marifetiyle tanıştım. İyi ki de tanışmışım. Zira “Aşk Medeniyetine Yolculuk” isimli nefis kitabından başka nasıl haberdar olabilirdim ki? Ses bayrağımız olan Türkçemizin şahikalarını görmekten mahrum kalırdım. Sağ olsunlar “fikir ve hissiyat süzmesi” diye tabir edebileceğim bu kıymetli kitabı, adıma imzalayıp tarafıma gönderme lütfunda bulundular. Kendilerine şükranlarımı sunuyorum.
Kapağında, yapraklarını dökmüş bir ağaca doğru yürüyen ve arkasında simsiyah bir gölge bırakan bir adam resmi bulunan bu kitabı elime aldığımda sıradan bir kitapla yüz yüze olduğumu düşünmüştüm. Aşk üzerine bilindik ifadelerle ve kelime oyunlarıyla karşılaşacağımı sanmıştım. Fakat hiç de öyle olmadığını sayfaları d/çevirdikçe anladım.
Kitap üzerin(d)e konuşmaya geçmeden evvel yazar Ahmet Sezgin’den kısaca bahsedeyim. Sezgin, Samsun/Terme’de dünyaya açmış gözlerini. Sırasıyla Terme İmam-Hatip Lisesi’ni ve Ondokuz Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmiş. Birçok okulda görev yaptıktan sonra Terme Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde karar kılmış. Burada, milletine ve memleketine bağlı nesillerin duygu ve düşünce hamurunu aşkla yoğurmaktadır. Kendisi bir ara “Mesaj” isimli bir kültür-edebiyat dergisi de çıkarmıştır.
Ahmet Sezgin; deneme, inceleme ve şiir türlerindeki eserlerini ülkemizin saygın dergileri olan Güneysu’da, Mavera’da, İslamî Edebiyat’ta, Kırağı’da, Çınar’da, Kültür Dünyası’nda, Yedi İklim’de Türk Edebiyatı’nda ve Ayvakti’nde okuyucuyla buluşmuştur. Usta kalem, Terme Bilgi Gazetesinde köşe yazıları kaleme almaya devam etmektedir. İki çocuk babası şair ve yazar Sezgin’in “Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Güllerimi Ver Anne, Termeli Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi” isimli basılmış eserleri bulunmaktadır.
Yazarın bana gönderdiği ve değerlendirmesini yapmakta olduğum “Aşk Medeniyetine Yolculuk” kitabı bu yılın Mayıs ayında Etüt Yayınları tarafından Samsun’da yayımlanarak okurla buluşmuş. Yani henüz dumanı üstünde… Körpe bir çocuk gibi doğal, saf, naif…
Kahverenginin açık ve koyu tonlarının hâkim olduğu kitabın arka kapağında “Aşk medeniyetine yolculuk; vahye dayalı gül ve gönül medeniyetinin mimarisini, edebiyatını, musikisini; ahlak, kültür, ilim, felsefe, hayat tarzı ve teknolojisini yeniden inşa ederek medineye, hakiki medeniyete varma bilincine ermektir. /Aşk medeniyetine yolculuk, “kültürden irfana” ulaşabilmek için ay vaktinde düşünmektir. Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü”yü inşa edebilme gayretidir. Menfaat, kuvvet, nefret, cehalet, savaş ve zulüm uygarlığını terk edip hak, hakikat, kardeşlik, sevgi, adalet, barış, ilim, edep ve irfanla örülü aşk medeniyetine hicret etmektir” ifadeleri yer alıyor.
“Aşk Medeniyetine Yolculuk” iki duraktan(bölümden) oluşuyor. Bu duraklar “Aşk Medeniyetine Yolculuk” ve “Nedesin Ey İnsanlık?” adlarını taşıyor. “Aşk Medeniyetine Yolculuk” adlı ilk bölümde “Aşk Medeniyetinin Çocukları, Yolumuzun Kandilleri Türk Klasikleri, Mutluluğun Sırları, Çile ve Sabırla Olgunlaşmak, Ruh Mayamız, Şiirlerle Gönül Yolculuğu, Tarih Şuuruna Ermek, Aşk Medeniyetine Yolculuk, Fethin Ruhu ve Fatih, Osmanlı’nın Yürek Adamları, Gönül Aynamız Eskimeyen Musikimiz, Ebedîlik Muştusu Ölüm, Bayrağımız, İstiklâlimizin Haykırışı Millî Marşımız, Mutluluğun Anahtarı Denge, Şair Nâbî’nin Hz. Peygamber Aşkı, İçimizdeki Kaf Dağı’na Yolculuk, Edep Yâ Hû, Gelin Canlar Bir Olalım, Güle ve Lâleye Hasret, Gerçek Aşka Çağrı” isminde yirmi deneme yer alıyor.
Kitabın “Nerdesin Ey İnsanlık?” adını taşıyan ikinci bölümünde “Türkçenin Feryadı, Dalgalan Ses Bayrağım, Kâmus Namustur, Kelimelerin İsrafı ve Bozulan Dengesi, Kavram Kargaşası, Çağdaş Yokuşlarda Entel Takılmak, Kitap Okumayan Nesil, Neyi Nasıl Niçin Okumak?, Çırpınan Gençliğimiz, Erdemli Gençlik Yetiştirmek, Eğitim Davamız ve Öğretmen Meselesi, Taassup ve Hakikat, Mankurtlaşan Aydınlar, Farkı Fark Et(me)mek, Kimlik ve Kişilik Sahibi Olmak, Nerdesin Ey İnsanlık?, Teknolojiyle İnsanlığın Düşüşü, Mevlânâ’yı Anla(ma)mak, Hoşgör(me)mek, Ağlayabilseydik.” isimli yirmi nefis deneme var.
Deneme türünde enfes bir üslupla kaleme alınan 160 sayfalık bu eser, beni söz burcunun zirvelerine götürüp hasretini duyduğum “Aşk Medeniyetine Yolculuk” ettirdi. Öncelikle söyleyeyim ki Ahmet Sezgin rehberliğindeki bu yolculuktan büyük keyif aldım.
Mâziden iri güller deren Ahmet Sezgin; bizlere “İmâm-ı Gazalî, Ahmet Yesevî, Kâşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hâcib, Mevlânâ, Yûnus Emre, Fuzulî, Süleyman Çelebi, Şeyh Galib, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fâzıl…vb.” gibi yitik değerlerimizi hatırlatmakta ve kurtuluşumuzun bu değerlerimizi değer edinmemizde olduğunu söylemektedir.
Hepimizin bir şekilde şikâyetçi olduğu manevî bozulma birden bire olmadı. İnsanlık önce maddeye sevdalandı, böylece mânâya küstü, onu unuttu. Her şeyin bir fiyatı olduğunu, satın alınabilir olduğunu sandı. Paranın huzur getireceğini düşündü. Maddeyi adeta putlaştırdı. Ne yazık ki aldandı. Kendi yaktığı kor ateşte yandı. Böylece gönüllerimizi süsleyen edep ziyneti rafa kalktı. Oysa aşk medeniyeti yolculuğuna çıkmak için edep olmazsa olmaz bir değerdi(r). Bunu unuttuk. Ahmet Sezgin “Edep Yâ Hû” adlı yazısında buna değinerek, şaşalı günlerimizden örnekler veriyor; bizi tez elden yitiğimizi bulmaya çağırıyor:
“Hayatı bütünüyle kuşatan zarafet ve âhenk, edepti bir zamanlar. Güzel insanlar; üzerlerine yalnızca güzel elbiseler değil, insan olma hasleti yükleyen edep, alçakgönüllülük ve vakar libasını da giyerlerdi. Çünkü edep ehli için edep, en güzel elbiseydi. “Edeptir kişinin daim libası/ Edepsiz insan üryana benzer.” Söyleyen kadar sözü dinleyenlerin de arif olduğu kadim zamanlarda gönül meclislerini edep ehlinin aşkla damıtılmış muhabbetleri, nezaket, zarafet, sükûnet dolu halleri süslerdi. Edep ehlinin sükûtları bile edeptendi.”(s. 78)
Sezgin’in büyük bir itinayla kaleme aldığı yazılar tüm zamanlara hitap etse de en güzel de günümüzün fotoğrafını yansıtıyor. Yaşananları hepimiz görüyor olsak da gerçek şair ve yazarlar onları gönül gözüyle temaşa ettikleri için, daha iyi yansıtıyor. Sezgin de onlardan biri. Ümmetin başsızlığının ve dağınıklığının sebep ve sonuçlarını hakkıyla ve layıkıyla idrak edebilmek için şu satırları okumak sanırım yeterlidir: “İnsanların çoğu; kendi ırk, inanç, mezhep, meşrep ve ideolojisinden olmayanlara at gözlüğü takarak önyargı ve genellemeyle yaklaşıyor. Bağnaz, “aklını kiraya vermiş” ön yargılı insanlar, bir insanın bir grubun fanatiği, sözcüsü olmadan da hakikati savunabileceğine ihtimal de veremiyorlar sanırım.”(s. 127)
Bizi Aşk Medeniyetine Yolculuk’a çıkaran Ahmet Sezgin’in her satırı gönül telimize dokunuyor. Çöplüğe dönen gönüllerimize şifa reçetesi sunuyor. Kanayan yaramıza merhem oluyor. Bizi, labirente dönüşen ruhumuzda, yitiğimizi arayıp bulmaya çağırıyor.
Usta kalem Ahmet Sezgin, Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle ve eski bir İstanbul hanımefendisinin zarafetiyle, özenle kullanıyor. Cümleler kusursuz ve sağlam yapılarıyla dikkat çekiyor. Dilin bütün imkânlarına başvuruyor. Yazdıkları zaman zaman mensur şiir çizgisine yaklaşıyor. Kalemini adeta konuşturuyor; hatta bazen toplumsal bozulmanın getirdiği kederle kalem bir anlamda haykırıyor. Dilimizin en güzel örnekleri arasında yer almaya namzet bu güzel denemeleri okuduktan sonra “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” diyen Yahya Kemal’e hak vermemek mümkün değil. Zaman zaman kanat seslerini duyduğumuz kelimeler yerli yerinde, ne bir eksik ne bir fazla. Katıksız, saf, samimi, su misali.
Bu kitapta birbirinden nefis kırk bir deneme var. Batının uçurumlarında asılı kalan yozlaşmış nesle çok güzel mesajlar veriyor. Bizi titreyip özümüze dönmeye çağırıyor. Bu belki son çağrıdır. Hem bu, bineceğiniz uçağı kaçırmak kadar basit değil. Aşk Medeniyetine Yolculuk’a çıkacağınız uçağı kaçırmanızın bedeli olarak, nefret yolculuğuna çıkacak uçağa binme mecburiyetinde kalabilirsiniz. Böyle bir durumda kin ve nefretin gayyalarında debelenmeyi göze almalısınız. Gelin Ahmet Sezgin’in rehberliğinde Aşk Medeniyetine Yolculuk’a çıkalım. Bu yolculuk içinizdeki fırtınaları dindirecek. Karakışlar gül yüzlü baharlara dönüşecek. Yitiğinizi bulacaksınız. Siz de bir yiğit misali düştüğünüz yerden tekrar ayağa kalkacaksınız. Kâbuslarınız tatlı düşlere dönüşecek. Bu yolculuk size iyi gelecek…
"ALTIN ŞEHİR ÜSKÜDAR KİTABI" ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
M. NİHAT MALKOÇ
“Var ise aklın sana benden nasihat Vehbiya
Âlem eyle geçmeden vakt-i safa-yi Üsküdar”
Seyyid Vehbi
Büyük bir ilmî disiplin gerektiren şehir tarihi üzerine yazmak öyle kolay bir iş değildir. Çünkü şehre dair yazdıklarınız yarınlarımızda o şehrin mâzisine tutulan ayna özelliği taşıyacaktır. Şehre dair yazılan her satırın toplumsal sorumluluğu vardır. Zira şehre dair kanaatleriniz yakın gelecekte o şehre yönelik belirleyici unsur; bu alanda çalışma yapacaklara da iz olacaktır; kapılar açacaktır. Onun için çok titiz ve sabırlı davranmak mecburiyeti vardır.
Oldum olası şehir üzerine yazılan kitaplar ilgimi çekmiştir. Şayet söz konusu kitap ustasının elinden çıkmışsa o şehrin kalp atışlarını o kitapta duyabilirsiniz. Zira şehir, içinde yaşayanlarla aynı kaderi paylaşır. İşte böyle bir kitap daha yayın hayatımıza kazandırıldı.
Bundan birkaç ay evvel şehir tarihi kitapları zincirine anlamlı ve güzel bir halka daha eklendi. Tarih öğretmeni Sinan Yılmaz'ın kaleme aldığı "Altın Şehir Üsküdar Kitabı"ndan bahsediyorum. Bahsi geçen şehir, öyle sıradan bir yer değil. Nice şairlere, yazarlara ve bestecilere ilham veren Üsküdar... Bir çağın açılıp bir çağın kapanmasına vesile olan kutlu fethi gören Üsküdar. Yahya Kemal'in "Hayal Şehir" de "Az sürer gerçi fakîr Üsküdar'ın saltanatı" dediği belde. "Üsküdar'a Gider İken" türküsünün çıktığı nokta. Üsküdar, İstanbul'un ete kemiğe bürünmüş yekpare bir imtizacı. Daha neler neler...
"Aziz İstanbul"u canından çok seven büyük şair Yahya Kemal "İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar" adlı şiirinde bu kadim semti yere göğe sığdıramaz ve şöyle der: "Üsküdar bir ulu rüyayı görenler şehri, /Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri,/Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?/Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü."
Üsküdar, İstanbul'un en vefalı ve ketum sırdaşıdır. O Üsküdar ki dünya kurulalı beri Boğaziçi'nin masmavi sularıyla gece gündüz söyleşir. Günde beş vakit ihtişamlı minarelerinden okunan ezanlar şehre uhrevî bir hava bahşeder. Bu semti Türk İstanbul yapar.
Üsküdar deyip de geçmemek lâzım. Zira İstanbul'un irfan kapısıdır bu kadim şehir. Köhne bir çağın kapanıp yeni ve nurlu bir çağın açıldığını bizzat gönül gözleriyle görmüştür. Üsküdar vuslatla veya ayrılıkla neticelenen nice eski sevdaların gül yüzlü tanığıdır. Onun kendine has baş döndürücü kokusu çok uzaklardan bile rahatça hissedilir. Bir şiir kadar güzel ve etkileyici olan Üsküdar, an gelir masallaşır belleğimizin o derin kıvrımlarında.
Nice söz ehli Üsküdar'a dair sözünü söyleyip koşar adımlarla geçti bu güzel diyardan. Kimi romanlara, kimi hikâyelere, kimi hatıralara, kimi denemelere, kimi türkü ve şarkılara konu eyledi bu deniz gözlü periyi. Ahmet Yüksel Özemre, Besim Çeçener, İbrahim Hakkı Konyalı, Mehmet Nermi Haskan bunlardan bazıları. Son altın halka ise Sinan Yılmaz'dan.
Tarihçi Sinan Yılmaz büyük bir emekle, sabır ve özveriyle çalışarak gelecek nesillere fevkalâde edebî derinliği olan, keyifle okunabilecek bir "Üsküdar Kitabı" bıraktı. 1108 sayfadan meydana gelen ve Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan bu devasa kitap bugüne kadar Üsküdar üzerine yazılmış kitapların en muhtevalısı olma özelliğini taşıyor.
Altın Şehir Üsküdar Kitabı'nı uzun uğraşlar sonucu kaleme alan Sinan Yılmaz genç bir yazar. 1976 yılında Samsun’da doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini bu şehirde tamamladı. 1999 yılında Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Aynı yıl başladığı öğretmenlik hayatını, Üsküdar ilçesinde sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde, özellikle şehir tarihi ve kültürü ile ilgili birbirinden güzel yazıları yayımlanmıştır. Bu velût kalemden İstanbul'un başka semtlerini de yazmasını bekliyoruz.
Sinan Yılmaz, Üsküdar Kitabı'nda okurlarına Üsküdar'ı semt semt gezdirerek anlatıyor. Bir anlamda şehrin ahvaline gönül diliyle tercüman oluyor. Yani bu eser öyle kuru malumatlar veren ansiklopedik bir tarih kitabı değil. Aksine saraylar, camiler, çeşmeler, kiliseler, gül kokulu bahçeler, korular, yalılar, köşkler, konaklar, dergâhlar, tekkeler, zâviyeler, medreseler, şifâhâneler, kışlalar, külliyeler ve kervansaraylar diyarının gönül aynasından yansıyan sureti hükmünde bir eser. Sözün en üst perdeden terennümü...
Edebiyattan da fazlasıyla nasiplenen araştırmacı-yazar Sinan Yılmaz, Altın Şehir Üsküdar Kitabı'nda Üsküdar'daki kadim mekânların sıra dışı hikâyelerine yer veriyor. Yazarın amacı ansiklopedik bilgi vermekten öte, tarihî mekânı yaşatmak, sezdirmek, ve içselleştirmektir. Onun içindir ki yazar edebiyattan da azamî derecede istifade ediyor. Tabir caizse metinleri oluştururken onları edebiyatın ince süzgecinden geçiriyor. Söz konusu kitapta Üsküdar sanki söz iğnesiyle nakış nakış işleniyor. Bunlara mensur şiir de demek mümkündür.
"Altın Şehir Üsküdar Kitabı" ömrünün önemli bir kısmını Üsküdar'da geçiren tarihçi Sinan Yılmaz'ın uzun çalışmalar sonucunda iki kapak arasına aldığı görkemli bir eser. Kitabın eşiğinden girince şehir sizi adeta gülen yüzüyle karşılıyor. Bu kadim ilçenin tarihiyle, kültürüyle ve mimarisiyle anlatıldığı bu müstesna kitap "İçindekiler" kısmıyla başlıyor. Bu muhteşem eserin yazarı Sinan Yılmaz, kitabın hazırlanma süreciyle ve muhtevasıyla ilgili şu bilgileri veriyor: "Bu kitabın hazırlanmasında İbnülemin Mahmud Kemal, Haluk Şehsuvaroğlu, Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Niyazi Ahmet Banoğlu, Ahmed Yüksel Özemre, Semavi Eyice, Uğur Derman, Dursun Gürlek gibi çok önemli şahsiyetlerin muhtelif eserlerinden istifade edildi. Bazen de şiir dünyasının kapıları çalındı ve Yahya Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ziya Osman Saba, Arif Nihat Asya ve Sezai Karakoç gibi şairlerin mısraları, pek çok sayfaya misafir edildi. Üsküdar Meydanı anlatılırken Ahmet Hamdi Tanpınar, Özbekler Tekkesi’nin havası teneffüs edilirken Nezih Uzel, Çamlıca Tepesi’nden şehre bakarken Abdülhak Şinasi Hisar, Karacaahmet’in mezar taşları arasında başka âlemlere dalarken Hasan İzzettin Dina¬mo, Beylerbeyi’nde iken Mehmed Rebii Hatemi Baraz ve Ruşen Eşref Ünaydın, Kandilli’de ise Celalettin Atasoy gibi, bazı mekânlarda, özellikle öne çıkan isimler de oldu. Bir zamanlar bu toprakların ağırladığı, Julia Pardoe, Theophile Gauiter, Edmondo de Amicis ve Gerard De Nerval gibi pek çok misafir, bu sefer de kitabımızın sayfaları arasında ağırlandı ve bu ev sahipliğinden, doğrusu, ziyadesiyle istifade edildi."
Büyük bir emeğin ürünü olan "Altın Şehir Üsküdar Kitabı" ve onun kıymetli yazarı malumatfuruşluk yapmıyor. Ustaca bir üslûpla kaleme alınan bu eserde Üsküdar'ı adeta yeniden yaşıyorsunuz. Yazar Sinan Yılmaz, kitabını 32 ayrı bölümde kaleme almış. Bu bölümler şöyle sıralanıyor: "Altın Şehrin Kalbi Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri, Erken Başlayan Ezanlar Üsküdar Meydanı, Buselerin En Masumu Şemsi Paşa, En Gizemli Mezarlığa Yolculuk Selman-ı Pak Caddesi, Üsküdar'daki Ayasofya Hakimiyet-i Milliye Caddesi, En Güzel Rota Doğancılar Caddesi, En Güzel Pencere Salacak, Bitmeyen Rüya Kızkulesi, Saklı Çeşmeler Diyarı İhsaniye, Semtlerin Suzidilarası Selimiye, Hüzünlü Ayrılıklar Haydarpaşa, Sonsuzluğun Eşiği Karacaahmet, Menzile Giden Yokuş İnadiye, Kefçe Dedenin Kazanı Ahmediye, En Eski İniş Pisti Doğancılar, Kebikeç'e Dokunmak Atlamataşı, Yokuşta Bir Gülistan Selâmsız, En Koca Mühür Valide Atik, Bir Elmanın İki Yarısı Zeynep Kâmil, Gül Kokan Hazireler Murat Reis, Mavi Bahar Bağlarbaşı, Mahzun Minberler Altunizade, En Heybetli Bakış Çamlıca, En Güzel Çile Küçük Çamlıca, Kanatlanan Beste İcadiye, En Güzel Bahar Paşalimanı, İyi Komşular Beldesi Kuzguncuk, Zariflerin Semti Beylerbeyi, Çınar Gölgesi Çengelköy, Boğaz'daki Zümrüt Vaniköy, En Güzel Köy Kandilli"
Sinan Yılmaz'ın kaleme aldığı bu kıymetli kitabı o bilindik türden, kuru ansiklopedik bir şehir tarihi kitabı olarak nitelendirmek kitaba ve yazarına haksızlık olur. Zira Sinan Yılmaz, edebiyatla beslediği kendine has üslubuyla bu güzel şehri adeta okurun elinden tutarak ona doyasıya gezdiriyor. Bazen tarihin derinliklerine dalıyor, bazen Kızkulesi'nin sapağında mitolojiye uğruyor. Tasavvuf duraklarında soluklanıp Aziz Mahmud Hüdayî'yle nefesleniyor. Okurun bu kadim şehirdeki güzelliklerin hiçbirini ıskalamadan yaşamasını ve onları içselleştirmesini sağlıyor. Kitabın arka kapağında kitaba dair şunlar söyleniyor:
"Tıpkı insanlar gibi, şehirleri de zengin kılan, biriktirdikleri değil midir? Üsküdar altın şehir, Üsküdar zengin şehir. Onda bütün bir tarihimiz birikti, edebiyatımız, sanatımız, musikimiz… Öyle gayesiz adımlarla sokaklarında yürümek ve bunca birikmiş olana yokmuş muamelesi yapmak olur mu hiç? İşte, ustalar ustası Koca Sinan, bir parça Mihrimah ve bir parça da Şemsi Paşa olmuş, Boğaz'ı seyrediyor. Nedim, bir Lale Devri çeşmesinin kitabesinden bizlere tebessüm ediyor. Aziz Dede'nin neyinden yayılan ses, Doğancılar Caddesi'ne bir uhrevi neşe saçıyor. Serviler ülkesinin birbirine yaslanarak ayakta kalabilmiş iki şahidesi, yine kardeşlik destanı söylüyor. Teknelerinde ebrular var, çiçekleri hep Necmeddin. O Kuzguncuk'ta gördüğün kağıt, çoktan Beylerbeyi'ne varmış olan Ruşen Eşref'in defterinden düşmüştür. O Bağlarbaşı'ndaki kavisli çizgiler, Abdülhak Şinasi Hisar'ı iskeleden Çamlıca'ya çıkaran arabadan kalmıştır. Çengelköy'de baharı kovalayan şu ressam Ahmet Yakupoğlu değil mi? Atik Valide'den inen sokağa sor, Yahya Kemal nerede?
Gülnuş Emetullah Sultan Türbesi önünde sohbete dalmış şu çift, belki de Mümtaz ile Nuran'dır. Yeni kıyafetleri ile Millet Bahçesi'nde gezinense Bihruz Bey... En sevdalı bakışlar şimdi Salacak'tadır, en işveli süzülüş yine Kızkulesi'nde. Korular baharda erguvanlaşmakta, Boğaz, Kandilli önlerinde yine nehirleşmektedir. Küçüksu, biriktirdiği büyük sözleri, kalbinin derinliklerinde dinlendirenleri bugün de ağırlamaktadır. Dünle aranda incecik bir perde var. Kaldır o perdeyi, neler göreceksin. Üsküdar, hâlâ bir başka, günden de mahrum olma. İşte şu aheste yürüyen Niyazi Sayın ve o sıcacık üslûbu ile Hattat Sami Efendi'yi anlatan Uğur Derman'dır. Üsküdar'ın biriktirdikleri ve Üsküdar'da birikenler bir Üsküdar âşığı olan Sinan Yılmaz’ın kaleme aldığı Altın Şehir Üsküdar Kitabı’nda toplandı."
Sinan Yılmaz Altın Şehir Üsküdar Kitabı'nda üslûbunun güzelliğiyle Üsküdar'daki dinî mekânlar olan Abdurrahman Ağa, Ahmediye, Ahmed Çelebi, Altunizade, Ayazma, Aziz Mahmud Hüdayi Efendi, Baki Efendi, Beylerbeyi, Bodrumi Ömer Efendi, Burhaniye, Cevri Usta, Çınarlı (Abdullah Paşa), Çiçekçi (Küçük Selimiye), Çinili Cami, Davut Paşa, Debbağlar (Tabaklar Camii veya Konyalı Biraderler Camii), Eski Valide, Fethi Ahmet Paşa, Fenayi Tekkesi, Fevziye (Bülbülderesi), Gülfem Hatun, Hacı Ömer, Hacı Yakup, İstavroz, Kaptan Paşa, Kerime Hatun, Kuruçeşme, Mihrimah Sultan, Namazgâh, Osman Efendi, Paşa Limanı, Rumi Mehmed Paşa, Büyük ve Küçük Selimiye, Selman Ağa ve Şemsi Paşa Camilerine ses ve nefes oluyor. Okudukça sanki bu mekânların müdavimi gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Altın Şehir Üsküdar Kitabı'nın yazarı Sinan Yılmaz, kitabının her bölümünün sonunda o bölümde istifade ettiği kaynakları "Kaynakça" adı altında sıralamaktadır. Aslında bu gibi çalışmalarda "Kaynakça" kitabın en sonunda verilir. Söz konusu eser çok geniş olduğu için yazar bu yola başvurmuştur. Bu kaynakçalardaki kitaplara bakarak yeni okuma listeleri de oluşturabiliriz.
Altın Şehir Üsküdar Kitabı'nı benzerlerinden ayıran en önemli özelliklerden biri de güncel görsellerin sayıca fazla oluşudur. Sinan Yılmaz bu müstesna kitaptaki fotoğrafları da bizzat kendisi çekmiştir. Fotoğraflar siyah beyaz olarak yansımış kitaba. Kitabın ustaca tasarımı da hayli dikkat çekiyor. Fakat yazı biraz ince olduğu için okumayı zorlaştırıyor. Üsküdar'ın arz-ı endam ettiği bu kitapta kelimeler adeta raks ediyor. Sayfalar ilerledikçe kendinizi Üsküdar'ın masmavi büyüsüne kaptırıyorsunuz. Bu kitabı hakkıyla ve lâyıkıyla okuyanlar son sayfayı çevirmeden tam bir Üsküdar âşığı olup çıkıyorlar.
Sinan Yılmaz'ın enfes bir üslupla üç yılda kaleme aldığı Altın Şehir Üsküdar Kitabı, şehir tarihi ve kültürüyle ilgili kitaplar vadisinde yepyeni bir çığır açmış, tabir caizse bu alanda çıtayı bir hayli yükseltmiştir. Eser aslında bu alanda kalem oynatacaklara yol gösteren bir kitap olma özelliği de taşımaktadır. Bahsi geçen kitap, tabir caizse "Şehir kitabı işte böyle yazılır" demektedir. Öte yandan bundan sonra yazılacak şehir kitaplarının bir çoğu bu kitabın gölgesinde kalmaya mahkûmdur.
Altın Şehir Üsküdar Kitabı gibi prestij eserlerini her babayiğit yayımlayamaz. Çünkü bu kitapların hedef kitleri ve meraklıları sayıca sınırlıdır. Üstelik pahalı çalışmalardır bunlar. Fakat tüm bu zorluklara rağmen köklü yayınevlerimizden biri olan Ötüken Neşriyat bunu hakkıyla ve layıkıyla başarmış görülüyor. Kültür ve edebiyat hayatımıza böyle bir eseri bahşeden Ötüken Neşriyatı yürekten kutluyor, kitabın okurunun bol olmasını diliyorum.
ANADOLU TÜRK MASALLARINDAN DERLEMELER
M. NİHAT MALKOÇ
Kendini içinden çıktığı milletine adayan Ötüken Neşriyat, Türk kültürünün içerde ve dışarıda hakkıyla ve lâyıkıyla tanıtılması için uzun yıllardan beri canhıraş çalışmalarıyla tanıdığımız yüzde yüz yerli ve bizden bir yayınevidir. Bu yayınevinin büyük fedakârlıklarla bastığı birbirinden güzel eserler zihinleri yeniden inşa etmiştir. Bu güzide yayınevi her geçen gün yayın yelpazesine birbirinden kıymetli kitaplar ekliyor. Bunlardan biri de Prof. Dr. Necati Demir tarafından hazırlanan "Anadolu Türk Masallarından Derlemeler" adını taşıyor. Sözünü ettiğim ve tanıtmaya çalıştığım kıymetli kitap birkaç ay evvel okuyucusuyla buluştu.
Gazi Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Necati Demir'in kültürümüz üzerindeki çalışmalarını her zaman takdir etmişimdir. Kendisi uzun senelerden beri büyük bir gayret ve özveriyle millî kültürümüzü tetkik ediyor. 20 Nisan 1964’te Ordu’ya bağlı Ulubey ilçesinin Kumanlar köyünde doğan Necati Demir sırasıyla Kumanlar İlkokulu'nu(1974), Ordu Fatih Ortaokulu'nu(1977) ve Ordu Fatih Lisesi’ni(1980) bitirmiş. Ardından öğrenimine Atatürk Üniversite¬si Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde(1987) devam etmiştir. Necati Demir, Yüksek lisansını Cumhuriyet Üniversitesi’nde(1992), doktorasını Selçuk Üniversitesi’nde(1996) tamamlamış, Gaziantep Sarılsalkım Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmeni(1987-1990), Sivas Cumhuriyet Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni ve Cum¬huriyet Üniversitesi’nde Türk Dili Okutmanı olarak çalışmıştır.
Prof. Dr. Necati Demir 13 Haziran 1996’da Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebi¬yatı Eğitimi Bölümü’ne yardımcı doçent olarak atanmıştır. 30 Kasım 2000’de doçent, 9 Şubat 2006’da profesör olmuştur. Seksene yakın kitabı, yüzden fazla makalesi bulunmak¬tadır. Bu kitaplarından dördü Harvard Üniversitesi’nde, yirmi üçü Almanya’da, biri Avusturya’da ve biri de Danimarka’da yayımlanmıştır.
1996-2010 yılları arasında Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Ortaöğretim Sosyal Alanlar Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanı olarak görev yapmıştır. 2010 yılında Gazi Üniversitesi’ne atanmıştır. Halen Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Prof. Dr. Necati Demir kitabının başına "Bu çalışmamı, Türkiye’yi alınlarının teri ve gözlerinin nuruyla yoğuran Türk annelerine ithaf ediyorum." notunu düşmüş.
927 sayfadan meydana gelen Anadolu Türk Masallarından Derlemeler kitabında birbirinden güzel 330 masal bulunmaktadır. Masallar isimlerine göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Prof. Dr. Demir'in belirttiğine göre kitaptaki 330 masal ve kitaba giremeyenlerle beraber yazarın arşivinde bekleyen 2500 masal otuz yıllık sabırlı bir çalışmanın ürünüdür. Masallar bizzat kaynak kişilerin ayağına gidilerek onların ağzından derlenmiştir. Masallarda kullanılan yöresel kelimeler ve deyimler kitabın sonunda küçük bir sözlük hâlinde açıklanmıştır. Yine kitabın bu son kısmında masalların derlendiği kaynak kişiler hakkında 11 sayfalık bilgi verilmiştir. Bu bölümde masalı anlatan kişinin adı, soyadı, doğum yeri ve yaşı, öğrenim durumu, masalı kimden dinlediği, mesleği, masalın derleme tarihi, masalın derleme yeri, kaynak kişilerin anlattığı masalların çalışmadaki sıra numarası gibi bilgilere yer verilmiştir. Burada derleme çalışmasına katkıda bulunan 126 kişiyle ilgili bilgilere ulaşabiliyoruz. Bu bölümde kaynak kişilerin birçoğunun Sivaslı olduğu dikkat çekiyor. Bir kültür ve medeniyet beşiği olan Sivas'ı, yazarın memleketi olan Ordu ve Elazığ takip ediyor.
Prof. Dr. Necati Demir, Anadolu Türk Masallarından Derlemeler kitabının başındaki altı sayfalık Sunuş yazısında halk kültürüyle(folklor) ilgili önemli bilgiler veriyor. Bu kısımda halk kültürünün olmazsa olmazları olan ninniler, çocuk oyunları, mâniler, masallar, fıkralar, atasözleri, efsaneler, destanlar konusunda doyurucu ve aydınlatıcı bilgiler veriliyor. Ömrünü zengin Türk kültürünün açığa çıkarılması ve bütün dünyaya yayılması kutlu davasına adayan Prof. Dr. Demir, kitabın Sunuş bölümünde masallara dair şu görüşlere yer veriyor:
"Masallar ahlâk terbiyesi bakımından çok önemlidir. Masal¬ların büyük çoğunluğunun şahıs kadrosu, kötü ve iyi insanlardan veya nesne¬lerden oluşur. Hemen her masalda iyiler, kötülerle çatışır. Ama en sonunda hep iyiler galip gelir. Sürekli masal dinleyen bir çocuk bu bakımdan kendini eğitir. Sonunda hep iyilerin kazançlı olduğunu görünce iyi bir insan olmanın önemini zihin dünyası kavrar, hatta iyi bir insan olmak için çabalar. Yüzü nurlu yaşlılarımızın her konuda olumlu düşünmesinin temelinde de esasen bu yat¬maktadır. Çünkü onlar, bu masalları dinleyerek büyüdüler."
Kitabın hazırlanmasında çok büyük emekler sarf eden Prof. Dr. Necati Demir'in kitaptaki masal derlemelerine 1985 yılında başladığını kitabın Önsöz'ünden öğreniyoruz. Yazar yine söz konusu bu uzun ve zahmetli çalışma süreciyle ilgili şu bilgilere yer veriyor:
"Masal derlemelerine başladığımızda kaynak şahısların, “Annem daha çok masal biliyor¬du, babaannem daha çok masal biliyordu, ah babam olsaydı..., Dedem daha çok ma¬sal anlatırdı” sözleri bizi ciddî anlamda düşündürmüştü. Bu cümleler binlerce yıllık geleneğin yavaş yavaş sona erdiğini işaret etmekteydi. Bunda hiç şüphe yoktu. Masal anlatma geleneğinin yavaş yavaş zayıflaması, masalların masal anlatanlarla birlikte öbür dünyaya göçü bizi korkutmuştu. Bu kültür hazinesi¬nin üç nesil sonra tamamen yok olacağı anlaşılmıştı.
Bu olumsuz durum karşısında birtakım çalışmaların başlatılması ve yapıl¬ması, bizim tarafımızdan, zaruret sayılmıştır. O yılların ekonomik ve teknolo¬jik açıdan sınırlı imkânlarıyla bir derleme çalışması başlattık.
Türkçe Öğretmeni olarak Gaziantep’in Sarısalkım Köyü’ne atamam yapıl¬dığında ilk işim görev yaptığım köyde masal derlemeye başlamak oldu. Sarı¬salkım Köyü’nün yaşlılarının bazıları masal biliyordu. Fakat yavaş yavaş onlar da unutmaya başlamışlardı. Bir yıl içerisinde köydeki herkesin kapısını çala¬rak masal derledim. Arşivim zenginleşmeye başladı."
Prof. Dr. Necati Demir'in Anadolu Türk Masallarından Derlemeler kitabında sadece çocukları değil, yetişkinleri de ilgilendiren yüzlerce masal var. Bu masallar arasında şunları sayabiliriz: "Aç Kurt, Ah Kız Sana Yazık, Ahmet ile Mahmut, Akıllı Oğlan İle Deli Oğlan, Ak Yılan- Kara Yılan, Ali ile Karısı, Allah’ın Yazısı, Altın Perçemli Oğlan ile Lüle Budun Saçlı Kız, Altın Sarısı Ejderha, Apalakla Topalak, Arap, Analığın Üvey Kızı, Aslan Sütü, Avcı Ahmet, Ayı ile Kız, Ayı Kulak, Ayının Oğlu, Baba Sevgisi, Balık Anne ile Keloğlan, Balıkçı Ahmet, Balıkçının Oğlu, Bey Böğrek, Bir Ağabey ve Bir Kız Kardeş, Bir Göze Bir Gül, Bit Bacı ile Pire Bacı, Bülbül, Cadı Karısı, Cemile, Civciv ile Cipbidan, Cücenoğlu, Çıtı ile Pıtı, Değirmenci ile Kurnaz Tilki, Deli Oğlan, Dev ile Keloğlan, Devin Oğlu, Dev Kız Kardeş, Dev ve Padişahın Küçük Kızı, Dilinin Cezası, Doksan Dokuz Can Alan, Dünya Güzeli, Edik ile Bedik, Eksik Ayakkabı, Emiş ile Memiş, Eşek Prens, Fadime Kız, Garip Bir Çalgı, Gassabı Cömat, Gelin Ayşe, Gençlikte mi Kocalıkta mı?, Geyik, Geyik Oğlan, Gül Kız ile Kel Kız, Hâlinden Memnun Olmak, Hanım, Heç(Hiç), Helvacı Güzeli, Hırikçi Mehmet Ağa, İdare-Mudara-Dubara, İki Evlat, İki Peri, İncili Kız, İnci Salkım, Kabak Kızı, Kadın Aklı, Kara Hasan, Kara Vezir, Kasap ile Padişah, Kel Çoban, Keloğlan, Keloğlan ile Cangoloz, Keloğlan ile Tilki Padişahı, Kervancının Masalı, Kıllı Mahmut, Kız Çocuklarını Sevmeyen İki Padişah, Kibirli Kız, Kirazoğlu, Korkusuz Koca, Korkusuz Oğlan "
"Anadolu Türk Masallarından Derlemeler" adlı devasa kitabın arka kapağında kitaba dair şu bilgiler yer almaktadır: "Kültürümüzün çok uzun bir geçmişi ve muazzam bir derinliği bulunmaktadır. Dolayısıyla kültürümüz çok büyük bir zenginliğe ve köklü bir yapıya sahiptir. Türk kültürü, her sahada önemli ve nitelikli insan yetiştirmek bakımından dünyada eşi olmayan bir kültürdür. Türk tarihinde alp ve bilgenin çok olması bundandır. Bununla birlikte binlerce yıllık Türk kültürü, yeni zamanların yıkıcı tesirleri karşısında bugün maalesef pek çok kültür unsurunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Prof. Dr. Necati Demir, kültürümüzün karşı karşıya olduğu sıkıntıların farkında bir aydın olarak, yaklaşık otuz yıldır hiç durmadan ve dinlenmeden kültür varlıklarımızın kayıt altına alınması ve bunların geniş kitlelerce okunup bilinmesi uğraşı içindedir. Anadolu Türk Masallarından Derlemeler başlığıyla sunulan bu çalışmada, Prof. Dr. Necati Demir'in 1985 yılından bu yana Anadolu'nun muhtelif yörelerinden, bizzat masal anlatıcılarının kendilerinden dinleyerek kayda aldığı 330 masal bulunmaktadır. Alfabetik sıraya göre dizilmiş masallarda geçen mahallî kelime ve deyimler ile ifade biçimleri için bir sözlük hazırlanmış ve masalların kaynak şahısları ile ilgili bilgiler de okuyucunun dikkatine sunulmuştur."
Prof. Dr. Necati Demir, Anadolu Türk Masallarından Derlemeler kitabını hazırlayarak çok büyük bir hizmet gerçekleştirmiştir. Çünkü bu masallar modern çağla birlikte hızlı bir şekilde kültür hayatımızdan kayıp gidiyor. Yaşlı ve bilge insanlarımız aramızdan ayrıldıkça bu masallar da onlarla birlikte toprağa karışıyor. Bu zenginliğin göz göre göre toprağa karışmasına müsaade etmemeliydik. Sayın Demir bunun için uzun yıllarını vererek böyle geniş ve köklü bir çalışmaya imza attı. Kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır.
“BİR ÖMRÜ YAZDIM” VE GAZETECİ AYDIN AKDENİZ
M.NİHAT MALKOÇ
Gazetelerde yazılan yazıların bir günlük gibi kısa bir ömrü vardır. Gazete okunduktan sonra, doğal olarak o yazının hükmü de biter; ya bir şeyin sarılmasında kullanılır, ya da çöpü boylar. Onun içindir ki yazarlar, gazetelerde yayımladıkları yazılarını daha sonra iki kapak arasına alarak kitaplaştırırlar. Böylelikle yazılarının zaman karşısında yok olmasına engel olurlar. Trabzon'da ülkenin ve şehrin gündemini yorumlayan Aydın Akdeniz de bizim gibi düşünüyor olacak ki gazete yazılarını kitap haline getirerek okurların ilgisine sunmuştur.
Trabzon basınının önemli isimlerinden biri olan, Türksesi Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni gazeteci-yazar Aydın Akdeniz, 2011'de çıkan kitabının adını “Bir Ömrü Yazdım” diye koymuş. Bu ismi duyunca Aydın Bey’in gazetecilik hatıralarını yazdığını zannetmiştim. Fakat kitabı elime alıp da okumaya başladığımda bunun bir anı kitabı olmadığını, aksine bir derleme kitabı olduğunu fark ettim. Demek ki her zaman isme aldanmamak lazım…
Gazeteci Aydın Akdeniz, Trabzon basınına büyük emekler vermiş mühim bir değerdir. Aslen Gümüşhaneli olan Akdeniz, ailesinin bu ile göç etmesi sebebiyle1967 yılından beri Trabzon'da yaşamaktadır. O, uzun yıllardan beri Trabzon'un dertleriyle dertlenmekte, mutluluklarıyla da mutlu olmaktadır. Bu şehrin aydınlanması için üzerine düşeni yapmaktadır.
218 sayfadan meydana gelen “Bir Ömrü Yazdım” kitabında Aydın Akdeniz'in 36 yıllık gazetecilik hayatı boyunca kaleme aldığı yazılardan bir demet bulunmaktadır. Bir demet diyorum; çünkü onun yazdığı yazıların sayısı bir hayli fazladır. Bu yazılar bir araya getirilse belki bunun gibi birkaç kitap daha oluşturulabilir. Bu, onun ilk kitabı olarak okuyucuyla buluşuyor. Fakat onun, güncelliğini yitirmemiş diğer kıymetli yazılarının da arşivlere kaldırılmış tozlu gazete sayfalarından kurtarılarak günümüz okuruyla buluşturulması gerekir.
Türksesi Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Aydın Akdeniz'le Türksesi Gazetesinde yazdığım yıllarda teşrik-i mesaimiz oldu; kendisini yakından tanıma fırsatı yakaladım. Yaptığım gözlemlerde dürüstlüğü ve işine bağlılığı hep ön plana çıktı. O, dost ve sevecen bir insan olarak, ağırbaşlılığıyla, sevgi ve hoşgörüsüyle gönüllerde kendine yer edindi.
“Bir Ömrü Yazdım” adlı kitap “İçindekiler”, “Önsöz”, “Sunu”, “Yazarın Biyografisi” , “Dostlarının Gözüyle Aydın Akdeniz” bölümleriyle başlayıp “Trabzon Kültür Yazıları”, “Gümüşhane Yazıları”, “Siyaset Yazıları”, “Spor Yazıları” bölümleriyle devam ediyor. “Trabzon Kültür Yazıları” bölümünde 62, “Gümüşhane Yazıları” bölümünde 4, “Siyaset Yazıları” bölümünde 15, “Spor Yazıları” bölümünde ise 9 yazı okurların beğenisine sunulmuştur. Saydığımız bütün bölümlerdeki yazıları topladığımızda 90 tane yazı ediyor.
Bu kitabın hazırlanmasında gazeteci-yazar Aydın Akdeniz'ın dostlarının da ısrarı etkili olmuştur. Bunlardan biri de, bu kitaba “Sunu” yazan Dr. Enver Uzun'dur. Uzun, “Sunu” yazısında bununla ilgili olarak şu düşüncelere yer veriyor: “Yılların akıp gidişinin önlenememesi nedeniyle zamanla fikir ve düşünceler gibi insanlar da hatıralardan uzaklaşarak yok olmaya mahkûm olur. Ancak insanların ebedî yaşamalarını fikirsel yönden sağlamak mümkün olduğuna göre bunu somutlaştıracak yapıtların ortaya konmasına gereksinim vardır.... Bu inançla kırk yıla yaklaşan gazetecilik birikimlerinin yok olup gitmemesi, arşivlerin tozlu raflarında heba olmaması adına değerli ağabeyimiz Aydın Bey'in geçmişte yayınlanmış olan köşe yazılarından bir toplu oluşturmaya karar verdik.... Yüzlerce makale arasından seçilmiş bu yazılar sosyal, kültürel, siyasî ve spor başlıkları altında tasnif edilerek okuyucuya kolaylık oluşturulmaya çalışılmıştır. Yazılar alfabetik bir sıralamada verilmiştir.”
Akdeniz'in köşe yazılarında gündeme düşen birçok konunun yorumu var. O, açlıktan ölen çocuklardan eski bayramlara, eğitimden öğretmenlere, sağlıktan spora, tarihten dine, gazetecilerin sorunlarından vatandaşın sorunlarına, terörden insan haklarına, kadından erkek egemen topluma, sevgiden hoşgörüye, adamsendecilikten sorumluluk duygusuna, Trabzon'dan Türkiye'ye, Gümüşhane'den Bayburt'a kadar birçok konuyu işlemiştir.
“Bir Ömrü Yazdım” adlı kitabın ilk sayfalarında Aydın Akdeniz'le ilgili geniş bir biyografiye yer veriliyor. Bu biyografiyi okuyanlar Akdeniz hakkında geniş bilgilere sahip olabiliyor. Bu bilgilerden yola çıkarak gazeteci Aydın Akdeniz'in 12 Aralık 1952 tarihinde Gümüşhane ilinin Kale beldesine bağlı Akgedik(Zimon)Köyünde doğduğunu, babası merhum Fahri Bey'in kalaycılık mesleğiyle beş çocuğunun nafakasını sağladığını, Aydın Bey'in beş kardeşin en büyüğü olduğunu, 1958 senesinde Akgedik Köyü İlkokulunu bitirdiğini, Gümüşhane Lisesi'nin Orta Bölümüne kaydolduğunu, bu okuldan ayrılıp Kale Ortaokuluna geçip burayı tamamladığını, ekonomik sıkıntılar nedeniyle 1967'de Trabzon'a göç ettiklerini, Trabzon Ticaret Lisesine kaydolmasına rağmen maddî engeller yüzünden liseyi bitiremediğini; fakat 1983 yılında liseyi dışarıdan(Trabzon Lisesinde) bitirdiğini, 1972'de evlendiğini, askerliğini Diyarbakır'da çavuş olarak yaptığını, Akajans'ta gazeteciliğe başladığını, bir zamanlar Tercüman Gazetesinde çalıştığını, Yankı Dergisi ve Türk Haberler Ajansı(THA) bölge müdürlüklerinde bulunduğunu, okuma aşkının önüne geçemeyerek bir süre Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İşletme Bölümünde okuduğunu, Sürekli Basın Şeref Kartı sahibi olduğunu, 1979'da Trabzon'da Anadolu Ajansı Bölge Müdürlüğünün kurulmasıyla birlikte söz konusu ajansta çalışmaya başladığını, 1994'te Türksesi Gazetesinde Genel Yayın Koordinatörü olarak çalışmaya başladığını öğreniyoruz.
Gazeteci-Yazar Aydın Akdeniz, kişiliğiyle herkeste olumlu izler bırakmıştır. “Bir Ömrü Yazdım” isimli kitapta Refik Karaağaçlı, Osman Çavuşoğlu, İhsan Öksüz, Murat Taşkın, Yusuf Turgut, İsmail Hayal ve Ali Kılıç gibi gazeteci-yazar dostları Aydın Akdeniz'i kendi pencerelerinden seyrederek anlatmaya çalışıyor. Bunlardan biri olan Türksesi Gazetesi Başyazarı, duayen gazeteci Refik Karaağaçlı'nın görüşünü sizlerle paylaşmak isterim: “Aydın Akdeniz gazetecilik mesleğinde tanımak ve birlikte çalışmak onurunu yaşadığım, ağırbaşlı, sakin, görevinin bilincinde bir meslektaşım... Tercüman Gazetesi muhabirliği görevinde başlayıp çeşitli gazetelerde görevler yaptı ve şimdilerde Türksesi Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olarak görevini başarıyla sürdürmektedir. O, elinizdeki bu kitap ile mesleğindeki başarısının altına imzasını atıyor. Akdeniz, doğup yaşadığı yörelere bırakacağı, güzel ve unutulmaz anılar olarak kalacak yazılarıyla yeni nesle örnek olmaya devam edecektir.”
Gazeteci Aydın Akdeniz'in deyimiyle “Gazetecilik zor bir zanaat... Hele Türkiye gibi bir ülkede yapılıyorsa bu daha da zor bir zanaat... Ancak her şeye rağmen olumlu, pozitif tarafları da var.” Gazetecilik mesleğini severek yapan, bu mesleğin bir neferi olmakla her zaman gurur duyan, 36 yılını gazeteciliğe ayıran usta gazeteci-yazar Aydın Akdeniz “Bir Ömrü Yazdım” adlı kitabının Önsöz'ünde kitabın hazırlanışıyla ilgili olarak şöyle diyor:
“Su gibi akıp giden ömrümüzün savurgan akışının farkına varamadan, belki de çok önemser gibi görünen hayattan farkına varmadan sıyrılıp çıkarız. Zamanı durdurmak olası olmadığına göre hiç olmazsa bir daha geri dönüşü olmayan bu yola çıkmadan tamamen unutulmamak adına geleceğe bir iz koyup gitmek gerekiyor.... Zamanın acımasız savurganlığında pekçok şeyi farkında olmadan kaybederiz. Geçmişin tecrübesi bu değerlerden gelecek nesli mahrum bırakmaya hakkımız yoktur. Ancak bunun için gerekli olan değişik etkenler söz konusudur. Mesele kalem tecrübeleri olunca konu üzerinde biraz daha dikkatli durmak gerekiyor. Bu meyanda tecrübesizlik meseleyi daha da zorlaştırmaktadır. Ancak tüm bu zorluklara rağmen azim ve kararlılığın sonucunda başarı kaçınılmazdır. Bu anlayışla kaleme sarılarak geçmiş zaman diliminde tozlanmaya mahkûm ettiğim yazılarımın bir kısmını dostlarımın ısrar ve teşvikiyle bir kitap haline getirmeye karar verdim.”
Aydın Akdeniz, yıllarca kaleme aldığı yazılarında daima eşitlikten, haktan, hukukun üstünlüğünden, adaletten, mazlumdan yana tavır takınmıştır. Cumhuriyetten ve ülkemizin bölünmez bütünlüğü ilkesinden asla taviz vermemiştir. Üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü savunmuştur. O, İstanbul sultasına karşı Trabzon'un olmazsa olmazı olan, Anadolu'nun futboldaki gür sesi kabul edilen Trabzonspor’un hep yanında olmuştur. O, güçlü Trabzon basınında kendisini kabul ettirmiştir. Kitabın hayırlı ve faydalı olmasını diliyorum.
BU HÂLE NASIL GELDİK?
M. NİHAT MALKOÇ
Son yıllarda ülkemizde kadına şiddet ve çocuk istismarı çok ciddi boyutlara ulaştı. Gün geçmiyor ki bir cinsel istismar olayıyla, bir kadın veya çocuk cinayetiyle güne uyanmayalım? Buna alışmak, bunu rutin bir iş gibi görmek tehlikenin ne boyutta olduğunun işaretidir. Buna alışmayacağız. Milletçe el ele verip bu pisliğin kökünü kurutacağız.
Son dönemlerde tecavüz ve cinayet olaylarının sayısı iyice arttı. Bu mühim konunun ciddi bir şekilde yeniden masaya yatırılması ve en kısa zamanda kökten çözülmesi elzemdir. Çünkü sahip olduğumuz temel hak ve hürriyetlerin başında yaşama hakkı gelmektedir.
Ankara Polatlı'da kaybolan ve maalesef cansız bedenine ulaşılan 8 yaşındaki Eylül'den sonra, 2 Temmuz'da da 4 yaşındaki Leyla'nın cansız bedeninin bulunması bardağı taşıran son damla oldu. Bu son olsun desek de ne yazık ki bu trajik hadiseler son olmuyor.
Milletleri millet yapan ahlâkî değerleridir. Bizler Müslüman bir milletiz. Böylesi aşağılık olaylar, toplumu haklı olarak fevkalâde rahatsız ediyor. Bu olaylar herhangi bir Batı ülkesinde olsa tahlil etmekte güçlük çekmeyiz. Fakat böylesi iğrençliklerin İslâm'ın kalesi olarak nitelendirilen Türkiye'de olması olayların vahametini daha da artırıyor.
Toplumumuz ne zaman bu kadar bozuldu? Bu sapıklar hangi ara türedi? Bu insanlara ne oldu? Bir insan nasıl olur da helâli olmayan bir kadına veya masum bir çocuğa böylesine uygunsuz bir davranışta bulunur, sonra da öldürür. Bu İslâm'a sığmadığı gibi insanlığa da sığmaz. Oysa bizler Osmanlı'nın mirasçıları olarak bir zamanlar merhamet abideleriydik.
Geçmişte şefkat ve merhamet timsali bir toplumken şimdilerde şiddetten beslenen bir toplum olduk. Bu konuda 2015, 2016 ve 2017'de yapılan istatistikler bizleri derinden üzüyor ve derin derin düşünmeye sevk ediyor. Zira mevcut istatistiklere göre 2017 yılında 409 kadın cinayeti işlendi, 387 çocuk cinsel istismara uğradı ve 332 kadına cinsel şiddet uygulandı. Verilere göre, 2016 yılında 328 kadın, 2015 yılında ise 303 kadın öldürülmüştü.
Kadına şiddetin ve çocuk istismarlarının terörden bir farkı yoktur. Zira her ikisi de şiddettir nihayetinde. Bu konuda cezanın tek çözüm olduğu da söylenemez. Bu olayların yaşanmaması için öncelikle suça götüren sebepleri ortadan kaldırmak lazım. Öncelikle çocuklarımızı çok iyi bir ahlâk eğitiminden geçirmek gerekir. Çocuklara her şeyden evvel merhameti, sevgiyi, hoşgörüyü, şefkati, vicdanlı hareket etmeyi ve Allah korkusunu öğretmeliyiz. Bu öğretmekle de olmaz. Bu konuda çocuklarımıza model olmalıyız. Ziya Paşa ne güzel söylemiş "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" diye. Gelin bizler de can parelerimiz olan çocuklarımıza samimiyetten uzak kuru nasihatler anlatmak yerine, onlara ayna olalım.
Ahlâkî terör en az diğer terör unsurları kadar çözüme ve yok edilmeye muhtaç bir meseledir. Toplumun huzur ve refahı için buna mecburuz. Bunun vakit kaybetmeden bertaraf edilmesi gerekir. Daha başka Eylüller ve Leylalar ölmesin; annelerin yürekleri yanmasın.
Günümüzde şiddet olgusu önemli bir toplumsal mesele olarak karşımızda durmaktadır. Şiddet hayatımızın her yerinde var ne yazık ki. Evde aile içi ilişkilerde, okulda öğrenciler arasında, iş yerlerinde çalışanlar arasında, mahallede komşular arasında şiddet bir şekilde mevcut. Onun içindir ki bizim gazetelerimizde üçüncü sayfa haberleri hiç eksik olmaz.
Sözlü şiddet belli bir aşamadan sonra fizikî şiddetin vardığı son nokta olan kavgaya varmaktadır. Bu da köprülerin atılması anlamına gelmektedir. Bu durum sinirlerin tahrip olması neticesini doğurmaktadır. Bundan ötesi zaten huzursuz bir topluma kapı aralamaktadır.
Televizyonlarda verilen şiddet içerikli haberler sorunlu kişiliklerde şiddetin fitilini ateşlemektedir. Şiddet içerikli olaylar haber olarak verilirken sunum konusunda çok hassas olunması gerekir. Çünkü bu haberleri seyrederken bazı kişilerin uykuya yatmış olan şiddet duyguları uyanabilmektedir. Bazen de kişi, sanki bir şeymiş gibi, o haberlerin kahramanlarına özenip gündeme gelme arzusuyla benzeri olaylara tevessül etmektedirler. Dikkat edilirse şiddet ve cinsel istismar içerikli belli olaylar haber olarak verilince benzer olayların devamı gelmektedir. Eskilerin deyimiyle iyilik de kötülük de bulaşıcıdır. Gelin iyilikleri bulaştıralım.
Şiddetin ve cinsel istismarın toplumsal boyutlarının çok iyi irdelenip analiz edilmesi gerekir. Mesela televizyon yayınları bu hususta belirleyici bir unsur olmuştur. Sinema filmlerinde daha düne kadar "Tecavüzcü Coşkun" rolünü, Nuri Alço filmlerindeki tecavüz sahnelerini, o eski Küçük Emrah filmlerindeki gayri meşru ilişkileri sempatik gösterdik. Kadın bedeniyle bakkal borcunun ödenebileceği mesajı verildi o kötü Yeşilçam filmlerinde. Yıllarca tecavüzü, ırza geçmeyi, fuhşu, zinayı; adına ne derseniz deyin sıradan işlermiş gibi gösterdiler. Ekranlarımızda dün olduğu gibi bugün de ailece oturup seyredemeyeceğimiz, seyrettiğimizde yüzümüzü kızartan film ve diziler var. Bunların hiç mi suçu yok?
Televizyonlarımız, başta magazin programları olmak üzere, birçok programda gayri meşru ilişkileri sevimli gösterdi. O ilişkilerin kahramanları olan sözde sanatçıları gençlere rol model olarak sundu. Çizgi filmlerde bile bizden olmayan kahramanlar bize örnek diye gösterildi. Bu da çocuklarda hırçınlıkları, huzursuzlukları, korku ve endişeleri beraberinde getirdi. Bu durum zamanla önüne geçilemeyecek zihinsel travmaların oluşmasına yol açtı.
Televizyon programları aracılığıyla çocukların ahlâkı bozuldu. Televizyonda gösterilenler, çocukların karşı cinsle ilişkisinin belirlenmesinde ve cinsel kimliğinin oluşmasında etkili oldu. Sinema filmleri ve diziler çocukların şiddete olan eğilimlerini artırdı. Bu, kültürel yabancılaşmayı da beraberinde getirdi. Böylece bize benzemeyen acayip bir nesil çıktı ortaya. Böyle bir nesilden İslâmî ve insanî tavır ve davranışlar beklemek saflık olurdu.
Öte yandan cinayet, saldırı, tecavüz ve savaş içerikli haberleri izlemek, nefret yüklü bu davranışları çocukların gözünde sıradanlaştırmaktadır. Bunun yanında çocuklar bilmedikleri şiddet yöntemlerini de televizyon aracılığıyla öğrenip çevresindeki kişilere tatbik etmektedir. Yanlış anlaşılmasın. Biz çocuklar televizyon hiç seyretmesin demiyoruz. Asıl televizyon programcılarını uyarıyoruz. Televizyon da tıpkı bıçak gibidir. Bıçak maharetli bir cerrahın elinde hayat kurtarır, katilin elinde ise hayatlar söndürür. Televizyonlarda çocukların ahlâkını olgunlaştıracak güzel şeyler yayınlanırsa çocukların kişilikleri gelişir. Her şey içerik ve nitelikte gizlidir. Bu konuda televizyonların bir çeşit yüksek mahkemesi olan RTÜK'e büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. RTÜK'ün merhameti çocuklara merhametsizliktir. Demem o ki yaşanan olumsuzluklarda medyanın yanlış örnekliğini göz ardı edemeyiz. Vicdanları yaralayan kadına şiddet, taciz ve çocuk istismarı gibi olaylarda halkımız tek ses, tek yürek, tek vücut olmuş, bu gibi aşağılık suçlara idam istiyor. Halkımızın bu konudaki hassasiyeti ve kararlılığı mutluluk vericidir. Bu konuda yerden göğe kadar da haklılar. Esas olan kısasa kısastır. Başkalarının hayatına kastedenlerin yaşama hakkı yoktur. Fakat küreselleşmenin belirleyici olduğu bir dünyada yapılabilecekler de bellidir. İdam konusu parlamentonun işidir. Oturup konuşurlar, sonra da gereğini yaparlar.
Çocuklar aydınlık yarınlarımızın teminatıdır. Çocuklara yönelik bu gayri ahlâki tutumlar asla görmezden gelinemez, geçiştirilemez. Bu caniler mevcut yasalar içerisinde, idam da dahil olmak üzere, en ağır cezalarla cezalandırılmalıdır. Bu hususta yapılabilecekler hukukçular ve bu konudaki uzmanlar tarafından konuşulup tartışılıyor. Çocuk istismarcılarının cezalandırılmasında kimyasal hadım uygulaması da seçenekler arasındadır. Maksat caydırıcılıktır, yeni vakaların önünü kesmektir. Tabir caizse bataklığı kurutmaktır.
Türkiye'de imkânsız gibi görülen her işi alnının akıyla yapan, terörün belini kıran Ak Parti, kadına ve çocuğa şiddeti ve cinsel istismarı da azamî derecede ortadan kaldıracaktır. Çünkü buna mecburuz. Zira güvenliğin olmadığı bir ülkede huzur da, aş da, iş de olmaz.
Bildiğimiz kadarıyla TBMM'de kadına şiddet ve çocuk istismarıyla ilgili olarak çok ciddi çalışmalar yapıldı. Hatta bununla ilgili tasarı son noktaya getirildi. Araya seçim ve parlamento tatili girdiği için yeni yasama dönemine kaldı. Milletin vicdanı ve sağduyusu olan Ak Parti, her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisine yakışanı yapacaktır. Şiddetten haz alanlar ve sapıklar bu ülkede layık oldukları cezayı alacaklardır. Bundan şüphemiz yoktur.
DÜNDEN BUGÜNE AKÇAABAT SEMPOZYUMU
M. NİHAT MALKOÇ
Şehirlerin kalkınması sadece alt ve üst yapıyla gerçekleşmez. Bunlarla birlikte şehrin kültürel birikiminin üzerindeki külleri de vefa rüzgârıyla kaldırmak gerekir. Bir şehri ayağa kaldırmanın yollarından biri de onun mâzisine ışık tutmak ve temel dinamiklerini harekete geçirmektir. Şehirlerin mâziden hâle, hâlden istikbale taşıdığı maddi ve manevî değerleri mevcuttur. Şehrin tarihî, edebî, kültürel ve sanatsal birikimleri asla unut(tur)ulmamalıdır. Değerlerini yitiren(unutan) bir şehir, doğal olarak kendi (marka) değerini de yitirir.
Şehirler değerleriyle ve değerlileriyle bütünlük teşkil eder. Bu değerler ve değerliler şehrin kimliğini oluşturur. Bu imkânı ıskalayan ve bu kıymetlerden mahrum olan şehirler kimliksizdir. Bu kimlik boşluğunu, gün gelir, ecnebi kimlikler hoyratça doldurur.
Modernite dünü toptan inkâr etmek değildir. Bir şehri modernleştirmek onu dünden tecrit etmekle olmaz. Dünü olmayanın (bu)günü de, istikbali de yoktur. Dünün mimarisiyle bugünün mimarisi bir arada(yan yana) yaşatılırsa asıl zenginlik ve fark böyle fark edilir.
26-28 Nisan 2013 tarihleri arasında Trabzon’un en büyük ilçesi olan Akçaabat’ta “Dünden Bugüne Akçaabat” adıyla, 66 bilim insanı ve araştırmacı-yazarın katıldığı büyük bir sempozyum yapılmıştı. Akçaabat Erol Günaydın Sanat Merkezi’nde yapılan sempozyumda ülkemizin önemli üniversitelerinin akademisyenlerince onlarca bildiri sunulmuş, adeta bir bilgi şöleni gerçekleştirilmişti. Bildirilerde Akçaabat’ın “tarih, dil, edebiyat, halk bilimi, eğitim, öğretim, spor, tarım, sanayi, ticaret, sanat, kent ve mimarî” olmak üzere tüm yönleri, konulara vakıf bilim adamları, araştırmacı-yazarlar ve akademisyenler tarafından detaylıca incelenmişti. Akçaabat her yönüyle konuşulmuş, tabir caizse masaya yatırılmıştı.
Şehrin dününe ışık tutan “Dünden Bugüne Akçaabat” Sempozyumu’nun bilim kurulunda Prof. Dr. Abdullah Saydam, Prof. Dr. Ali Birinci, Prof. Dr. Feridun Emecen, Prof. Dr. Fethi Gedikli, Prof. Dr. Hamza Keleş, Prof. Dr. Haşim Karpuz, Prof. Dr. Hikmet Öksüz, Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur, Prof. Dr. İdris Bostan, Prof. Dr. Kemal Çiçek, Prof. Dr. Kenan İnan, Prof. Dr. Mehmet Öz, Prof. Dr. Mesut Çapa, Prof. Dr. Salih Akkaş, Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Prof. Dr. Asiye Mevhibe Coşar, Prof. Dr. Mehmet Salih Çelikkale, Doç. Dr. Necmettin Aygün, Doç. Dr. Temel Öztürk, Doç. Dr. Kemal Üçüncü, Doç. Dr. Rahmi Çiçek ve Dr. Mustafa Altunbay gibi birbirinden kıymetli 22 akademisyenin olduğunu görüyoruz.
Öte yandan “Dünden Bugüne Akçaabat” Sempozyumu’nun düzenleme kurulunda Ali Hocaoğlu, Ali Mesut Birinci, Atilla Alp Bölükbaşı, Ayhan Yüksel, Haydar Gedikoğlu, İsmail Topal, Kadir Topal, Mehmet Bilgin, Miraç Tosun, A. Salih Atadinç, Osman Mumcu, Zehra Topal ve Akçaabat Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Turhan Bektaşoğlu var.
“Dünden Bugüne Akçaabat Sempozyumu” horonun ve köftenin merkezi olarak kabul edilen Akçaabat’ın dününe, bugününe ve yarınına ışık tutmuştur. Kadim bir kültürün üzerindeki küller kaldırılmıştır. Akçaabat’la ilgili birçok bilinmeyen(ler) ortaya çıkmıştır. Şehrin mâzisine dair bilgi kirliliklerine son verilmiştir. Akçaabat, ehil insanlar tarafından enine boyuna anlatılmış, tabir caizse didik didik edilmiştir. Sempozyumda sunulan bu bildiriler daha sonra titiz bir çalışma sonucunda güzel kitap hâline getirilmiştir.
Şahsen Akçaabat’la ilgili küçük büyük her çalışmayı önemseyen ve şehre dair her çalışmaya sevinen bir insanım. Çünkü Akçaabat’la ilgili bilgi, belge ve kitaplar sanıldığı kadar çok değildir. Bu şehir kendi kültürüne ve değerlerine ancak bu gibi kitaplarla sahip çıkabilir. Bu kitaplar şehri yarınlara taşıyabilir. Bu bağlamda şehirle ilgili kaleme alınan ilk kitap Muzaffer Lermioğlu’nun “Akçaabat-Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş-Hicret Hatıraları” adlı eseridir. Bunun yanında Haydar Gedikoğlu’nun “Akçaabat”, Fethi Gedikli’nin “Akçaabat Yazıları-I-II”(2 cilt), Zehra Topal’ın “Akçaabad-Vakfıkebir Öşür Defteri/1850” ile Akçaabat Nüfus Kayıtları(1840) kitaplarını da unutmamak gerekir. Bu arada Ali Mesut Birinci, Mustafa Çakıcı ve Zehra Topal tarafından ortaklaşa hazırlanan “Akçaabad-Vakfıkebir Nüfus Kütüğü(1835-1845)” isimli çalışmayı da unutmamak gerekir.
Belediyeler sadece kanalizasyon, temizlik ve imar işleriyle uğraşmaz. Kültür ve sanat etkinlikleri de belediyelerin asli görevleri arasındadır. Bunu en iyi yapanlardan biri de, her yıl kültür sanat festivali yapan, şiir ve hikâye yarışmaları düzenleyen Akçaabat Belediyesi’dir.
Akçaabat Belediyesi, bu kapsamda kültüre duyarlı bir belediye olduğunu ispat edercesine 26-28 Nisan 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilen sempozyumda sunulan bildirileri iki kapak arasına alarak 736 sayfalık devasa bir kitap hâline getirerek kültür dünyamıza armağan etti. Kitap “İçindekiler” bölümüyle başlayıp Belediye Başkanı Şefik Türkmen’in “Sunuş”, Düzenleme Kurulu’nun “Önsöz”, Belediye Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Turhan Bektaşoğlu’nun “Tarihin Kıyısında Bir Sempozyum” adlı yazılarıyla devam ediyor. Bunların ardından birbirinden değerli bilim ve kültür insanlarının bildirileri sıralanıyor. Kitaptaki 65 bildiri başlığını ve bildiri sahiplerini dikkatlerinize sunuyorum:
“Şeyh Cüneyd ve Akçaabat Trabzon Sefer Güzergâhı(Prof. Dr. Feridun Emecen), XVII. Yüzyılda Akçaabat Nahiyesinde Nüfus(Yrd. Doç. Dr. Hanefi Bostan), XVI. Asrın İkinci Yarısındaki Mahkeme Kayıtlarına Göre Akçaabat’ın Meşkanyo Karyesi(Prof. Dr. Fethi Gedikli), Tarihsel Süreçte Pulathane (Akçaabat) Pazarları ve Pazarlarda Alınıp Satılan Ürünler(Zehra Topal), 1974 Numaralı Şeriye Siciline Göre Akçaabat Kazası(Prof. Dr Süleyman Beyoğlu), Akçaabat Kazasında Adli Olaylar(Ayhan Yüksel) XIX. Yüzyıl Sonları XX. Yüzyıl Başlarında Akçaabat Hapishanesi(Yrd. Doç. Dr. Kemal Daşcıoğlu), Akçaabat’ta Salgın Hastalıklarla Mücadele (1890-1914)( Okt. Ahmet Köksal),Sözlü Tarih Kayıtlarına Göre Akçaabat’ta Rus İşgali ve Muhacirlik(Prof. Dr. Mesut Çapa-Hamza Topsakal), Akçaabat’a Yapılan Kırım Göçleri-Kırım Tatarları(Doç. Dr. Hakan Kırımlı), Akçaabat’ta Eğitim Hayatı (1850-1900)( Doç. Dr. Melek Öksüz), XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Akçaabat’ta Muhacir İskânları Sırasında Yaşanan Yerleşim Yeri Problemleri(Okt. Ülkü Köksal), Dünden Bugüne Akçaabat Gazeteleri(Hüseyin Albayrak), Hatıratına Göre Ali Şakir Ağanoğlu Otobiyografisi(Okt. Veysel Usta), Akçaabat Tarihinden İki Gazete: ’Güzel Pulat-Hane’ ve ‘Yeni Pulatane’(Şerife Nihal Zeybek), Muzaffer Lermioğlu: Hayatı, Kişiliği ve ‘Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş-Hicret Hatıraları’ Eserinin Bir Değerlendirmesi(Okt. Volkan Aksoy) Akçaabat Halkevi ve Faaliyetleri(Doç. Dr. Rahmi Çiçek), 1944-1949 Yıllarında Akçaabat’taki Siyasi, Sosyal, Ekonomik Gelişmelerin Akçaabat ve Yeni Pulathane Gazetelerine Yansımaları(Yrd. Doç. Dr. Emine Pancar), CHP-DP Çekişmesinde Akçaabat’ta Yaşanan İlginç Bir Hadise: “Hoca Muhammed Vakası”(Okt. Muzaffer Başkaya), Adnan Menderes İktidarının Sonlarına Doğru Akçaabat(Okt. İlker Bayram), Akçaabat Adı Üzerine(Prof. Dr. İlhan Şahin), Akçaabat Ağzında Türk Lehçeleri İle Ortak Olan Kelimeler(Dr. Yusuf Gedikli), Akçaabat Ağzı Söz Varlığının Niteliği(Arş. Gör. Bahadır Güneş), Doğu Karadeniz Örnekleri İle Türk Halk İnanmalarında ‘Bulut’ (Halk İnanmaları-İsrailiyat Bağlantısına Dair)(Dr. Yaşar Kalafat), XVIII. Yüzyılın Başlarında Trabzon ve Kazalarında Sosyal Hayata Dair Mahkeme Kayıtlarına Yansıyanlar(Prof. Dr. Kemal Çiçek), Kadı Sicillerine Göre Akçaabat’ta Tımar Uygulamaları (1725-1745)(Doç. Dr. Temel Öztürk), Ayanlık Dönemi Tonya-Akçaabat İlişkileri(Doç. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu), Rus Yetkililerin Tanıklığıyla Rus İşgali Zamanı Akçaabat’ta Tütün Yağmacılığı(Dr. Enver Uzun), Akçaabat Kazasında Halk ve İdareciler Arasındaki Problemler -XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Kuzey Seferleri Örneği(Arş. Gör. Murat Serdar), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Trabzon-Akçaabat Sahil Yolu(Prof. Dr. Hikmet Öksüz), Akçaabat’ta Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Kilise ve Mektep İnşaatları(Doç. Dr. Necmettin Aygün), Pulathane (Akçaabat) Limanı’nın Tarihi Önemi ve İskele İnşası (1911)( Ali Mesut Birinci), Akçaabat Limanının Tarihsel Gelişimi ve Deniz Ticareti(Yrd. Doç. Dr. Yasemin Nemlioğlu Koca), Akçaabat’ta Tütün Üretimi ve Reji İdaresi’nin Tütün Üreticilerine Yönelik Uygulamaları(Yrd. Doç. Dr. Mehmet Akpınar), İstanbul’da Akçaabatlı Bir Şair(Prof. Dr. Ali Birinci), Ahanda’dan Karacaahmet’e 87 Yıllık Bir Şiirin Öyküsü: Hasan İzzettin Dinamo’nun Şiirleri(Yrd. Doç. Dr. Hatem Türk), Savaş Yıllarının ve Milli Mücadele'nin Ahanda’dan Yükselen Sesi: Hasan İzzettin Dinamo’nun Romanlarında Karadeniz(Okt. Emine Bilgehan Türk), Bir Ahandalı: Hasan İzzettin Dinamo(Mehmet Kuvvet), Akçaabat Havzası Kültür Geleneğinin Derlenmesi, Yayınlanması, Müzelenmesi ve Tanıtımı Süreçleri(Prof. Dr. Kemal Üçüncü), Akçaabat Yöresindeki Halk Hekimliği Uygulamaları(Fatma Yıldırmış), Trabzon İmparatorluğu’nun Önemli Tarihi Kaynakları: Vazelon Aktaları ve Akçaabat(Yrd. Doç. Dr. Murat Keçiş), Akçaabat Yöresi Geleneksel Halk Oyunları, Müzikleri ve Sazları(Selim Cihanoğlu), Trabzon Yayla Göçü ve Şenliklerinde Giyim-Kuşam-Eğlence(Tahir Bakal), Koryanalı Hüseyin: Hüseyin Köse(Öğr. Gör. C. Yunus Özkurt), Zurnacı Ali Aga: Ali Günel(Hakan Günel), Kutozlu Ahmet Çavuş: Ahmet Ergül(Şenol Ergül), Bir Yemek Sosyolojisi Denemesi Örneği Olarak Akçaabat Mutfağı(Dr. Adem Sağır-Sosyolog Yusuf Sarı), Akçaabat Köftesinin Tarihçesi(Turhan Bektaşoğlu-Osman Mumcu), Kültürel Bellek Bağlamında Türk Kültüründe Şölen Algısı ve Akçaabat Köftesi(Arş. Gör. Berk Yılmaz), Trabzon-Akçaabat’taki Geleneksel Fırıncılık ve Ekmek Yapım Teknikleri Üzerine Halkbilimsel Bir İnceleme(Turgay Kabak), Akçaabat’ta Yaylacılık ve Yayla Evleri(Prof. Dr. Haşim Karpuz), Trabzon Akçaabat Yöresi Oyaları ve Türk Halk Şiirinde Oya Motifi(Yrd. Doç. Dr. Gonca Yayan - Yrd. Doç. Dr. Ayşen Kılıç), Akçaabat Yöresinde Giyim-Kuşam Geleneği(Selim Cihanoğlu), Yöresel Giyim Üretiminde Endüstrileşme(Tahir Bakal), Hıdırnebi Argolos Meydanı ve Yayla Şenlikleri(M. Hakan Alşan), Akçaabat’ta Spor Tarihinin Günümüze Yansımaları(Öğr. Gör. Osman Kalyoncu), Bir Fotoğrafçının Biyografisi: Zeki Sezgin(Atilla Alp Bölükbaşı), Fotoğrafçı Kemal: Kemalettin Özkurt(Teoman Aygün), Akçaabat’ta İlk Kar Kuyuları-Su Kuyuları(Osman Baş), Trabzon Tarımında Akçaabat’ın Yeri ve Önemi(Yrd. Doç. Dr. İbrahim Sezer - Yrd. Doç. Dr. Eren Şenol), Zavena’nın Eski Balıkçıları: Malkoçoğlu Mustafa Reis(Dr. Mustafa Zengin), Trabzon Balıkçılık Kültüründe Akçaabat’ın Yeri ve Akgün Ailesi(Öğr. Gör. Mustafa Aça), Gelişimi, Yapısı ve Sorunlarıyla Akçaabat Sanayisi(Arş. Gör. Ahmet Çavuş), Geleneksel Akçaabat Evlerinin Miras Değeri(Yrd. Doç. Dr. Emine Saka Akın-Prof. Dr. Sevinç Ertürk-Yrd. Doç. Dr. Hamiyet Özen), Trabzon-Akçaabat Ortamahalle Evlerinin Karakteristik Özellikleri(Yrd. Doç. Dr. Rabia Köse Doğan), Akçaabat’ın Kentsel ve Kırsal Nüfus Değişimleri ve Günümüze Yansımaları(Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Saraçoğlu), Tarihsel ve Kültürel Öğelerin Turistik Amaçlarla Değerlendirilmesi: Akçaabat Kenti Örneği(Yrd. Doç. Dr. İbrahim Sezer-Yrd. Doç. Dr. Eren Şenol), Geleneksel Akçaabat Evleri ve Yapım Sistemleri(Yrd. Doç. Dr. Elif MakaklıYrd. Doç. Dr. Özlem Atalan)
Belediyeciliği sadece altyapıdan ibaret görmeyen Akçaabat Belediye Başkanı Şefik Türkmen, bildirilerin yer aldığı “Dünden Bugüne Akçaabat” adlı kitaba yazdığı “Sunuş” yazısında “Bir kenti anlamak için her şeyden önce kentin insanlarına, tarihsel, kültürel, sanatsal birikimlerine, mimarisine, sözlü ve yazılı dil ögelerine, gelenek ve göreneklerine bakmak ve bunları günümüz süzgecinden geçirerek tartmak gerekir. Parçalardan oluşan bir mozaik eser nasıl bütün olarak güzelse bir kentin güzelliği de bütün dokularının yan yana gelmesiyle bütün güzelliğini ortaya koyar” diyerek güzel bir tespitte bulunuyor.
“Dünden Bugüne Akçaabat” Sempozyumu bu şehir için bir ilkti; ama ümit ediyorum ki son olmayacaktır. Bu gibi ilmî çalışmalar bundan sonra da devam edecektir. Bu güzel çalışmalar, başta Trabzon olmak üzere, diğer il ve ilçelere de örnek teşkil edecektir.
Önü masmavi denizle, arkası yemyeşil dağlarla ve bereketli tarlalarla çevrili bir yeryüzü cenneti olan Akçaabat, bugün ‘akça’nın abat olduğu bir ilçe olmasa da; huzurun, dostluğun, barışın ve sevginin abat olduğu; tertemiz, şirin bir yerleşim yeridir. Bir kültür, sanat ve turizm şehri olan Akçaabat’ın enine boyuna incelenmesine ortam hazırlayanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu güzel çalışmada, başta bildiri sahipleri olmak üzere, emeği geçen herkese bir Trabzonlu olarak şükranlarımı sunuyorum. Sempozyum bildirilerini kitaplaştıran Akçaabat Belediyesini, başkanından Kültür Müdürüne kadar tek tek kutluyorum.
EDEBİYAT ARAŞTIRMALARI KÜLLİYATI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk Edebiyatı çok köklü bir maziye sahiptir. Bunu dost ve düşman herkes bilir ve öyle kabul eder. Bu zengin edebiyatı, yazılı olarak Göktürk Kitabeleri’yle başlatsak da sözlü edebiyatımız ondan çok daha eskilere dayanır. Türk milleti tarih sahnesine çıktığı günden bugüne kadar edebî sahada kıymetli eserler vücuda getirmiştir. Bu zengin edebiyat, değişik araştırmacıların üstün gayretleriyle gün yüzüne çıkarılmıştır. Edebiyatımızın aydınlanması için çalışan yılmaz savaşçılardan biri de Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’dür. O, siyasetten ve hocalıktan arda kalan zamanını Türk edebiyatını incelemeye ayırmıştır. 76 yıllık ömrünün önemli bir kısmını bu işe tahsis etmiştir. Neticede çok kıymetli eserler vücuda getirmiştir.
“Fuat Köprülü” ismi bize öncelikle siyaseti çağrıştırsa da o, siyasetçiliğinin yanında iyi bir araştırmacıdır. Köprülü, uzun yıllar değişik üniversitelerde edebiyat ve tarih alanında dersler vermiştir. Enteresandır ki O, edebiyatta ilerlemek için hukuk öğrenimini yarıda bırakmıştır. Türk Edebiyatı’ndaki ömrü kısa bir dönem sürse de kısa zamanda önemli izler bırakan Fecr-i Âtî edebiyat topluluğunun üyelerinden biridir Fuat Köprülü… O dönemde şiirlerini “Mehasin” ve “Servet-i Fünûn” dergilerinde yayınladı. Önceden karşı olduğu “Millî Edebiyat” görüşünü daha sonra benimsediğini ve bu edebî topluluğa katıldığını görüyoruz. “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” onun hafızalarda kalan ilk büyük eseridir.
1933’te “Ordinaryüs Profesör” olan Köprülü, İstanbul Üniversitesi’nde hocalığının yanında birkaç kez de dekanlık yapmıştır. 1934’te siyasete atılarak Kars milletvekili olan Köprülü, uzun yıllar siyasetin içinde kalmıştır. Adnan Menderes’le birlikte Demokrat Parti’yi kurmuştur. Bu parti çatısı altında Dışişleri Başkanlığı yapmıştır. Fakat hocalığını ve araştırmacı kimliğini de bir yandan devam ettirmiştir. Yaşadığı sürece binlerce öğrenci yetiştirmiş, onlarca kitap ve binlerce makale yazmıştır. “Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Nasrettin Hoca, Türk Edebiyatı Tarihi, Türkiye Tarihi, Bugünkü Edebiyat, Azeri Edebiyatına Ait Tetkikler, Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türk-i Basit, Türk Saz Şairleri Antolojisi (üç cilt), Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatı’nın Tekâmülüne Bir Bakış, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Edebiyat Araştırmaları Külliyatı, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi” adlı eserler onun kaleminden çıkmıştır.
Sözün bu noktasında Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü tarafında kaleme alınan “Edebiyat Araştırmaları” adlı kıymetli eserden bahsetmeyi kendime bir vazife ve borç biliyorum. Her edebiyatçının, her kültür adamının ve aydının kütüphanesinde bulunması gereken bu eser zengin bir kültür hazinesidir. Toplam 1162 sayfalık bu eserde Türk edebiyatının yitik hazinelerini bulabilirsiniz; ne kadar zengin bir kültürün ve edebiyatın mirasçısı olduğumuzu görüp Türklüğünüzle, Müslümanlığınızla ve görkemli medeniyetinizle övünebilirsiniz.
“Edebiyat Araştırmaları” adlı eser iki ciltten oluşuyor. Kitabın ilk cildinde 11 bölüm var. 1. bölümde “Türk Edebiyatı Tarihi’nde Usul”, 2. bölümde “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i”, 3. bölümde “Ozan”, 4. bölümde “Bahşi”, 5. bölümde 5–16. Asırlarda Türk Şairleri, 6. bölümde “Saz Şairleri: Dün ve Bugün”, 7. bölümde “Türk Edebiyatı’nda Âşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü”, 8. bölümde “Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerinde Tesirleri”, 9. bölümde “Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri”, 10. bölümde Aruz, 11. bölümde “Türklerde Halk Hikâyeciliğine Ait Maddeler Meddahlar” başlıkları bilimsel metotlarla, doyurucu bir içerikle işleniyor. Bu eserde yer alan, bilimsel metotlarla ve tarafsız bir gözle kaleme alınan makalelerle ufkunuzu genişletebilirsiniz. Dağarcığınızı kültürel unsurlarla süsleyebilirsiniz. Kitabın başında yer alan Önsöz’de Köprülü’nün bu makalelerle ilgili değerlendirmeleri eserle ilgili doyurucu bilgiler veriyor. İlk cildin ilk bölümü olan “Türk Edebiyatı Tarihi’nde Usul” adlı 45 sayfalık makalede edebiyat araştırmacılarına çok önemli bilgiler veriliyor; onların yolu aydınlatılıyor. Bu yazı birkaç kez okunmaya değer bir yazı…
Edebiyat üzerine beş tane önemli kitap adı söyleyin deseler bu beş kitap içinde Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün kaleme aldığı “Edebiyat Araştırmaları” adlı iki ciltlik muhteşem eseri muhakkak sayarım. Çünkü bu sahada çalışma yapacaklar için çok önemli bir kaynaktır o… Belki edebiyatın içinde olmayanlar bu eserden yeterince istifade edemezler ama sonuçta onların da bu eserden alacağı şeyler mutlaka vardır. Yeter ki anlama gayreti olsun…
Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün bir hazine değerindeki “Edebiyat Araştırmaları” adlı eserinin ikinci cildi merhum araştırmacının merhum oğlu Dr. Orhan F. Köprülü tarafından kaleme alınan “Özsöz”le başlıyor. Bu Önsöz’de oğul Köprülü, babasının bu eserinden genişçe söz ederek kitabın araştırmacılar ve edebiyatçılar için taşıdığı önemi vurguluyor.
“Edebiyat Araştırmaları” adlı eserin ikinci cildi birinci cildinden daha geniş… Zira birinci cilt 470 sayfa olmasına rağmen ikinci cilt 694 sayfadan oluşuyor. Kitabın ikinci cildinde “Azerî”, “Çağatay Edebiyatı” , “Tuyuğ”, “17. Asır Saz Şairlerinden Kayıkçı Kul Mustafa”, “Tevfik Fikret ve Ahlakı”, “Yeni Farisi’de Türk Unsurları”, “Abdal”, “Abdal Musa” ana başlıklarının yanında “Çeşitli Biyografiler” yer alıyor. “Çeşitli Biyografiler” ana başlığı altında “Ali Şîr Nevâî, Ahmedî, Ahmed Paşa, Ahmed Yesevî, Asım Efendi, Âşık Çelebi, Aşık Paşa, Bâkî, Devletşâh, Fazlî, Figânî, Firdevsî, Fuzûlî, Habîbî, Hamdî, Hâcuy-i Kirmânî, Gazâlî “ gibi önemli isimler hakkında mühim malumatlar veriliyor. Bu biyografik yazılar İslam Ansiklopedisinde yayınlanmıştır. Söz konusu yazılar burada derlenip toparlanarak iki kapak arasına alınmışlar. Burada zikredilenlerle ilgili bu denli geniş, sağlam bilgiyi başka bir kaynakta bulmanız mümkün değildir. Öte yandan Asım Efendi, Fazlî, Figânî, Habîbî, Hamdî, Hâcuy-i Kirmânî gibi isimler hakkında bilgi arayanlar bu eserden başka nerede bu kadar geniş bilgiyi elde edebilirler? Bu yönüyle de bu eser bulunmaz bir hazinedir.
“Edebiyat Araştırmaları” adlı bu eserin ikinci cildinin sonunda yer alan geniş “Umumî İndeks” araştırmacıların eserden faydalanabilmeleri için konulmuş önemli bir bölümdür. Eserden yararlanmayı kolaylaştıran bu kısım 45 sayfadan oluşmaktadır. İkinci ciltte ilk konu başlığı olan “Azerî” adlı geniş makale Azerbaycan’ı, Azerî soydaşlarımızın kültürünü ve edebiyatını etraflıca tanımamızı sağlıyor. Azerî Lehçesinin Türk ve Fars lehçeleriyle ilişkisi irdeleniyor. İlhanlılar ve Celâyirliler devrinden(13. ve 14. asırlar) başlanarak Avşarlar, Zendler ve Kaçarlar devrine kadar “Azerî Edebiyatının Tekâmülü”nden bahsediliyor. Kitabın ikinci cildinin ikinci ana bölümünde ilk Çağatay(13.-14. asırlar) döneminden başlanarak bu edebiyatın gerileme ve çökme dönemi olan 17.-19. asırlara kadar gelinerek Çağatay Edebiyatıyla ilgili güvenilir bilgiler veriliyor. 112 sayfa süren “Çağatay Edebiyatı” bölümü aslında tek başına müstakil bir kitap olabilecek boyuttadır. Bu bölümün Bibliyografya kısmında “Türk edebiyatının muhtelif şubeleri arasında büyük ehemmiyetine rağmen en az ve en fena tetkik edilmiş olanı Çağatay edebiyatıdır.” diyen Köprülü, bu eksikliği gidermiştir. Kitabın devamında Türklerin Divan edebiyatına kazandırdığı nazım şekillerinden biri olan “Tuyuğ” hakkında enine boyuna bilgiler vererek bu türün takip ettiği seyri aydınlatmıştır.
Merhum Fuat Köprülü, Türk kültürüne ve edebiyatına aşkla bağlı olan bir vatan evladıydı. Edebiyat tarihini çok önemsiyordu. Bu alanda çalışacakların elinden tutuyor, onlara rehberlik ediyordu. Bu hususta herkese görevler düştüğünü, bu sahada daha çok çalışılması gerektiğini belirtiyordu. Bu sahada çalışacaklara saygı duyuyor, onlarla ilgili görev ve sorumlulukları şu ifadeleriyle dile getiriyordu: “Edebiyat tarihine hevesli bir Türk genci, henüz inşa malzemesinden hiçbiri hazır bulunmayan bu büyük millî abide için, izah edilen usuller dairesinde hiç olmazsa birer taş getirmeye çalışmalıdır; çünkü vücuda gelecek bu muhteşem abide, büyük ve şerefli Türk milletinin asırlar boyunca muhtelif muhitlerde geçirmiş olduğu fikrî ve hissî safhaları ve o muhtelif safhalarda kendini gösteren Türk millî dehasının vahdetini göstererek, istikbaldeki nesilleri aynı vahdet gayesine sevk edecektir. Türk edebiyatı tarihçisi için bundan daha asil ve mukaddes hedef nasıl tasavvur olunabilir!”
Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün yazdığı “Edebiyat Araştırmaları” adlı iki ciltlik güzel eseri edebiyat heveslisi herkes kütüphanesinde bulundurmalı ve mutlaka dikkatle okumalıdır.
“EYLÜL IRMAKLARI” GÖNÜLE AKIYOR
M.NİHAT MALKOÇ
Her çıkan kitap beni, istediği oyuncağı satın alınmış çocuklar gibi sevindirir. Kitabın doğuşunu insanın doğuşu kadar anlamlı ve muteber sayarım. Çünkü bana göre kitapların da kendince bir sesi, dili ve yüreği vardır. Her birinde nice hayatlar saklıdır. Onları okudukça bu hayatların ve fikirlerin içine destursuzca gireriz. Bizleri hep güler yüzle karşılarlar.
Ülkemizde her yıl hemen her düşünceden ve türden binlerce yeni kitap, raflardaki yerini alır. Vitrinler gül bahçelerine dönüşür. İnsanlar; düşüncelerine yakın buldukları, ilgi duydukları kitapları satın alarak kütüphanelerine kazandırırlar. Bizim gibi eli kalem tutan kişiler için kitap, hava ve su gibi elzemdir. Öyle ki, sayfalar devirmediğimiz akşamlar gözümüze uyku girmez. Yazan kişiler birbirlerinin halini bildiği için yeni çıkardıkları kitaplarından imzalayıp dostlarına gönderirler. Bu, yazar dayanışmasının en güzel örneğidir.
Bu senenin son aylarında kıymetli şair ve yazar dostum Mustafa Özçelik, bu yıl yayınladığı kitaplardan bir demet gönderdi bana. Birbirinden değerli bu kitaplardan özellikle “Eylül Irmakları” adını taşıyan, ilgimi çekti. Çünkü şiirsel bir ismi vardı kitabın… Fakat bu bir şiir kitabı değildi. Özçelik son dönemlerde yazmış olduğu denemelerini bu isim altında bir araya getirmişti. Sütun Yayınları tarafından yayınlanan ve 156 sayfadan meydana gelen eserde 25 tane deneme bulunuyor. Bu denemeler son dönem edebiyatına ışık tutuyor.
“Eylül Irmakları” adını taşıyan bu kitap üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümdeki iki deneme Yunus Emre’yi, iki deneme Nasrettin Hoca’yı, iki deneme Yahya Kemal’i, birer deneme de Mehmet Akif’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Leyla ve Şeref Hanım’ı konu edinmiştir. Yazar, ikinci bölümde ikişer yazıda Necip Fazıl’ı, Samiha Ayverdi’yi, birer yazıda A. Nihat Asya’yı, Bahattin Karakoç’u, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u ele almıştır. Üçüncü bölümde ise günümüzün değerlerine yer vermiştir. Bu kısımda sanatçının kişilik ve sorumluluk boyutlarını sorgulamıştır. Son dönem şiirindeki simalardan M. Atilla Maraş’a, merhum M. Akif İnan’a, Metin Önal Mengüşoğlu’na, Nezir Akalın’a, Mustafa Miyasoğlu’na, A. Vahap Akbaş’a ve gölgede kalmış bir şair olan Ahmet Veske’ye değinmiştir.
Eskişehir’den Türkiye’ye seslenen, arı gibi çalışkan ve verimli olan Mustafa Özçelik, üslup sahibi bir şair ve yazarımızdır. Onun şiirleri de, denemeleri de oturmuş bir kalemden çıkmış intibaını verir. Düzyazıları, özellikle de denemeleri şiir renginde ve tadındadır. Yirmi bir yaşında edebiyat hayatına atılan bu usta kalem, 32 seneden beri aralıksız yazmaktadır. O, edebiyatın her sahasında özellikle şiir, deneme, makale, biyografi, öykü, masal, günlük türlerinde çalışmalar yapmaktadır. “Gelişme, Mavera, Yönelişler, İslâm, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat, Gül Çocuk, Dolunay, Düş Çınarı, Dergâh, Kayıtlar, Kültür Dünyası, Kırağı, Kardelen, Seviye, Kitap Dergisi, Bu Meydan, Kalem ve Onur, Güneysu, Kubbealtı Akademi, Bizim Külliye, Yansıma, Bir Nokta, Vuslat, Edebiyat Ortamı, Taşra Edebiyat, Yedi İklim, Yitik Düşler, Ay Vakti, Gonca Çocuk” dergileri onun edebî verimlerini gün yüzüne çıkardığı, okuyucuyla buluşturduğu periyodik yayınlardır. Yıllardan beri bu kadar çok yayında edebî verimlerini yayınlayan velut bir yazarın üslubunun oturmuş olması tabiî bir neticedir.
Yazarlar çok okuyan insanlardır. Başka bir deyişle çok okuyan insanlar zamanla yazar olurlar. Çünkü okumak dolmak, yazmak boşalmaktır. Okuduklarımız bizde bir birikim oluşturur, bu birikim zamanla inkişaf alanı arar kendine. İşte bu noktada yazmaya, bildiklerimizi paylaşmaya başlarız. Mustafa Özçelik de böyle oluşturmuş Eylül Irmakları’nı… Bu kitap özellikle oturulup yazılmamıştır. Yazar değişik dergilerde yayınladığı yazılarını bir araya getirmek istemiş, dağınıklığın önüne geçerek tabir caizse onları zapturapt altına almıştır.
Yazar Özçelik, “Eylül Irmakları” adlı eserinin önsözünde : “Bir yazar, yazar olmaktan çok, öncelikle iyi bir okuyucudur. Hem çağdaşlarını hem de önceki dönem yazarlarını ciddi okumak durumundadır. Bu faaliyet sadece okumakla da sınırlı kalmamalı, yazarlar ve eserleri üzerinde düşünmeli, yorumlar yapmalıdır.” diyerek bu eylemi elzem bir iş olarak görüyor.
“Eylül Irmakları” adlı deneme kitabı özellikle son dönem edebiyat çevresine ışık tutuyor. Bu ışığın huzmelerini takip ederek yeni dönemin özüne giden kapıyı aralıyoruz. Bu kitapta Türk şiirinin en gür sesli şairi Yunus Emre’den, hoşgörünün mimarı Mevlana’ya kadar pek çok millî ve evrensel değerimizi bulabiliyoruz. Kitap Yunus Emre’yle başlıyor, Ahmet Veske’yle nihayetleniyor. Bu iki şair arasında, edebiyat ağacının yüksek dallarında gezinip duruyoruz. Yerle sema arasında diyardan diyara dolaşıyoruz. Her edip bir renk ve çeşni sunuyor tasavvurumuza… Özçelik’in tutarlı ve isabetli eleştirileri önümüzü aydınlatıyor. Edebiyata onun gözüyle baktığımıza değiyor. Zira o, değerlendirmelerinde bizi yanıltmıyor.
Özçelik’in çok okuyan ve muhakeme eden bir insan olduğunu biliyorum. Bunun ipuçlarını eser ve edip değerlendirmelerinde açıkça görebiliyoruz. O, denemelerinde malumu ilan etmiyor, bilhassa bilinmeyenleri okuyucuya sunmayı, söze doyumsuz bir lezzet katmayı öncelikli gaye ediniyor. Değerlerimize onun gönül dünyasından baktığımızda evvelden oluşmuş önyargılarımız da güneşe değen buzdağları gibi eriyip gidiyor. Neticede yalandan ve abartıdan arınmış, asıl marifeti samimiyet olan sözler kalıyor kelam eleğinin üstünde…
Anadolu’da Yunus’u ve Mevlana’yı bilmeyen ve sevmeyen yoktur. Fakat bazı kesimler Yunus’u ve Mevlana’yı kendi emellerine alet etmek için hakikatleri tersyüz ediyorlar. Bu kesimlerin temsilcileri olan kalemler, çok farklı ve bir o kadar da bizden uzak bir portreyle karşımıza çıkıyorlar. Bir de bakıyorsunuz ki Yunus Emre, Allah aşkını kapının dibine koymuş, affınıza sığınarak söylüyorum, bir zampara olup çıkmış karşımıza. Mevlana’nın hak ve hakikat paydasında hocalarıyla olan samimiyeti de başka şekillerde algılanmış, zihinler bulandırılmış, inançlı kesimlerin aklının ucundan bile geçmeyen şeyler yakıştırılmış bu halk ve Hak dostlarına. Bu gibi değerleri, Mustafa Özçelik gibi dürüst ve inançlı kalemlerden okursanız fikir bataklığına saplanmazsınız. Onun içindir ki bu kıymetli gönül adamının süzgecinden süzülen hakikat damlacıklarını çok önemsiyorum.
Dedim ya, değerlerimize ve değerlilerimize bir de Özçelik’in hakikat penceresinden bakalım. O, hayata dair isabetli teşhislerde bulunuyor. Bununla da kalmayıp manevî tedavi yollarını da sıralıyor. Bir çeşit gönül tabipliği yapıyor. Eylül Irmakları’nda onun, yozlaştırılan hayata dair isabetli teşhislerinden ve tedavi önerilerinden bir demet sunmak istiyorum sizlere:
“Kendimizi, insanımızı, insanlığımızı kaybediyoruz. Patron zalim, işçi hilekâr, sultan adaletsiz, âlim cahil… Eşyanın dilini unutmuş, solan çiçeğin, kuruyan ırmakların feryadını duyamıyor hale gelmişiz. Onca mal gönül darlığımızı gidermiyor, onca kitap, dergi, gazete bizi hakikatin bilgisine ulaştıramıyor. Bilim adamımız doğruyu öğretmiyor/öğretemiyor. Sanatçımız varlığın ve var edenin sırrını hissettiremiyor. Ressamımızın gönül gözü kapalı… Patronumuz rüyasında para yığınlarından başka bir şey görmüyor. Siyasetçimiz hilekâr, dostlarımız riyakâr, rakamlarımız sevimli, çiçeklerimiz susuz. Vaizin sesi ulaşmıyor içimize, kitap sayfaları içimizi karartıyor. Musiki, bir felaket çığlığına dönüşüyor ve hiçbir noktada birleşemiyoruz. Düşünelim… Birleşemeyenler ‘Bir’e nasıl gidecekler? İşte Yunus, bu birleştiriciliğin “Bir’e gitmenin de sınavını vermiş bir insan. Öyleyse onunla beraber, önce tövbe ederek sonra ‘bismillah’ diyerek söylemeye başlayalım: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni!”(“Yunus Emre’yi Yeniden Okumak” , Eylül Irmakları, s.14)
“Eylül Irmakları” isimli deneme kitabında ansiklopedik bilgilere yer vermiyor Mustafa Özçelik… Bu eserde şiir altyapısı güçlü bir şairin doyumsuz mensur yazılarıyla gönlümüze ziyafet çekiyoruz. Onun satırlarında edebiyatın derinliklerine yol alıyoruz. Bizleri nükteleriyle güldüren Nasrettin Hoca’nın bir mutasavvıf ve bilge insan olduğu gerçeğini ondan öğreniyoruz. Mevlana âşığı iki kadın şair Leyla ve Şeref Hanım’ın hayatındaki sis perdelerini yine o aralıyor. Yahya Kemal’deki tarih şuurunu ve milliyet telakkisini bu kadar sade ve sade olduğu kadar da derin anlatan başka bir kalem erbabı az bulunur.
Eylül Irmakları, daha evvel yine aynı yayınevi tarafından yayınlanan Nun ve Kalem’in bir devamı izlenimi veriyor. Bu eser de bize denemenin doyumsuz hazzını vermişti. Bizler bu denemeler zincirinin yeni halkalarını büyük bir iştiyakla bekliyoruz. Kalemin hiç susmasın.
Yayınlandığı Yer: Ayvakti Dergisi/Ocak-Şubat 2008
HASAN KANTARCI’YLA “YOLLARIN İZİNDE”…
M. NİHAT MALKOÇ
Herhangi bir kimsenin, daha çok bir edebiyatçının gerek yurt içinde gerekse yurt dışında gezip gördüğü yerlerdeki toplumları, kentleri, mekânları, yaşayışları, âdet ve töreleri, gelenek ve görenekleri, doğal ve tarihî güzellikleri, ilgi çeken değişik yönleri edebî bir üslupla kaleme alarak ifade etmesine “gezi yazısı” (seyahatname) denir. Budur gezi yazısının kitabî tanımı. Gerçi bu tanım mutlak değildir. Herkes kendince öznelleştirebilir bu çerçeveyi.
Hem gezmekten hem de gezenlerin izlenimlerini okumaktan olağanüstü bir zevk alırım. Keza büyük bir keyif alarak okuduğum edebiyat türlerindendir gezi yazıları. Okuduğum gezi yazıları beni anlatılan yerlere gitmeye heveslendirir. Gezme tutkumu ateşler.
Gözleme dayalı bir tür olan gezi yazısı yaşamımıza tanıklık eder. Geziden amaç, merak unsurunu kamçılayan yeni yerler görmek, yeni kişilerle tanışmak ve gönlümüzde gizemlere kapı(lar) aralamaktır. Bu türün en güzel örneklerinden biri olan Frankfurt Seyahatnamesi’nin yazarı Ahmet Haşim, gezi yazısıyla ilgili olarak şöyle diyor: “İnsan, hayatın tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar. Bu itibarla seyahat, bir ‘harikulâdelikler avı’ demektir.” Gerçekten de öyle değil midir? Bana sorarsanız gezmek bir çeşit ruhî tedavi yöntemidir. Bu hususta “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyenler haklı değil mi?
Elimde Trabzonlu yazar Hasan Kantarcı’nın “Yolların İzinde” isimli 142 sayfadan meydana gelen, gezi yazılarını içeren bir kitabı var. Heyamola Yayınları tarafından okura ulaştırılan söz konusu kitap “Mağmat Boğazına Doğru, Akça Kent, Acısu’da Şenlik Var, Çayırdan Yansıyan Işık, Aydınlık Bir Gün, Maçka’dan Haçka’ya, Yolların İzinde, Yıldızı Çalışkan Topraklar, Bir Kış Günü Krom Vadisi’nde, Bir Gezginin Güncesinde Uzungöl, Sisler Arasında, Bir Göl Hikâyesi, Kıyı Bucak Zigana, Öykü Tadında Üç Köy, Ziyaret Tepesi, Yeşilin Kalbine Doğru: Rize, Dağların Bekçisi-Bir Köprü, Gezelim Görelim Ekibiyle” başlıklı 18 nefis yazıdan meydana geliyor. Kitabın başında Ahmet Özer’in Önsöz’üyle karşılaşıyoruz. Trabzon’un usta kalemlerinden Özer, kitapla ilgili şunları söylüyor:
“Hasan Kantarcı “Yolların İzinde” yeni dünyalar keşfeden bir doğa tutkunu. Kentin biçimlediği insan ilişkilerinin giderek yapaylaşması, onu doğaya sığınmaya iten önemli etmenlerden biri. O; yaşadığı, tutkunu olduğu coğrafyayı çok seviyor. İnsanı irdelerken bütün gezginler gibi o da tarihe not düşüyor; çevrenin insanla, insanın sunduğu güzellikle, tarihin değerli kıldığı yapıyla anlam taşıdığını vurguluyor.
Hasan Kantarcı, yaptığı gezilerde rastladığı her insana, doğanın her nesnesine sorular yöneltiyor. Gezdiği coğrafyayı bu sorular ve onlara aldığı yanıtların ışığında daha da büyülü kılmaya çalışıyor. Sanata eğilimli bir yürekle, yöre insanının sorunlarını irdeliyor. Doğanın gücüne karşı duran insanın, toplumsal yaşamının da sorunlarını alt edebileceğini düşünüyor.
Çoğu zaman kullandığı esprili dil, yöre insanın mizah gücünün kaynaklarını duyumsatıyor okura. Hasan Kantarcı, benzetmelerle içimizdeki çocuğu uyandırıyor. Gezileri çoğu kez dışarıdan içeriye yol buluyor. Onun gezilerinde bilinç ve ruh doygunluğu kadar, mideyi süsleyen yiyeceklerin de nefis tatlarla öne çıktığını görüyoruz.
Hasan Kantarcı, “Yolların İzinde” adlı yapıtıyla Karadeniz insanının doğayla iç içe olan yaşamına, denizle dağ arasında sıkışan ruhsal yapısına ayna tutuyor. Bu yapıtın çoğu kişiyi yaşadığı kapalı mekânlardan doğanın yüreğine giden yollara dökeceğine inanıyorum.”
Yazmaya ve gezmeye gönül veren Hasan Kantarcı, 1965’te Trabzon’un en büyük ilçesi Akçaabat’ta dünyaya açmış gözlerini. İlk ve ortaöğrenimini Trabzon’da yapmıştır. Yazmaya ve gezmeye meraklı bir insan olan Kantarcı, Trabzon’da yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır. Basılan ilk eseri “Babamın Veresiye Defteri-Moloz” adını taşıyor. Çevre il ve ilçelere günübirlik yaptığı yolculuklardaki yürüyüşler, onda zamanla doğa tutkusuna dönüştü. Bu tutku ve hevesi Trabzon Doğa Sporları İhtisas Kulübü TRADOST ile devam ettirdi. Hasan Kantarcı, yaşamını Trabzon’da sürdürüyor ve ticaretle meşgul oluyor.
Hasan Kantarcı, kitabının başında; doğup büyüdüğü, sularından kana kana içtiği kendisinin de içinde bulunduğu yörenin insanının ruh hâlini çok tarafsız ve isabetli bir şekilde şöyle tahlil ediyor: “Karadeniz insanı ister kentte yaşasın, ister köyde; ne yapar eder kendinden söz ettirmenin bir yolunu bulur. Aşırı merak duygusu içindedir. Sabır nedir, bilmez. Yenilgiyi içine sindiremez. Ne sebeple olursa olsun üstün olmak, başarı göstermek tek hedefidir. Ekonomik sorunlar altında ezilmez; çabalar, didinir. Daha iyi bir yaşam için gerekli özveriyi gösterir. Coğrafî şartların etkisinden olsa gerek, dağları gibi dik, denizi gibi hareketlidir. Yerinde duramaz; ataktır, girişimci ve yardımseverdir. Toplumsal yaşam biçimine önem verir.” Kantarcı’nın diktiği bu ruh elbisesi yöre insanına tam da uyuyor.
Çiçeği burnunda değerli yazar Hasan Kantarcı “Yolların İzinde” adlı gezi türündeki enfes kitabıyla bizi Karadeniz’in el değmemiş bakir köşelerine götürüyor. Bizi şehrin ruhlara kasvet veren boğucu havasından kurtarıp kırsala taşıyor. Kantarcı için “çiçeği burnunda yazar” dememin sebebi henüz ikinci kitabını yazmış olmasından dolayıdır. Fakat buna rağmen çok ustaca bir anlatım göze çarpıyor “Yolların İzinde” adlı kitabında. Doğal, samimi ve sıcak bir anlatımı var. Betimlemelere sıkça yer veriyor. Kelimeleri gerçek anlamlarının dışına(mecaz, yan, deyim) taşıyor. Kırk yıllık edebiyatçılara taş çıkartırcasına edebî bir yakalamış Kantarcı bu kitabında. Bence bu yazılanlar, deneme tadında gezi yazıları sayılmalı.
Kantarcı, “Yılların İzinde” giderken sadece mekânları değil, mekânlara hayat veren insanları da renkli yüzleriyle şiirsel bir dille anlatıyor. Yazar gittiği yerleri anlatmakla kalmıyor, oraları okuyucularına bizzat yaşatıyor da. Daha doğrusu önce yaşıyor, sonra yaşatıyor. Anlatımlarında hep yakın planda duruyor. Seyrettirmiyor, okuru işin içine katıyor. Mekânların gizemine bir çeşit ayna tutuyor. O; bizi kolumuzdan tutup Uzungöl’e , Krom Vadisine, Zigana’ya, Akçaabat’a, Santa Harabelerine, Rize’ye, Mağmat Boğazına, Acısu’ya, Maçka’ya ve Haçka’ya götürüyor. Oraların tarihî ve tabii güzelliklerini kulağımıza fısıldıyor. Bunu ansiklopedik bir dille değil, özgün ifadelerle, deneme tadında nefis bir üslûpla yapıyor.
Hasan Kantarcı, gittiği yerlerdeki insanlarla içten diyaloglara giriyor, mekânları bir de orada yaşayanların dilinden aktarıyor. Bu konuşmaları hiç değiştirmeden olduğu gibi okura iletiyor. Üslup kaygısı gütmüyor. Buna rağmen sevimli ve samimi bir üslûp yakalıyor. Yörenin coğrafyasını anlatmakta kalmıyor, kendine mahsus kültürel özelliklerini(folklorik unsurlarını) de ustaca yansıtıyor. İyi bir gözlemci olduğu yazdıklarından belli olan yazar, gidip de göremediklerimizi bize yansıtıyor. Bölgenin bakir coğrafyasına mercek tutuyor. Şiirsel diliyle duygusal bir atmosfer oluşturuyor. Okuduğunuz yerleri görme hevesinizi kamçılıyor. Bazı yerlerde de tabiatın gitgide bozulduğunu söyleyerek, bizleri uyarıyor. Dost nasihatinde bulunuyor. Bir solukta okuduğumuz bu kitap; gezilen yerleri tanıtmıyor, gözümüzde canlandırıyor, okurda mekânlarla buluşmaya dair kışkırtıcı bir merak uyandırıyor.
Doğu Karadeniz’in o egzotik ve büyüleyici güzelliklerini, yöresine aşka bağlı bir Karadenizlinin kaleminden okumak keyfe dönüşüyor. Kantarcı, kaleme aldığı eserinin son kısmında “Bölgeye yaptığım geziler kitapta adı geçen yerlerle sınırlı değil. Kitap, gezi yazılarımdan bir seçki aslında… Diyebilirim ki daha birçok ilçesini, beldesini, köyünü gezdim, gördüm, Karadeniz’in; güneş görmeyen vadisini, bayırını, tepesini, yaylasını, çavlanını, havasını ve elbette insanını; coğrafyadan da kaynaklanan nice zorluklar içinde yaşayan insanının kültürünü… Gittiğim yerler üzerine yaptığım gözlemleri, edindiğim izlenimleri, geçkin; ama daha yolun başındaki bir yazar coşkusuyla kaleme aldım.” diyor.
Birbirinden güzel yörelere yapılan gezileri içselleştirilmiş bir üslûpla anlatan bu kitabı okumaktan büyük bir keyif alan ve bunu ‘tadımlık’ sayan bizler(okuyucular), bu yeni notların da kitaba dönüşmesini özlemle bekliyoruz. Bununla da yetinmiyor, kendisinden yeni yerler gezip izlenimlerini yazıya dökmesini istiyoruz. Bizlere Doğu Karadeniz’in şirin yerlerini gezdiren, rehberlik eden Kantarcı’yı yürekten tebrik ediyorum. Ondan yeni eserler bekliyoruz.
HULÂSATÜ’L-HAKÂYIK VE MEKTÛBÂT-I HÂCE MUHAMMED LUTFÎ
M. NİHAT MALKOÇ
“Hulâsatü’l Hakâyık” Erzurumlu Hâce Muhammed Lutfî(Alvarlı Efe Hazretleri)’nin en önemli eseridir. Bu kitapta Efe Hazretlerinin birbirinden derin mânâlı âşıkâne, ârifâne, âlimâne, mürşidâne şiirleri bir araya getirilmiştir. Bu şiirlere baktığımızda çoğunun Divan Edebiyatı tarzında yazıldıklarını görürüz. Fakat onun Halk Şiiri tarzında şiirleri de mevcuttur. Ölçü olarak hem arûzu, hem de heceyi kullanmıştır. Her ikisinde de başarılı eserler vermiştir.
Efe Hazretleri Vakfı, Hâce Muhammed Lutfî'nin 50. Vuslat Yılı vesilesiyle önceki yıllarda da üç kez basılan “Hulâsatü’l Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî” isimli bu eseri yeniden gözden geçirerek ve bir kısım ilavelerde bulunarak dördüncü kez basmıştır.
“Hulâsatü’l Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî” isimli kitap 848 sayfadan meydana geliyor. Kitap Önsöz’le başlıyor; El-Hâc Seyfeddin Mazlumoğlu’nun kaleme aldığı Mukaddime’yle devam ediyor. Bunu takip eden “Bir Hâtıra” başlığı altındaki uzun şiir, Efe Hazretlerinin oğlu olan Hâce Seyfeddin Efendi Hazretlerinin kalemiyle vücut bulmuş. Bunu Arabî Gazeller, Kasîde-i Celâliyye, Fârisî Gazeller, Silsile-i Şerif, İlticâ-nâme, Mi’râcu’n-Nebî, Mevlidü’n-Nebî, Merhabâlar, Divançe, Mesnevîler(İlâhînâme, Na’t-ı Resulullah, Muhabbetnâme, Sabâ Nâme, Hidâyet-Nâme, Gülün Bülbül ile Şîvesi, Bitlis Ziyareti, Firkat-nâme, Efrâd-ı Ümmed-i Muhammed’e Destanlar(Tevhid Destanı, Kıyamet Destanı, Dâsitân-ı Zeman, Erzurum Destanı), Mersiyeler(Der-Vefât-ı Şeyh Abdülbâkî Efendi Hazretleri, Der-Vefât-ı Maksûd Efendi), Na’t-ı Habîb-i Rahmân, Duâ-i Huccâc, Mâniler, Kıt’alar, Ferdler, Hidayet Bahçeleri(Hâce Seyfeddin Efendi yazmış), Lügatçe(148 sayfa), İndeks takip ediyor.
Dördüncü basımı Mayıs 2006'da yapılan bu kıymetli kitabın başında Hâce Muhammed Lutfî(Alvarlı Efe Hazretleri)’nin kısa hayat hikâyesine yer veriliyor: “Hâce Muhammed Lutfî(Alvarlı Efe Hazretleri) 1285/1868 tarihinde Erzurum'un Hasankale'ye bağlı Kındığı Köyü'nde dünyaya gelmiştir. Pederleri Hâce Hüseyin Efendi, vâlideleri Seyyide Hâdice Hanım'dır. Tahsilini başta pederi olmak üzere, devrinin şöhretli âlimlerinden tamamlayarak mücâzen 1307'de Hasankale'nin Sivaslı Câmii'ne imam olmuştur. Aynı yıl pederleriyle birlikte Bitlis'e giderek Hâce Muhammed Pîr-i Kührevî Hazretleri'nin huzuruyla müşerref olmuş, 1312 tarihinde seçkin bir halifesi olarak Hasankale'ye dönmüşlerdir. Buradan Erzurum'un Dinarkom Köyü'ne gitmiş ve orada I. Cihan Harbi'ne kadar kalmıştır. Bilahare vazifesini Yavi Nahiyesi'ne, oradan da anavatanı olan Hasankale'ye nakletmiştir. Kendisine teklif edilen Hasankale Müftülüğünü kabul etmemiş, Alvar Köyü halkının istirhâmı üzerine oraya giderek bu köyde yirmi dört sene vazife yapmıştır. 1939 yılında tedavi için Erzurum'a gelmiş, Mehdi Efendi Mahallesi'nde ikamet etmiştir. 90 senelik ömrünü insanlığa ve İslamiyete adayan Efe Hazretleri, 12 Mart 1956 tarihinde ebedî aleme intikal etmiş ve nâş-ı şerifi Alvar Köyü'nde pederleri Hâce Hüseyin Efendi Hazretleri yanında sırlanmıştır.”(1)
Kitabın Önsöz'ünde bu mühim eserle ilgili şu bilgilere yer veriliyor: “O, şiirlerinin çoğunu Dîvân Edebiyatı tarzında yazmış olmakla beraber halk şiirimizin de zevkine sahiptir. Vezin olarak hem ârûzu hem de heceyi kullanmıştır. Bizim Yunus gibi ilâhî aşkın neşvesiyle kaleme aldığı ilâhîleri, saz şairlerimizin tarzında şiirleri vardır. Çok beğendiği Fuzûlî'ninkiler gibi hisli, Nâbî'ninkiler gibi hikmetli şiirleri saz şairlerimizin neşesini duyuran deyişleri vardır. Efe Hazretleri eskilerin elsine-i selâse dedikleri, üç dilde(Türkçe, Farsça, Arapça) şiirler yazmıştır. Türkçe şiirleri mesnevîler, destanlar ve divânçe olmak üzere üç ana bölümdür. Divânçe kafiyelerine göre tertip edilmiş 726 şiirdir. Manzûm mektupları da Divânçe'de derc edilmiştir. İçinde bazen birkaç beyit, bazen kıt'a şeklinde şiirler bulunan mektuplarını ise ileride yayınlamak arzusundayız.... Efe Hazretlerinin şiirlerinin başta gelen hususiyeti, mürşidâne oluşudur. Şem'a-i nûr-i Ahmed'in, Nûr-cemal-i Muhammed'in pervânesi olarak Muhammedî feyz ve nûrla; Abdülkâdir'in devletini, Nakşibendîler himmetini, Mollâ-yı Rûm saltanatını, derûnunda ve meclislerde cem eyleyen Efe Hazretleri, şiirleriyle yüce pîrlerin feyizlerini âleme neşreder, gönülden tâliplere ikram eder.”(2)
Hâce Muhammed Lutfî Hazretlerinin “Hulâsatü’l Hakâyık” adlı eserinin ilk şiiri Silsile-i Şerif adını taşımaktadır. “Hudâvendâ be-hakk-ı İsm-i Âzam/Be-nûr-i seyyid-i evlâd-ı Âdem” diye başlayan şiirde adalet timsali olan Hz. Ömer'den, velâyet halkasının güneşi olan İmâm-ı Cafer-i Sâdık'tan, ârifler sultanı Pir-i Bistam'dan, vahdet nûru Şeyh Hasan Harakânî'den, tarikat güneşi Ebu'l Kâsım-ı Gürgânî'den, reşâdet tahtının sultanı Pîr-i Fâramedî Tûsî'den, Ebû Eyyûb Hemedânî'den, Muhammed Nakşibendî'den, Ömerü's-Sühreverdî'den Hâce Necmeddin-i Kübrâ'dan, İmâm-ı Rabbanî'den, Şâh-ı Dehlevî'den bahsedilir. Onlar ve onlar gibi yüce zatların İslam'ın kutup yıldızları oldukları belirtilir.
Kitabın ikinci şiiri “İlticâ-nâme” adını taşır. Bu şiirin adından da anlaşılacağı gibi, muhtevası da bir çeşit Hakk'a sığınma talebidir. 76 beyitlik bu şiirde Yüce Allah'ın sıfatları, üstün özellikleri, yarattıkları, İslam'ın güzelliği, İslâm'a hizmet edenlerin yüceliği dile getirilmektedir. Mutasavvıf şair Muhammed Lutfî Hazretleri bu şiirin ilk beytinde “Hamdü bî had o Kerîm Mevlâ'ye/Ne Kerim'dir keremi bî-gâye” diyerek Rabbine sonsuz şükreder. Bu şiir, ârûzun “Feilâtün(Fâilâtün)/ Feilâtün/Feilün(Fa'lün)” kalıbıyla yazılmıştır.
Süleyman Çelebi'nin Mevlid'inin ne kadar şöhretli bir şiir olduğunu hepimiz biliriz. Onun kadar olmasa da Alvarlı Efe Hazretleri'nin de Peygamberimizi anlattığı bir Mevlid'i vardır. Bu şiir söz konusu bu kitabın 69. sayfasında yer almakta ve 16 sayfa sürmektedir. “Mevlidü'n-Nebî” adını taşıyan, ârûzun “Fâilâtün/ Fâilâtün/Fâilün” kalıbıyla yazılan bu şiir, 169 beyitten meydana gelmektedir. Bu şiirden birkaç beyti buraya almak istiyorum: “Rahmet-i Rahmân dilersen ey kirâm/Ver Muhammed Mustafa'ya çok selâm// Rahmet-i Rahmân olan nûr-i hüdâ/Ahmed ü Mahmûd Muhammed Mustafa//Cedd-i pâki ola Zât-ı Ahmed'in/Hâmil ola nûrunu Muhammed'in//Derde dermândır Muhammed sohbeti/Nûr-i îmândır Muhhammed ülfeti//Tekbir eyle sen dahî Allah içün/Ta'zîm eyle Hâk Resullah içün...”
Erzurumlu Hâce Muhammed Lutfî Hazretlerinin “Hulâsatü’l Hakâyık” adlı eserinde bir de “Mirâcü'n-Nebî” isimli güzel bir şiiri vardır. Bu şiirde Resulullah Efendimizin Mirac mucizesine yer verilmekte ve hadisenin etrafında birçok ulvî hisler anlatılmaktadır. Bu şiir 15 sayfa sürmekte ve 198 beyitten oluşmaktadır. Bu şiir değişik bölümlerden meydana gelmekte ve bölümlerdeki şiirlerin ârûz kalıbı değişmektedir. Bu şiirin girişindeki güzel bir bölümü sizlere sunmak istiyorum: “Eşref-i ezmân olan leyle-i şân/Şeb-i Mi'râc-ı Nebî feyz feşân//Ne seâdetli zemândır o gice/Keremin nehri revândır o gice//Leyle-i Kadri gibi mîr-i zemân/Arş-ı âzam gibi bir dâru'l emân//O gece âleme rahmet güneşi/Çıkacak eflâke vahdet güneşi...”
“Hulâsatü’l Hakâyık” ın asıl geniş kısmı “Dîvançe” adını taşımaktadır. Bu bölümdeki birbirinden güzel şiirler, kafiyelerine göre tasnif edilmiştir. Elif(A) harfinden başlayarak Ye(Y) harfine kadar devam eden bu şiirlerde 21 değişk harfle kafiye yapılmıştır. Dîvançe'deki şiirlerin bir kısmı ârûz ölçüsüyle(ki çoğu böyledir), bir kısmı da hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Ârûz vezniyle yazılan şiirlerin kalıbı şiirin altında verilmiştir. Heceyle yazılan şiirlerin de hecenin kaçlı kalıbıyla yazıldıkları belirtilmiştir. Dîvançe'de 726 tane şiirin olduğunu görüyoruz. Bu şiirlerin konuları geniş bir dağılım gösterse de genel anlamda dinî muhtevadadırlar. Bu şiirlerin aslında herbirinin çok kıymetli olduğunu, bugüne kadar layık olduğu şekilde incelenmediklerini, halk tarafından bilinmediklerini esefle söylemeliyiz.
Muhammed Lutfî Hazretlerinin “Hulâsatü’l Hakâyık”ının Dîvançe'den sonraki bölümlerinde mesnevîler yer almaktadır. Mesnevîleri destanlar takip etmektedir. Bu bölümde kullanılan nazım birimi doğal olarak dörtlüktür. Fakat onun şiirlerinin ekseriyeti beyit nazım birimiyle yazılmıştır. Dörtlük nazım birimini kullandığı şiirleri, beyitlere nazaran çok azdır.
Kitapta destanlardan sonra mersiyeler gelmektedir. Eserin sonlarında dua şiiri “Duâ-i Huccac” yer almaktadır. Söz konusu bu kitap mâniler, kıt'alar ve ferdlerle son bulmaktadır. Onun kıt'aları ve ferdleri altın yaldızlarla süslenip yazılacak kadar derin mânâlıdır. Bu muhteşem şiirlerin daha geniş kitlelere tanıtılması ve sevdirilmesi artık bir mecburiyettir.
Dipnotlar: 1,2) Hâce Muhammed Lutfî, “Hulâsatü’l Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî”, Damla Yayınevi, İstanbul 2006
İSTANBUL'UN BÜYÜLÜ GÜZELLİĞİNE İÇTEN BİR NAZAR: "KADIKÖY'ÜN KİTABI"
M. NİHAT MALKOÇ
Oldum olası şehir kitaplarına apayrı bir ilgim vardır. Çünkü bu türdeki kitaplarda, ele alınan şehrin nabzı atar. Şehir kitaplarında şehrin kimliğini apaçık görürsünüz. Zira şehir, yazarın gönül dünyasında dile gelir. Yazar dünle bugün, bugünle yarın arasında muhkem köprüler kurar bu çeşit kitaplarda. Bu köprüler sizi şehre daha bir yak(ın)laştırır.
İstanbul'un her köşesinin ayrı bir güzelliği vardır. Asya yakasıyla Avrupa yakası güzellikte adeta yarışır birbirleriyle. Bu yarışta hepsi de birincidir. Birini ötekinden üstün tutmak haksızlık olur. Her semtin kendine göre bir güzelliği ve özelliği vardır.
İstanbul'un en güzel köşelerinden birisi de Kadıköy'dür. Marmara'nın koynunda yarına dair pembe rüyalar gören Kadıköy, baştan başa bir tarihtir. Bu konuda hemen yanı başındaki Üsküdar'la yarışır. Asırlara meydan okuyan Kadıköy; İskelesiyle, Moda'sıyla, Altıyol'uyla, Bahariye'siyle, Kalamış'ıyla, Göztepe'siyle, Selâmiçeşme'siyle, Erenköy'üyle, Suadiye'siyle, Bostancı'sıyla, Kozyatağı'yla, Fikirtepe'siyle, Acıbadem ve Karacaahmet'iyle dillere destandır.
Yakın zamanda Tamer Kütükçü'nün "Geçmiş Zamanların, Mekânların ve Hatırlamaların Rafında Kadıköy'ün Kitabı" adlı kıymetli şehir kitabını büyük bir keyifle okudum. Birikim ve derinlik sahibi okur, kitabın yazı ehli, usta bir kalemin elinden çıktığını ta en başta bile anlayabiliyor. Çünkü kurulan cümleler ve sıra dışı ifadeler, eserin üslûbunun güzelliğini açıkça ortaya koyuyor. Yazar Kütükçü kelimeleri adeta kanatlandırıyor.
Aslında bir müzikolog olan Tamer Kütükçü, Kadıköylü bir yazar olarak kaleme almış kitabını. Yani bir turist edasıyla Kadıköy'ü günü birlik gezmiş bir yazar değil. Kadıköy onun hayatının kilometre taşlarından biri, belki de birincisi. Onun içindir ki bu kitapta yazarın yaşanmışlıkları da var. Zaten içselleştirilmiş bu yaşanmışlıklar, söz konusu kitabı daha bir sıcak ve samimi kılıyor. Yazar bizi adeta elimizden tutarak Kadıköy'ü sokak sokak gezdiriyor. O mekânların kendisi için ne ifade ettiğini anlatıyor. Gezdiği yerleri sadece kendi gözüyle yansıtmıyor, daha evvel bu mekânlarla ilgili yazı ve kitap kaleme almış yerli ve yabancı gezginlerin de görüşlerini aktarıyor. Bu da kitabın tek bir bakış açısına sıkışıp kalmasını önlüyor; çerçeve genişliyor. Hem tarihî hem de doğal çevreyi soluyorsunuz yazarla birlikte.
Kadıköy'ün Kitabı hem gezi hem de hatıra türünden derin izler taşımaktadır. Fakat ona tek başına bir hatıra veya gezi yazısı kitabı diyemeyiz. Her ikisinden de çeşniler taşıyan güzel bir eser. Kitabı okurken kendinizi sanki bir masal dünyasında hissediyorsunuz. Yazar Kadıköy'ü hiç görmeyen okurlarını "Bu şehri bir an evvel görün" dercesine kamçılıyor.
Türkiye'de daima bizi bize anlatan millî ve yerli eserlere imza atan Ötüken Neşriyat'ın Şehir Kitapları Dizisi'nden çıkan "Kadıköy'ün Kitabı" Mart 2014'te okurlarla buluşmuş. Eser ilgi görmüş olacak ki daha sonra ikinci baskısı yapılmıştır. Söz konusu kitap duygu ve bilgiyi aynı teknede yoğurmuş izlenimi veriyor. Fakat yazar Kütükçü, okurunu asla ansiklopedik bilgilerle boğmuyor. Bahsi geçen kitapta ayrıntılı gözlemlerin ön planda olduğunu görüyoruz. Yazar bunları yansıtırken benzetmelerden, mecazlardan ve yan anlamlardan sıkça yararlanıyor. Başka bir tabirle söylemek gerekirse yazar şiirsel bir üslup kullanıyor.
Türkçeyi ustaca kullanan yazar Tamer Kütükçü, Kadıköy'ün Kitabı'nın başında kitapta yer alan konu başlıklarıyla ilgili bilgiler veriyor. "İçindekiler" bölümünde kitapta işlenen konular şöyle sıralanıyor: "Körler Ülkesi’nin Tarihine Bir Bakış, Kendi Halinde Aşkların Rıhtım'ı, Avrupa Pastanelerinden Kutsal Emanetleri Saklayan Kiliselerine: “Şen” Çarşı, Bir Mahallenin Melez Hali: Mühürdar, Suriçi’nin Rüzgârında: Osmanağa ve Caferağa, Hayvan Pazarında Randevu: Altıyol, Eski Bayram Yerlerinden Hafta Sonu Dershanelerine: Halitağa, Bir Kenar Mahalle Kozmopoliti: Yeldeğirmeni, Kadıköy’ün Aristokratı: Moda, Biraz Tiyatro, Biraz Opera, Daha Çok Nisan Sabahlarının Rahatlığı: Bahariye; Çayır, Kır Gazinosu, Kır Sineması: Kuşdili, Bir Zamanlar Zengin Su Kaynakları ve Hamamıyla: Söğütlüçeşme, Her Kedere Kapalı: Şifa, İlk Kanto’nun İcra Edildiği Çimenlik: Yoğurtçu, Kadıköy’de Mehtabiye Keyfi: Bir Vakitler Kurbağalıdere, Dünya Ölçütlerinde Bir Stadyumun Çocukluk Günleri ve: Papazın Bağı, Köşklerinde Hayatın Binbir Rengi: Kızıltoprak, Bir Manastır Burnu’nda Aşkın En Dünyevî Hâli: Fenerbahçe(si), Orada Cami Acı Bir Hatırayı Saklar: Feneryolu, Todori Meyhanesi’nden Teyyareci Vecihi Hürkuş’a: Kalamış, Eski Bir Limandan En Zengin Köşk ve Kulüplere: Çiftehavuzlar, Esrarlı Bir Çeşmenin Semti: Selamiçeşme, Balkanlı, Entelektüel, Asil: Göztepe, Bir Korku Masalından Bugünün Saraylısına: Caddebostan, 'Beyaz Köşkler' ve 'Çamlar' Diyarı: Türk Erenköy’ü, Avcılar Mekânından Paşalar İnziva-gâhına: Suadiye, Kadıköy’ün Serhat Boyu: Bostancı, Bir Kışlada Kadıköy’ün En Yüksek Apartmanları: Kozyatağı, Köşkler ve Bağlıkların İlerisinde Kıraç Bir Tarla: Sahrayıcedid, Kadıköy'de Bir Bektaşî Köyü: Merdivenköy, En Eski Kadıköy: Fikirtepe, Namı Bir Semti Var Eden : Ziverbey, Kadıköy'ün Gazhanesi: Hasanpaşa, Kadıköy'ün En 'Hevâdar' Tepesi: Acıbadem, 'Hacılar' ve 'Yosmalar' Diyarı: İbrahimağa, Ayrılıkların ve Kavuşmaların İstanbul Hâli: Haydarpaşa ve Karacaahmet, Kaynakça"
Tamer Kütükçü, kitabında sadece içselleştirdiği Kadıköy'ü anlatmıyor. Bu şehirde az veya çok, belli bir süre kalmış birçok yerli ve yabancı yazarın da anılarına, Kadıköy tasvirlerine yer veriyor. Bu, kitaba farklı ve renkli bakış açıları kazandırıyor. Yazar öyküleyici ve betimleyici anlatımlarla, bir anlamda, çağları aşıp gelen Kadıköy'ün portresini çiziyor.
Kadıköy'ün, tabir caizse, röntgenini çeken bu kitaba farklı bakış açıları kazandırmayı amaçlayan yazar Tamer Kütükçü; Kadıköy'ü görmüş, bu şehrin havasını solumuş, suyunu içmiş yazarların anekdotlarına da genişçe yer veriyor. Bunları dipnotlarla belirterek kitaba ilmî bir kimlik kazandırıyor. Bu dipnotlar bilinçli okuyucuyu yeni okumalara yöneltiyor.
Tamer Kütükçü'nün büyük uğraşlarla ve büyük bir titizlikle kaleme aldığı bu kitapta mâziye dair kesitlere de yer veriliyor. Kitapta yazarın Kadıköy'e ilgisinin ve sevgisinin ailenin köklerine dayandığını görüyoruz. Yazar söz konusu kitabının "Körler Ülkesi’nin Tarihine Bir Bakış" adını verdiği ilk bölümünde Kadıköy'le olan ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor: "Kadıköy’ü ilk görüşüm, rahmetli babamın beni ilk defa bindirdiği, adını şimdi anımsayamadığım bir şehir hatları vapurunun güvertesindendir. Sekiz, dokuz yaşlarında ancak vardım. Sıcak bir yaz günüydü. Vapur Haydar¬paşa’ya yanaştığı sırada, babam, karşımızda duran kenti gözleriyle işaret ede¬rek, o her zamanki -tumturak nedir bilmeyen- yalın sözleriyle 'İşte, vapurun bizi götüreceği yer orası' dedi. O vakit, başımı kaldırıp, hafif bir sis perdesi¬nin altındaki Kadıköy’e baktım. Hemen hemen aynı boydaki apartmanları ve hepsi de bir tarafa kümelenmiş kiremit rengi çatılarıyla, nedense bana, –kış günleri o duvarları sarıya boyalı oturma odamızda, kardeşimle ikimiz tuğla sobanın yanı başına, yere çökmüş, sobanın küçük penceresine vuran ateşi seyrederken- babamın kim bilir hangi uzak anı ya da hayalin baş edilmez tasallutuyla anlattığı o dünyaları çok huzurlu masallarında dinlediğim kasa¬balardan birini hatırlatıyordu. Belki bir masalın kasabası değil ama, Kadıköy’ün de bir masalı olduğunu, seneler sonra öğrendim. Burası bir 'körler ülke'siydi”
Usta yazar Tamer Kütükçü, Kadıköy'ün Kitabı'nda sadece mekânlara değil, o mekânları anlamlı kılan silik portrelere de yer veriyor. Onların, sembolik de olsa, şehir için neler ifade ettiğini irdeliyor. Bu portreler okurun nostaljik bir hava solumasını sağlıyor. 316 sayfalık kitabın sonunda 22 sayfalık geniş bir "Kaynakça" karşılıyor bizi. Bu "Kaynakça" İstanbul konulu kitaplara meraklı olanlara adeta bir okuma listesi görevi görüyor. Kitabın arka kapağında İstanbul'a dair büyük harflerle yazılmış şu güzel alıntı dikkatlerden kaçmıyor:
"Kaybolan Selamiçeşme'de unutulmaz simalar vardı ki, bunlardan biri Şişman Yanko idi. Asıl adı Yanko Ananyadis'ti. Tuhafiye işi ile uğraşırdı. Her türlü yünlü, peştamal, Amerikan bezi, ama ille de Selanik işi yünlü fanilalar satardı. Evinin bahçesinde o da üzümler yetiştirir, Rumların pek çoğu gibi, bunları satmaz, şarap yapardı. 1930'da Yanko Yunanistan'ın yolunu tuttu. Köşkün yeni yaşamı, Tevfik Sabuncu Bey ailesine açılıyordu. Ne var ki, bu ailenin yaşantısı Yanko'nunki kadar keyifle örülü olamadı. Tevfik Bey'in oğlu Orhan gırtlak tüberkülozundan dayanılmaz acılar çekiyordu ve hemen hemen hiçbir şeyi yiyemiyordu. Evin tüm neşesi sönüktü. Hatta rivayet olunur ki, bir bayram günü bahçenin cadde tarafındaki avlusuna her vakitki mahzunluğuyla oturmuş ve "ah!" demişti, "kurbanda kavurmalar mis gibi kokar, hiç olmazsa bir iki lokma yiyebilseydim…" Orhan, aynı yıl köşkün bahçesine de, bu dünyaya da veda edecekti…
Kızıltoprak'a giderken, Kadıköy İstanbul Anadolu Lisesi'nin bulunduğu yere yakın, semtin bu cümbüşlü, dünyevî havasıyla iç içe, bir dergâh yer alırdı: Mecidiye Dergâhı. Avlusu kırmızı tuğladan bir yapıydı. Bahçe kapısının iki tarafında birer çeşme vardı. Bahçede ulu ağaçlar olmayıp, erik, armut, ayva ağaçları gelişigüzel dağılmışlardı. Bahçenin ilerisinde küçük bir de mezarlık mevcuttu. 1925'te tekkeler kanununca kapatıldıktan sonra, Mecidiye Dergâhı iyice bakımsız bir hâl aldı. Önce mezarlık sökülüp yerine bir apartman dikildi. Bu apartmanın üçüncü katında oturan Mecidiye Dergâhı'nın son şeyhi Yusuf Fahri Baba, 1965 yılı itibariyle damı çökmüş hâldeki dergâhı seyreder ve 'O da bizim gibi çöküyor' derdi. Bugün dergâhtan geriye hiçbir şey kalmadı…"
Kadıköy'ün Kitabı'nda her metin özgün olduğu için okura keyif veriyor. Fakat bu keyif bazen de anlatılanların içeriğiyle bağlantılı olarak hüzne de dönüşebiliyor. Özellikle kitabın son bölümündeki "Ayrılıkların ve Kavuşmaların İstanbul Hâli: Haydarpaşa ve Karacaahmet" adlı metin bizi kederlendiriyor. Çünkü bir yanda geçici, öbür yanda uzun soluklu ayrılıklar anlatılıyor. Bu bölümden aldığım bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Haydarpaşa ayrılığın ve kavuşmanın İstanbul hâlidir. Bana öyle gelir. Bir gün Gebze-Haydarpaşa hattında çalışan banliyö trenlerinin birinde dinlediğim(yok hayır, yalnız dinlemekle kalmayıp tüm yaşanmışlıklarıyla birlikte tanıklık ettiğim) o öyküde bir kez daha fark ettim bunu. Trene Kartal'dan binmiş, Haydarpaşa'ya geliyordum. Makinist kabini ile ilk vagonun arasında küçük bir yük kompartımanının olduğu en eski banliyö trenlerinden biriydi. Oldum olası aracı idare edenlere (şoförlere, makinistlere) yakın olmayı sevdiğimden doğrudan bu ara bölmeye binmiştim. Benden başka, tren personeli olduğu anlaşılan iki adamla elli yaşlarında, şimdi saçının dağınık hâlini nedense yüzünden çok daha anımsadığım bir kadın vardı. Bir yandan, bu bölmenin küçük kapısından dışarıyı seyrediyor, diğer taraftan da konuşmaları dinliyordum. Kadının sözlerinin arasında, birkaç ay önce kaybettiği eşinin banliyö trenlerinde görev yapan eski bir makinist olduğunu anlıyordum. Bu, kuşkusuz, makinist ya da tren görevlisi olan bu iki adamla diyaloğunun kaynaklarını da ortaya koyuyordu. Ama bundan çok daha müteessir olan, ölen kocasının kadına vasiyetiydi. 'Benim Haydarpaşa'da çok güzel günlerim oldu' demişti adam, 'Beni ne yapın edin, Haydarpaşa'ya gömün.' Biz de Karacaahmet'e gömdük diye tamamladı sözlerini kadın ve o dakika gözlerini elinin ucuyla -kimseye göstermemeye çalışarak- sildi."
"Kadıköy'ün Kitabı" düz mantıkla yazılmayan, birbirinden güzel özgün cümlelerle bezenmiş bir kitap. Tamer Kütükçü kitabında bilgiyle duyguyu aynı potada eritmeyi başarmış. Yazar, kitabında yaşanmışlıkları zaman ve mekân çerçevesinde betimleyerek anlatmış. Okur semtlerle ilgili ifadeleri okuyunca o semt adeta bir fotoğraf karesi gibi gözlerinin önünde beliriyor. Kadıköy'ün Kitabı'nda farklı yaşamlar ve farklı kültürler arz-ı endam ediyor. Söz konusu kitapta Kadıköy'ün mâzisine dair her şeyi satır aralarında bulabiliyorsunuz.
Kadıköy'ün Kitabı'nda semtlere dair mensur şiiri andıran yazılar fotoğraflarla zenginleştirilmiş. Fakat fotoğraflar siyah beyaz olduğu için biraz sönük kalmış. Keşke renkli olsaydı bu fotoğraflar. Bununla beraber kitapta semtlerle ilgili minyatürler de kullanılabilirdi. Yeni baskılarda bunların da dikkate alınarak kitabın albenisinin artırılması faydalı olur.
Tamer Kütükçü'nün Kadıköy Kitabı'nda İstanbul'un güzide ilçelerinden biri olan Kadıköy'e dair neredeyse yok yok. Kütükçü, Kadıköy'ün dününe ve bugününe adeta bir ayna tutmuş. Kitabı okurken daha önce gezmiş olduğunuz bu yerleri özlüyorsunuz. Yine kitabı okurken kendinizi Kadıköy adlı eşsiz bir tablonun karşısında hissediyorsunuz. Şehir kitaplarına meyli olanlara, özellikle İstanbul kitaplarından hoşlananlara mutlaka öneririm.
KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI
M.NİHAT MALKOÇ
Mürekkep ve selüloz kokusunu hiçbir şeye değişmeyenler için dergiler en büyük sığınaktır. Gelecek aya sarkan heyecandır dergi… “Dergiler hür tefekkürün kalesidir” demişti rahmetli Cemil Meriç… Ne kadar doğru bir tespit… Zira dergilerde alevleniyor düşüncenin çırası. Her dergi bir mektebe dönüşüyor zamanla. Bir zincirin halkaları gibi uzayıp gidiyor duygu ve düşünceler… Mürekkep kokusundan zevk alanlar bir noktada dâhil oluyorlar bu mukaddes halkaya. Düşünce tarlası da diyebileceğimiz dergilerde nice doyumsuz lezzetler yetişiyor. Bu gülistanda yüzlerce fikir çiçeği boy veriyor. Bu bahçede zakkumlar yetişse de okurlar gülleri değişmiyor hiçbir şeye… Zira güller, farkını fark ettiriyor bu uçsuz bucaksız hissiyat bahçesinde; adeta mıknatıs gibi kendilerine çekiyorlar bülbül misali okurları…
“Kubbealtı Akademi Mecmuası”, bir düşünce çırası olarak 36 yıldan beri kültür, sanat, medeniyet ve edebiyat içerikli yazılarıyla hayatımıza ışık tutuyor. Kültür pınarımız olan bu dergide bugüne kadar nice insanlar duygu ve düşüncelerini teşhir etti. Fakat bu dergide hiçbir zaman millî kültürümüze muhalif yazılar yer almadı. Kimler geldi, kimler geçti Kubbealtı dergisinin sayfalarından… Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, Yavuz Bülent Bakiler, M. Orhan Okay, Metin Eriş, Dursun Gürlek, Ergun Göze, Gürbüz Azak, Mehmet Nuri Yardım, Bekir Sıtkı Erdoğan… Devamını saymaya sayfalarımız yetmez… Bizi bize anlattı alanında uzman olan seçkin kalemler… Geçmişle gelecek arasında çelikten köprüler kurdular; Türk kültürüne ve medeniyetine düşman olanlara karşı kalemlerini kılıç diye kuşandılar…
Bu güzel derginin indeksine baktığımızda birbirinden özel ve güzel kalemlerin bu dergi sayfalarında kalem oynattığını görüyoruz. Bunlardan bir kısmı ebediyet yolculuğuna çıktı, bir kısmı kalem mücadelelerini değişik sahalarda devam ettiriyorlar. Bir mektep oldu okurlara ve yazarlara bu güzide dergi… Kütüphanelerimizi aydınlattı güçlü ışığıyla… Ben de bu dergide yazma bahtiyarlığına eriştiğim için kendimi talihli kalemlerden addediyorum.
“Kubbealtı Akademi Mecmuası” zaman içerisinde bir de yavru doğurdu kültür dünyamıza. “Merhaba” adlı bu gençlik ilavesi yarının büyükleri olan gençlere bir yol haritası sundu her bir sayısında. Onların bulanıklaşan zihinlerini, birbirinden güzel yazılarıyla durulaştırdı. Artık gençler de “Merhaba” diyor zengin kültürümüze ve medeniyetimize… Moda dergilerinin çamurlu sayfalarından kayıp uçuruma yuvarlanmamak için siz de “Merhaba” demelisiniz hayata. Böylece kendinize bir güzellik yapmış olacaksınız.
“Kubbealtı Akademi Mecmuası”nın 39 yıllık indeksine baktığımızda söz konusu dergide bugüne kadar 400’ün üzerinde şair ve yazarın yazı ve şiirlerine yer verildiğini görüyoruz. Bu isimler arasında özellikle Halil Açıkgöz, Beynun Akyavaş, Kemal Yurdakul Aren, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Nihat Sami Banarlı, Necat Birinci, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Demirci, Uğur Derman, Bekir Sıtkı Erdoğan, Nazik Erik, Hicran Göze, Yrd. Doç. Dr. İhsan Işık, Fırat Kızıltuğ, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Nermin Suner Pekin, İskender Pala, Mustafa Tahralı, Fevziye Abdullah Tansel, Faruk Kadri Timurtaş, Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Zeynep Uluant, Doç. Dr. Ali Yardım, Mehmet Nuri Yardım, Prof. Dr. Kazım Yetiş, Aysel Yüksel, Cemil Altınbilek, İlhan Ayverdi, Tahsin Banguoğlu, Sait Başer, Yahya Kemal Beyatlı, Hayri Bilecik, M. Nihat Malkoç, Kaya Bilgegil, İsmet Binark, Memduh Cumhur, Dr. Ali Murat Daryal, Özcan Ergiydiren, Ergun Göze, Dursun Gürlek, Talip Küçükcan, Doç. Dr. Fahrettin Olguner, Orhan Seyfi Orhon, Salih Zeki Önsöz, Muhiddin Serin, Cinuçen Tanrıkorur, A. Yağmur Tunalı, Doç. Dr. Sema Uğurcan, Muhterem Yüceyılmaz gibi önemli şahıslar onlarca yazı ve şiirle dergide boy göstermiştir.
Türkiye’de her dönemde büyük heveslerle dergiler yayımlanır; fakat bunlar henüz sağlam bir altyapıya sahip olmadıkları için kısa zamanda kendilerini zamanın dergi çöplüğünde bulurlar. Bu, ne yazık ki ülkemizde uzun yıllar boyunca tekrarlanmış acı bir tablodur. Fakat bunların yanında uzun yıllardan beri büyük bir özveriyle yayımlanan dergiler de vardır. İşte bunlardan biri de “Kubbealtı Akademi Mecmuası”dır. Bu kadim derginin ilk yazı işleri müdürü Şeyma Güngör’dü. Şeyma Hanım, Mehmet Nuri Yardım’ın kendisiyle yaptığı röportajda “Mecmuanın misyonu özellikle dinî ve millî konularda araştırma, fikir ve sanat eserleri yayımlanmasını sağlamaktı.” diyor. Güngör sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mecmuanın ilk sayısında Banarlı tarafından yazılan “Başlarken” başlığını taşıyan önsözün ardından, yine Nihad Samî Banarlı tarafından kaleme alınan ve on dört sayfa devam eden bir “Beyannâme” yer almaktadır. Yayımlanması planlanan mecmuaları bir bütün olarak düşünürsek, bu beyanname o bütünde amaçlanan temel gayenin, bu gayeye ulaşılması için takip edilmesi gereken şartların dile getirildiği giriş yazısıdır. Bu yazılı açıklamada, mecmuanın neşredilmesine sebep olan problem açıkça ortaya konulmuş, dünya fikir, sanat tarihinden verilen misallerle desteklenerek meselenin önemi pekiştirilmiştir. Ardından çözüm için gereken teklifler tek tek maddeler hâlinde dile getirilmiş ve açıklanmıştır. Banarlı bu “Beyannâme”sinde, elli yıla varan bilgi, görgü ve tecrübe sonucunda elde ettiği kanaatini, ana hedefini dile getirmişti. Hoca yazıyı, büyük emek, heyecan ve ümitle kaleme aldı; fakat ne yazık ki, “Millî Beyanname” diye de isimlendirilmesi mümkün olan bu metin, Banarlı‘nın beklediği tesirin çok altında alâka gördü.” (Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ocak 2011)
Ocak 1971 tarihinde neşredilen ilk sayısıyla büyük bir boşluğu dolduran “Kubbealtı Akademi Mecmuası” bir dergiden öte, adeta bir mektepti. Birçok insan bu dergi sayesinde yolunu bulmuştur. Bu derginin sayfalarında, alanında uzman nice kalem erbabı yazı ve şiirler yazmıştır. Bu dergiyi okuyanlar, millî ve manevî kültürümüzle ve eskimeyen değerlerimizle soluklanmışlardır. Bu zengin içerikli ve dopdolu dergi, zihinlerin aydınlanmasını sağlamıştır. Nesiller arasında güçlü bir köprü vazifesi görmüştür “Kubbealtı Akademi Mecmuası”…
Kültür dünyamızda derin iz bırakan, dergi arşivlerimizi süsleyen “Kubbealtı Akademi Mecmuası”nın Ocak 1971’de yayınlanan ilk sayısında Nihat Sami Banarlı’nın “Başlarken” adlı giriş yazısı dikkat çekiyordu. Yine aynı sayıda aynı yazarın “Beyanname” adlı 14 sayfadan oluşan uzunca bir yazısı vardı. Bu yazıda yazar, amaçlarını ve yapılması gerekenleri sıralıyordu. Söz konusu yazının bir bölümünü önemine binaen aşağıya almak istiyorum:
“Edebiyatta dil olarak, Türk milletinin yarattığı ve asırlarca işleyerek güzelleştirdiği Türkçeyi kullanınız. Milletiniz, bu asırlar içinde, aynı işleyişiyle Türkçeleştirdiği kelimeler de, vatanınız gibi, sizindir. Tarihsiz, musikisiz, zevksiz ve uydurma kelimelere iltifat etmeyiniz. Dilimize, Türkçeyi soysuzlaştırmak isteyenlerce yerleştirilmek istenen devrik cümle, ters cümle gibi cümle çeşitlerine yüz vermeyiniz. Biliniz ki dünyanın en güzel ve en mantıklı söz tertibi, fâil-mef’ûl-fiil (özne-tümleç-yüklem) şeklindeki hâlis Türk cümlesidir.
Edebiyatımızın, gerek aydınlarca, gerek saz şairlerince kullanılan nazım şekillerini, vezinlerini, kafiyelerini, dil ve söyleyiş inceliklerini araştırınız. Onlardaki musikiyi; onlardaki zevk, zekâ, kültür ve tefekkür çizgilerini benimseyiniz. Beğendiklerinizi modernize ederek yeni Türk edebiyatını kendi millî temelleri üzerinde yükseltiniz.
Eserlerinize gıda olacak ideolojiler içinde, siz yine Asya’daki ve Türkiye’deki atalarınızın milliyetçi, vatancı ve insancı hedeflerini seçiniz. Milliyetçiliğin ve vatancılığın belki en üstün ve orijinal sözlerini, Asya’daki eski Türk edebiyatı eserlerinde bulacaksınız. İnsancılığa gelince, bu hususta size, bu yolda bir dünya hâkimiyeti kurmuş olan Müslüman Türk atalarınız büyük örnek olacaktır. Dilde, edebiyatta, duyuş, düşünüş ve davranışta Türk üslûbuna ve millî maziden kuvvet almaya ehemmiyet veriniz. Mevzu olarak, Türk halkının, dünkü ve bugünkü, hayat, sanat, iman, feraset ve yaşama neşesi yollarındaki macerasını işleyiniz. Türk şehir halkını, Türk köylüsünü, son zamanlarda örneklerini çok gördüğünüz gibi, kaba, pis, izansız, şahsiyetsiz, ezilmiş insanlar olarak değil, onları hakikî hayatları ve hakikî şahsiyetleriyle görüp gösteriniz. Hâlide Edib’in, Reşat Nûri’nin romanlarında tanıtılan halk tipleri gibi tipler yaratınız.”(Kubbealtı Mecmuası, Sayı-1 Ocak 1971)
“Kubbealtı Akademi Mecmuası” geçici heveslerle ve amatör düşüncelerle yayımlanan bir dergi değildi; bu dergiyi çıkaranların ciddi gayeleri ve hedefleri vardı. “Kubbealtı Cemiyeti‘nin ve onun neşriyat organı Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın gayesi; yeni Türk nesillerinin, her adımı millî ve insanî köklere dayanan ve tıpkı tarihteki büyüklük asırlarımızda ulaştığımız üstün seviyeye, bir defa da asrımızda ulaştıklarını görmek gibi mesut bir hedef gözetmekti.” (Banarlı, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 1972, S.1, s.5)
“Kubbealtı Akademi Mecmuası”nda Türk edebiyatının köşe taşları sayılabilecek nice isimler yazmıştır. Bunlar arasında “Yahya Kemal Beyatlı, Nihat Sami Banarlı, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel” gibi isimleri sayabiliriz. Beş Hececilerden Faruk Nafiz Çamlıbel’in “İsimsiz Kıtalar”ı ilk kez Kubbealtı Akademi Mecmuası‘nda yayımlanmıştı. Derginin ilk yazı işleri müdürü Şeyma Güngör bu konudaki sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mecmuanın yazarlarını üçe ayırmak mümkündür. Vefat etmiş önemli yazar/şairler, yaşayan seçkin yazar /şairler ve kabiliyetli gençler. Nihad Sâmi Banarlı‘nın birinci derecede önem verdiği millî unsur Türkçe olduğundan, mecmuanın ilk sayısının ilk yazısını, Yahyâ Kemal’in “Bugünkü Türkçe” başlıklı makalesine ayırmıştı. Bu parçada yer alan; ‘Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir, bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçenin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve rûhu Türkçedir.’ satırlarının milletimiz tarafından idrak edilmesi Hoca’nın en büyük idealiydi. Dergide Türkçeden başka Türk edebiyatı, Türk mimarîsi, Türk kültürüyle ilgili yazılara da yer veriliyordu.” (Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ocak 2011)
“Kubbealtı Akademi Mecmuası” Ocak 2012 sayısıyla 41. yaşına girmiş bulunmaktadır. Bir derginin 41 yıl boyunca okurlarıyla buluşması öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bu tablo karşısında bize 41 kere maşallah demekten başka bir şey düşmüyor.
TRABZON KENT İÇİ KÜLTÜR VARLIKLARI ENVANTERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon, Türkiye’nin en köklü kültür ve medeniyet merkezlerinden biridir. Bu kentte tarihin hemen her döneminde farklı topluluk ve medeniyetler egemenlik kurmuştur. Onun içindir ki bu kent çok zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Trabzon Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Müdür İsmail Kansız koordinatörlüğünde bu köklü kültürel mirasın envanterini çıkararak bunu bir kitap haline getirdi. Söz konusu kitap Trabzon İl Özel İdaresi’nin katkılarıyla basıldı. Proje Ekibi KTÜ Mimarlık Bölümü öğretim üyelerinden oluştu. Bu bölümün hocaları olan Yard. Doç. Dr. Hamiyet Özen, Yard. Doç. Dr. M. Reşat Sümerkan, Yard. Doç. Dr. Ö. İskender Tuluk, Öğretim Görevlisi Emre Engin, Araştırma Görevlisi Halil İbrahim Düzenli, Araştırma Görevlisi Murat Tutkun, Araştırma Görevlisi Fulya Üstün Demirkaya, Yüksek Lisans Öğrencisi Servet Keleş gibi isimler yorucu bir çalışmadan sonra “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” adında çok kıymetli bir eser ortaya koydular.
Şehrimizin kültürel varlıklarının kayıt altına alındığı “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” adlı kitap Trabzon Valisi Dr. Recep Kızılcık’ın “Sunuş” yazısıyla başlıyor. Önsöz’de yararlanılan arşivlerden ve kitaba katkıda bulunanlardan bahsediliyor. “Giriş” yazısında Trabzon’un M. Ö. 7. yy’a kadar inen tarihî geçmişine ışık tutuluyor. Kitabın “Giriş” kısmının son paragrafında çalışmayla ilgili şu açıklayıcı bilgilere yer veriliyor: “Bu çalışma kapsamında kent merkezinde yer alan “Türkiye Kültür Varlıkları Envanteri”ne kayıtlı olan anıtsal yapıların tümü ele alınmıştır. Ancak sit alanları dışında bulunan ve kentin farklı bölgelerinde dağınık halde yer alan sınırlı sayıda konut, çalışma dışında tutulmuştur. Çalışma kapsamında 9’u dönüştürülmüş, 8’i yıkılmış olmak üzere toplam 42 cami, 40 çeşme, 12 hamam, 7 han, 1 bedesten, 3 köprü, 5 kilise, 2 manastır, 3 su kemeri, 4 sur, 4 türbe, 23 kamu binası, 14 okul, 3 otel, 7 konak, 264 konut ve işyeri ile 3 adet de bu gruplamaya dahil edilemeyecek toplam 437 yapı yerinde tespit edilerek envanter bilgileri oluşturulmuştur.”
Kitabın başında Trabzon’daki camiler hakkında bilgilere yer veriliyor. Alfabetik sırasıyla Ahi Evren Camii, Askerî Cami, Çarşı Camii, Değirmendere Camii, Erdoğdu Camii, Gülbahar Hatun Camii, Hacı Kasım Camii, Hacı Salih Camii, Hacı Yahya Camii, Hamza Paşa Camii, Hasan Ağa Camii, Hızırbey Camii, Hoca Halil Camii, İçkale Camii, İskender Paşa Camii, Konak Camii, Musa Paşa Camii, Ortahisar Mescidi, Semerciler Camii, Şükraniye Camii, Tahtalı Camii, Tavanlı Camii, Tekke Camii, yeni cami, Zafer Mahallesi Camii tanıtılıyor, fotoğraflara yer veriliyor. “Dönüştürülmüş Camiler” başlığı altında Fatih Büyük Camii, Hatuncuk Hatun Camii, Hüsnü Göktuğ Paşa Camii, Kemerkaya Merkez Camii, Kudretin Camii, Küçük Fatih Camii, Molla Siyah Camii, Sarmaşıklı Cami gibi ibadethanelere yer veriliyor. “Özgün Yapısı Yıkılmış Camiler” adlı bölümde Gözaçan Camii, İncirlik Camii, Mustafa Efendi Mescidi, Müftü Camii, Pazarkapı Camii, Şirin Hatun Mescidi, Tabakhane Camii, Yalı Camii kısa bilgilerle tanıtılıyor; fotoğraf ve planlarına yer veriliyor.
Trabzon’un tarihî eserlerini kayıt altına alan bu eserde çeşmelere de yer veriliyor. Bu bölümde alfabetik sırasıyla “Abdullah Paşa Çeşmesi, Abdülhamid Liman Çeşmesi, Arafil Boyu Çeşmesi, Askeri Çeşme 1-2, Baruthane Çeşmesi, Çarıkçı-Zade Hacı İsmail Çeşmesi, Derviş Ali Kaptan Çeşmesi, Faroz Çeşmesi, Hafız Mehmet Çeşmesi, İskender Paşa Çeşmesi 1-2-3, Kavak Meydanı Çeşmesi, Kaya Kilise Çeşmesi, Kethüdazade Hacı Emin Ağa Çeşmesi 1-2, Kıroğlu Çeşmesi, Manastır Çeşmesi, Seyyid Hacı Mehmed Çeşmesi, Soğuk Çeşme, Tuzlu Çeşme, Yalı Çeşmesi, Çeşme 1-2-3-4-5-6-7-8, Hazinedarzade Seyyid Osman P. Çeşmesi, Kırzade Çeşmesi, Kürekçi Bacı Çeşmesi, Ruşen Ağa Çeşmesi” hakkında bilgi veriliyor. Bazı çeşmelerin fotoğraf ve kitabelerine yer veriliyor.
Trabzon’da geçmişten bugüne gelen birçok tarihî hamam vardır. Bunların bir kısmı hâlâ ayakta olmasına rağmen bir kısmının yerinde yeller esmektedir. “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” adlı değerli kitapta “Alaca Hamam, Askeri Hamam, Çifte Hamam, Çukur Hamam, Fatih Hamamı, Hacı Arif Hamamı, İç Kale Saray Hamamı, İmaret Hamamı, İskender Paşa Hamamı, Meydan Hamamı, Sekiz Direkli Hamam, Tophane Hamamı fotoğraf ve planlarıyla tanıtılıyor. Bunlarla ilgili kimlik bilgilerine ve genel bilgilere yer veriliyor.
Trabzon’da vaktiyle çok sayıda han vardı. 1873 tarihli Trabzon vilayeti salnamesine göre kent merkezinde 33 hanın olduğu bilinmektedir. Anadolu Han, Sabırhan, Taşhan, Alacahan, Yalıhan, Vakıfhan, Suluhan, Bedesten bunlardan ayakta kalan altı handır. Yalıhan ve Anadolu Han özgünlüklerini yitirmiştir. Bunlardan Sabırhan ve Suluhan yıkılarak yerlerine yeni işyerleri yapılmıştır. Bu eserde bunlara ait eski fotoğraflara ve planlara yer veriliyor.
Trabzon geçmişten bugüne kadar çeşitli inançlara ev sahipliği yapmıştır. Şehirde birçok kilise vardır. Bunların bir kısmı zamanla camiye dönüştürülmüştür. Bugün kiliselerin bir kısmı da salon, muhtarlık ve okuma salonu olarak kullanılmaktadır. Ayasofya(St. Sophia), Çömlekçi Kilisesi, Kaledibi Kilisesi, Küçük Ayvasıl Kilisesi, Santa Maria Katolik Kilisesi ile ilgili bilgilere, fotoğraf ve planlara bu envanter(döküm) kitabında ulaşabilirsiniz.
Trabzon ili köprü bakımından pek de zengin değildir. Trabzon kent merkezinde sadece üç tane tarihî köprü bulunmaktadır. Bunlardan ikisi eski kent merkezinde(Zağnos, Tabakhane), biri de Değirmendere’de bulunmaktadır. Kitapta fotoğrafları, bilgileri ve rölöveleri verilen bu üç tarihî köprü de bugün araç ve yaya trafiğine açıktır.
Trabzon’da bir kısım manastırlar zamana direnmektedir. Kent merkezinde, Boztepe’nin kuzey yamacında mülkiyeti Trabzon Belediyesi’ne ait olan Kızlar Manastırı vardır. Yine buna yakın bir yerde mülkiyeti özel olan Kaymaklı Manastırı bulunmaktadır. Bu kitapta söz konusu iki manastırla ilgili bilgi, plan ve fotoğraflara yer verilmektedir. Bu kitapta kent merkezinde bulunmayan Sümela, Kuştul ve Vazelon gibi manastırlara yer verilmiyor.
Trabzon kent merkezinde “İmaret Su Kemeri, Kuzgundere Su Kemeri ve Kavaklı Su Kemeri” adlarını taşıyan üç tane su kemeri mevcuttur. Kitapta bunlarla ilgili bilgiler veriliyor.
Trabzon fethedildiğinde şehir surlarla çevriliydi. “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” adlı kitapta Yukarıhisar Surları, Ortahisar Surları, Aşağıhisar Surları ve Güzelhisar Surları’nın eski ve yeni fotoğrafları verilerek okuyucuya mukayese imkânı tanınıyor.
Trabzon’da geçmişte birçok türbe olmasına rağmen bunlardan sadece dördü günümüze ulaşabilmiştir. Bunlar Ahi Evren Türbesi, Emir Mehmed Türbesi, Gülbahar Hatun Türbesi ve Hamza Paşa Türbesi’dir. Aleksios IV(Hoşoğlan) Türbesi, Gürcü Kralı Solomon II Türbesi, Kadri Paşa Türbesi, Asım ve Yusuf Paşa Türbesi ne yazık ki yıkılmıştır. Bu kitapta günümüze ulaşan dört türbenin eski-yeni fotoğrafları ve rölöveleri bulunmaktadır.
“Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” kitabında tarihî özelliklere sahip 22 kamu binası fotoğraflarla tanıtılıyor. Öte yandan Trabzon’da bugün eğitim kurumu olarak kullanılan 14 tarihî bina vardır. Bu kitapta bu tarihî binaların envanteri de çıkarılıyor.
Kadim tarih kenti Trabzon’da tarihî konaklar da çok önemli bir yer teşkil eder. Bunları alfabetik olarak “Atatürk Köşkü, Hacı Rüştü Konağı, Kalcıoğlu Evi, Kostakî Konağı, Kundupoğlu Konağı, Nemlioğlu Konağı, Yarımbıyık Evi” şeklinde sıralayabiliriz. Bu tarihî konakların özellikleri, fotoğrafları, plan ve rölöveleri verilerek okuyucu bilgilendiriliyor.
Tarihî Trabzon evleri şahsına münhasır özellikleriyle mimarî bakımdan büyük önem teşkil eder. Fakat bu, nedense bugüne kadar pek ön plana çıkarılmamıştı. Kitabın 161 sayfası bu evlere ayrılmış. Bu bölümde 304 eve yer verilerek fotoğraflarla, kat planlarıyla tanıtılıyor. Kitabın son kısmında Cephanelik, Muvakkithane, Tekel Binası, Kafkas Oteli ve Necip Fazıl’ın uzun süre kaldığı Yeşilyurt Oteli tanıtılıyor. Geniş bir Kaynakça ile kitap bitiriliyor.
KTÜ’nün şehre ilmî katkısı bugüne kadar hep tartışılmıştır. Bu kitabı hazırlayanlar KTÜ Mimarlık Bölümü öğretim üyeleri… Demek ki şehrin ileri gelenleri isteyince oluyor. O zaman suçu biraz da kendimizde aramalıyız. Bu kitap çok değerli bir eser olarak kütüphanelerde başköşede yerini almıştır. Her gün önünden geçtiğim binaları bu kıymetli eser sayesinde tanıdım. Başta valimiz Dr. Recep Kızılcık olmak üzere, kitabın yayın koordinatörü, aynı zamanda Kültür Müdürü olan İsmail Kansız’ı ve emek veren tüm hocalarımı kutluyorum.
TURGUT UYAR’IN “BÜYÜK SAAT”İ
M.NİHAT MALKOÇ
Kalem erbabı, ölümü tutsak eden yiğittir. Bir şair son nefesini verince değil, aslında okunmayınca ölür. Şairi öldüren şey; nefes alsa da, almasa da her halükârda yok farz edilmektir. Türk şiirinin, duruşu sessiz olsa da, gür sesli şairlerinden biriydi Turgut Uyar… İç dünyasındaki çalkantıların dış suskunluğuna isyan eden bir vakarı vardı. Ağustos’ta geldiği dünyadan yine bir başka ağustos gününde göçtü O... Fakat geldiğinde boştu heybesi; göç kervanının başında menzile ilerlerken şiir heybesinin ağırlığı omuzlarını çöktürüyordu.
“İkinci Yeni” diye adlandırılan şiirin ağır toplarındandı Turgut Uyar… Dili yalındı, anlatımı sadeydi, ama şiirinde bazılarına zor gelecek bir merkezi derinlik ve iç ağırlık vardı. Hattat bir babanın oğlu olan Uyar, sanatın en önemli kollardan biri olan şiire sevdalanmıştı. Babasını genç yaşta kaybedince büyük bir yük biner sırtına. Mutsuzluğunu daha da artırır yatılı okuduğu mektepler… Hüzün en sadık dostu olarak gölgesini sürükler peşi sıra… Meslek olarak askerliği seçse de bu onun mecburi tercihi olmaktan öteye gidemez. “Ben severim omuzlarımı bir gün / Sırmaları, apoletleri olmasa da” dizeleri bizi bu kanaate götürür.
Şiir yarışmaları şair adayları için bulunmaz fırsatlardandır. Turgut Uyar için de geçerlidir bu... O da bir şiir yarışmasında “Arz-ı Hâl” adlı şiiriyle ikinci olarak arz-ı endam eder. Aşk, ayrılık ve ölüm başat temaları onun da duygu süzgecinden süzülür ilkin… Bu ilk şiirlerinde ölçü ve kafiyeyi de göz ardı etmez. Garip akımına da göz kırpar dizelerinde. Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda bulur şair kimliğini… Bu eserde yepyeni bir dille ve yepyeni bir biçimle çıkar okuyucusunun karşısına. Dili anlaşılır olsa da şiirsel kodlar çözülmeden maksat anlaşıl(a)maz bu dizelerde. Şiirinin ana nüveleri olan imge ve çağrışımlar İkinci Yeni şiirini de müjdeler okuyucuya. Edip Cansever ve Cemal Süreya gibi şiir işçileriyle uzun ve çetin bir yolculuğa çıkarlar. Şiir surlarında bir gedik açarlar heveslerini kuşanarak…
Şair, Büyük Saat’e yol alır. “Büyük Saat” Turgut Uyar’ın bütün şiirlerinin yer aldığı kıymetli eserinin adı… Bu kitapta şairin daha önce çıkardığı “Arz-ı Hal, Türkiyem, Dünyanın En Güzel Arabistanı, Tütünler Islak, Her Pazartesi, Divan, Toplandılar, Kayayı Delen İncir, Dün Yok mu?, Son Şiirler” adlı kitaplarında yer alan şiirleri toplu olarak yer alıyor. Bu kitap tabir caizse Turgut Uyar’ın yüreğinin kara kutusu… Şairin acıları, sevinçleri, hüzünleri, ruh burkuntuları bu iki kapak arasına sıkışmış adeta. Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan kitap bir hayli hacimli bir eser, tam 644 sayfa… Eserin birinci basımı 2002 senesinde yapılmış.
Toplu şiirler olan “Büyük Saat” adlı bu değerli şiir harmanı Temmuz 2009’da 8. baskısını yapmıştır. Kitabın arka kapağında “Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz... bu yüzden de -mutlu değilse bile- en kalabalık, en umutlu şairinden kısa sürmüş uzun bir yolculuğun tüm konakları!... Öncü bir dil, sevgiyi bile acıtan bir duyarlık ve “bütün mümkünlerin kıyısı”nda yaşanan çaresizliğin son sığınağı: ‘Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum’...ya da: ‘Sizin alınız al inandım/Morunuz mor inandım/Tanrınız büyük amenna/Şiriniz adamakıllı şiir/Dumanı da caba/Ama sizin adınız ne/Benim dengemi bozmayınız’… Arz-ı Hal’den Dün Yok mu’ya tüm kitapları ve (unutulmaları ya da elenmeleri nedeniyle) kitaplarına girmemiş tüm şiirleriyle, Turgut Uyar külliyatı…” ifadeleri yazılıdır.
Turgut Uyar’a göre şiir her çağda yenilenir. Bu değişimi ve yenilenmeyi Büyük Saat’teki şiirlerini bir bütünlük içerisinde okuduğumuzda fark edebiliyoruz. Bu şiirleri dikkatli bir gözle inceleyip açık bir zihinle okuyup sindirdiğimizde onun şiirsel bütünlüğü yakaladığını görürüz. Birkaç şiirine bakarak onun hakkında hüküm vermek bizi yanıltabilir.
“Büyük Saat” Turgut Uyar’ın ömrü boyunca biriktirdiği hissiyatı açığa vurduğu bir çeşit şiir sandığıdır. O sandıkta her renge ve ahenge rastlayabilirsiniz. Tepeden tırnağa hayatı dolu dolu yaşayan bir insanın duygu haritası çizilidir o dizelerde. Yaşadıkları bize benzese de duygularının ifadesinde bir başkalık ve renklilik olduğu kendini belli eder. Bazı şiirleri hikâye tadında olsa da şiirsel derinliğini ve göz alıcı sihrini hiçbir zaman kaybetmezler.
Türk şiirinde derin izler bırakanlardan biridir Turgut Uyar… Şiirini sevseniz de sevmeseniz de bu gerçeği teslim etmelisiniz. İkinci Yeni’yi ve bu anlayışın üç öncüsünden biri olan Turgut Uyar’ı göz ardı eden yaklaşımlar sığ bir idrakin nazarından başka nedir ki!...
Türk şiirini mercek altına alanlar Turgut Uyar’ı ve onun şiir sandığı hüviyetinde olan “Büyük Saat” adlı şiir hazinesini mutlaka karşılarında göreceklerdir. Zira Türk şiirinin köşe taşlarıdır onlar… Taşı görmeyenin taşa çarpması muhtemeldir. Büyük Saat’in tiktaklarını duymayanların sağır olduğuna hükmetmek gerekir. Sağırlık seslerin yokluğuna delil değildir.
Her şair farklı bir sestir, belki öyle de olmalıdır. Bu kanaatimiz Büyük Saat’in şairi için de geçerlidir. Türk şiirindeki Turgut Uyar gerçeğini ve onun şiirimizdeki özgün sesini kimse inkâr edemez. İkinci Yeni’nin omurgasıdır Turgut Uyar… Onun özgün sesinin en kapsamlı ve ihtişamlı ahengi Büyük Saat’te kendini gösterir. Turgut Uyar’ın, şiiri ve hayatı ile ilgili söylediği şu ifadeler şüphesiz ki onu daha yakından tanımamıza yardımcı olacaktır:
“1926 yılı Ağustos’unda İstanbul’da doğmuşum… Hayatım düpedüz ve kupkurudur. Alâka çekecek bir macera olmamasından, herkesinkinden ayrı bir hususiyet taşımamasından ayrıca haz duyarım…Şiire gelince, ne zaman başladığımı, ilk heyecanlarımın sebep ve neticelerini hatırlayamıyorum. Öyle sanıyorum ki, o doğduğumdan beri bende mevcut. Gayet kısır ve nankör bir ilhama sahibim, buna rağmen şiir benim için geriye atılması imkansız bir ihtiyaçtır. Yazamasam da duyarak yaşayacağım.”
Aslında şairleri eleştirmenler büyütür. İkinci Yeni’ci şair Turgut Uyar’ın tanınıp sevilmesinde de büyük edebiyat eleştirmeni Nurullah Ataç’ın rolü büyüktür. Uyar’ın şiirinin ikinci olduğu bir yarışmada Ataç, Uyar’ın şiirinin birinci olması gerektiği düşüncesindeydi. Bunu şu ifadeleriyle şiir severlere açık yüreklilikle bildirmiştir: “Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı. Övünerek söyleyeyim, şairler için attığım zar, şimdiye kadar çok iyi geldi, doğru seçtiğimi gösterdi. Turgut Uyar için de iyi geleceğinden hiç şüphe etmiyorum.”
Turgut Uyar’ın şairlik sicili de diyebileceğimiz “Büyük Saat” dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü olan kadim zamanın ve geleceğin nabzını tutmaktadır. Bu saatin sesini ruhunun derinliklerinde hissedenler, şairini daha iyi anlayacaklardır.
Şairlerin ilhamı çile musluğundan damlar. Dikenlerin içinde büyür gonca güller… Güle su verirken dikeni de büyütürüz farkında olmadan. Fakat gülün kıymeti dikeniyle kıyaslanınca bilinir ancak…Büyük Divan şairi Fuzuli gibi Turgut Uyar da sever ıstırabı. Buna sebep olarak da şunu ileri surer: “Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.”
“Öldüğümde el yazısıyla tek şiirim kalmayacak arkamda. Kitaplardaki şiirlerden başka şiir bırakmak istemiyorum. Kendini gizleyen yazarları seviyorum” diyen Turgut Uyar, gerçekten de dediğini yapmıştır. O, el yazısıyla yazılan şiirlerini imha etmiştir. Sadece kitaplardaki şiirleri kalmıştır ölümünden sonra. Bu tavır onun kararlılığının bir göstergesidir.
Türk şiirini hakkıyla anlayabilmek ve doyumsuz hazzını yaşayabilmek için Büyük Saat’in zaman tünelinde uzun bir yolculuğa çıkmalıyız. Bu çileli yolculukta önümüze çıkacak engelleri kararlılıkla aşmalı, şiirin gül bahçelerinde soluklanmalıyız. Bugünkü gerçek şair kıtlığına rağmen edebiyat pazarındaki şiir enflasyonunda şiirde kaliteye ve şiirsel zevke tanık olmak istiyorsanız bu yolculuğu ertelemeyin. Ölümsüz duyguların raksına dalıp gidin…
“Büyük Saat” sizi şiir sofrasına davet ediyor. Bu sofrada acılar, hüzünler, sevgiler, nefretler, hayalkırıklıkları, ihtiraslar, korkular koyun koyunadır. Tatmak için daha ne bekliyorsunuz? Göğe Bakma Durağı’nda ertelenmiş hayaller ve düş kırıklıkları sizi bekliyor. Yitirdiğiniz düşleri ve gülüşleri “Büyük Saat”in tıktakları arasında bulmaya var mısınız?
İçkiye düşkün olan Turgut Uyar, siroz hastalığına davetiye çıkarır adeta. Her geçen gün bir mum misali erir bedeni. Acılarını içine gömer daha çok… Hüzün, şairliğini beslese de yazmaya kudreti kalmaz artık. “Büyük Saat” geçmişten geleceğe tanıklık etse de onun ömür saati durur. “Büyük Saat” şiirinde dile getirdiği gibi “Adam, şarkısını söyler ve çeker gider” O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda Boğaz’ın masmavi sularına bakarak şiirler düşlemektedir.
Yayınlandığı Yer: Değirmen Dergisi/Eylül-Ekim-Kasım 2009
ÜSKÜDARLI MEŞHURLAR ANSİKLOPEDİSİ ÜZERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler, medeniyetlerin aynasıdır. Şehirlerin kişilere verdikleri olduğu gibi, kişilerin de şehirlere verdikleri vardır. Şehirler, içinden çıkan mümtaz şahsiyetlerle büyürler, aynı zamanda da içinden çıkan şahsiyetleri büyütürler. Bunun sayısız örneği mevcuttur.Yahya Kemal'in İstanbul'a kattığı, İstanbul'un da Yahya Kemal'e kattığı bunun bariz örneğidir.
Şiirlere ve şarkılara konu olan Üsküdar, tarihin bütün haşmet ve azametiyle ayakta durduğu, geçmişle gelecek arasında köprüler kurduğu bir yerdir; tabir caizse misafirlerine karşı cömert bir açıkhava müzesidir. İstanbul’un fethinin canlı şahididir. İstanbul'un gözbebeği olan bu güzel ilçe nice güzel insana bağrını açmış, sırlarını dostlarıyla paylaşmıştır. Geçmişten bugüne kadar birçok şair, yazar, mimar, devlet, sanat ve bilim adamı bu müstesna ve mutena şehrin doyumsuz havasını solumuş, onunla sırdaş olmuş, ilhamını ondan almıştır.
Şehrin göz kamaştıran görkemli geçmişini geleceğe taşımakta kararlı olan Üsküdar Belediyesi, bu şehrin değerlerini ve değerlilerini çok anlamlı ve önemli bir çalışmayla kayda aldı. Geçmişinden hız alıp geleceğe koşan Üsküdar Belediyesi yöneticileri, bu tarihî dekor içerisinde hayat oyununu oynayıp ebediyete göçen mühim şahsiyetlerin hayatlarını, yapıp ettiklerini, eserlerini anlatan Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi'ni bu işin ehli bir ekibe hazırlattı. Böylece hafızalarımızda yer eden önemli şahsiyetler, nisyanın elinden kurtarıldı. Alanında bir ilk olan Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi'nin ilim heyetinde birbirinden değerli insanların varlığı, bu çalışmanın gücünü gösteriyor. Söz konusu heyette Prof. Dr. Abdullah Uçman(Türk Dili ve Edebiyatı), Prof. Dr. Abdülkadir Özcan(Türk Tarihi ve Medeniyeti), Yrd. Doç. Dr. Alim Kahraman(Türk Dili ve Edebiyatı), Prof. Dr. Azmi Bilgin(Türk Dili ve Edebiyatı), Prof. Dr. Mehmet İpşirli(Türk Tarihi ve Medeniyeti), Prof. Dr. Muhittin Serin(Hat), Prof. Dr. Mustafa Uzun(Türk ve İslam Sanatları), Yrd. Doç. Dr. Nuri Özcan(Türk Mûsıkîsi), Prof. Dr. Semavi Eyice(İslam Sanatları ve Mimarî) isimlerini görüyoruz. Bu isimlerin hepsi de alanlarında isim yapmış, önemli eserler vermiş insanlar...
Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi, Yrd. Doç. Dr. Âlim Kahraman editörlüğünde büyük bir ekip tarafından ortaklaşa hazırlandı. Kitabın madde yazarları arasında Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr. Abdülkadir Özcan, Arş. Gör. Ali Naci Özyalvaç, Ali Yücel Yürük, Yrd. Doç. Dr. Alim Kahraman, Prof. Dr. Azmi Bilgin, Beşir Ayvazoğlu, Prof. Dr. Cevdet Küçük, Yrd. Doç. Dr. Gülnur Duran, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Yorulmaz, Hüseyin Yürük, Prof. Dr. İskender Pala, Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Lale Uçan, M. Birol Ülker, Prof. Dr. M. Orhan Okay, Prof. M. Uğur Derman, Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Prof. Dr. Muhittin Serin, Doç. Dr. Mustafa L. Bilge, Prof. Dr. Mustafa Uzun, Dr. Necdet Yılmaz, Yrd. Doç. Dr. Nurdan Şafak, Yrd. Doç. Dr. Nuri Özcan, Pınar Yavuztürk Özyalvaç, Doç. Dr. Salim Aydüz, Prof. Dr. Semavi Eyice, Seyfettin Ünlü, Talip Mert gibi isimler yer alıyor.
Tarihî kimliğiyle göz kamaştıran Üsküdar'ın dününün duygu ve estetik mimarlarını bir araya getiren Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi’nde Mehmet Akif Ersoy’dan, Münevver Ayaşlı’ya, Ahmet Yüksel Özemre’den Cemil Meriç’e, Necip Fazıl Kısakürek’ten Adile Naşit’e kadar Türk tarih, medeniyet, kültür ve sanatına büyük emekleri geçmiş 400 ismin hayat hikâyelerine ve eserlerine değiniliyor. Bu kıymetli isimler yarınlara takdim ediliyor.
Tam 406 büyük boy sayfadan oluşan bu kıymetli kitabın hazırlanmasında ekip ruhunun güçlü yansımasını görüyoruz. Kitabın editörlüğünü Yrd. Doç. Dr. Âlim Kahraman üstlenmiş. Gelecekte güzel işlere imza atacağından şüphe duymadığımız Yrd. Doç. Dr. Kahraman, Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi’nin muhtevasıyla ilgili olarak “Eser Hakkında” başlığı altında şu bilgilere yer veriyor: “Üsküdar’ın ünlüleri derken edebiyat ve kültür adamları, ilim adamları, tasavvuf büyükleri, din adamları, tarihçiler ve tarihî şahsiyetler, yöneticiler ve siyaset adamları, askerler, eğitimcilerle aralarında hattatlar, musikişinaslar, ressamlar, mimarlar, ebru, tezhip ve minyatür ustalarının bulunduğu sanatkârlar kast edilmiştir. Bunlara çeşitli meslek gruplarına dahil diğer isimler de eklenmiştir. Böylece XV. yüzyıldan günümüze ‘Üsküdarlı’ tanımına girecek dört yüz kadar tanınmış şahsiyetin biyografisi, alanın uzman akademisyen ve araştırmacıları tarafından hazırlanıp ansiklopedik düzene uygun olarak elinizdeki eserde bir araya getirilmiştir.”
Büyük emek ve gayretlerle bir yıllık sürede hazırlanan Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi'ni incelediğimizde şu önemli isimlerin bir şekilde Üsküdarlı olduğunu görüyoruz: “ İkinci Abdülhamit, Halide Edip Adıvar, Adile Naşit, Ali Suavi, Yesâri Mustafa Âsım Arsoy, Nurullah Ataç, Avni Anıl, Yusuf Atılgan, Hüseyin Nihal Atsız, Aziz Mahmud Hüdâyî, Sâmiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Sarkis Balyan, Bediüzzaman Said Nursî, Yahya Kemal Beyatlı, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tarık Buğra, Turgut Cansever, Dilaver Cebeci, M. Esad Coşan, Faruk Nafiz Çamlıbel, Âsaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ömer Rıza Doğrul, Ece Ayhan, Mehmet Akif Ersoy, Metin Eloğlu, Burhan Felek, Orhan Şaik Gökyay, Abdülbaki Gölpınarlı, Eflatun Cem Güney, Reşat Nuri Güntekin, Mahir İz, Mehmet Kaplan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Necip Fazıl Kısakürek, İkinci Mahmud, Cemil Meriç, Nezihe Meriç, Musahipzâde Celal, Nâbî, Nâbizâde Nâzım, Namık Kemal, Nedim, Oktay Rifat, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Yüksel Özemre, Recâizâde Mahmut Ekrem, Peyami Safa, Safiye Erol, Sâmipaşazâde Sezâi, Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Abdülhak Hamit Tarhan, Kemalettin Tuğcu, Süleyman Hilmi Tunahan, Ruşen Eşref Ünaydın, Halid Ziya Uşaklıgil, Osman Zeki Üngör, Hüseyin Cahit Yalçın, Ali Canip Yöntem, Can Yücel, Cahit Zarifoğlu, Ziya Paşa, Cevat Şakir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı), Direktör Ali Bey, Kilisli Rifat Bilge…vb.”
Bu birbirinden değerli isimleri Üsküdarlı olarak bir arada görünce bazılarınızın itiraz ettiğini hisseder gibiyim. Zira bu isimlerin çoğu Üsküdarlı değil, fakat bu şahsiyetlerin yolu bir şekilde Üsküdar'la kesişmiştir. Bunlardan Necip Fazıl'ın aslen Maraşlı olduğunu, İstanbul Çemberlitaş'ta doğduğunu çoğunuz bilirsiniz. Yine Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın Girit'te, Halide Edip Adıvar'ın Beşiktaş'ta, Hüseyin Nihal Atsız'ın Kadıköy'de, Halid Ziya Uşaklıgil'in Eyüp'te, Bediüzzaman Said Nursî'nin Bitlis'te, Mehmet Kaplan'ın Eskişehir'de, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Kahire'de, Mehmet Akif Ersoy'un Fatih'te doğduğunu da biliyoruz. Fakat onlar ömürlerinin bir kısmını Üsküdar'da geçirmişlerdir. Söz konusu kitabın editörü Âlim Kahraman, Üsküdarlı olmanın; Üsküdar'da doğmak, bu şehirle beraber anılmak; sonradan Üsküdar'a gelip yerleşmek, belli bir süre burada yaşamak, Üsküdar hakkında önemli bir eser bırakmak ve Üsküdar'da medfun olmak anlamına geldiğinin altını çiziyor.
Sahasında bir ilk olma özelliğini taşıyan bu kıymetli kitabın editörü Yrd. Doç. Dr. Âlim Kahraman, Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi'ne aldıkları isimleri belirlerken hangi ölçüleri esas aldıklarını kitabın başındaki “Eser Hakkında” adlı bölümde belirtiyor: “Madde başı yapacağımız isimleri seçerken, hayatının tamamını bu beldede geçirmiş ve yine bu beldede toprağa verilmiş olmayı tek şart kabul etmenin mümkün olamayacağını gördük. Çünkü hayat -en azından belli bir süreliğine de olsa- insanları doğdukları yerlerden uzaklaştırabiliyor. Üsküdar'da başlayan bir hayat başka semtlerde, şehirlerde, hatta ülkelerde sürüp noktalanabiliyor. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak Üsküdarlılık için şu ölçüleri esas almaya karar verdik: Üsküdar doğumlu olmak, adı Üsküdar'la beraber anılmak; sonradan Üsküdar'a gelip yerleşmek, belli bir süre burada bir memuriyette bulunmak,, Üsküdar hakkında önemli bir eser ortaya koymak; Üsküdar'da medfun olmak...”
Üsküdar'ın hafızası diyebileceğimiz bir eser olan ve özenle hazırlanan “Üsküdarlı Meşhurlar Ansiklopedisi”, “İçindekiler”, Belediye Başkanı Mustafa Kara'nın “Takdim”, Alim Kahraman'ın “Eser Hakkında” yazısı, “Kısaltmalar”, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş ve resimlendirilmiş “Biyografiler” ve “Kaynakça” bölümlerinden oluşuyor. Bu değerli eserin kültür dünyamızda ve kütüphanelerimizde önemli bir boşluğu doldurduğu muhakkaktır. Bu eser, aynı zamanda ülkemize büyük hizmetler etmiş bu şahsiyetleri unutmadığımızı gösteren bir çeşit ahde vefa gayretidir. Eserin hazırlanmasında emeği geçenleri yürekten kutluyorum.
“ÖZGÜRLÜK ŞİİRLERİ” İKİ KAPAK ARASINDA
M.NİHAT MALKOÇ
Ne türküler yakılmıştır, ne şiirler yazılmıştır özgürlük üstüne. Bazıları özgürlüğü insanlıkla, aşkla, umutla ve hayata tutunmakla özdeşleştirmiştir. Güvercin ve zeytin dalı barış ve özgürlüğün sembolü olmuştur kültürümüzde. Bütçelerinin yarısını silahlanmaya ayıranlar da barış ve özgürlük lafını ağızlarında sakız etmekten geri durmamışlardır yine de.
Şairlerin en büyük malzemesi olmuştur özgürlük. Bu kavramla ilgili şiir yazmayan şair yok gibidir. Daha doğrusu henüz özgürlük şiiri yazmayan şair, kendini eksik hisseder. Kâğıtla mürekkep arasında gidip gelen duygular, özgürlüğe methiyeye dönüşür hissiyatın kanatlarında. Özgürlüğe özgürlük talep edenler, iradenin zincirlerden kurtarılması için bazen kalemini, bazen yüreğini, bazen de bileğini kullanırlar. Her şey özgürlüğün varlığı adınadır.
Mersin’in Yenice beldesinde her yıl “Barış ve Kültür Festivali” yapılıyor. Dört yıldan beri de değişik konularda şiir yazma yarışmaları düzenleniyor. Akdeniz’in incisi olan bu güzel beldede 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde insanlar barışın, demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüğün hayatımızın bir parçası olması taleplerini yüksek sesle haykırıyorlar. İki gün devam eden etkinlikler içerisinde ülkemizin tanınmış bilim adamları ve yazarları barışa ve dostluğa dair söz ve düşüncelerini insanlarla paylaşıyorlar. Yine ülkemizin sevilen ses sanatçıları da bu barış bayramında halkı bir araya toplayarak gönüllerince eğlendiriyorlar.
2007 yılında Mersin-Yenice Belediyesi’nin davetlisi olarak bu festivale ben de katılmıştım. Barış, demokrasi ve özgürlük kavramlarının yüksek sesle seslendirildiği böyle bir festival sanırım sadece Yenice’de yapılıyor. Festival boyunca insanlar bu güzel kavramlar etrafında kenetleniyor; dostluğun ve kardeşliğin güzellikleri örneklendiriliyor bu festival boyunca. Beldenin değerli Belediye Başkanı Veli Serin bu festivali aksatmadan başarıyla sürdürüyor. Çünkü o, bu kavramlara çok inanıyor ve bunların içlerini doldurmaya çalışıyor.
Mersin Yenice Barış ve Kültür Festivali’nin bu yıl beşincisi düzenlendi. Dört yıldan beri olduğu gibi bu yıl da festivalin bir ayağını da şiir yarışması oluşturdu. Konusu “Özgürlük” olan bu yılki şiir yarışmasına çok büyük ilgi ve katılım oldu. Jüri üyeliklerini Mehmet Babacan, Mustafa Emre, Mehmet Kabak ve Emin Şengül gibi değerli isimlerin yaptığı şiir yarışmasında hece dalında ve serbest dalda ilk üçe giren şiirler belirlendi. Hece dalında Çorum’dan Emine Arslan birinci, Karaman’dan İbrahim Şaşma ikinci, İzmir’den Sabri Yücel ise üçüncü oldu. Yarışmanın serbest vezin dalında da Sinop’tan katılan Necmettin Çakır birincilik, Çorum’dan katılan Şahin Örgel ikincilik, Hatay’dan katılan Muhammet Akyıldız üçüncülük başarısını elde ettiler. Yarışmada dereceye girenler değişik miktarlarda para ödülüyle ödüllendirildiler. Fakat iş bununla bitmedi. Mersin Yenice Belediyesi’nin hem kültür, hem de zabıta müdürlüklerini tek başına yürüten Tuncay Akdağ “Özgürlük” temalı yarışmaya katılan bu şiirleri iki kapak arasına alarak Türk okuyucusunun ilgisine sundu.
Geçenlerde posta kutuma içi tıka basa birbirinden özgün ve güzel özgürlük şiirleriyle dolu bu kitap düştü. Kitabı heyecanla açıp birbirinden kıymetli şiirleri okumaya başladım. Sözcüklerin özgürlük etrafında dans ettiğini gördüm. Bordo renkli kapağın ön yüzünde zeytin dalı taşıyan bir güvercin figürü, arka kapağında ise 30 Ocak 1943 İnönü-Churchill Beyaz Vagon Görüşmesi’nin yapıldığı istasyon fotoğrafı yer alıyor. Kitap 334 sayfadan oluşuyor.
“Bölgemizde ve dünyanın birçok yerinde sürmekte olan haksız savaşlara dur demek, emperyalist güçlerin saldırgan politikalarını teşhir etmek, savaşların vahşetini ülkemiz kamuoyu ile birlikte kınamak, barışın insanlık için ne kadar önemli olduğuna ve tüm dünyada kalıcı olmasına katkı yapmak, toplumumuzun en hassas ve duyarlı insanları olan şairlerimizin duygusal ve anlamlı şiirleriyle tüm insanlığa mesaj vermelerini sağlamak amacıyla, düzenlediğimiz “Özgürlük” konulu, Şiir Yarışmasına katılarak bizleri onurlandıran tüm şairlerimizin eserlerini kalıcılaştırmak amacıyla kitaplaştırmış bulunmaktayız.” diyor Belediye Başkanı Veli Serin… Bu kitabı hazırlayan Tuncay Akdağ’ı yürekten kutluyorum.
“AVUCUMDA SEVDA VAR”
M.NİHAT MALKOÇ
Şiirler olmasaydı nasıl ifade ederdik yürek yakan gizli aşklarımızı?...Nasıl temizlerdik ruhumuzda biriken tortuları?...Tek taraflı sevmelerin resmidir şiir…Sözün öze ulaşmasına vesiledir çoğu zaman….
Şiir, ufuklarımızı sonsuzluğa açar. İmkânsız yoktur şair için… Her şey iki dudağının arasında ve kaleminin ucunda saklıdır şairin... Gönül kapısının anahtarı kendisindedir. Fakat bu anahtar her kapıyı açmaya muktedir değildir. Mühim olan o anahtara kapı olacak varlığı bulmaktır.
Sevdalar üzerine ne şiirler söylendi. Ne türküler yakıldı. İnsanlıkla yaşıttır sevda şiirleri… Çünkü insandan evvel sevda vardı, aşk vardı… Dünya da bu sevdanın yüzü suyu hürmetine yaratıldı.
Genç şairlerimizden Ahmet Rıza Korkut, yazdığı son şiir kitabının adını “Avucumda Sevda Var” diye koymuş. Sevda bu nerede boy atacağı, nerede barınacağı, nereye sığınacağı belli olmaz.
Gündüz Kitabevi Yayınları arasında çıkan bu güzel şiir kitabı 136 sayfadan oluşuyor. Mükemmel bir kapak tasarımı ve o güzel kapağı açınca size “merhaba” diyen birbirinden güzel ve özgün şiirler…
Mukaddime babında birkaç sözle başlıyor kitabına kıymetli şâir Ahmet Rıza Korkut:
“Şiir; belki de kirlenen ve laçkalaşan bu düzende hâlâ temiz ve yürekli durabilen tek şey… İnsan yüreği, insan cesareti olmadan yaşayabilir mi? Sizler bu gönül sıcaklığını yansıtan damıtılmış yorumları okuyor olduğunuza göre yüreğinize koyduğunuz bir cesaretiniz ve ayakta durabilecek kadar umudunuz hâlâ var demektir.”
Ahmet Rıza Korkut genç bir isim… Bıyığı yeni terleyenlerden... Fakat şiirde yeni bir soluk olabilecek edebî donanıma sahip… Kendisini kendisinden dinleyelim isterseniz:
“Sıcak bir yaz günü dünyaya geldi; 13 Ağustos 1979…Çocukluğu; doğup büyüdüğü Amasya'nın Aydınca kasabasında geçti. İlkokulu aynı kasabada suskun bir çocuk olarak okudu. Suskunluğu kadar da vazgeçilmez bir tiyatrocu, konuşmacı ve şiir yorumcusuydu. O yılların suskun ve başı eğik çocuğu yavaş yavaş büyümüş ve başını artık kimseye eğmemiştir. O yüzdendir ki ilk yediği dayak lise yıllarına denk gelir.
Hayatı, kavgayı ve sevdayı öğrendiği gün; ilk şiirini yazar.
Eğitimci ve yazar bir babanın evladı olmak ve ömrünü kendisine adayan bir annenin biricik yavrusu olmaktır en büyük gururu. Babasını da kaybettiğinden beri, hiçbir şey bükememiştir artık boynunu..
Çeşitli tiyatro guruplarında görev almış ve tek kişilik gösteriler yapmıştır. Ortaokul yıllarında yazdığı bir yazısıyla Türkiye derecesi kazanmış, aynı yıllarda TRT tarafından çocuk hikâyeleri ödülü almıştır. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları ve şiirleri yayınlanmış, pek çok radyo programı hazırlayıp sunmuştur. Bir özel radyo kurucu başkanlığı yapmıştır. Şiire olan tutkusunu kendi web sitesi olan “ŞiirCi.Com” ile insanlarla paylaşmaktadır.Elektronikçi ve bilgisayar programcısıdır. Aktif olan yaşamına TRT’de “Son Yaprak” dizisiyle oyunculuk deneyimi de katmıştır.”
Şairler hassas insanlardır. Yaşadıkları acılar ve sevinçler duygu sağanağına dönüşebilir. Onları toplumdan soyutlayamazsınız. Yürekleri daimi bir medcezir hâlindedir. Yavru bir serçenin kanat çırpışı, bir çocuğun sessizliği boğan ağlayışı onu cezbeye getirebilir. Onlar çok sıradan bir davranışa sevinebilir veya üzülebilirler. Korkut, bir şiirinde yüreğinin pırpır edişini bir merhabaya bağlıyor:
“hiçbir şey mutlu edemezdi beni/ne kadın/ ne şarap
ne de sihir …/ne araba/ne ev/ ne de bu şehir…
hiçbir şey mutlu edemezdi beni/senin bir “merhaba”n kadar !...”
Ne kadar güzel ve sağlıklı bir bakış açısı… Mutlu olmamız için katlarımız ve yatlarımız olması gerekmiyor. En büyük servet kanaatkârlık değil midir?
Sitem insanın doğasında var olan kadim bir duygudur. Vefa görmediğimiz yerde sitemin keskin kılıçları ortalığı yangın yerine dönüştürür. Yıllarca büyük bir fedakârlıklarla büyüttüğümüz sevda çiçeği kuruyunca karşılıklı suçlamalar ve sitemler gelir peşi sıra… Sitem şairin doğasında var olan ve çabuk inkişaf eden bir histir. Şair Ahmet Rıza bir şirinde sitemin sivri oklarını muhatabına saplıyor:
“gidiyorum işte öylesine/ öylesine yaşanmış gibi
bu sevdayı sana bırakıyorum/ sana bırakıyorum
o çok sevdiğin/ yalanları …”
Korkut’un şiirlerinde zengin bir imge yelpazesi mevcuttur. Serbest şiir yazmaktadır. Fakat serbest şiirin en büyük handikaplarından biri olan sıradanlığı aşmış görünmektedir. Akıcı bir üslûbu vardır. Onun şiirlerinde herkes kendinden bir parça bulabilir. Geleceğin şiiri içerisinde onun ismine rastlamak mümkün olabilecektir. Fakat şiir azim ve sebat isteyen bir sanat dalıdır. Şiir vadisinde saman alevi gibi parlayıp sönenlerin sayısı hiç de azımsanmayacak miktardadır. Sözlerimi onun güzel bir şiiriyle noktalamak istiyorum. Kendisine şiirin dikenli yollarında keyifli yolculuklar dilerim. Ufkun ve yolun açık olsun:
“tut ki düştüm avuçlarına bir kış günü
tut ki yandım avuçlarında/ama erimedim işte!...”
“AYAKLI KÜTÜPHANELER”
M. NİHAT MALKOÇ
“Ayaklı kütüphane” ifadesi aslında bir deyimdir. “Çok şey okumuş, her sorulana cevap veren, çok şey bilen, okudukları aklında kalmış kimse…” anlamlarına gelir. Eskiden bu çeşit insanlar çok vardı ülkemizde. Günümüzde de var; ama eskisi kadar değil.
Değerli araştırmacı-yazar, tarihçi, gönül insanı Dursun Gürlek, yazdığı bir kitabına “Ayaklı Kütüphaneler” adını vermiş. Kubbealtı Neşriyat tarafından yayımlanan bu kitapta ömrü okumak ve kitap peşinde geçen “Gelenbevî İsmail Efendi, Mütercim Âsım, Kethüdâzâde Ârif Efendi, Hoca Tahsin Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Ali Emirî Efendi, Babanzâde Ahmet Naîm, Muallim Cevdet, Ömer Ferîd Kam, İsmâil Fennî Ertuğrul, İsmâil Sâib Sencer, Nurullah Pertev Bey, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Mükrimin Halil Yınanç, Hacı Muzaffer Ozak, Ali İhsan Yurt” gibi isimlerin hayatlarından kesitlere yer veriliyor.
“Ayaklı Kütüphaneler” 391 sayfadan meydana geliyor. Kaleme aldığı kıymetli eserine “Ayaklı Kütüphaneler” adını veren Dursun Gürlek, kitabın Önsöz’ünde “ayaklı kütüphaneleri şöyle tavsif ediyor: “Canlı kitap olarak tavsif edilen ayaklı kütüphanelerin birinci özelliği, kendilerine yöneltilen soruları anında ve doğru olarak cevaplandırmalarıydı. Bunlar ‘Kitaba bakarak cevap vermek, kabak bağlayarak yüzmeye benzer’ diyorlardı.”
Kültür tarihimizle ilgili birbirinden kıymetli eserler kaleme alan Dursun Gürlek, bu kısa açıklamadan sonra meşhur “ayaklı kütüphaneler” hakkında şu izahatta bulunuyor:
“Meselâ, zamanım boş geçmesin diye yemek yerken bile kitap okuyan, yüzlerce talebesine yolda ders veren büyük müfessir Fahreddin-i Râzî; ‘Türklerin Faziletleri’ adındaki eseriyle faziletini ispat eden, sadece gündüzlerini değil, gecelerini de kütüphanelerde geçiren ünlü Arap edebiyatçısı Câhız; Fâtih'in kütüphane memurluğunu, daha doğrusu hâfız-ı kütüplüğünü yapan ve bu büyük hükümdarla şakalaşacak kadar itibar sahibi olan Molla Lütfi; ‘Altmış beygir kuvvetinde yazı makinesi’ diye anılan ve iki yüz yirmi beş eseriyle bu unvanı hak ettiğini gösteren Ahmet Mithat Efendi; mezar taşında kendisinden ‘Asrımızın İbn-i Kemal'i’ diye söz edilen tarihçi, dilci, maarifçi, idareci, hukukçu, şair Ahmet Cevdet Paşa; tek başına ansiklopedi yazan Şemseddin Sami; ‘Destursuz Bağa Girenler’i sîgaya çeken Orhan Şaik Gökyay; ancak devletin veya müesseselerin üstesinden gelebileceği bir işi tek başına yaparak ‘Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu" adındaki beş büyük ciltten oluşan hazineyi ortaya çıkaran M. Seyfeddin Özege; ‘Allah'ın, iç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapadığı gerçek ve sâhici münevver’ diye övülen Cemil Meriç gibi şahsiyetler işte bu ayaklı kütüphanelerden bazılarıydı.”
Araştırmacı-yazar Dursun Gürlek’in “Ayaklı Kütüphaneler” adlı eserinde günümüzde, nesli tükenmeye yüz tutmuş kitap âşıklarının çileli hayatlarına ışık tutuluyor. Bu insanların kitaba ne kadar büyük değer verdikleri, bir yazma eseri elde etmek için ne büyük sıkıntılara göğüs gerdikleri örneklerle anlatılıyor. Bugün kütüphanelerimizde bulunan yüzlerce yazma eser, tarihin çöp sepetine atılmaktan kurtulmuşsa bunu bu vefalı insanlara borçluyuz.
“Ayaklı Kütüphaneler” adlı kitapta anlatılan bütün isimler, okumayı hayatlarının esas gayesi edinmişlerdir. Fakat bunlardan Ali Emirî Efendi çok daha önemli bir iş yaparak tarihe geçmiştir. Ali Emirî, ilk Türkçe ansiklopedik sözlük olan ve ikinci bir nüshası bulunmayan Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’ü, o zamana göre çok yüksek bir fiyatla, 33 altın vererek sahaftan satın almıştır. Bu kitapta o kıymetli kültür hazinesinin geniş hikâyesini de bulmak mümkündür.
Sözümü “Ayaklı Kütüphaneler”in yazarının şu ifadeleriyle bitirmek istiyorum: “Hiçbir iddiası olmayan bu basit eserimizde ‘yıldızları konuşturan âlimden, kafasının içi müdürlüğünü yaptığı kütüphane kadar zengin olan hocaefendiden, ölüleri dirilten ve mezarlara hayat veren kitâbiyyât bilginimizden, kahvelerde ders veren ünlü tarihçimizden kısaca bahsederek ayaklı kütüphanelere birkaç örnek vermeye çalıştık. ‘Ayaklı Kütüphaneler’, eğer sizi ayaklandırır, böylece kitap hazînelerine ayağınızı alıştırırsa, biz sadece mutlu oluruz.”
BABAMIN VERESİYE DEFTERİ: MOLOZ…
M. NİHAT MALKOÇ
Heyamola Yayınları'nın “Trabzon'dur Yolumuz” dizisinin dokuzuncu kitabının adıdır “Babamın Veresiye Defteri: Moloz”... Hasan Kantarcı tarafından kaleme alınan bu kitapta bir semtin yakın tarihine şair ruhlu bir bakkal(tacir-ticaretçi) gözüyle bakılıyor. 184 sayfadan meydana gelen kitapta dünün Moloz'unu satırlar arasında enine boyuna temaşa ediyoruz.
“Babamın Veresiye Defteri: Moloz”, okuru sıkmayan kısa bölümlerden oluşuyor. Bu bölümleme, resmî tasniften uzak, içten geldiği şekilde yapılıyor. Söz konusu kitapta “Bir Kent Masalı, Benim Moloz'um, Derecik Bakkaliyesi, Moloz'un Toptancıları, Kadınlar Pazarı, Pazarcı Kadınlar, Dereden Kanalizasyona, Karalahana Fideleri, Destancı, Dereboyu Sokak, Yazıcıların At Hanı, Eski Sebze Hali, Moloz'da Çocuk Olmak, Radyolu Yıllar, Damalı Minibüsler, Laf Aramızda, Eski Ramazan Alışverişleri, Çocuk Yuvası, Babamın Veresiye Defteri, Karaborsalı Yıllar, Sakız Meydanı, Hamaloğlu Kahvecisi, İstikbal Gazetesi, Kantarcıoğlu Ticaret, Çarşı, Benim Üniversitelerim, Pirinççi Hüseyin, Kar Ticaret, Kimler Geldi Kimler Geçti, Mumhaneönü, Moloz'un Hamalları, Bitpazarı, Bedesten, Vakıf Han(Gön Han, Attar Han), Moloz Sahili, Bul Karayı Al Parayı, Balıkhane, Moloz'da Bir Gezgin, TTSO Hizmet Binası, Fındık Fabrikaları, Bir Başarı Öyküsü, Seyyar Satıcı Sorunu, Keskin Şurup, Moloz'un Kabadayıları, Kalkanoğlu Pilavı, Sekiz Direkli Hamam, Şiir Baba, Osman Kolcu, Kemal Günay, Nihat Cirav, Fethi Kandaz, Suat Atay, Metin Kandaz, Tevekkel İsmail, Kalkanoğlu Caddesi, Rüştü'nün Fırını, Esnaf, Evler, Son Söz, Kaynakça” adlı bölümler var.
Hasan Kantarcı “Babamın Veresiye Defteri: Moloz” adlı kitabını, o zaman sağ olan babası Ali Sait Kantarcı'ya ithaf etmiş. Kitaba ad olan bu defterin asıl sahibi ve ilham vericisi odur. Sözünü ettiğimiz bu kitap çıktıktan epey sonra Hasan Kantarcı'nın babası vefat ediyor. Biz de merhum Ali Sait Kantarcı'ya Allah'tan rahmet, Hasan Bey'e başsağlığı diliyoruz.
“Babamın Veresiye Defteri: Moloz” kitabında genelde Trabzon'un, özelde Moloz'un dünüyle bugünü arasında sağlam köprüler kuruluyor. Kitabın “Bir Kent Masalı” başlıklı ilk yazısında Trabzon'un dününe ayna tutularak kitabî(ansiklopedik) bilgiler veriliyor. “Benim Moloz'um” başlıklı kısımda Moloz'da uygulanacak; görsel kirliliği ortadan kaldırmayı, tarihî dokuyu gözler önüne sermeyi hedefleyen Kentsel Dönüşümle ilgili endişelere yer verildikten sonra, projenin sağlıklı ve yerel değerlerle uyumlu uygulanmasına dair fikirler veriliyor. Daha sonra yazar Hasan Kantarcı, babasının ilk dükkanı olan Derecik Bakkaliyesi'ni anlatıyor. Ardından Moloz'daki eski toptancıları isim isim sayıyor ve onlara dair izlenimlerini aktarıyor. İlerleyem sayfalarda Kadınlar Pazarı ve pazarcı kadınlarla ilgili izlenimlere yer veriyor. Kantarcı, pazar yerinde karalahana fideleri sattığı günlere dair anılarını okurlarla paylaşıyor. “Moloz'da Çocuk Olmak” adlı bölümde ise radyolu yıllara dair nostaljilere değiniyor.
“Babamın Veresiye Defteri: Moloz” da “Eski Ramazan Alışverişleri”ne dair izlenimler ilgiyle okunacak cinsten. Yazar, kitaba adını veren “Babamın Veresiye Defteri” bölümünde daha çok babasını merkeze koyarak o günlere dair anlatılarda bulunuyor. Bu deftere halk arasında “kara kapaklı defter” denildiği hatırlatılıyor. Bir zamanlar ticarî hayatı alt üst eden karaborsalı yıllara değiniliyor. Moloz'daki ticarî kuruluşlar, puslu hatıralarla aktarılıyor.
Kitabın “Kimler Geldi Kimler Geçti” adlı bölümünde Trabzon'un mazisinde iz bırakan, çoğu ebediyete göçen bir kısım silik simalara ışık tutuluyor. Kirli İhsan'dan Hamal Hasan'a kadar Moloz'da iz bırakmış, hayatın bir parçası olmuş hamallar anlatılıyor. Trabzon'un dillere destan Kalkanoğlu pilavının lezzeti ve ünü dile getiriliyor. Moloz'da iz bırakmış kişilerin hatıralar eşliğindeki portreleri söz imkânları zorlanarak çiziliyor.
“Babamın Veresiye Defteri: Moloz” daki fotoğraflar Mustafa Reşat Sümerkan'ın arşivinden temin edilmiş. Ömrünün otuz yılını Moloz'da geçiren, hâlâ bu semtte ticaretle uğraşan şair-yazar Hasan Kantarcı'nın hatıralarla yüklü bu güzel kitabı bizi efkârın doruklarına çıkarıyor. Bazen hüzünleniyor, bazen tebessüm ediyor, bazen de seviniyoruz.
BAŞUCUMDA “SAFAHAT”
M.NİHAT MALKOÇ
“Safahat” safhalar(evreler) anlamına gelen bir kelimedir. Aynı zamanda millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiir kitabının ismidir. Merhum Akif’in Safahat’ı yedi bölümden oluşmaktadır. Bunlar sırasıyla Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler adlarını taşımaktadır.
Safahat yıllardan beri başucu kitabım olmuştur. Canımın sıkıldığı anlarda stresimi atmak için bu büyük eserin sayfalarında dolaşmışım. Benim için ilâhî kaynaklardan sonra en tesirli eser olma özelliğini taşımaktadır.
Bu kıymetli kitabı her Türk gencinin ömründe en az bir kere okuması şarttır. Hele kendini aydın diye tarif edenlerin her yıl tekrar tekrar okuyup tahlil etmesi gerekir. Çünkü kıymetli manzumeler zinciri her okunduğunda farklı açılımlar kazandırıyor insana.
Ben Safahat’ı her okuyuşumda ayrı bir haz alırım. Gerçi Safahat’ta haz alınacak tablolar pek yoktur. Bin yıllık kültürüne sırt çeviren bir milletin yaşadığı felâketler sıralanmıştır her bir mısrada. Üslûp bakımından haz verir bana.
Safahat her evde bulundurulmalıdır. Hatta topluca okunup tahlil edilmelidir. Bir dönemin canlı tanığı olan bir kalemin haykırışlarını sağır sultan da duymalıdır. Şayet bunlar bilinmezse tarihin tekerrür etmesi işten bile değil.
Safahat bir yelpazeye benzer, açıldıkça genişler ve çepeçevre sarar muhayyilemizi. Hayatın ta kendisidir bu eser. İçinde mübalağa yoktur. Yalan ise asla… Bunu şu dizelerde açıkça ifade ediyor Akif:
''Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur benim hayatta en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...”
Mehmet Akif, dünyevî aşkların peşinden koşmadı hiçbir zaman. Malı, parayı, mevkii elinin tersiyle itti. O dünyaya hakkı ve hakikati haykırmak için gelmişti. Öyle de yaptı; bu gökkubbede hoş sedası bâkî kaldı.
Gaflet uykusundan uyanamayanların, basiret gözü körelenlerin Safahat’taki hakikat tablolarına göz atması elzemdir. Azıcık izanı ve irfanı varsa uyanmasına vesile olur buradaki ikazlar… Lâkin Hakk’ı ve hakikati görmek biraz da nasip işidir. Her bakan göremez. Bakmaktan bakmaya dağlar kadar fark vardır. Bazıları gözünün önündekini göremezken, bazıları perde arkasındakini görür.
Öz yurdunda garip ve öz vatanında parya olarak yaşamaya mahkûm edilen Akif, ülkesine ve insanına hiçbir zaman küsmedi. Yaşadıklarını kaderin tecellisi olarak gördü ve kendine yapılan haksızlıkları görmezlikten geldi. Bu haksızlıkları yapanlara da hakkını helâl etti. Islah olanlar oldu, olmayanların hesabı büyük güne kaldı.
Mehmet Akif tek başına bir orduydu, çağının vicdanıydı. Memlekette yaşanan manevi buhranları yüreğinin orta yerinde ve vücudunun bütün hücrelerinde hissetmiş duyarlı bir vatan sevdalısıydı.
Teşbihte hata olmaz derler. Nasıl ki Kur’an’ın özü Fatiha Suresi’yse Safahat’ın özü de İstiklâl Marşı’dır. Onun için İstiklal Marşı’nı çepeçevre kavramak için Safahat’ı anlayarak ve de zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak tekrar tekrar okumalıyız. Ancak böylelikle Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” sözünün sırrını daha iyi anlayabiliriz.
Safahat sessiz çığlıklarla doludur. Bu feryatları ancak bizim gibi düşünenler ve yaşayanlar anlayabilir. Malumdur ki ateş düştüğü yeri yakar. Yanmayan, ateşin tesirini nerden bilebilir ki? Fakat Akif kendi acılarını anlatmamıştır eserinde. Ferdi meselelerini içine atmıştır hep. Onu yiyip bitiren, mazlumların feryat ü figanları olmuştur. Şu iki mısra bu konuda bizlere her şeyi anlatmaya yetiyor:
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler "Safahat”ımdaki hüsran bile sessiz!”
Safahat aslında manzum bir belgesel niteliği de taşımaktadır. Bu belgeselde objektifler yerine Akif’in keskin zekâsı ve basiretli bakışları rol oynamıştır. Gördüklerini ve yaşadıklarını abartısız yansıtmıştır eserine. Onun içindir ki her bir mısrası bir ok gibi saplanır yüreğinize. Akif, Safahat’ında, içinde yaşadığı cemiyetin buhran ve bunalımlarını anlatır; kendisini hep gizler. Hatta emri-i Hak vaki olunca hatırlardan silinip gideceğini söylüyor bir dörtlüğünde:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”
Akif, şiirlerini adını duyurmak için yazmamıştır. İçinde yaşattığı ve uğruna onca zorluğa katlandığı davasının sesi olmak için yazmıştır. Akif’in şairliği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu ona sanki Allah tarafından verilmiş bir vazifedir.
Bazıları Akif’in eserlerinde sanatsal değer bulunmadığını söyler. Oysa bu doğru değildir. O gerçekleri anlatırken Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. Üstelik şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Onun fikrinden rahatsız olanların gücü yetse İstiklâl Marşı’nı da okutmayacaklar. Fakat çok şükür ki bu milletin mezhebi, onlara her şeye rağmen hoşgörülü bakacak kadar geniş değil. Sözlerime Akif’in Safahat’taki şiirleriyle ilgili enteresan bir değerlendirmesini içeren dörtlüğüyle son vermek istiyorum:
“Safahat’ımda, evet, şiir arayan hiç bulamaz;
Yalınız, bir yeri hakkında "hazin işte bu!" der.
Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi var ya?
Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!”
“BEN BİR ULU ŞEHRE VARDIM”
M.NİHAT MALKOÇ
Oldum olası şehir yazıları yakından ilgilendirir beni. Bu hususta şehir ayrımı da yapmam; fakat doğduğum şehir söz konusu olunca ilgim daha da artar şüphesiz… “Ben Bir Ulu Şehre Vardım” adlı kitap bu yüzden ilgimi iki kere çekti. Birincisi bu kitap birbirinden güzel ve özgün şehir yazılarını ihtiva ediyor; ikincisi bu yazılar muhteva açısından Trabzon’a dair… Durum böyle olunca bana da bu kitabı büyük bir iştahla, bir solukta okumak kaldı.
“Ben Bir Ulu Şehre Vardım” isimli kitap Çaykara eşrafından değerli araştırmacı yazar Yahya Düzenli tarafından kaleme alınmıştır. Fakat bu yazılar bu kitap için özel olarak kaleme alınmamıştır. Yahya Düzenli, Günebakış Gazetesinde yazdığı haftalık yazılarını daha sonra iki kapak arasına alarak sağda solda kaybolmaktan kurtarmıştır. Zira gazeteler okunduğunda genellikle atılır. Oysa bu güzel yazılar bir okunup da atılabilecek kadar güncel yazılar değildi. Söz konusu yazılar kesilip saklanacak kıymetteydi. Sağ olsun Düzenli, bizi bu külfetten kurtararak birbirinden kıymetli bu yazıları kitap haline getirerek zamanın hoyrat elinden kurtardı. Gazetedeki yazılarını düzenli olarak okuduğum Düzenli’yi yakından tanıyalım:
“1958 yılında Trabzon/Çaykara’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Amasya’da, yükseköğrenimini Ankara’da yaptı. Devlet memurluğu yaptı ve özel sektörde çalıştı. 1996-1997 yıllarında Maliye Bakanlığı’nda Basın Müşavirliği yaptı. 1974 yılında tanıdığı Üstad Necip Fazıl’ın eserleri, düşünce dünyasını şekillendirdi. Bu idrakle, yazmayı ‘meslek haline getirmeden’ yazılar yazıyor. 1974 yılından bugüne kadar çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev alan ve yazı hayatının içinde bulunan Yahya Düzenli’nin yayınlanmış dört kitabı ve yayına hazır üç kitabı bulunmaktadır. Değişik yayın organlarında çok sayıda siyasî, edebî, folklor ve kültür yazıları yazdı, yazmaya da devam ediyor. Trabzon’la ilgili yayın organlarında yazı ve makaleler yazıyor. Halen Trabzon’da yayınlanan günlük ‘Karadeniz’den Günebakış’ gazetesinde haftalık yazılar yazıyor. Yayınlanmış kitapları: ‘Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk’, ‘Türkiye Nereye Götürülüyor’, ‘Emeği Dokuyanlar’, ‘Ben Bir Ulu Şehre Vardım -Trabzon Yazıları’… Yayına hazırladığı üç kitabı bulunuyor. Evli ve dört çocuklu olan Düzenli, halen Yönetim Danışmanlığı yapmakta, yazı hayatını sürdürmektedir.”
Değerli yazar Yahya Düzenli’nin Günebakış Gazetesi’ndeki yazılarından seçmelerden oluşan “Ben Bir Ulu Şehre Vardım” adlı kitap 2010 yılının ortasında Nüans Yayıncılık’tan çıktı. Birbirinden değerli şehir yazılarını içeren bu kitap 478 sayfadan oluşuyor. Kitabın adı Hacı Bayram Veli’nin bir dizesi… Hacı Bayram-ı Velî bir şiirinde, ‘Nâgihan ol şâr’a vardum ânı ben yapılur gördüm / Ben dahi bile yapıldum / Taş u toprak âresinde’ diyordu.
Yahya Düzenli’nin haftalık gazete yazılarının bir araya getirilmesiyle oluşan “Ben Bir Ulu Şehre Vardım” adlı kitap iki bölümden oluşuyor. Bu bölümler “Şehrin İrfan ve İhtarı”, “Şehrin İhdas ve İfsat Kapasitesi” adlarını taşıyor. İlk bölümde “Şehir ve… Şehir… ve Şehir”, “Şehirde Yapmak-Etmek; Şehri Yapmak-Etmek” , “Şehrin İnsanları”, “Şehri Yazmak”, ikinci bölümde ise “Şehre Sorular”, Şehrin Soru/n/ları”, “Şehir İdaresi, Şehrin İdarecileri”, “Şehir İptali” alt bölümleri yer almaktadır. Birinci bölümde 46, ikinci bölümde 64 olmak üzere kitapta toplam 110 yazı yer almaktadır. Yazar kitabının alt bölümlerinde bir kısım siyah beyaz fotoğraflara, şehir ve insan üzerine söylenmiş birbirinden kıymetli sözlere yer vermiştir.
Kıymetli yazar Yahya Düzenli, bu kitabını yazış sebebini şöyle açıklıyor: “Dünyaya gelişimde ilk nefesi coğrafyasında aldığım ve yıllar sonra manasını kavradığım Trabzon’un medeniyet şehri kimliğiyle yazılmasının gerekli olduğunun idrakiyle kaleme alındı bu yazılar. Daha başka nasıl söyleyeyim? Bu kitapta şehr-i müzeyyenden aldığımız ilk nefesle dolu ciğerlerimizden gelen aşkla yazılan medeniyet şehrinden kesitler sunuluyor. Ayrıca ‘mensubiyet mesuliyeti doğurur’ ölçüsünün gereğini de gücüm yettiğince ortaya koymaya çalıştım. ‘Hangi şehre mensubum?’ sorusuna verdiğim cevaplar bu kitap içerisindedir”
Bu kitaptan çok istifade ettim, kitabı çok beğendim. Herkesin okumasını öneririm.
BEN ŞEHİT MİYİM, HAİN Mİ?
M.NİHAT MALKOÇ
Yazarlık bir sevda mesleğidir. Bu işi sevmezseniz, geçim kaynağı ve meslek olarak düşünürseniz, içinize sindiremezseniz, zoraki birkaç yazı yazar bırakırsınız. Yazdıklarınız yerli yerine oturmaz, ifadeler havada kalır. Fakat mesleğin ötesinde bir içtenlikle benimserseniz gittikçe üslubunuzun oturmaya başladığını, güzelleştiğini görürsünüz.
Ülkemizde okuyan insan sayısı toplam nüfusla kıyaslandığında devede kulak kalıyor. Millet olarak okumuyor, bilsek de bilmesek de konuşuyoruz. Fakat konuşmak için de belli bir kültürel altyapınız olması zaruridir. Bunu dikkate almadığımız için muhabbeti sıradanlaştırıyoruz. Bizde ne söylendiğinden öte, kimin söylediği daha çok önemsendiği için içeriğe fazla bakılmıyor, keskin ifadeler ilgi çekiyor, taraftar buluyor.
Bazıları Türkiye’yi Ankara ve İstanbul’dan ibaret görse de Anadolu’da da hayat tüm hızıyla devam ediyor. Orada da insanlar yiyor, içiyor, nefes alıyor, en önemlisi de düşünüyor. Kültür ve sanatın başkentinin İstanbul olduğunu kabul etmek, Anadolu şehirlerindeki kültürel etkinlikleri yok saymayı gerektirmiyor. Oralarda da gazeteler, dergiler çıkıyor, kitaplar yayınlanıyor. Anadolu’da hayat dolu dolu yaşanıyor.
Anadolu şehirlerinin hemen hepsinde en az bir gazete veya bir dergi çıkarılmaktadır. Çünkü bizim insanımız yazmadan ve söylemeden duramaz. Hatta Trabzon gibi mütevazı bir Anadolu şehrinde sekiz tane günlük gazete çıkarılmaktadır. 10’a yakın televizyon ve radyo da aynı şehirde yayın faaliyetlerini büyük bir başarıyla sürdürmektedir. Bunlar sanıldığı gibi büyük gelirler getiren faaliyetler değildir. Tamamen kültürel heveslerle ve fedakârlıklarla yapılmaktadırlar. Bu alkışlanacak bir durumdur. Bu yönümüzle ne kadar gururlansak azdır.
Trabzon’da faaliyet gösteren gazete, dergi ve televizyonlarda çalışan onlarca yetişkin eleman vardır. Bunlar zor şartlarda, kıt imkânlarla en iyisini yapmanın mücadelesini vermektedirler. Bu kişiler zamanla kendilerini yetiştirip aydın vasfını kazanmışlardır. Bunların çoğu ulusal medyada görev yapacak birikime ve donanıma sahiptirler. Bunlardan birisi de Karadeniz Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin’dir.
Osman Diyadin uzun yıllardan beri Karadeniz gazetesinin değişik kademelerinde başarılı görevler üstlenerek gazetenin sahibi Mehmet Ali Yılmaz tarafından bugün gazetenin en başına getirilmiştir. Fakat O, bu yere hakkıyla gelmiş bir basın mensubudur. Bunu, yıllardan beri çıkardığı gazetenin devamlılığı ve okunurluğu açıkça göstermektedir.
Karadeniz Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Osman Diyadin iyi bir idareci olduğu kadar iyi bir yazardır da… Bunu yıllardan beri yazdığı köşe yazılarından anlayabiliyoruz. Diyadin’in gündemin nabzını tutan yazılarında olaylara bakışı tutarlı, isabetli ve vukufludur. Meselelere milli pencereden bakmıştır hep… Atatürkçülüğün süzgecinden geçirmiştir fikirlerini... Hiçbir zaman tahrik edici, yıkıcı ve bölücü bir üslup kullanmamıştır. Uzlaşmacı bir tutum takınmıştır milli ve yerel meselelerde… Bağcıyı dövmeyi değil, üzüm yemeyi murat etmiştir. Bunu onun köşe yazılarının satır aralarında rahatça görüp hissedebilirsiniz.
Diyadin geçen yıl yayınladığı “Ben Şehit Miyim Hain Mi?” adlı kitabıyla uzun süre adından sıkça söz ettirdi. Öyle ki kitap ulusal medyada da konuşuldu, yazıldı. Türkiye genelinde de on binlerin üstünde bir baskı yaptı. Bu taşra menşeli bir yazar için çok büyük bir başarıdır. Çünkü taşranın sesi ne kadar gür olsa da Ankara ve İstanbul’da yankı bulmuyor.
Osman Diyadin’in “Ben Şehit Miyim Hain Mi “ adlı kitabını diğer insanlar gibi ben de büyük bir zevkle ve heyecanla okudum. Bu kitap Diyadin’in daha önce gazetede yayınlanan yazılarının bir araya getirilmesinden meydana geldi. Gerçi bu yazıların çoğunu vaktiyle Karadeniz gazetesinden sıcağı sıcağına okumuştum. Çünkü bizler Karadeniz gazetesiyle büyüdük. Güne Karadeniz gazetesiyle başlamadığımızda kendimizi noksan hissettik. Lakin bunları iki kapak arasında, tabir caizse arşivlenmiş olarak görmek bir okuyucu olarak beni fazlasıyla memnun etti. Çünkü gazete yazılarının ömrü genelde kısadır. Bizde gazete okununca ya ekmek sarmada, ya cam silmede kullanılır, ya da atılır. Fakat Diyadin’in yazıları gelecek nesillerin okuması gereken türden yazılardı. Bunlar atılmamalıydı, gazete olarak saklamak da uygun olmazdı, iyi ki kitap haline getirildiler.
Türkiye gelişmişlik açısından olmasa da siyasi açıdan capcanlı bir ülkedir. Trabzon da Türkiye’yi yansıtan bir prototiptir. Bu şehirde de hayat her zaman capcanlı yaşanır. İnsanlar zor şartlarda yaşasa da vatanına, milletine ve değerlerine candan bağlıdır. Dini ve milli meselelerde taviz vermezler. Diyadin’de bu şehrin bir yazarı olduğu için meselelere bu çerçeveden bakmıştır. Trabzonluların gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı olmuştur. Yaşanan güncel meselelere kösesinde anında cevap vermiştir. Milli duruşunu her fırsatta göstermiştir. Kitabın kapağında Diyadin eseriyle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Bu kitap, Atatürk’ün ‘çağdaşlık’ ilkesiyle Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflere ulaşmada ölümsüz liderin kararlılığı ve inancı ile bağdaşmayan yöntemler izlenmesinin... Emperyalizmin Türkiye üzerinde oynadığı oyunlarda değiştirdiği metotlara karşı asla ve asla değişmemesi gereken ilkelerimizin yansımasıdır...”
368 sayfadan oluşan kitapta 108 tane köşe yazısı(fıkra) yer alıyor. Kitabın Önsöz’ü Trabzonspor’un şeref başkanı Mehmet Ali Yılmaz tarafından kaleme alınmış. Gazeteci-Yazar Diyadin, kitabın başına bir de Sunuş yazısı koymuştur. Bu yazıda kitabın içeriği ve gayesiyle ilgili açıklama ve tespitlerde bulunmuştur; köşe yazılarının bir araya getirilme gerekçelerini okurlarıyla paylaşmıştır. Eserin bir Cumhuriyet evladının, Cumhuriyet evlatları adına bir haykırış olduğunu vurgulamıştır. Kendisini milletin ortak sesi olarak görmüştür.
Bu kitabın dikkatle ve düşünülerek okunması gerekir. Burada yazılanlar Türkiye’nin değişmez kaderinin tahlilidir. Fakat bu tahliller birilerinin emriyle değil, yürekten neşet eden bir inanç ve iradeyle yapılmıştır. Eseri değerli kılan da bu bakış açısıdır. Değerli hemşehrim Osman Diyadin’i bu kıymetli tahlillerinden dolayı kendime yakın buluyor, yaklaşımlarındaki cesaretinden ve kararlılığından dolayı tebrik ediyorum. Diğer yazılarının da iki kapak arasına alınmasını, okuyucunun istifadesine sunulmasını umuyor ve bekliyorum.
BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ VE İDEAL ÖĞRETMEN
M.NİHAT MALKOÇ
Bataklıklar ülkesinden beyaz zambaklar ülkesine gidişin ibretli hikâyesini anlatan bir kitaptır “Beyaz Zambaklar Ülkesi”… Rus yazar Grigory Petrov tarafından kaleme alınan bu kıymetli kitap, milletçe uyanış için fertlerin özlerine dönmeleri gerektiği tezini, yaşanmış örneklerle işliyor. İnancın ve umudun nelere kadir olduğunu anlamak için bu kitabı okumak gerekir. Türk’ün önderi Atatürk’ün bu kitabın askeri okullarda okutulmasını istediği söylenir.
Rus yazar Grigory Petrov tarafından kaleme alınan “Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitabı bir solukta okuyanlardanım. Trabzon Valisi Nuri Okutan Bey bu kitabı valilik imkânlarıyla bastırarak öğretmenlere hediye etti. Söz konusu kitaba yine aynı yazar tarafından kaleme alınan “İdealist Öğretmen” kitapçığını ekleyerek tek kitap halinde bastırdı. “Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitap 60 sayfalık “İdealist Öğretmen” ilavesiyle 209 sayfadan meydana geliyor. Eser, son derece kaliteli bir baskıyla öğretmenlerin istifadesine sunulmuştur.
Trabzon’da, kitap okumayı gündemin başına yerleştiren ve okul kütüphanelerine kazandırdığı bir milyon 600 bin kitapla herkesin takdirini kazanan Vali Nuri Okutan, sadece öğrencileri değil, öğretmenleri de okutmakta kararlı görünüyor; aslında çok da iyi ediyor. Zira öğretmenlerin de yeterli derecede kitap okuduğu söylenemez. Öğretmenevlerine gittiğimizde öğretmenlerin zamanlarını daha çok neyle geçirdiğini okey taşlarının sesinden anlayabilirsiniz. Bu sadece Trabzon için değil, tüm ülke öğretmenleri için geçerli bir yakınmadır. Yeterince okumayan bir öğretmenin öğrencisine vereceği fazla bir şey de yoktur.
Trabzon’da yaklaşık 9 bin 100 öğretmene ve usta öğreticiye imza karşılığı dağıtılan “Beyaz Zambaklar Ülkesi-İdeal Öğretmen” adlı kitabı bugünlerde öğretmenlerin elinde görüyorum. Öğretmenler söz konusu kitabı okumakla kalmıyor, onu meslektaşlarıyla da tartışıyorlar. Kitabın, öğretmenlerin ruh dünyasında olumlu izler bırakacağına olan kanaatim tamdır. Özellikle eserin “İdeal Öğretmen” adlı bölümü öğretmenlerin yoluna ışık tutacaktır.
Şehri açık kütüphaneye çeviren Vali Nuri Okutan, Trabzon Valiliği Kültür Yayınları arasında çıkan “Beyaz Zambaklar Ülkesi-İdeal Öğretmen” adlı kitabın “Takdim” kısmında öğretmenlere şöyle sesleniyor: “Öğretmen olma hevesiyle başladığım eğitim hayatım iradem dışında beni idareci konumuna getirdi. Ama ne zaman ki bir sınıf tahtası görsem, ne zaman bir öğrenciyle yolda karşılaşsam öğretmen olamamanın hüznüne kapılıveririm. Öğretmenlik kendinden bir şeyler vermektir. Bilimsel veriler başkalarına yardımcı olan, başkalarına karşı öğretici konumunda bulunan insanların daha mutlu olduğunu ortaya koymaktadır.”
“Beyaz Zambaklar Ülkesi” adlı kitabın edebî açıdan bir iddiası olmadığı için üslup kaygısı da yoktur. İnsanlara ruh ve şuur kazandıran bu eseri okuyanlar harekete geçmek için yarını beklemeyeceklerdir. “İdeal Öğretmen” bölümü ise öğretmenler için güzel örnekler sunuyor. Bu bölümün başında anlatılan yaşanmış hikâye bir hayli enteresan durum arz ediyor:
“1880’li yıllarda Moskova Üniversitesi’nin bütün profesörleri, öğrencileri ve Moskova’nın aydınlar grubu, büyük bir şaşkınlık yaşıyorlardı. Çünkü tanık oldukları şey, o güne kadar görülmemiş bir şeydi. Üniversitenin en genç Matematik Profesörü S. A Raçinski, üniversitedeki kürsüsünden istifa edip ayrılmış, Rusya’nın Smolenska Eyaleti’nin Tatevo Köyü’nde öğretmenliğe atanması için Eğitim Bakanlığı’na bir dilekçe vermişti. Bilim dünyası onunla övünürken ve birçok matematik bilgini ondan önemli buluşlar beklerken, bu genç profesör, kendi arzusu ile üniversitedeki eğitim ve öğretim çalışmalarına son veriyordu. Herkes, ‘Ama neden?’ diye büyük bir merakla soruyordu. Raçinski ise, bu soruya tek bir cevap veriyordu: Bir köyde, sıradan bir köy öğretmeni olmak için!...”
“Beyaz Zambaklar Ülkesi-İdeal Öğretmen” adlı eseri okuyanlar henüz keşfedemedikleri değerlerin peşine düşmek için ‘Kim var?’ deyip sağa sola bakmadan ‘Ben varım ya yeter…’ diyerek işe koyulacaklardır. Bu kitabın sadece öğretmenlerce değil, herkes tarafından okunması ve millî bir ruhla ülkemizin kalkınma seferberliğine dâhil olması gerekir.
BİR NİHAN HEYBE'DE DÜNÜ BUGÜNDE YAŞAMAK
M. NİHAT MALKOÇ
Oldum olası hatıra türündeki kitapları sever, büyük bir keyifle ve iştahla okurum. Çünkü onlar roman ve hikâye gibi kurgu değiller. Hayatın ta kendisidirler. Perihan Akçay Hanımefendi tarafından kaleme alınan "Bir Nihan Heybe" de bunlardan birisi.
Öncelikle büyük bir nezaket örneği göstererek imzalı kitabını adresime kadar gönderdiği için Perihan Akçay Hanımefendi'ye çok teşekkür ediyorum. Zira imzalı kitaplar benim için çok değerlidir. Onlar okuyucuyla yazar arasında adeta bir köprü gibidir.
Yazar Perihan Akçay "Bir Nihan Heybe" adını verdiği bu kıymetli hatıra kitabını "Kendi özümle diyalog kurmayı ilk ondan öğrendim" dediği babası O. Fikret Öz'e armağan etmiş. Demek ki babayla kız arasında vefaya dayalı özel bir sevgi ve muhabbet var. Zaten kitabın ilk metni olan "Babamın Arkadaşları"nda bu tesiri açıkça görüyoruz.
İlk yazısı 1975 senesinde Millî Gazete'de çıkan Perihan Akçay bugüne kadar birçok kitaba imza atmış Konyalı değerli bir yazarımız. Konya'daki Merhaba gazetesinde yıllarca köşe yazıları yazan Akçay'ın "Çiçek Buketi(Hikâye), Güleryüz Fakiri(Hikâye), Ruhumun Sahibinin Git Dediği Yerdeyim(Deneme), Safa'dan Merve'ye(Hikâye), Dünya Ayarlı Zamanın En Muhteşem Diliminde(Hac Hatıratı), Aşka Zamanım Kalacak mı?(Deneme), Kısasta Hayat Var(Araştırma-Deneme), Zalimlerin Ortak Kaderleri(Araştırma-Hikâye) , Dünden Bugüne Hak Dostları(Araştırma-Hikâye), Ebruli Kalpler(Roman), Zühre(Roman), Bilge Han Aliya(Roman), Muhteşem Endülüsya Sevgili Hindistan(Gezi Anıları), Son Halife Vahidüddin-Denize Koşmak(Biyografi -Roman), Samosa Tadı-Halep İşi-Konya Aşı(Konya Kültürü), Kayınvalidem ile İlkbaharım(Anı)" adlarını taşıyan birbirinden değerli kitapları var. Fakat o, kitaplarını uzun yıllar demlemeye bıraktıktan sonra yayımlamayı tercih etmiştir.
Bir Nihan Heybe adlı kitabın yazarı kendi hayatına dair gönül aynasından yansıyanları duygusal bir tonda anlatsa da çok kere Necip Fazıl, Şule Yüksel Şenler, Ümit Meriç, Mehmet Şevket Eygi gibi tanıdık simalarla karşılaştırıyor bizi. Çünkü gönül halkasında bu isimler var.
Bir Nihan Heybe'yi farklı kılan özellikler var. Bir kere "Bir Nihan Heybe"nin ismi çok güzel ve şiirsel... Bilindiği gibi "nihan" gizli demek, "heybe" de "At, eşek vb. binek hayvanlarının eyeri üzerine geçirilen veya omuzda taşınan, içine öteberi koymaya yarayan, kilim veya halıdan yapılmış iki gözlü torba." demektir. Bu kitapta da yazarın yüreğinde uzun yıllar gizli kalmış onlarca hatıra, gönül heybesinden çıkarılarak okuyucuyla paylaşılıyor. Böylelikle heybenin içinden çıkarılanlar, nihan olmaktan kurtarılarak aşikâra dönüşüyor.
Bir Nihan Heybe'nin içinde neler yok ki!... Heybeyi açtığımızda içinden "Babamın Arkadaşları, Bir Nihan Heybe, Ayşe, İlk Şule, Mihrimah'ın Sırrı, Daha Kaç Sabahımız Kaldı?, Sebep Bahar Gönülde İhtilâle, Şu Bizim Düğün Gecelerimiz, Camilerin Özlediği Adam, Türk Filmleri, Mioritsa, Bir Kırmızı Avizenin Yüz Yıllık Öyküsü, Eski Bir Dost: Roger Garaudy, Sanatçı Dolunayın Işığını Yansıtabilendir, Yaz Sıkıntısı, İsrafın Ülkemdeki Hakimiyeti, Ölümün Nağmekâr İlânı, Eskiyle Yeni Harmoni Edilemez mi?, Hicran Göze'nin Maveradan Yankılanan Sesi, Leylekleri de Öldürüyorlar, Hüzün Treninde Bir Yolcunun Kaleminden, Emsu, İlknur, Palamut Ağacı Gibi" adlı hatıralar çıkıyor. Bu hatıralar bizi mâziye götürerek hüzünlendiriyor. Kitabı okudukça gözlerinizin gayri ihtiyarı de olsa nemlendiği oluyor.
Bir Nihan Heybe'yi okuduğumuzda bugünün insanıyla dünün insanının, bugünün hayatıyla dünün hayatının derinlik farklarına şahit oluyor, kaybettiklerinize üzülüyorsunuz. Denizlerde yaşarken akvaryumda yaşamaya mahkûm edildiğinizi bütün çıplaklığıyla görüyorsunuz. Gayri ihtiyari "Keşke dünde kalsaydık" cümlesi dökülüyor dudaklarınızdan.
160 sayfadan meydana gelen ve Çimke Yayınevi tarafından yayımlanan "Bir Nihan Heybe" bir solukta okunabilecek sımsıcak bir kitap. Söz konusu kitap beni mâziye götürerek hatıralarla soluklanmamı sağladı. Benzer hayatları yaşadığımızı fark ettim. Perihan Akçay Hanımefendi'nin samimi ve yalın üslubunu çok beğendim. Size de tavsiye ederim efendim!...
BU “TEKNE” BAŞKA “TEKNE”....
M.Nihat MALKOÇ
Sürmene, Trabzon’umuzun şirin ilçelerinden birisidir. Sahilde yer alan bu yerleşim yeri kıpır kıpırdır. Hayat doludur insanları. Onları hayattan soğutacak hiçbir şey yoktur. Hayata sımsıkı sarılıp doyasıya yaşamak için bahaneleri çoktur.
Uyanıktır Sürmene’nin insanları. Of’la büyük bir rekabet içinde olsalar da bunu belli etmezler. Büyük bir yarış vardır aralarında. Fakat bu yarışta aslolan kin ve nefret değil, tatlı rekabettir. Bu yarışta Of bir adım önde görülse de Sürmene’de yarıştan kopmuş değil.
Son aylarda Sürmene’de, Sürmene Lisesi’nde farklı bir heyecan yaşanıyor. Sürmene Lisesi öğretmen ve öğrencileri tarafından “Tekne” adlı bir dergi çıkarılıyor. Dergiyi kitapçılarda görünce şaşırdım. Çünkü son derece kaliteli bir tasarım ve zengin bir içerikle sunulmuş okuyuculara. Taşrada böyle kaliteli ve özgün bir derginin çıkarılabileceğini hiç düşünmemiştim.
İki ayda bir kültür ve sanat severlere sunulan Tekne dergisinin sahibi Sürmene Lisesi Müdürlüğü Adına Okul Müdürü Osman Nuri Alioğlu; Genel Yayın Yönetmeni Resim Öğretmeni Hakan Sümer…Derginin yayın kurulu öğrencilerden oluşuyor. Yayın Kurulunda şu isimler var: Elif Yılmaz (öğrenci), Gamze İlaslan (öğrenci), Hacer Kol (öğrenci), Sezen Kocabal(öğrenci), Selami Öksüz (öğrenci)…
Sürmeneli olsun olmasın Trabzonlu sanat ve edebiyat severlerin bu dergiye sahip çıkması gerekir. Sürmene Lisesi’nin yayın organı olan Tekne dergisinin ilk 4 sayısını elde etmek için 15 YTL ödemeniz yeterli. Dergiyi kütüphanenize kazandırmak için İş Bankası’nın Sürmene Şubesinin 397022 nolu hesabına belirtilen ücreti yatırmalısınız. İletişim için [email protected] elektronik mektup adresini kullanabilirsiniz
İlk üç sayıda çıkmış yazılardan bazı başlıklar şunlar: “Gezginlerin Notlarında Sürmene”, “Garip ve Acıklı Bir Meslek” Civra’nın Yunus Avcıları”, “Muhacirlik Öyküleri”, “Sürmene’de Bir Kale Ev: Memiş Ağa Konağı”, “Koşan Adam”, “O Ölünce Zarha Dağı da Öldü: Ğazayin Hakkı”,
“Güneşli’nin Son Beşikçileri”, “1942 ‘de Civra Sahilinde Yaşanmış Gerçek Bir Hikaye: Serseri Mayın”, “Sürmene Kartpostalları”, “Doksan Dokuz Pencereli Konak”, “Karakanzi’de Bir Ev”, “Taş Köprüden Geçerken”,”Servetli Gelin”, “Sürmene Kıyılarının Zarif Konukları: Kuğular”, “Ağaca Ses Veren Adam: Kemençe Ustası Hasan Sancak”, “Bıçak Ustası Mustafa Dede”, “Sürmene Söylenceleri”, “Kalandar Çocukları”, “Yerel İnançlar”, “Ahşap Tekneden Sac Tekneye”….vb…
Tekne dergisi tamamen amatör bir ruhla yayınlansa da içerik ve tasarım olarak profesyonel dergilerle boy ölçüşebilecek kalitede… Henüz lise öğrencisi olan dergi yazarları, çok başarılı eserler ortaya koymuşlar. Bunlardan birisini sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim. Gamze İlaslan adlı kızımızın satırlarını okumanızı özellikle istirham ediyorum. Ben beğendim sizin de beğeneceğinizden eminim:
“Gün bitse, akşam olsa, yıldızlar her şeyi yeniden yaksa yüreğimde, ay onsuz geçen günlerimdeki hasretimi yenilmişliğimi, yılgınlığımı bilse de bu gece beni daha bir sevse, daha bir ışısa karanlık dünyamın içinde. Gündüzlerim de vardır aydınlık dolu. ama daha bir görüyorum karaları, çirkinlikleri ve bin bir yalanı. Evet, belki güzellikleri de görüyorum, renk renk çiçekleri yeşil yapraklarını, tomurcuklarında değil de içimde umut öbekleriyle açan ağaçları, bir yaprağın rüzgârda salınışlarını ve varlığının aciz kalışına rağmen inançla savaşını.
Bilinmezlikler var içimde, paylaşmayı sevmediğim, kutularından çıkarmaya kıyamadığım, koklanınca solacağını hissettiğim çiçeklerim, susmayan şelalelerim, bazen durgun nehirlerim, ama en çok da kocaman, bir umman boyu deryalarım var nehirlerimin, şelalelerimin döküldüğü. Beni ister masmavi bir deryaya, ister yapraklarında gümüşi inciler taşıyan bir çiçeğe, ister bir su damlasına sor.
Hüzünler çiziyorum bulduğum her kağıt parçasına, resmettiğim her acıyı tarifsiz koyuşum mümkünatı ve üç noktası olmayan bir yolun ilk adımını tattırıyor bana. Ve hep ardına saklanıyorum üzerime doğru koşan gözyaşı bulutlarından. Belki yağmurlarım hiç dinmeyecekler, susmayacaklar bu gece. Dönüp dönüp aynı yere gelmelerim, bir pergel boyu aşkı yaşayıp bir pergel boyunca hep aynı halkanın zinciri olmam, tarif etmek zorunda bırakıyor beni hayata dair. Kırık aynalarda puslu gölgeler ya da her gün yeniden kendi içime eğilmen, dönmelerimdir, her günü güneşin doğuşuyla başlatmak ve yine güneşi denizin gerisinde kalan ufuklarda saklayıp ertesi gün sakladığım yerden en güzel anılarımla geriye alışımdır hayat.
İlk yağmurun olayım, sürüklenesin benimle. Sonra bir deniz kabuğu ol. Bir deniz kabuğu olmak ve içimde yalnız dalgaların seslerini duymak, yalnızca dalgaların ruhunu titretişini, üşümelerimi, yalnız kalışlarını bile yalnızlığınla paylaşmak. Sesini saklamak, sakınmak yankısı içini acıtan her şeyden.
Ey akşam! Niye azalırsın her gün, dakika dakika, tek tek? Ya sen azalırsın da beni niye sürüklersin en azgın nehirler gibi ardın sıra!
Ey okur! Sorma kendine ne anlatır bu kız, bu yazıda? Bulamazsın ki her ne şekilde olsan da. Anlatamadıklarım, içimde kalanlar, eskilerim var yenilerimle bu kâğıda işlenen her harfte. Tutabilirsen tut içlerinden birini ve sarıl benim sarılmadığım ve sevmediğim kadar...”
Bu yazıyı yazan muhtemelen on beş-on altı yaşlarında bir kızımız…Son derece düzgün ve edebî ifadelerle süslemiş yazısını. Bunun gibi daha onlarca güzel yazı ve onlarca güzel isim derginin sayfalarını süslüyor. Bu çocukların öğretmenlerini, anne-babalarını ve özellikle kendilerini yürekten kutluyorum. Böyle güzel insanları ve onların seçkin eserlerini görünce, geleceğe dönük umutlarım yeşeriyor. Bu fidanı sulayalım, gürleşsin, serpilsin, kurumasın.
“Tekne” Karadeniz’in azgın sularında batmasın. Dev dalgalara rağmen onurlu yüzüşü devam etsin. Bu “Tekne”nin batması geleceğimizin de sular altında kalması anlamına geliyor. Tekne’ye sahip çıkalım. Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir. Dileyen “Tekne”ye internet aracılığıyla da ulaşabilir. adresini tıklamanız yeterli. Fakat en doğrusu Tekne’nin geçmiş sayılarını ve bundan sonra çıkacakları kütüphanenize kazandırmaktır.
E-Mektup: [email protected]
DEFTERİMDE 40 SURET
M.NİHAT MALKOÇ
Beşir Ayvazoğlu üretken yazarlarımızdan birisidir. Sağın parmakla gösterilecek aydınlarından kabul edilir. Geçmişimizi bugüne taşıyan bir kültür antropologu gibi çalışmıştır. O aynı zamanda iyi bir şairdir. Aşağıdaki liste onun ne kadar verimli bir yazar olduğunun açık ispatıdır. İşte size Beşir Ayvazoğlu’nun bugüne kadar yazmış olduğu eserlerin külliyatı:
“Aşk Estetiği (İnceleme, 1982), Gülname (şiir, 1983), Yahya Kemal-Eve Dönen Adam (İnceleme, 1985), Geçmişi Yeniden Kurmak (Denemeler, 1987), İslâm Estetiği ve İnsan (İnceleme, 1989), Aslanlar, Tilkiler ve Eşekler (Fabl, 1990), Türkün Kültür Coğrafyasında Bir Gezinti( Gezi, deneme, röportaj, 1990), Halk Şiirinden Tarihe (Denemeler, 1991), Kaknus (Şiir, 1991), Güller Kitabı (İnceleme, 1992), Şehir Fotoğrafları (Denemeler, 1995), Tarık Buğra - Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (Biyografi, 1995), Şiirler (Toplu şiirleri, 1996), Geleneğin Direnişi (Denemeler, 1996), Fuzulî Kitabı (1996), Defterimde 40 Suret (Biyografi, 1996), Altı Çizili Satırlar (1997), Dede Efendi (Flamanca tercümesiyle, Hollanda, 1997), Peyami, Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (Biyografi-Deneme, 1999), Sîretler ve Sûretler (Biyografi-Deneme 1999), Yaza Yaza Yaşamak (Deneme, 1999).”
Aslında kastım Beşir Ayvazoğlu’nu tanıtmak değil. Geçenlerde okuduğum “Defterimde 40 Suret” adlı eserinden bahsetmektir muradım. Fakat bu kadar güzel eserler vücuda getiren, millî kültürümüzü deneme tadında yeni nesle tanıtan ve sevdiren böylesine gayretli ve başarılı bir yazardan az da olsa söz etmeyi zorunluluk addettim.
Biyografiler sırf kişilerin hayatını anlatmakla kalmaz bir döneme tanıklık ederler.
Beşir Ayvazoğlu’nun yazmış olduğu “Defterimde 40 Suret” biyografiyle anı karışımı bir eser olarak tanımlanabilir. Yazar, kitabının önsözünde şu görüşlere yer veriyor:
“Eskiler, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud'ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı. Ben mi? Ben sadece kapıları korka korka aralayıp "hoşça bak"tım, gözlerim kamaştı”
“Defterimde 40 Suret” i okuduktan sonra sadece Ayvazoğlu’nun değil, benim de gözlerim kamaştı. Çünkü bu kitapta bahsi geçen, geçmişimize damga vuran bu suretler alelâde insanlar değil. Her biri belli meziyetleri olan hareket adamları… Hepsi birbirinden değerli… Gençlerimizin bu suretleri model almasını ne çok isterdim.
Günümüz gençliği popçuları ve topçuları örnek alıyor. Onlar gibi giyiniyor, onların konuştuğu gibi lâubali konuşuyorlar. Bunlar ne tarihinden, ne de kültüründen haberdar… Hepsi de bir yere kadar okumuş ama okumakla adam olunmuyor. Öğretmenlerin verdiği bilgiler bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor. Onun için de televizyonda boy gösteren yeni yetme bir şarkıcı kadar tesirli olamıyorlar.
Beşir Ayvazoğlu’nun veya İskender Pala’nın kitaplarını okuyup da geçmişteki edebiyata ve tarihî şahsiyetlere hayran olmamak mümkün değildir. Niçin günümüz gençliği bu tarz kitapları okumaz da Harry Potter gibi hayal mahsulü cadı masallarıyla kıymetli zamanlarını zayi ederler? Bunu anlamış değilim; bundan sonra da anlayacağımı zannetmiyorum. Halimiz pür melâl… Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyamete.
“Defterimde 40 Suret” te bizim insanlarımız var. İçimizden çıkan, tarihimizle, kültürümüzle haşır neşir, bu memleketin insanları…Hepsi de yüzde yüz yerli kültür kaynaklarından doldurmuş tasını. Kim mi bunlar: “Necmeddin Okyay, Nezahat Nureddin Ege, Malik Aksel, Necip Fazıl, Münevver Ayaşlı, Nuri Arlasez, Fuat Bayramoğlu, Perihan Arıburun, Ahmet Yakupoğlu, Turgut Cansever, Ahmet Kabaklı, Sedat Umran, Alaeddin Yavaşça, Tosun Bayrak, Turgut Özal, Ziya Nur Aksun, Çelik Gülersoy, Orhan Okay, Erol Akyavaş, Halit Refiğ, Hilmi Yavuz, Yavuz Bülent Bakiler, Erol Güngör, Hüsrev Hatemi, Cinuçen Tanrıkorur, Ayşe Şasa, Saadettin Ökten, Ekmeleddin İhsanoğlu, Sevinç Çokum, Aydın Menderes, Mustafa Kutlu, Ali Birinci, İlhan Kesici, Mustafa Çalık, Ahmet Turan Alkan, İsmail Kara, Mustafa Ruhi Şirin, Annemarie Schimmel, Cengiz Aytmatov, Kenize Murad”
Bu isimlerin hepsi de kendi alanlarında ekol olmuş üstün yetenekli insanlar. Zaten korkak ve sıradan insanların aksiyon adamı olması mümkün değildir. Saydığımız isimler toplumun ana damarlarıdır. Gölgesinden bile ürken, korkak, sıradan insanlar bırakın ana damarı kılcal damar bile olamazlar. Tarih cesur insanları, kahramanları, bir de hainleri yazar.
Geçmişte yaşamış bu değerli insanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Tecrübeler milletin ortak malıdır. 224 sayfadan meydana gelen bu biyografi-anı karışımı eseri herkesin, özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlerin okumasını tavsiye ediyorum. Popüler kültürün zararlarından korunmak isteyenler mazinin şefkat iklimine sığınsın, kurtuluş reçetesi oradadır.
DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Milletler ortaya koydukları eserlerle büyük olurlar. Bu eserler kültür, sanat, edebiyat, bilim gibi her alanı kapsayabilir. Yeter ki ortaya konulan ürün özgün olsun. Türk milleti olarak çok zengin bir kültürümüzün olduğu tartışmasız bir gerçektir. Zira bu devletin ömrü yüzyıllarla değil, bin yıllarla ifade ediliyor. Fakat daha düne kadar bu zengin kültürümüzü bir bütün halinde sunan köklü bir bilgi kaynağından yoksunduk. Bu büyük millet, tarihi geçmişini ve kültürel zenginliklerini ecnebilerin yazdığı eserlerden öğreniyorlardı. Yabancı kaynakların verdiği bilgiler çok kere taraflı bilgilerdi. Bu acziyet Türkiye’ye hiç de yakışmıyordu. Türkiye Diyanet Vakfı bu acı gerçeği 1983 yılında görerek, gereğinin yapılması için kolları sıvadı.
“Bize ve dünyaya kaynak” sloganıyla yola çıkan Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin hazırlıkları ta 1983 yılında yapılmaya başlandı. 1988 yılında ilk ciltten başlamak üzere yayın hayatına ‘merhaba’ dedi. O günden bugüne tam 22 yıl geçti. Bugün itibariyle güvenilir bilgi kaynağı İslam Ansiklopedisi’nin 38. cildi raflardaki yerini aldı.
Daha önce, 1900’lü yılların başlarında Leiden’de yabancılar tarafından beş ciltten oluşan üç dilde bir İslam Ansiklopedisi yayınlanmıştı. Bu ansiklopedi 6176 madde içeriyordu. Söz konusu bu ansiklopedi hatalarla doluydu. Bu eseri Milli Eğitim Bakanlığı tercüme ettirerek 15 cilt halinde yayınlamıştır. Hatalı kısımlar ayıklanmış, yeniden yazılmıştır. Buna rağmen yine hatalar tam anlamıyla giderilemediği için güven vermemiştir. Çünkü hem bilgiler eksik ve hatalıdır, hem de maddeler yazarların önyargılı sakat görüşlerini yansıtmaktadır.
Çok şükür ki bugün elimizde yüzde yüz yerli araştırmacı-yazarların kaleme aldığı mükemmel bir ansiklopedi var. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanmakta olan bu ansiklopedi çok uzun ve yorucu bir çalışmanın ürünü olarak kütüphanelerimizi süslüyor. Artık bu büyük çalışmada tünelin ucu göründü. 44 ciltten oluşması düşünülen ansiklopedinin son altı cildi kaldı. Bunlar da iki yıl içerisinde tamamlanıp söz konusu ansiklopedi bitirilecek.
Diyanet Vakfı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nin en büyük özelliği orijinal bir ansiklopedi olmasıdır. Bu eser İslami ilimler, İslam ülkelerinin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti gibi alanları kapsayan madde başlıklarıyla aklınıza takılan bütün sorulara cevap verecek güçte ve yeterliliktedir. Madde başlıkları ilgili ilim kurulları tarafından yaklaşık 500 temel kaynaktan taranarak tespit edilmiştir. Bu mükemmel ansiklopedi 15.441 maddeden oluşmakta, bazı maddelerin farklı ilim dallarınca yazılan alt bölümleri de eklenince bu rakam 16.915’e ulaşmaktadır. Atıf maddelerinin sayısı ise 6539’dur. 38. cildi yayımlanmış olan ansiklopediye şimdiye kadar bir kısmı yurt dışından olmak üzere, konusunda uzman 2000’i aşkın yazar katkıda bulunmuştur. Eser bu yönüyle bir bilgi bankası görünümündedir.
Her kütüphanede bulunması elzem olan TDV İslam Ansiklopedisi, İslamî ilimlerde İslam-Türk kültür ve medeniyetine ait kavramları, sahalarında önemli eserler vermiş ilim ve sanat erbabını, geçmiş İslam devletleri ve yöneticilerini, önemli tarihî olayları, dinî ve sosyal hayatta etkili olan akımları, tarihî, ilmî ve kültürel müesseseleri, önemli yerleşim merkezlerini, diğer büyük dinleri, Müslüman olmadığı halde İslam dini, kültürü ve medeniyeti ile ilgisi bulunan şahsiyetleri madde başı olarak değerlendirmiştir. Elinizde bu büyük bilgi kaynağı varsa aradığınız bilgiye ulaşmak için kütüphane kütüphane dolaşmaya lüzum yoktur.
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin kırk cildine sahip olmak için 1000 TL’yi gözden çıkarmanız gerekiyor. Bu da her bir cildin 25 TL’ye geldiğini gösteriyor. Aslında abartılacak bir para değil. Bence kendini aydın olarak gören, bu yolda gayret gösteren insanların bu emsalsiz ansiklopediyi evlerine, kütüphanelerine muhakkak kazandırmaları lazım. Sigaraya ve onca lüzumsuz şeye verdiğimiz paraların yanında bu devede kulak kalır.
Bir büyük rüya aydınlık sabahlara taşındı. İslam Ansiklopedisi’nde sona yaklaşıldı. Artık millet olarak başımız dik dolaşabiliriz. Dinî, millî ve kültürel değerlerimizi güvenle öğrenebileceğimiz bir kaynağa sahibiz. Esere katkıda bulunan herkese sonsuz teşekkürler…
DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ
M.NİHAT MALKOÇ
Ansiklopediler milletlerin kültürel birikimlerini içeren bilgi havuzlarıdır. Bu havuzda hem dünya genelindeki birikimler, hem de bir milletin iç bünyesinde oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyat değerleri bir araya getirilir. Bunlar bütün insanlığın kullanımına sunulur.
Dünya genelinde belli başlı bir kısım ansiklopediler ön plana çıkarak şöhret kazanmışlardır. Bunlar arasında Ana Britanica ve Meydan Larouse sayılabilir. Dünyada haklı bir üne kavuşmuş bu eserler pek çok dünya diline çevrilmiştir. Bizler yıllardan beri dünya ve ülkemiz hakkındaki bilgileri bu yabancı kaynaklardan edinmişiz. Bu durum bazen yanlış malumatlar elde etmemize yol açmıştır.
Bugün kültür piyasasında İslam Ansiklopedisi adında geniş kapsamlı bir eser yer almaktadır. Bu ansiklopedi ne yazık ki Batılılar tarafından kaleme alınmış bir eserdir. 1908’de Hollanda’da çalışmalarına başlanmış ve 1938’de tamamlanmıştır. Bu ecnebi kökenli ansiklopedide on bin civarında madde vardır. Müsteşrikler(Doğu bilimci, Şarkiyatçı, oryantalist) tarafından hazırlandığı için eksik ve yanlış bilgilerle doludur. Bu bilgilerin bazıları da maksatlıdır.
Ülkemizde bugüne kadar değişik hacimlerde pek çok ansiklopedi çıkarılmıştır. Fakat bunlar içerik açısından tatmin edici boyutlarda değillerdi. Özellikle dinî konulardaki bilgileri eksiksiz ve tarafsız olarak sunan bir eser yoktu. Bu eksikliği fark eden İslâm Araştırmaları Vakfı, kısa adıyla İSAM yetkilileri, kolları sıvayarak çok uzun ve çetin bir çalışmanın içine girdi. Çünkü sosyal bilimler ve din bilimleri alanında kusursuz yerli bir başvuru kaynağı yoktu. Bu bizim büyük bir eksiğimizdi. Bu konuda cesaret sahibi birileri elini taşın altına koymalıydı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Dr. Tayyar Altıkulaç bu işin organizasyonunu üstlendi. 1980’li yıllarda başlanan çalışmalar bugün aynı hızla ve heyecanla devam ediyor.
Önemli kurumlarımızdan biri olan ve T.D.V. İslam Ansiklopedisi’ni yayınlayan İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bunun yanı sıra ilmî araştırmalar yapmak, konferans, seminer vb. ilmî toplantılar düzenlemek, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmacılar yetiştirmek, bu maksatla gerekli programları hazırlayıp uygulamak, araştırma kütüphanesi ve dokümantasyon ünitesi kurmak, ilmî-dinî konularda kamuoyunu aydınlatacak görüşler hazırlamak ve bunları neşretmek üzere kurulmuş olup, kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyetlerine devam etmektedir.
Ülkemizde bugüne kadar yayınlanan ilk telif ansiklopedi, hâlâ yayını devam etmekte olan T.D.V.İslâm Ansiklopedisi’dir. Ülkemizin kültür sahasındaki gururu sayılan bu kapsamlı eser, tamamlandığında 45 cilt olacaktır. Bu fevkalâde görkemli bir çalışmadır. Ülkemizde bugüne dek böyle geniş kapsamlı bir çalışma yürütülmedi. Eserin sloganı “Bize ve dünyaya kaynak” olması boşuna değildir. Hakikaten tamamlandığında bize ve bütün dünya milletlerine mühim bir başvuru kaynağı olacaktır.
Diyanet Vakfı bugüne kadar ülke içinde ve dışında(özellikle kardeş Türk Cumhuriyetlerinde) çok hayırlı hizmetlere imza attı; hayırseverlerle muhtaçlar arasında adeta bir köprü vazifesi gördü. Bu hizmet zincirinin önemli bir halkası olan ansiklopedi çalışması, çok büyük bir kültür ihtiyacını karşılayacaktır.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli kültür hizmetlerinden biri olan İslam Ansiklopedisi’nin her maddesi telif ürünüdür. Tamamlandığında cilt sayısının 45’i bulacağı tahmin edilen bu büyük temel eserin Türk ve İslam Dünyasına dev bir kaynak olacağına inanılmaktadır. Dünya yayıncılık alanında da kendi dalında ilk orijinal çalışma niteliği taşımaktadır. İslam Ansiklopedisi ile bir yandan okuyuculara İslamî konularda doğru bilgi aktarımını sağlamak ve güvenilir bir kaynak sunabilmek, bir yandan da ilmî araştırma yapacak olanlara yardımcı olabilmek amaçlanmaktadır. Bu eser tamamlandığında kütüphanelerimiz adeta şenlenecektir. Bilgi adına arayıp da bulamadığımız pek bir şey kalmayacaktır. Asırların birikimi, raflarımızda bizlerin istifadesine amade olacaktır.
İslâm Ansiklopedisi çok kapsamlı bir çalışma olduğu için tamamlanması uzun yılları alacaktır. Bu çeşit eserlerin bir iki yılda hazırlanması mümkün değildir. Zira müsteşriklerin hazırladığı İslâm Ansiklopedisi’nin otuz yılda bitirildiği düşünülürse, meselenin zorluk derecesi daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgilenenlerin yakinen bildiği gibi İSAM, ansiklopedi çalışmalarını plânlandığı şekilde yürütmekte olup altı ayda bir olmak üzere yılda iki cildi neşre hazır hale getirmeye devam etmektedir. Bazıları bir cilt için altı ayı uzun bulmaktadır. Böyle düşünenler de haklıdır. Fakat bu işler sanıldığı kadar kolay değildir. İlmî bir çalışma olduğu için ince eleyip sık dokumak gerekir. Bu işin çok büyük sorumlulukları vardır. Hadisenin bir de maddî boyutu düşünülürse zorlukların derecesine vakıf olunur.
Bu köklü projenin ilk adımında bütün ansiklopediler ve dinî başvuru kaynakları taranmıştır. Yapılan titiz çalışmalar neticesinde on sekiz bin madde tespit edilmiştir. Bu maddeler ilim dallarına ayrılmış ve bu maddeleri kimlerin daha iyi yazacağı araştırılıp ilim adamları ve yazarlar tek tek tespit edilmiştir. Madde tespitinden eserin tashihine kadar onlarca aşamadan geçen çalışmalar neticesinde mükemmel bir eser vücuda getirilmiştir.
Ülkemizde bilen de, bilmeyen de her konuda ahkâm kesmeye bayılır. Bir saat içinde hükümetler kurar, ihtilaller yaparız. Kendi değerlerimizi ve onları vücuda getirenleri aşağılayıp dururuz. Nedense güzellikleri görmezlikten geliriz. Oysa ülkemizde olumsuzlukların yanında güzel işler de gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de güzel şeylerin de yapıldığının en güzel örneklerinden biri İslâm Ansiklopedisi’dir. Ben bu denli zengin bir kültür birikimine sahip olan bir memleketin ve bu birikimi ihtiva eden böyle bir eseri hazırlayan bir ülkenin ferdi olmaktan mutluyum ve gururluyum. İslâm Ansiklopedisiyle ne kadar övünsek azdır. Fakat bu konudaki en büyük eksiğimiz bu güzel eseri yeterince tanıtamamaktır. Bugün İslam Ansiklopedisi ortalama 70–75 bin civarında satıyor. Yetmiş milyonu aşkın nüfusu barındıran bir ülke için bu rakam gülünçtür. Bir hanenin dört kişiden oluştuğunu var sayarsak bu kıymetli eserin mevcut hanelerin yüzde birine bile giremediği görülür. Bu rakam, verilen bunca emeğe karşılık devede kulak bile değildir.
Okumayan bir millet olduğumuz aşikârdır. Fakat bu faydalı ve kapsamlı ansiklopediyle ilgili olarak televizyonlardan, gazetelerden ve diğer kitle iletişim araçlarından yeterince tanıtım yapılabilse mevcut satışlar üçe-beşe katlanır. Bu arada ansiklopedinin her bir cildinin pahalıya satıldığını düşünüyorum. Belki maliyetler yüksek olduğu için böyle fiyatlandırılmaktadır. Fakat her evde bulunması gereken böyle bir eseri devletin maddî açıdan desteklemesi(sübvanse etmesi) gerekir. Her bir cilt on milyondan satılırsa hemen herkes bu eseri kütüphanesine kazandırır. Bugün Diyanet Vakfı’nın depoları ağzına kadar bu eserle doludur. Yani stok yapılmaktadır. Son cildin basımı bitince kampanyalar düzenlenecek ve stoklar hızla eritilecektir. Bu arada bizim insanlarımız hiçbir şeyi parça parça almayı sevmez; bütün olarak edinmek ister. Ben inanıyorum ki ansiklopedi tamamlandığında hemen herkes bu güzel başvuru kaynağını kişisel kütüphanesine kazandıracaktır. Yeter ki ülke insanının ekonomik şartları düşünülerek fiyatlandırma yapılsın. Bunun yanında zengin insanlarımızın büyük bir fedakârlık örneği göstererek İslâm Ansiklopedisi’ni satın alıp halkın hizmeti için çalışan vakıflara, derneklere, kütüphanelere, kahvehanelere, insanların toplu olarak girip çıktığı mekânlara hediye etmesi ne kadar hayırlı bir hizmet olur. Bu kıymetli eserin hazırlanmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.
"KARADENİZ MÜZİĞİNİN TÜRKÜ BABASI: ERKAN OCAKLI"
M. NİHAT MALKOÇ
Karadeniz müziğinin sevilen seslerinden biriydi merhum Erkan Ocaklı. Yürekleri dağlayan hüzünlü türküleri hemşehrilerinin dilinde adeta pelesenk olmuştu. O, kemençeyle bağlamayı yan yana getirerek kemençeyi geniş halk kitlelerine sevdirmiştir.
Trabzon Yazarlar Derneği Başkanı Mustafa Durmuş, geçenlerde üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan "Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" adlı eserini tamamlayarak Karadeniz müziğini sevenlere ve tüm Erkan Ocaklı hayranlarına sundu.
Araştırmacı-Yazar Mustafa Durmuş tarafından yazılan "Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" kitabı 384 sayfadan oluşuyor. Kitabın editörlüğünü, iç düzenlemesini ve kapak tasarımını gazeteci İsmail Fandaklı yapmış. Kitabın tashihini, Ocaklı'yla ilk röportajı yapan kişi olarak da bilinen Edebiyat Öğretmeni Zekeriya Saka gerçekleştirmiş. Bu biyografik eserin danışmanlığını Erkan Ocaklı'nın kızı Büşra Ocaklı yapmış. Kitap Ortahisar Belediyesi Kültür Yayınları arasında yayımlanmış. Bu kültür hizmetine katkıda bulunan Ortahisar Belediye Başkanı Av. Ahmet Metin Genç'i de yürekten kutlamak lazım.
Vefa ve aidiyet duygusunun hâlâ yaşadığını gösteren "Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" kitabının "Sunuş" yazısını Prof. Dr. Abdullah Akat yazmış. Kitabın başında Ortahisar Belediye Başkanı Av. Ahmet Metin Genç'in kaleme aldığı "Erkan Ocaklı'ya Vefa" adlı yazı var. Kitabın yazarı Mustafa Durmuş, söz konusu eserin hazırlanma aşamalarından ve katkıda bulunanlardan bahsediyor, katkı koyan kişileri isim isim sayarak onlara teşekkür ediyor. Durmuş, Önsöz'de üç yıllık hazırlama süreciyle ilgili şu bilgilere yer veriyor: "Erkan Ocaklı ile ilgili bu eserin hazırlanması için ilk öneri biricik kızı Büşra Hanım'dan geldi. Aile geçmişinden yaşadığı köylere, öğrencilik yıllarından müzik yaşamına geniş bir yelpazede yapılan araştırmalar sonucunda birçok bilgi, belge ve fotoğrafa ulaşıldı. Maçka'daki çocukluk arkadaşlarından okullu yıllara, Trabzon Talebe Yurdu'ndan müzik hayatına her alanda yapılan araştırmalar sonucunda birçok bilinmeyen yönleri de ortaya çıktı."
"Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" kitabının "İçindekiler" kısmına baktığımızda şu bölümleri görüyoruz: "Giriş, Arhavi'den Maçka'ya Seferoğulları, Ocaklı Ailesi, Erkan Ocaklı'nın Çocukluğu, Okullu Yıllar, Askerlik Yılları, Evlilik Serüveni, İkinci Evliliği, Aile Bireylerinin Anlatımıyla Erkan Ocaklı(Türkan Ocaklı Kantarcı, Perihan Ocaklı Kalan, Mehmet Ocaklı, Acarkan Ocaklı, Büşra Ocaklı, Aysel Karahasanoğlu, Sedat Murat), Maçkalı Arkadaşlarının Anlatımıyla Erkan Ocaklı(Osman Kara, Ahmet Uzun, Hüseyin Yılmaz, Mustafa Altıntaş, Levent Üçüncü), Karadeniz Müziğine Adanmış Bir Ömür, Karadeniz'in Türkü Babası, İlk Plaklar, Tara Saçını Tara, Yapmayın Böyle Kızlar, Oy Emine, Karayemiş Dibinde, Erkan'ın Emine'si, Erkan Ocaklı'nın Plakları(45'likler, Türkü Sözlerinden, LP 33'lükler, Albümlerinden), Sinema Filmleri(Dam Üstünde Çul Serer, Oy Emine, Fiyakalı Enişte, Tabancamın Sapını, Tesellim Olsun, Kanlı Miras, Ula Ula Niyazi), Erkan Ocaklı'yı Niçin Severiz(Arslan Bulut), Trabzonspor Aşkı, Fındıkzade Trabzon Öğrenci Yurdundaki Arkadaşlarının Anlatımıyla Erkan Ocaklı(Ziya Gerçek, Nevzat Ergüney, Ali Kemal Uzlu, Fikret Kul, Mehmet Kalay, Zekeriya Vardal, Ahmet Karagüzel, Nazım Yazıcı), Sanatçı Dostlarının Anlatımıyla Erkan Ocaklı(Volkan Konak, İbrahim Can, Yusuf Cemal Keskin, Adnan Yılmaz, Abdurrahman Yazıcı, İsmail Türüt, Zeynep Başkan,Onay Şahin)
"Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" kitabında, vaktiyle kendisiyle yapılmış şu röportajlara da yer verilmiştir: "Erkan Ocaklı'yla Yapılan İlk Röportaj(Zekeriya Saka, 1972), Erkan Ocaklı ile Otuz Beş Yıl(Aytekin Akay, 2004), Vakfıkebir Erkan Ocaklı'yı Bağrına Bastı(Ahmet Saraç, 2007), Bir Klibim Bile Yok(Tuncay Hacıfettahoğlu, 2007)
"Karadeniz Müziğinin Türkü Babası: Erkan Ocaklı" kitabında şu konulara da yer veriliyor: "Vefa Gecesi(Veda Gecesi), Son Mikrofon, Hastane Sürecinde Erkan Ocaklı(Sevgili Erkan Ocaklı, Hastane Günleri, Erkan Ocaklı'yı İlk Muayene, Maalesef Yaşıyor, Erkan Ocaklı'yı Ameliyat Kararı ve Ameliyat, Ameliyat Sonrası Erkan Ocaklı, Ya Tekrarlarsa, Bu Karı Bu Gece Benla Yatmadı, Şu Anda Mali Durumum İyi Değil Ama İsterse Canımı Veririm, Volkan Konak'ın Canını Sıkıyor, Eski Eşin Son İsteği ve Erkan Ocaklı'nın Hayata Veda Edişi, Erkan'ın Vasiyeti, Ardından Yazılan Şiirler(Erkan Ocaklı'yla Bir Hayat Öyküsü(Adnan Yılmaz), Abidin Yerebakan'dan Erkan Ocaklı'ya(Abidin Yerebakan), Erkan Ocaklı(Ozan Osman Ertürk), Gitti Erkan Ocaklı(Şeref Kara), Veda Olsun(Erkan Ocaklı)
Araştırmacı-Yazar Mustafa Durmuş bu kıymetli eseri kaleme alarak vefalı bir davranışta bulunmuş, Karadeniz müziğinin güçlü sesi Erkan Ocaklı'yı nisyan bulutları arasında yok olmaktan kurtarmıştır. Bu gibi eserlerin sayısının artması, değerlerimizin ve değerlilerimizin yaşatılması için elzemdir. Mustafa Durmuş bu eseriyle bu yolu açmıştır. Kendisine bu vefalı davranışından dolayı teşekkür ediyor, eserin hayırlı olmasını diliyorum.
BİR İLBER ORTAYLI KİTABI: “ZAMAN KAYBOLMAZ”
M.NİHAT MALKOÇ
“Zaman Kaybolmaz” yaşayan kıymetli tarihçilerimizden Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın doğumundan son dönemlerine kadar hayatını en ince çizgilerine kadar anlattığı bir nehir söyleşi kitabının adıdır. “Zaman Kaybolmaz” üst başlığıyla yayımlanan kitabın alt başlığı “İlber Ortaylı Kitabı” şeklinde… Kitapta her şeyiyle İlber Ortaylı’yı buluyorsunuz.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Zaman Kaybolmaz” adlı kitaptaki nehir söyleşiyi gazeteci Nilgün Uysal gerçekleştirmiş. Kitabın ilk baskısı 2006 senesinde on bin adet olarak yapılmış. Söz konusu kitap 626 sayfadan oluşuyor. Yani sizin anlayacağınız dev bir söyleşi kitabı bu. Kitabın arka kapağında “Zamanın kaybolmuşu yoktur. Yaşanan her şey, müspet, menfi, bizi inşa eder. Yalnız bizi değil, bizden sonraki kuşakları da... Yaşadıklarımızı anında belki en iyi şekilde inşa edemeyiz. Ama onları değerlendirdiğimiz vakit; gelecek daha emin olur. Hayat ‘gemi’ mi bilmiyorum; ‘gemicilik’ olduğu gerçektir. Yaşandıkça ve akılda tutuldukça daha iyi seyrüsefer ederiz. Herkes kendi talihinin mimarıdır. Yaşadıkları, an be an insanı oluşturur ve arkasında bıraktıkları, farkına varmadan önüne geçer. Kader, gaipten yazılmaz. İnsan, kaderini kendi yazar.” ifadeleri var.
“Zaman Kaybolmaz” kitabı “Bütün Zamanlara Yolculuk” adını taşıyan bir Önsöz’le başlıyor. Nehir söyleşiyi gerçekleştiren Nilgün Uysal’ın kaleme aldığı bu yazıda kitabın uzun ince hikâyesine yer veriliyor. İlber Ortaylı her kesimin sevip saydığı bir tarihçi olduğu için sürekli programdan programa koşar. Bu yoğunluk içerisinde onunla nehir söyleşi gerçekleştirmek hiç de kolay bir şey değildir. Nilgün bu zorluğu şöyle dile getiriyor:
“Söyleşilere başladığımızda 2003 yılının ilk günleriydi… Ve o sırada Ortaylı, Galatasaray Üniversitesi’nde görevliydi. Kitabın ana çatısı bittiği sırada(2004 yılı başı) Galatasaray Üniversitesi’nden Bilkent’e(İstanbul’dan Ankara’ya) gitmesi gerekti. İlk okumalarını Ankara’da yapacağını ve kısa bir süre sonra da kitabı yayına vereceğimizi tasarlıyorduk. Ama o hesap çalışmadı ne yazık ki… Önce kendini açıkça belli eden sağlık sorunları… Ardından gelen bir ameliyat; kitabın da ‘uzun bir kuluçka’ dönemine girmesiyle sonuçlandı…./…Aslında, kitabın talihi, başından itibaren sık sık ve farklı bazı ‘kuluçka’ dönemlerine girmekten açıldı desem daha doğru olur. Öykünün kahramanı, bir gün İstanbul’da, ertesi günü Ankara’da, daha ertesi gün de Dubai’de olabiliyordu. Konferanslar, toplantılar, yemek davetleri ve hiç bitip tükenmeyen telefonlar da cabası…”
Ortaylı’yı anlatan bu dev kitap 23 ana bölümden oluşuyor. Bu bölümler sırasıyla şu adları taşıyor: “Başka Evlerin Çocuğuydum”, “Avusturya Lisesi: Çok Sıkıntı, Çok”, “Tarih Ders Kitabı Okumazdım”, “Ölüm ve Çocuk”, “Üniversite: Bir Koltukta Çok Karpuz”, “Tiyatro Merakı, İlk Yazılar ve Hayata Açılış”, “Üniversite Sonrası”, “Amerika’dan Kışla’ya”, “Mithat Paşa, Bulgar Tarihçileri ve Balkanlar”, “Çatışmalı Yıllar ve Doçentlik”, “Üniversiteden Ayrılık Sonrası: Bol Yazı ve Gazetecilik”, “Seyyah Oldum Gezerim”, “12 Eylül Sonrası: Vuslat” , “Profesörlükte Üç Kere Jüriden Geçtim”, “Sahaflarda Bir Gezinti”, “Özel Alanlar: Sinema, İran, Kitap vs.”, “İstanbul Sayfası”, “Değer, Kim Varsa Onun Peşine Koştum”, “Osmanlı Hanedanı ile Dostluk: Tarih ve Ötesi”, “Biz Devlet İçin Ölür, Bir Yandan da Devleti Soyarız”, “İltica Edenler Daha Ulusçudur… Ben de”, “Galatasaray Üniversitesi Önünde, Beşiktaş Bayrağıyla”, “Topkapı Sarayında Tarihi Koklamak…” Kitabın “Yaşam Öyküsü” bölümünde İlber Ortaylı’nın hayatı, doğumundan(1947) Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü görevini kabul edişine(2005) kadar kronolojik olarak anlatılıyor. Bunun ardından 22 sayfalık zengin bir İlber Ortaylı Bibliyografyası veriliyor. Onu 24 fotoğraftan oluşan bir “İlber Ortaylı Albümü” takip ediyor. Kitap, 12 sayfalık bir “Ad Dizini”yle sonlandırılıyor.
“Zaman Kaybolmaz” sohbet tadında… Okuyucuyu hiç sıkmıyor. Bir büyük insanın hayat tecrübelerine bir okur olarak şahit olmak keyifli… Anlatılanlar sadece Ortaylı’nın değil, belki de hepimizin hikâyesi. Okuyunca kendinizden de bir şeyler buluyorsunuz bu satırlarda...
ES-SEYYİD OSMAN HULÛSÎ EFENDİ'NİN “OLA” REDİFLİ GAZELİNİN ŞERHİ
M. NİHAT MALKOÇ
ÖZET
Edebî eserlerin her biri bir anlamda hayata bakma durağıdır. Herkes, edindiği kültürel birikimle ve inanç potansiyeliyle hayatı anlamlandırır. Tasavvuf da hayata Hakk ve hakikat dairesinden bakma eylemidir. Bu zaviyeden bakınca bazı değerler kıymetlenirken, bazı değerler(metalar) de değerini kaybetmektedir. Hayata tasavvuf penceresinden bakan gönül ehli bir insan olan Hulûsi Efendi'nin şiirleri bizi tasavvufî derinliğe götürür.
Divan edebiyatının son temsilcilerinden kabul edebileceğimiz Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş Efendi, tasavvufî şiir sahasında önemli merhaleler kat etmiş bir duygu eridir. Onun şiirleri Hakk ve hakikat dairesindedir. O, şiirlerinde manevî hayatı ve ilahî aşkı işlemiştir. Onun şiirlerinde sanat kaygısı olmasa da, sanatkârane bir üslubun tesiri hemen kendini gösterir.
Bu klasik şerh denememizde Osman Hulûsî Efendi'nin “Ola” redifli gazelini, tasavvufî pencereden bakarak izah etmeye çalışacağız. Bu tasavvufî yoğunluktaki şiirden yola çıkarak bu Hakk ve hakikat dostunun hayata, varlığa ve insana dair bakışını derinlemesine incelemeye gayret edeceğiz. Bunu yaparken, hayata onun bulunduğu zaviyeden bakacağız.
Anahtar Kelimeler: Osman Hulûsî Efendi, ilâhî aşk, hayatın gayesi, tasavvuf, Dîvân‐ı Hulûsî‐i Dârendevî, gazel.
GİRİŞ
Klasik Türk şiiri olarak tanımladığımız Divan edebiyatının son temsilcilerinden biri sayılan Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş Efendi, 1914‐1990 yılları arasında Darende’de yaşamış bir mutasavvıf, bir Hakk ve hakikat şairidir. “Darendeli” sıfatı, burada yaşadığı için ona tavsif edilmiştir. O, bir “Seyyid”dir; yani Peygamber Efendimizin mübarek ve muazzez pâk soyundandır. Onun nesebi 36. kuşaktan Hz. Muhammed(sav)'e, 12. batından da Somuncu Baba'ya dayanmaktadır. Bu mümtaz özellikleri, onun hizmet ve irşat adamı olmasında etkilidir. Bu alana ilgi duyan ilim adamları, onun silsilesine bakarak nesebini ispat etmişlerdir.
Osman Hulûsi Efendi'yi, Dîvân şiirinin 20. yüzyıldaki başarılı bir temsilcisi olarak kabul edebiliriz. Zira onun Divan şiiri sahasında birbirinden güzel gazel, kaside, rubai ve müstezat nazım şekillerinde yazılmış şiirleri vardır. Şiirlerinde çoğunlukla arûz ölçüsünü kullanmıştır. Miktarları az olsa da, heceyle yazdığı koşma ve semâîleri de mevcuttur. Onun Dîvân'ının yanında manzum ve mensur mektuplarının toplandığı Mektûbat‐ı Hulûsi‐î Dârendevî adlı mühim bir eseri daha mevcuttur. Bu arada “Hutbeler” adlı eserini de unutmamak lazımdır.
Şiirlerinde eşref-i mahlûkat olan insanı, ilahî aşkı, manevî coşkuyu, tefekkürü ve tezekkürü işleyen Es‐Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Hakk'ın rızasına nail olmak için kendini halka adamış bir insandı. O, irşat vazifesini ömrünün sonuna dek, fasılasız sürdürmüştür. O, sadece manevî hizmet etmekle kalmamış, muhtaçların ihtiyaçlarını görmek için de veren elle alan el arasında köprü vazifesi görmüştür. Muhtaç ailelerin çocuklarının okutulması için seferber olmuştur. Bunun yanında insanları Hakk ve hakikate çağırmak için İslamî neşriyat sahasına da girmiştir. En son olarak 140. sayısı yayımlanan Somuncu Baba Dergisi, bu alanda bir yüzakıdır. Bunu da, kurmuş olduğu Es‐Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı aracılığıyla gerçekleştirmiştir. O, bu vakıf çatısı altında daha birçok hayırlı hizmete imza atmıştır. Fakat yaptıklarını hep gizli tutmuş, kendini ön plana çıkarmamıştır. Bunların yanında Somuncu Baba Camii'ndeki İmam‐Hatiplik görevini de hakkıyla ve lâyıkıyla ifa etmiştir.
Bilindiği gibi Divan edebiyatının dili ağırdır. Herkes bu edebiyattan bir mânâ çıkaramaz. Bu edebiyata vakıf olabilmek için Türkçe, Arapça ve Farsça kelime ve dil kurallarından oluşan Osmanlı Türkçesini iyi bilmek gerekir. Osman Hulûsi Efendi'nin şiirleri, klasik olarak tabir ettiğimiz Divan şiirlerine nazaran sade olsa da, yine de vasat okuyucunun bunları anlaması beklenemez. Onun içindir ki bu kıymetli şiirlerin şerhi yapılmalı, öylece okura sunulmalıdır. Bizim de yaptığımız iş, bu şerh çalışmasıyla bu deryaya bir damla damlatabilmektir.
METİN
1. Ey dil yürü zâr eyle kim zârın nice bir zâr ola
Aç gözünü dîdârı gör bu uykudan bîdâr ola(1)
2. Ölmeden öndin bul memât hayy ol içip âb-ı hayât
Hem ol ki mahv-ı mahz-ı zât cân vâkıf-ı esrâr ola
3. Dil vuslata nâil olup cânâna cân vâsıl olup
Her matlabın hâsıl olup hârın gül-i gül-zâr ola
4. At varlığı varı n’iden ko ârını ârı n’iden
Bul yârı ağyârı n’iden her dem enîsin yâr ola
5. Âşıksan özle yârını terk edip âr u varını
Sa’y eyle bul dil-dârını kim manzarın dîdâr ola
6. Ey cân u dil dîdâra bak hem hâl ü hem ruhsâra bak
Ko gayrıyı bu kâra bak kârın meğer bir kâr ola
7. Er sâfiyâne bul safâ senden kamu olsun nümâ
Âyîne-i dildeki tâ görünen ol dîdâr ola
8. Sa’y et de ol ehl-i ferâğ arada kalmaya nizâ’
Bu sözleri et istima’ hep gizliler ihbâr ola
9. Bul Hakk’a varmağa delîl görmez gözün olmuş alîl
Zikr et ki Hakk’ı cân ü dil gencîne-i esrâr ola
10. Geldin bu ile sen garîb ol bâğ-ı dosta andelîb
Bu derdine bul bir tabîb zahm-ı dilin tîmâr ola
11. Nâdânla olma yek-nefes bul ehl-i Hakk’ı işte bes
Bî-keslere ol dâd-res dâd-resin Gaffâr ola
12. Bil “alleme’l-esmâ” nedir esmâ vü müsemmâ nedir
Hem tâc-ı “kerremnâ” nedir anı giyen muhtâr ola
13. Hasretle eyledim melâl gör hâlim ey sâhip-kemâl
Hulûsî’ye göster cemâl şevk ile bî-karâr ola
İNCELEME
1. Beyit:
Ey dil yürü zâr eyle kim zârın nice bir zâr ola
Aç gözünü dîdârı gör bu uykudan bîdâr ola
Kelimeler:
dil: gönül, yürek, kalp
zâr: (sesle) ağlayan, inleyen
zâr eylemek: ağlayıp inlemek
kim: Osmanlı Türkçesinde ki bağlacı
nice: kaç, ne kadar, birçok, nasıl, uzun süreden beri
dîdâr: yüz, çehre
bîdâr: uyanık, uyumayan, uykusuz
Türkiye Türkçesine Aktarım:
“Ey gönül, kalk da ağlayıp inle, hem de nasıl bir ağlama… Aç gözünü de sevgilinin yüzünü gör. Bu (gaflet) uykusundan uyan artık.”(2)
Beyitin Şerhi:
Tasavvuf edebiyatı, Hakk ve hakikat dairesi etrafında teşekkül eden bir edebiyattır. Bu sahada gayret gösteren ve bu daire etrafında kalem oynatıp şiirler vücuda getiren kişiye de “mutasavvıf” denir. Osman Hulûsi Efendi'yi de bir mutasavvıf şair kabul edebiliriz. Şiiri anlamlandırmaya başlarken terimlere/kavramlara bu çerçeveden bakmak lazımdır.
Mutasavvıf şair Es‐Seyyid Osman Hulûsi Efendi, şiirinin bu ilk beytinde gönlü bir insanmış gibi muhatap alarak ona seslenmektedir. Gönlünden ağlayıp inlemesini istemektedir. Çünkü ağlamak pişmanlığın en bariz işaretlerinden biridir. Hem ruh bu dünyada hicrandan dolayı acı içindedir. Çocukların dünyaya gelirken ağlaması da, onların aslî mekânları olan ruhlar âleminden, bir gurbet olarak niteleyebileceğimiz dünyaya gelmiş olmalarındandır.
Tasavvuf edebiyatında dil(gönül) Hakk'ın nurunun tecelli ettiği bir merkezdir. Tasavvufî mânâda gönül; sırlar hazinesi Allah'ın nazar ettiği mahal, ilâhî kemâlin ve cemâlin en güzel tecelli ettiği yerdir(3). Aşkla ilgili kodlar ve sırlar burada anlamlandırılır.
Gönlün asıl gıdası kederlerdir. Onun için dertsizlik tasavvufta pek hoş karşılanan bir durum değildir. Ateşte uzun süre kalmayan demir nasıl sağlam olmazsa, dertlerle sınanmayan gönül de fani unsurlardan arınamaz. Dertler kişiyi güçlü kılar, mücadele azmini artırır. Güçlü olmak için dertlerle sınanmak gerekir. Vücuda verilen antiboyotikler de dozu hafifletilmiş mikroplar değil midir? Fuzulî'nin adeta yalvarırcasına söylediği “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır” beyti de derdin aslında bir nimet olduğunu ifade etmiyor mu? Hakk dostlarından Niyazi-i Mısrî'nin “Derman aradım derdime/Derdim bana derman imiş” dizeleri de bunu bir başka açıdan dile getirmektedir.
Gönül, tabir caizse vücudumuzun kara kutusudur. Aşka dair her ne varsa gönülde cereyan eder. O, sevgilinin hayaliyle mutlu olur, onun nazıyla kendinden geçer(4)
Şairin burada gönlüne “aç gözünü” demesi kainata ibret nazarıyla bakıp oradan yüce Yaratıcıya ulaşma anlamı taşır. Çünkü insanın da içinde bulunduğu bütün yaratılanlar Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren birer ayna hükmündedir. Allah'ın nuru, yarattıklarına tecelli etmektedir. Zira kâinatta her ne varsa Rabbimizin eseridir. Esere basiret nazarlarıyla bakarak ustasını takdir etmeliyiz. Rabbimizin en çok hoşlandığı şey de budur. Buna “tefekkür” de diyebiliriz. Fakat sırf bakmakla kalmamalıyız, baktıklarımızı anlamlandırmalıyız. Zira bilindiği üzere bakmakla görmek arasında büyük farklar vardır. Her bakan görmez; onun içindir ki görecek şekilde bakmalıyız. Bakmak sadece seyretmek değil, idrak etmektir.
Şair Osman Hulûsi Efendi'nin gazelin daha ilk beytinde gönlüne, pişmanlık duyup ağlamayı önermesi boşuna değildir. Çünkü içimizdeki günah kirleri pişmanlığın ifadesi olan gözyaşlarıyla temizlenebilir. Hem bu ağlama öyle laf olsun diye gözyaşı dökmek değildir. Vücudu sarsan ve insanı tir tir titreten bir ağlamadır. Sözün bu noktasında Peygamber Efendimizin bir hadisini paylaşmak isterim. Allah'ın habibi: “Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.”(5) diyerek bizleri uyarıyor.
Tasavvufta “sevgili” olarak dile getirilen, sevilmeye lâyık yegâne varlık Allah'tır. Beşerî sevgiler ve sevgililer mutlak sevgili olan Allah'ın mahluku olması sebebiyle değer görür. “Aç gözünü dîdârı gör” ifadesi maddî bakışla ilgili değildir. Zira burada haklı olarak, görülmesi ve sevilmesi gereken varlık Allahü Tealâ gösterilmektedir. Fakat kişi, Allah'ı dünya gözüyle göremeyeceği için, ancak onun varlığa tecellilerini idrak edebilir. Bu da kişinin Hakk'a bağlılığını artırır, hayatın mahiyeti hakkındaki yanlış telakkilerini düzeltmesini sağlar.
Hayatın mahiyeti hakkında değişik fikirler ileri sürülmüştür. Bazıları var zannettiğimiz hayatın aslında bir rüyadan ve uykudan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Buradaki uykuyla kastedilen, sanırım, hayatın gayesini anlayamadan ve o anlamın gereğini yerine getiremeden yaşamaktır. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hadisi bu konuya ışık tutmaktadır. Burada, uyanmanın ölçüsü ölmek olarak belirtilmiştir. O zaman kişinin uyanması için ölmesi gerekir. Fakat ölüm de iki türlüdür. Birincisi beyin faaliyetinin durması sonucu, beden ve bu bedene bağlı olan her şeyin üzerindeki tasarrufunun kesilmesi, yani fizikî ölümdür. Bir de hükmî ölüm vardır ki “ölmeden önce ölmek” bunun ilk aşamasıdır. Bu aşamada kişi tekliğin farkına vararak vahdet-i vücud mertebesine erişir. Aslında bu, Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığını, diğer görüntülerin Allah'ın tecellileri olduğunu farkettiğimiz önemli bir aşamadır. Bu aşamaya varan kişi, ölmeden önce ölmüş ve Hakk'ın emirleri çerçevesinde yaşamış bahtiyar kişi olur. O kişi, insanı gayesiz yaşamaya sürükleyen gaflet uykusundan uyanmıştır.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Şair beytin ilk mısraında dile(gönüle) seslenerek nida(seslenme) sanatı yapmaktadır. Yine aynı mısrada şair, gönlüne “yürü” emrini verek, insan dışındaki varlıkları insan yerine koyma sanatı olan teşhis(kişileştirme) sanatına yer vermektedir. Çünkü gönül yürüme kabiliyetine sahip olmadığı halde bir insanmışçasına ona “yürü” diye hitap edilmektedir. Aynı gönüle seslenen şair, onun bir insanmışçasına zâr eylemesini, yani ağlayıp inlemesini istemektedir. İnsan dışındaki varlıkları insana benzetmeye teşhis(kişileştirme) dendiği gibi, onları adeta bir insanmışçasına konuşturmaya da intak(konuşturma) denmektedir. Buradaki ağlayıp inleme de bir çeşit konuşma terennümüdür. Onun içindir ki burada hem teşhis(kişileştirme), hem de intak(konuşturma) sanatları vardır. Beytin ikinci mısraında şair gönüle seslenmeye devam etmekte ve ondan gözünü açmasını dîdâr'ı(sevgilinin güzel yüzünü) görmesini, uyanık olmasını istemektedir. Bunlarda da tıpkı yukarda ifade edildiği gibi, insan dışındaki varlıklara insan özelliği verme söz konusu olduğu için teşhis(kişileştirme) sanatı vardır.
Bu beyitte “zâr” kelimesi üç kez, “ola” kelimesi de iki kez tekrarlandığı için tekrir(tekrarlama) sanatı kullanılmıştır. Beyitte “z, d, r” ünsüzleri sıkça kullanılarak bir ahenk unsuru olan aliterasyon yapılmıştır. Beyitte “dîdâr(yüz)” ile kastedilen sevgili(nin yüzü)dir. Bu şiir tavavvufî anlamlarla yüklü olduğu için, buradaki sevgili beşerî bir aşkın baş unsuru olan insan değil, akine bütün aşkların menbaı ve tecellisi olan Allah'tır. Yani “dîdâr(yüz)” ile Allah kastedilmiştir. Burada teşbihin kendisine benzetilen unsuruyla yapılan açık istiare sanatı vardır. Burada şair, 'gerçekleri görememe durumu' olarak tarif edebileceğimiz gafleti, bir çeşit uykuya benzetmektedir. Yani buradaki uyku, bildiğimiz uyku değil, gerçeklerden iş işten geçmeden(zamanında) haberdar olamamak, yani gaflettir. Burada da teşbihin tek unsuru olduğu için açık istiare vardır. Bu beyitte “göz, görmek, açmak”, “uyku ve bîdâr(uyanıklık)” kelimeleri arasında anlam ilgisi olduğu için tenasüp sanatından bahsedebiliriz. Bunların yanında, uykuyla bîdâr(uyanıklık) kelimeleri zıtlık teşkil ettiği için tezat sanatı mevcuttur.
2. Beyit:
Ölmeden öndin bul memât hayy ol içip âb-ı hayât
Hem ol ki mahv-ı mahz-ı zât cân vâkıf-ı esrâr ola
Kelimeler:
öndin: önce, ilk önce, ilk kez, önden, daha evvel
memat: ölüm
hayy: diri
âb-ı hayât: hayat suyu, bengisu
mahv: harab olma, yıkılma, ortadan kalkma, çökme, bozulma.Tasavvufta beşerî noksanlıklardan kurtuluş hâli.
mahz: safi ve hâlis, katıksız, sırf, hâs, hulus ile muhabbet
mahv-ı mahz-ı zât: Hakk'la hak olmak, fani unsurlardan kurtulmak
vâkıf-ı esrâr: gizli şeyleri, sırları bilen
Türkiye Türkçesine Aktarım:
“Ölmeden önce öl, sonsuzluk suyunu tadarak diril. Yüce Yaratıcının katındaki gerçek varlığa er de sırlardan haberdâr ol.”
Beyitin Şerhi:
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Ölmeden önce ölünüz” buyurmaktadır. Ölmeden evvel ölenler, nefsî arzularını hayatta iken terk etmeyi başararak Allah'ın küllî iradesine tâbi olurlar. Osman Hulûsi Efendi de bu beytinde bu hadis-i şerife atıfta bulunmaktadır. Tasavvufta âb-ı hayat, Allah'ın el-Hayy isminin hakikatinden ibarettir. Burada anlatılmak istenen şey insanın yaratılış gayesini hatırlaması ve ona göre yaşamasıdır.
Akıllı insan bu dünyayı bir misafirhane, kendisini de misafir olarak görür. Ölüm her kulun nihai kaderidir. Kişi, dünyada yapıp ettiklerinden hesap vermek için ölür. Oysa akıllı kişi dünyada yaşarken bu çetin hesabını hep düşünür ve ona göre ölçülü hareket eder. Unutulmamalıdır ki dünya aldatıcıdır, fânidir. Ömrümüz sayılı günlerden ibarettir. Fakat kişi bunları çok iyi bilse de hayatına tatbik etmekte ne yazık ki fazlasıyla zorlanır.
Şüphesiz ki ölünce muhasebe yapılacaktır. Herkes yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir. Basiret nazarları güçlü olanlar, hesabını dünyada yapar ve ona göre hesap verebileceği bir hayat yaşar. Ölmeden ölen kişiler Yunus'un deyimiyle ne varlığa sevinirler, ne de yokluğa yerinirler. Onlar Allah'ın aşkıyla avunurlar, onlara gerekli olan sadece Allah'tır.
“âb-ı hayat” hayat suyu demektir. Bu, insanı ölümsüzleştirdiğine inanılan bir su olarak kabul edilir. Ölmeden önce ölen kişiler, yani hesaba çekilmeden kendini(nefsini) hesaba çekenler, hayat suyu içmiş gibi olurlar. Çünkü kendini hesaba çekip Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşayanlar, sonsuza dek içinde yaşayacakları cennete kavuşurlar. Bu, âb-ı hayat içip de sonsuza kadar diri kalmak değil de nedir? Bunu başaranlar tek gerçek olan “vahdet-i vücud” mertebesine doğru yol alırlar. Bu noktadaki kişilere ilahî sırlar aşikâr olur.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Bu ikinci beyitte Peygamber Efendimizin “Ölmeden önce ölünüz” hadisine atıfta bulunulduğu için telmih(hatırlatma) sanatı vardır. Yine “âb-ı hayat” ifadesiyle de geçmişteki bir inanca değiniliyor, o inanç bize hatırlatılıyor. Burada da hatırlatma söz konusu olduğu için telmih(hatırlatma) sanatı mevcuttur. Beyitte ölmek, memat(ölüm) kelimeleri arasında anlam ilişkisi bulunduğu için tenasüp(uygunluk) sanatı bulunmaktadır. Hay(diri), hayat ve ölmek, memat(ölüm) kelimelerinin anlamları birbiriyle zıtlık teşkil ettiği için tezat(zıtlık) sanatı vardır. Söz konusu tezat, âb-ı hayat(ölümsüzlük suyu) tamlamasıyla memat(ölüm) sözcüğü arasında da vardır. Şair bu beyitte ölmeden önce ölmeyi hayat suyu içmeye benzeterek teşbih(benzetme) sanatı yapıyor. İçmek ve âb(su) kelimeleri arasında da tenasüp sanatı vardır.
3. Beyit:
Dil vuslata nâil olup cânâna cân vâsıl olup
Her matlabın hâsıl olup hârın gül-i gül-zâr ola
Kelimeler:
dil: gönül, yürek, kalp
vuslat: bir şeye ulaşma, yetişme, sevgiliye kavuşma
nâil: murâdına eren, ermiş, ele geçiren
cânân: sevgili, gönül verilmiş
vâsıl olmak: ulaşmak, kavuşmak, varmak
hâsıl olmak: ortaya çıkmak, türemek
matlab: talep olunan, meram, maksat, istenilen şey, istek
hâr: diken
gül-i gülzâr: gül bahçesinin gülü
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Gönül vuslata ersin; cân, cânâna kavuşsun.
Her istediğin olsun. Dikenler bile gül bahçesinin gülleri olsun.
Beyitin Şerhi:
Şair bu beyitte bir kısım isteklerde bulunuyor. Bunu bir çeşit dua da sayabiliriz. Bu isteklerinden birisi ve de en önemlisi gönlün vuslata ermesi, yani sevgiliye kavuşmasıdır. Cân, cânâna kavuşunca bütün acılar sona erecektir. İşte o zaman bütün arzular ve istekler yerine gelmiş olacaktır. Zira vuslattan daha büyük bir mükâfat yoktur. Bu gerçekleşince gül bahçesindeki dikenler de güle dönüşecektir. Yani insanın hiçbir meselesi kalmayacaktır.
Aslında cânın(insanın, âşığın) cânâna(sevgiliye, Allah'a) kavuşması maddî bedenle mümkün değildir. Biz kullar Allah'ın cemalini dünya gözüyle göremeyiz. Bunun gerçekleşmesi için kişinin dünya defterini kapatması, yani ölmesi gerekir. Mutasavvıf şair, bunu çok iyi bilmektedir. O zaman vuslatla kastedilen ölümdür. Şair bir anlamda bir an evvel sevgiliye(Allah'a) erişmek için ölümü istemektedir. Çünkü ölüm, bazılarının zannettiği gibi bir firak(ayrılık) değil, Mevlâna'nın deyimiyle dostu dosta kavuşturan “şeb-i arûs(düğün gecesi)' tur. Bedende mahpus olan ruh, bedenin ölümüyle birlikte özgürlüğe kanatlanır.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Beyitte geçen gül ve hâr(diken) kelimeleri arasında tezat sanatı bulunmaktadır. Vuslat(kavuşma)-nail(muradına eren)-vasıl(ulaşmak), cân-cânân(sevgili), gül-gülzâr(gül bahçesi) kelimeleri arasında anlam ilişkisi olduğu için ve de bu sözcükler birbirini çağrıştırdıkları için bu kelimeler arasında tenasüp(uygunluk) sanatı olduğunu söyleyebiliriz. Beytin ikinci dizesinde hâr(diken) ile kastedilen kötüler ve kötülükler, gül ile kastedilen de iyiler ve iyiliklerdir. Kötü(ler) dikene, iyi(ler) güle benzetiliyor; ama burada benzeyen söylenmediği için açık istiare(eğretileme) yapılıyor. Dilin(gönlün) vuslata erişmesi teşhise örnektir. Dikenlerin gül bahçesinin gülü olması ifadesinde mübalağa(abartma) sanatı vardır. Bu beyitte “olmak” eylemi dört kere tekrarlandığı için tekrir(yineleme) sanatı yapılmıştır.
4. Beyit:
At varlığı varı n’iden ko ârını ârı n’iden
Bul yârı ağyârı n’iden her dem enîsin yâr ola
Kelimeler:
âr: utanma duygusu
yâr: sevgili, tasavvufta Allah
ağyâr: başkaları, yabancılar, eller
enîs: dost, arkadaş, yâr, sevgili
dem: zaman, çağ, nefes
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Maddî varlığı bir kenara at, neyine yarayacak bu? Yaptıklarından dolayı insanlar karşısında utanmayı bırak, utanıp da ne olacak? Sevgiliyi bul, başkasını ne yapacaksın? Her dem sana dost olacak bir sevgili…
Beyitin Şerhi:
Merhum mutasavvıf şair Osman Hulûsi Efendi, dünyevî varlıkları elimizin tersiyle itmemizi istiyor. Çünkü yüce Yaratan'ın bedenimizdeki tek tecelligâhı olan yüreğimizi maddî varlıklara duyulan sevgiyle doldurursak Hakk'ın nuru oraya tecelli etmez. Oranın dünya kirlerine bulaşmamış, tertemiz olması gerekir. Gönlün, dünyaya ait olan değerlerle ağzına kadar doldurulması manevî felaketin yaklaştığının işaretidir. Mâsivaya gönül verenlerin manevî tekâmülü sekteye uğrar. Fakat bu, dünyadan elini eteğini tamamen çekmek anlamına da gelmez. “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”(6) hadisi ölçümüz olmalıdır. Öte yandan unutmamak gerekir ki “Kadın, oğul, yığın yığın birikmiş altın ve gümüş, salma atlar, sağmal hayvanlar (gelir getiren her şey) dünya hayatının süs ve metâıdır”(7). Hem ahiretlerini kaybedenlerin bu dünyada da mutlu olmaları beklenemez. Dünya-ahiret dengesini sağlamak, hayatın muvazenesi için mutlak gereklidir.
Şair Hulûsi Efendi bu beyitte yine devamla diyor ki mala mülke olan kayıtsızlığınızdan ve öteki dünyaya olan bağlılığınızdan dolayı başkalarının sizi kınamasından utanmayın, endişe etmeyin. Varsın sizi kınasınlar, sizinle alay etsinler. Onların düşmanlığı sizi korkutmasın, endişelendirmesin. “Allah, dost olarak yeter. Allah, yardımcı olarak da yeter.”(8)
Her iki cihanda(dünya ve ahirette) da öncelikle bize lazım olan, katıksız sevgi ve mutlak sevgilidir. Buradaki sevgili şüphesiz ki bütün sevilenlerin Rabbi olan Allah'tır. Gerçek mânâda sevilmeye layık olan da odur. Diğer sevgililer, gerçek sevgilinin tecelli kırıntılarından başka bir şey değildir. Onun için cılız ışıklarla oyalanmaktansa ışığın kaynağına yönelmeliyiz.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
“varı n’iden- ârı n’iden(varlığı ne edeceksin, utanmayı ne edeceksin?)” ifadelerinde şair soru sorduğu için istifham(soru sorma) sanatı yapılmıştır. “yâr(sevgili)” ile kastedilen Allah olduğu için Allah, sevgiliye benzetiliyor. Fakat benzeyen unsuru olan Allah burada söylenmiyor. Biz şiirin gidişatından bunun Allah olduğunu anlıyoruz. Onun için burada açık istiare(eğretileme) sanatı söz konusudur. Beyitte “yâr, âr” kelimeleri ikişer, “n’iden” ifadesi de üçer kez tekrarlanarak tekrir(yineleme) sanatı yapılıyor. Yine “yâr(sevgili)-ağyar(yabancılar) arasında anlam bakımından tezat(zıtlık) olduğu düşünülebilir. “var-varlık-enîs, yâr” kelimeleri arasında anlam ilişkisi olduğu için tenasüp(uygunluk) sanatı söz konusudur.
5. Beyit:
Âşıksan özle yârını terk edip âr u varını
Sa’y eyle bul dil-dârını kim manzarın dîdâr ola
Kelimeler:
âşık: birine, bir şeye tutkun
âr: utanmak
yâr: sevgili, tasavvufta Allah
var: varlık, elde bulunan her şey
sa'y eylemek: çalışmak, çabalamak, gayret etmek
dildâr: birinin gönlünü almış, sevgili
manzar: nazar edilen, bakılan, görünen yer, yüz, gözbebeği
dîdâr: yüz, çehre
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Gerçekten âşık isen özlemelisin sevgiliyi ve terk etmelisin utanmayı ve de benliği. Çalış ve gönlünü alan o sevgiliyi bul. Baktığın her yerde onun güzel yüzünü gör.
Beyitin Şerhi:
Edebiyatların ana teması şüphesiz ki aşktır. Geçmişten günümüze kadar nice şair ve yazarlar bu gizemli kavramın bir tarafından tutmuştur. Herkes kendince aşkı yorumlamış, onu zenginleştirmiş, onunla zenginleşmiştir. Merhum Osman Hulûsî Efendi de şiirlerinde aşk konusunu sıkça işlemiştir. Fakat onun ele aldığı aşk, beşerî sevgiyi de ihata eden ilâhî bir aşktır. O, en büyük sevgili ve sevilmeye layık mâşûk olarak Allah'ı bellemiştir.
O, bu beytinde muhatabına seslenerek aşkta özlemenin çok mühim bir husus olduğunu ifade ediyor. Çünkü hasret, insanı yakıp kavurarak bir anlamda olgunlaştırır. Nasıl ki demir kızgın ateşte uzun süre bırakılıp dövülünce daha sağlam ve dayanıklı olursa; işte öyle de aşkından dolayı hasret acısı çekip sabredenler de Allah katında makbul ve güçlü sayılırlar. Sevgiliye kavuşmak için acı çekmenin, ağlayıp inlemenin ayıbı yoktur. Âşık bu konuda enaniyet hissine de kapılmamalıdır. Âşık, her şeyini feda etmeyi göze alarak vuslat yolundaki bütün engelleri kaldırma azim ve gayreti içerisinde olmalıdır. Bu durum aşkta kararlı ve sabit olmaktır.
Bu şiirde ilahî aşktan söz edildiği için “sevgili” ile kastedilen şüphesiz ki bizi ve cümle mevcudatı var eden Allah'tır. Zaten gerçek anlamda sevilmeye layık olan da odur. Zira bütün sevgiler ilâhî sevginin yansımalarıdır. Malum olduğu üzere Allah bilinmeyi ve sevilmeyi murat ettiği için, dünyamızın da içinde olduğu bu uçsuz bucaksız kâinatı var etmiştir.
Kişi, aşkı uğruna ne kadar fedakarlık ederse, aşkının o derece güçlü ve içten olduğuna hükmedilir. Çünkü gerçek âşığın gözü, sevdiğinden başkasını gör(e)mez. O, nereye baksa orada sevgilisinin emsalsiz suretini görür. Koca dünya onun için sevgiliden ibarettir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Bu beyitteki “âşık-yâr-özlemek-dildâr(sevgili)”, “dîdâr(yüz)-manzar(yüz)” kelimeleri arasında anlam ilişkisi olduğu için tenasüp sanatı vardır. “Özlemek-terk etmek” kelimeleri arasında da tezat sanatı düşünülebilir. Beyitte “d” ünsüzü sıkça(beş kez) kullanılarak aliterasyon(ahenk oluşturmak amacıyla aynı ünsüz harfin veya hecenin tekrar edilmesi), “a” harfi de 11 kez kullanıldığı için asonans (aynı ünlü harflerin tekrar edilmesi) yapılmıştır.
6. Beyit:
Ey cân u dil dîdâra bak hem hâl ü hem ruhsâra bak
Ko gayrıyı bu kâra bak kârın meğer bir kâr ola
Kelimeler:
dil: gönül, yürek, kalp
dîdâr: yüz, çehre
ruhsâr: yanak, yüz, çehre
hâl: şimdiki zaman, durum, suret
gayrı: ayrı, başka, diğer
kâr: iş güç, iş, kazanç
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Ey cân ve ey gönül, sevgilinin güzel yüzüne bak. Yüzündeki bene ve o güzel yanağa bak. Her şeyi bırak da bununla ilgilen, (böylece) kazancının sana bir faydası olsun.
Beyitin Şerhi:
Bu ve diğer beyitlerde bir anlatıcı(şair, mürşit), karşısında bir dinleyici(nasihat alıcı, mürit) varmışçasına nasihatler vermektedir. Cân olarak remzettiği bu şahsa veya gönüle seslenerek ondan sevgilinin güzel yüzüne(cemaline) bakmasını istemektedir. Bu beyitte geçen Farsça “ruhsâr” kelimesi “yüz, ilâhî isim ve cemalin zuhuruna neden olan tecelli; zuhuru-bütünü kapsayan vahdet noktası”(9) demektir. Şair nasihatte bulunduğu kişiden herşeyi bırakarak bu noktaya odaklanmasını istemektedir. Çünkü esas olan budur; bunun dışında her ne varsa gölgeden ibarettir. Asıl varlık dururken gölgelerle uğraşmak abesle iştigaldir.
Burada Allah dışındaki varlıklara gereğinden fazla itibar etmememiz önerilmekte, onlarla olan ilişkimizin ölçülü olması gerektiği vurgulanmaktadır. Aksi halde özden uzaklaşarak ayrıntılarda boğuluruz. İnsan için en kazançlı iş Hakk'la hemhâl olmaktır.
İmanın nuruyla kalbini nurlandıran mümin, her nereye baksa orada Hakk'ın tecellisini görür. Çünkü Rabbimizin gözleri kamaştıran sonsuz nuru, bütün cihanı çepeçevre kuşatmıştır. Tefekkür ehli insanlar, baktıkları her yerde onun tecellisine şahit olurlar.
Bu dünyadaki en kârlı alışveriş, ömrün sayılı günlerini Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından sakınarak geçirmektir. Bunun mükafatı ebediyen kalınacak olan cennet yurdudur. Akıllı insan sonluyu(bu dünyayı, kısa ömrü) vererek sonsuzu(ahireti, cenneti) kazanır. Kişi para ve malını kaybetse daha sonra çok çalışarak kaybettiği malını ve parasını tekrar yerine koyabilir. Fakat kişi dünya hayatında ahiret azığı olan imanını ve güzel amellerini kaybederse herşeyini kaybetmiş sayılır. Gerçek müflis dünyalıklarını kaybeden değil, ahiret azığını kaybedendir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Beytin ilk mısraı(ey cân u dil) seslenme ile başlıyor. Burada nida(seslenme) sanatı vardır. Burada şair gönlünü bir insan gibi düşünerek ondan sevgilinin yüzüne, benine bakmasını, herşeyi bırakarak bununla ilgilenmesini istiyor. Şair burada insan dışındaki varlıkları insan yerine koymak demek olan teşhis sanatı yapıyor. “Dîdar(sevgilinin yüzü, sevgili) ile gayrı(başka, sevgilinin dışındakiler) arasında tezat sanatı düşünülebilir. “kâr” kelimesi beyitte üç kez tekrarlanarak tekrir sanatı gerçekleştirilmiştir. “Ruhsâr(yüz)-dîdâr(yüz)”, “cân-dil(gönül)” kelimeleri birbiriyle ilgili olduğu için aralarında tenasüp vardır.
7. Beyit:
Er sâfiyâne bul safâ senden kamu olsun nümâ
Âyîne-i dildeki tâ görünen ol dîdâr ola
Kelimeler:
sâfiyâne: safça, çok temiz, çok saf olarak
safâ: berraklık, gönül şenliği, kedersizlik, neşe
kamu: halk, hep, bütün
nümâ : Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.
âyîne-i dil: gönül aynası
dîdâr: yüz, çehre
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Saflığa ve temizliğe eriş, herkes ve her şey sende görünsün. Gönül aynan o kadar temiz olsun ki, bakıldığında sevgili görünsün orada.
Beyitin Şerhi:
İnsan için önemli olan şey, kötülerden ve kötülüklerden uzak durmaktır. Şeytan bizi pisliğe bulaştırmak için gecesini gündüzüne katmaktadır. Kişinin nazarları ne kadar saf ve temiz olursa eşyaya bakışı da o derece makul çizgide olur. Aslında baktıklarımızda biraz da kendimizi görürüz. Yani belki farkında bile olmadan karşımızdaki kişi ve varlıkları birer ayna olarak kullanırız. Nazarlarımız gönlümüzün saflığı ölçüsünde temiz veya kirli olur. Bu noktada Mevlâna'nın şu güzel sözlerini kendimize şiar edinerek hayata öylece bakmalıyız:
“İçinde temizlik, güzellik ve iyilik olanlar, seni ve senin her şeyini güzel görürler veya güzelliğe yorarlar. Fakat içinde kötülük ve çirkinlik olanlar ise daima senin kötü yönlerini ve eksiklerini dillerine dolarlar. Bu insanları dikkate alıp kendinden ve özünden ödün verme. Asaletini kaybetme. Kıskançlıklara ve kötü niyetlilere aldırma. Sürekli güzellik ve doğruluk üzere ol. Dostlarının güzel huylu, dürüst ve erdemli insanlar olmasına dikkat et.”
Gönül bir halvetgâhtır. O, daima sevgilinin hayaliyle avunur; mâşûktan(sevilen) hiçbir zaman ümit kesmez. Onu öldüren ümitsizlik, ayakta tutan da yarınlara dair ümittir. Şayet gönül, umudunu kesmişse manen ölmüş demektir. O çok kere perişandır, dertlidir, sergeşte(sersem) ve şikeste(kırılmış)dir. Gönlünü kirden pastan temizleyen, dünya ve onun içindekilere karşı duyulan sevgiyi gönlüne yaklaştırmayan kul, Hakk'tan buraya yansıyan tecellilerle doyumsuz manevî hazlar yaşar. Bu sevgi hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar eşsizdir. Fakat bu hususta sabretmeyi bilmek gerekir. Zira aşkta esas olan sabır, tahammül ve kararlılıktır.
Bu beyitte olduğu gibi, tasavvufta ayna sembolü sıkça kullanılır. Tasavvufta insan-ı kâmilin kalbine 'ayna' denir(10). Onun içindir ki gönül bir aynaya benzetilir. Burada Rabbin sureti tecelli, eder. O ayna ne kadar temiz olursa Hakk'ın cemali o aynada o kadar net yansır. Âşık, aslında gönlüyle konuşur, onun sözleri dilinin ucundan değil, gönlünün ucundan çıkar.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Şair beytin ikinci mısraında “âyîne-i dil(gönül aynası) ifadesiyle gönülü aynaya benzeterek teşbih(benzetme) yapıyor. “âyîne(ayna)-görünmek”, “sâfiyâne(çok temiz)-safâ(berraklık) kelimeleri arasında ise tenasüp(uygunluk) düşünülebilir.
8. Beyit:
Sa’y et de ol ehl-i ferâğ arada kalmaya nizâ’
Bu sözleri et istima’ hep gizliler ihbâr ola
Kelimeler:
sa’y etmek: çalışmak, çabalamak, gayret etmek
ferâğ: vazgeçme, bırakıp terketme, dinlenme, rahat etme
ehl-i ferâğ: rahat eden
nizâ’: çekişme, kavga
istima’: dinleme, dinlenilme, dinleyip kabul etme
ihbâr ol-: açığa çıkarma, haber verme, bildirme, anlatma
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Çalış ve gönül rahatlığına kavuş, kavga gürültü
kalmasın. Kulağını aç da bu sözleri dinle, gizli bir şey kalmasın.
Beyitin Şerhi:
Hayatın öznesi olan insan, eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olarak yaratılmıştır. Fakat meleklerin kendisine secde ettiği aynı insan, davranışlarında kontrolü kaybederek bu büyük mertebeden esfel-i sâfilîn(aşağıların aşağısı, sefillerin en sefili)düzey(sizliğ)ine de düşebilir. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm’de meâlen şöyle buyurmaktadır: “Biz insanı ahsen-i takvîm üzere, en güzel şekilde yarattık. Sonra onu (insanların bir kısmını bu güzel sûrette yaratılmaları nîmetinin şükrünü yerine getirmediklerinden, yâni küfürleri (îmânsızlıkları) ve isyân etmeleri sebebiyle) Esfel-i Sâfilîn'e bırakırız. Îmân edip sâlih (iyi) amel işliyenler bundan müstesnâ; onlar için kesilmeyecek bir mükâfât vardır.”(11)
Bu beyitte şair “çalış” derken öbür dünya için çalışmayı kasdediyor. Çünkü işlediğimiz ameller ahirette azığımız olacaktır. Manevî açıdan düzgün bir hayat yaşayanlar, iç huzura kavuşurlar. Kişi bu huzuru hiçbir maddi zenginlikle elde edemez. Ruh dünyasını ihmal edenler, inanç dünyasını boş geçenler aradıkları iç barışa hiçbir zaman kavuşamazlar. Kalplerin arzulanan rahatlığa erişmesi Allah'ı anmakla mümkündür. Allah'ı unutanlar huzuru ve sükunu da unuturlar. Onlar bir fırtınanın ortasında kalmışçasına harap ve bîtab düşerler.
Şair; muhatabına seslenerek; söylediği bu ibret dolu sözleri dinlemesini, Hakk'a ve hakikate dair hiçbir şeyin gizli kalmamasını, bu konularda gönlünü terbiye etmesini istiyor. Çünkü insanlar öldükten sonra “bilmiyordum” mazeretine sığınamayacaklardır. Zira Rabbimiz peygamberler göndermiş, onlar ümmetlerine ilâhî hakikatleri duyurmuşlar. Bunun yanında Allah dostları da irşat faaaliyetlerini aralıksız sürdürmüşler, Kur'anî hakikatleri herkese tebliğ etme gayreti içerisinde olmuşlardır. Üstelik insana cüzi de olsa bir irade verilmiştir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Didaktik(öğretici) unsurların ağır bastığı bu beyitte “ehl-i ferâğ(rahat eden)-nizâ’(çekişme, kavga)”, “gizli-ihbar(açığa çıkarma)” kelimeleri arasında tezat(zıtlık) sanatı düşünülebilir. “Söz- istima’(dinleme) arasında ise tenasüp(uygunluk) sanatı yapılmıştır.
9. Beyit:
Bul Hakk’a varmağa delîl görmez gözün olmuş alîl
Zikr et ki Hakk’ı cân ü dil gencîne-i esrâr ola
Kelimeler:
alîl: kör, sakat, hasta
cân: ruh, hayat, yaşayış, gönül
zikretmek: adını anmak
gencîne: hazîne, defîne
esrâr: sırlar
gencîne-i esrâr: sırların hazinesi
cân ü dil: can ve gönül
delîl: insanı aradığı gerçeğe ulaştırabilecek iz, emare, kılavuz, rehber
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Kör olmuş, görmeyen bir gözün varsa eğer, seni Hakk’a ulaştıracak bir kılavuz bulmalısın. Cân ve gönlünün sırlar hazinesi olmasını istiyorsan eğer, Hakk’ı zikretmelisin.
Beyitin Şerhi:
İnsanlar, inanmak istediklerinde birçok delil bulabilirler. Kâinatta her şey Allah'ın varlığına delil teşkil etmektedir. Fakat nefsimiz, kendi tercihimizi yapabilmemiz için bizi rahat bırakmamaktadır; 24 saat boyunca içimize şüphe ve vesvese pompalamaktadır. Böyle bir durumda kişinin kendi başına Hakk'ı ve hakikati bulabilmesi, bulsa da onda daim ve kaim olabilmesi doğrusu pek zordur. Bu konuda kişiyi uyaracak uyarıcılara ihtiyaç vardır.
Mürîd(tâlib, dervîş, sâlik) manevî alanda hızla yol almak için mürşide ihtiyaç duyar. Düşünün ki vasıtanızla bilmediğiniz bir yoldan bir yere varmak istiyorsunuz. Yanınızda bu yolu çok iyi bilen bir kılavuzunuz var. Yol boyunca bozuk zeminlerde sizi uyarıyor. Bu durumda çok daha hızlı ve güvenli seyredersiniz. İşte öyle de manevî sahada yol almak isteyenlerin de bu konuda bir yol göstericiye(mürşide, şeyhe) ihtiyacı vardır. Bu beytin ilk mısraında buna vurgu yapılmaktadır. Çünkü kişi, bu uzun ve meşakkatli yolu tek başına aşamaz. Zira onun gözü alîl(kör) olmuştur. Kör gözle nereye kadar varılabilir ki?
İnsanlar aslında gözleriyle değil, gönülleriyle görürler. Gönül, maneviyatı yansıtan bir çeşit aynadır; aynamız temiz değilse oraya yansıyanlar da buğulu olur, net farkedilemez. Yüce Rabbimiz şu ayette insan ve cinlerin akibetiyle ilgili şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”(12)
Bu beyitte sır(esrâr) kelimesi üzerinde durmak gerekir. Çünkü beyte göre kişi Hakk'ı zikredince gencîne-i esrâr(sırların hazinesi)'a erişmektedir. “Sır, çoğulu esrar ve sirar olup, Arapçada, gizli şey, kök, kıymetli, vadinin orta yeri, asıl, nikâh, bir şeyin halisi, efdali, gibi anlamlar ihtiva eden bir kelimedir. Sır, kalpte bulunan Rabbânî bir latifedir. Ruh sevginin, kalp marifetin, sır da müşahedenin mahallidir. Ruhanî bir nur olup, nefs'in haletidir. Sır olmaksızın nefs, iş yapmaktan aciz kalır. Nefs'in beraberinde, sırrın himmeti olmazsa, bir fayda elde edilmez. Sırra, kalbin bir buududur diyenler olduğu gibi, ruh'tur veya ruhtan daha yüce ve daha lâtif bir ruh buududur, diyenler de vardır. Mevlevîlikte sır, ıstılah olarak şu anlamda kullanılır: Dede'nin hücresinin pencere perdesi kapalı ise, bu onun içeride istirahat ettiğini veya kendine göre bir ibadetle meşgul olduğunu gösterir. Bu hale sır denir.”(13)
Hakk'ı zikretmek deyip de geçmemek gerekir. Zikir çok önemli bir kulluk eylemidir. O; unutmanın zıddı, yani hatırlamadır. Zikir, imanı kemâlâta erdirir. Unutmamak gerekir ki namaz da bir zikirdir. “Ekimi's-salâte li-zikrî(Beni zikretmek üzere namaz kıl)”(14) ayeti buna işaret etmektedir. “Allah'ı zikretmek çok büyüktür”(15) âyetiyle de ilâhî bir değerlendirme ile (zikrin) yeri tesbit edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de cihad, namaz, oruç, zekat, hac vs. gibi dinin temelini teşkil eden ibadetler için, 'ekber' ifadesi kullanılmamışken, sadece 'zikr' için bu durumun söz konusu olması, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir husustur.”(16)
“Zikir” aslında sadece namazın değil, her ibadetin özünde var olan bir eylemdir. Ona ibadetlerin ortak paydası dersek sanırım yanılmayız. Zikir, insanı Hakk'a ve hakikate yakınlaştırır. Kul ile Rabbi arasındaki bir çok kalın perde, zikir sayesinde açılır. İlâhî sırların birçoğu zâkir'e(zikreden kişi) ayan beyan olur. Bu güzel davranış, bizi manevî açıdan olgunlaştırır. Rabbimiz kendisinin zikredilmesine büyük kıymet veriyor. “Beni zikrediniz ki, Ben de sizi zikredeyim...”(17) ayet-i kerimesi bunu vurgular. Zikir, aslında belli bir zamanı ve belli bir zemini olmayan en kolay bir ibadettir. Rabbimiz akli selim sahibi müminleri tarif ederken “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar...”(18) buyurarak zikrin belli bir şekil ve zamanla sınırlandırılmadığına değinmektedir.
Neticede Allah'ı ululamanın bir yolu olan zikir; mümin için ekmek, su gibi bir ihtiyaçtır. Zikirden uzak duranların Allah'la yakınlaşması mümkün görülmemektedir. Günümüz insanının bunca bolluk ve zenginlik içinde yüzmesine rağmen, bir türlü mutlu olamaması, aradığı huzuru bulamaması bizce zikrin ihmal edilişindendir. “…Bilesiniz ki kalbler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulup doyum noktasına ulaşır)”(19) ayeti buna delildir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Şair bu beyitte “gencîne-i esrâr(sırların hazinesi) ifadesiyle sırları hazineye benzetiyor. Böylece teşbiğ-i beliğ sanatı yapıyor. “Göz- alîl(kör), görmek”, “zikir-Hakk”, “cân-dil(gönül) kelimeleri birbirini çağrıştırdiği için tenasüp(uygunluk) sanatı yapılmıştır. Bu arada “görmek- göz” ile “alîl(kör)” arasında tezat(zıtlık) sanatı mevcuttur.
10. Beyit:
Geldin bu ile sen garîb ol bâğ-ı dosta andelîb
Bu derdine bul bir tabîb zahm-ı dilin tîmâr ola
Kelimeler:
garîb: kimsesiz, kendi memleketinin dışında bulunan, tuhaf
bâğ-ı dost: dost bahçesi
andelîb: bülbül
tabîb: hekim, doktor
zahm: yara
zahm-ı dil: gönül yarası
tîmâr: yara bakımı, temizleme
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Bu diyâra bir garip olarak geldin sen; o hâlde dost bağının bülbülü ol sen. Gönül yaranın iyileşmesini istiyorsan eğer, bu derdine derman olacak bir tabip bulmalısın.
Beyitin Şerhi:
İnsanlar bu dünyada gariptirler. Çünkü dünya müminlerin gurbetidir. Gurbet “gariplik, yabancılık, yabancı bir memleket, yabancı yer, yâd el.” anlamlarına gelmektedir. Asıl yurt(beka yurdu) ahirettir. Buraya sınanmak için geçici bir süreliğine gönderilmişiz.
Peygamber Efendimizin “Kendini bu dünyâda garîb bir yolcu gibi say!”(20) hadisi, dünyanın müminler için bir gurbet olduğunu ifade etmektedir. Aslında gariplik hiç de kötü bir şey değildir. Zira gariplerin dostu ve yardımcısı Allah ve Resulüdür. Kişi dünyada geçici olarak bulunduğunun, bu süre zarfında yapıp ettiklerinden sınandığının farkında olarak yaşamalıdır. “Garîblere müjdeler olsun!..”(21) hadisi bu şuurdaki insanlar için söylenmiştir.
İnsan hayatı, uzun sayılamayacak bir süreçten ibarettir. “İnsan, önce rûhlar âlemindeyken, buradan ayrılarak ana rahminde mekân tutar, sonra da dünyâya gelir. Dünyâda da çeşitli mekân değişikliklerine uğrayabilir. Oradan âlem-i berzah'a göçer. Ve nihâyet Rabbine döner.”(22) Bunu bilerek ve gereğini yaparak hayatını idame ettirenler ziyanda değildir.
Ashabın zamanından, ibret verici bir anekdotla konumuzu zenginleştirelim. “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafından iz bırakmıştı. Biz, 'Ya Resulullah! Sizin için bir döşek, edinsek' deyince, bunun üzerine Resul-i Ekrem: 'Dünya ile benim ne alâkam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.' demiştir.”(23)
Buradaki beyitte de belirtildiği gibi kişi(kul) bu dünyada dost bağının bülbülü olma gayreti içinde olmalıdır. “Dost” diye remzedilen şüphesiz ki hakiki dost olan Allah'tır. Hayatımızı onun emir ve yasakları dairesinde idame ettirirsek beka yurdunu(ahireti) kazanırız.
İnsanların bedenleri gıdayla, ruhları maneviyatla beslenir. Nefs-i emmârenin emirlerine uyulup nefis semirtilirse gün gelir canavarlaşır. Hastalıklar hep bedenî değildir, kişiye musallat olan ruhî hastalıklar da vardır. Ruhî hastalıkların tedavisi ilaçla olmaz. Onların şifası tabib-i ruhanîlerin elindedir. “Tabib-i ruhanî Arapçada maneviyat doktoru demektir. Seyyid Şerif'e göre, maneviyat doktoru arif bir kişi olan şeyhtir. O, bu tıp ile kemâle erdirir, doğruya iletir. Eğer İslâm'da bir psikolojiden bahsedilecek ise, en mükemmel psikologlar, sûfîlerdir. Zira onlar insanın iç âlemini keşfe çıkmış, durmak bilmeyen gezgin-kâşiflerdir.”(24)
Mutasavvıf şair, bu beyitte nasihat ettiği kişiye(gönlüne), eğer gönül yarasının iyileşmesini istiyorsa, bu derdine derman olacak bir tabip bulmasını öneriyor. Buradaki tabip şüphesiz ki hastayı(müridi) iyileştirecek bir mürşid-i kâmildir. Çünkü onun derdi maddî değil, manevîdir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Bu beyitte “il” sözcüğüyle kastedilen “dünya”dır. Şair dünyayı il'e benzetiyor. Fakat benzeyen unsur olan 'dünya' söylenmiyor. Böylece açık istiare sanatı yapılıyor. “andelîb(bülbül)-bağ”, “dert-tabîb(hekim)-zahm(yara)-tîmâr(yara bakımı, temizleme)” kelimeleri birbirini çağrıştırdıkları için tenasüp(uygunluk) sanatı vardır. “dert-tabîb(hekim)” kelimeleri arasında tezat sanatı düşünülebilir. Yine burada andelîb(bülbül) kelimesiyle, gül ile bülbül arasındaki ölümsüz sevgiye telmihte bulunuluyor. Şair “bâğ-ı dosta andelîb” derken muhatabını bülbüle benzeterek teşbih sanatı yapıyor. “bâğ-ı dost(dost bahçesi)” derken “dünya” kastediliyor. Fakat benzeyen unsur olan 'dünya' söylenmiyor; açık istiare yapılıyor.
11. Beyit:
Nâdânla olma yek-nefes bul ehl-i Hakk’ı işte bes
Bî-keslere ol dâd-res dâd-resin Gaffâr ola
Kelimeler:
nâdân: bilmez, cahil, kaba, terbiyesi kıt
yek: bir, tek, birlik, bir oluş
yek-nefes: dost, arkadaş, ahbab
ehl-i Hakk: Allah dostu
bes: yeter, tamam, kâfi
bî-kes: kimsesiz
dâd-res: yardıma yetişen, yardımcı
Gaffâr: kullarının günahlarını affeden Allah(Allah'ın 99 sıfatından biri)
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Kendini bilmezlerle arkadaşlık etme. Hak dostlarını bul, bu sana yeter. Kimsesizlerin yardımcısı ol ki Gaffâr olan Allah da sana yardım etsin.
Beyitin Şerhi:
Şâir, muhatabına cahillerle arkadaş olmamasını söylüyor. Ondan Hakk dostlarını arayıp bulmasını, onlarla dostluklar kurmasını istiyor. Burada “cahil” ifadesiyle kastedilenin pozitif bilimlerden yoksun insan anlamında olduğunu sanmıyorum. Şairin sözünü ettiği cahil, Allah yolundan uzak yaşayan, onun emir ve yasaklarına uymayan kişi olarak nitelenebilir. Çünkü ifadenin devamında nasihat ettiği kişiye seslenerek Allah dostlarını bulmasını, onlarla dostluklar kurmasını istiyor. “Cahil” sözünden sonra bunu söylemesi bu anlamı doğruluyor.
Birçok bilgiye sahip olduğu halde Hakk ve hakikatten habersiz kişiler de İslam'da cahil olarak nitelendirilmektedir. Zira “cehl” önceleri ilmin değil, “hilm”in zıddı olarak kullanılıyordu. “Hilm” yumuşak huyluluk, vakar, sükûn, müsamahakâr olmak demektir. Bunlar en çok da Müslümana yakışan pek güzel sıfatlardır. Asıl adı “Ebul-Hakem bin Hişam” olan Mekke müşriklerinin reisinin “Ebu Cehil(Cahilliğin Babası)” olarak adlandırılması son derece anlamlıdır. Çünkü Allah'ın dinini inkâr eden ve Resulullah'la mücadele eden bu kişi “haset, kibir, gurur ve inat” gibi İslam'la ve Müslümanlıkla bağdaşmayan kerih huylara sahipti.
“Cahiliyye, inanç, düşünce, değer ölçüleri ve yaşayış tarzı olarak Allah hakkındaki gerçeğe aykırı bir sistem oluşturduğu için, başlangıçta hilmin zıddı iken, nasıl daha sonra ilmin zıddı haline gelmişse, bir bakıma ilmin tam kendisi demek olan İslam'ın tam karşısında yer almıştır. Yani İslam dışı her şey, cahilliktir, cahiliyyettir. Çünkü Allah katında gerçek ilim, İslam'ın ta kendisidir. İslam bütün hakikatlerin mecmuudur. Gerçeğin ve gerçek yolun bilgisidir. Çünkü İslam vahiydir. Çünkü bütün gerçekler, hakikatler, aslında Cenab-ı Hakk'a nisbetle hak vasfını kazanmaktadırlar. Çünkü bütün hakikatlerin kaynağı, en baş isimlerinden birisi Hak olan Cenab-ı Hak'dır. Bu itibarla cahiliyyet İslamsızlık demektir.”(25)
Tanzimat dönemi şiirinin mühim şairlerinden Ziya Paşa bir beytinde “Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz /Divânelerin hemdemi divâne gerektir”(Cahiller cahillerle sohbet etmekten hoşlanır/Delilerin arkadaşları delilerdir) diyerek konuya farklı bir açıdan yaklaşmıştır. Zira cahilden alabileceğimiz şey; dayanağı olmayan, temelsiz malûmatlardır. Onlar, kişiyi doğruya götür(e)mez. Cahil, cahili hakikatin zirvesine değil, ancak bilgisizliğin uçurumuna götürür.
Mutasavvıf şair Osman Hulûsi Efendi, beytin devamında kimsesizlere yardımcı olmanın gerekliliğine özellikle vurgu yaparak, kimsesizlere yardım edenin yardımcısının Gaffâr(kullarının günahlarını affeden Allah, Allah'ın 99 sıfatından biri) olduğunu belirtiyor.
İslamiyet şefkat ve merhamet dinidir. Merhamet “rahm” kökünden türemiştir. Lügatlerdeki karşılığı “acımak, şefkat göstermek, korumak, iyilik etmek, biçârelere yardımda bulunmak, esirgemek” olarak verilmektedir. İslam'da muhtaçlara yardım ederek onlara kol kanat germek, yetimleri ve öksüzleri korumak çok önemsenmiştir. Zira İslam; şefkat, sevgi, hoşgörü ve iyilik dinidir. Bencillik müslümana yakışan bir sıfat değildir. Müslüman, nimetlerden faydalanma konusunda kendini pas geçip kendi dışındakileri tercih edendir. Mümin kendi nefsi için arzu ettiğini diğer müminler için de arzu eder. Olgun Müslüman; açları doyuran, üstünde başında olmayanları giydiren ve düşeni kaldıran kâmil sıfatlarla mücehhez iyi insandır.
Hz. Peygamber’in “İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah da merhamet etmez” hadisi bu konuda söylenmiş sözlerin en güzelidir. Demek ki Allah'tan merhamet bekliyorsak biz de her fırsatta bîkeslere(kimsesizlere) yardım edeceğiz. Bu güzel ve örnek davranış, annenin emzirdiği çocuğunu tanımayacağı o zor güne(ahirete) yapılan bir çeşit manevî yatırımdır.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Bu beyitte “Gaffâr-Hakk” kelimeleri arasında tenasüp düşünülebilir. “yek-nefes” derken dost, “ehl-i Hakk” derken de “mürşit” kastedilmiştir. Burada sadece kendisine benzetilen bulunduğu için, benzeyen olmadığı için “açık istiare(eğretileme)” düşünülebilir. dâd-res( yardıma yetişen, yardımcı) kelimesi iki kez tekrarlandığı için tekrir sanatı yapılmıştır.
12. Beyit:
Bil “alleme’l-esmâ” nedir esmâ vü müsemmâ nedir
Hem tâc-ı “kerremnâ” nedir anı giyen muhtâr ola
Kelimeler:
esmâ: isimler
alleme’l-esmâ: Âdem(a.s.)’e isimleri öğretti demektir. Bütün isimleri, eşyânın hakîkatini bilen
müsemmâ: tesmiye olunan, bir ismi olan, adlanmış, belirli (zaman)
tâc-ı kerremnâ: Allah'ın insanoğlunu şan ve şeref sahibi kılarak taçlandırması
muhtâr: seçilmiş, seçkin, hareketinde serbest olan
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Yüce Allah’ın Hz. Âdem (a.s.)’e isimleri öğretmesinin anlamı nedir, isim ve müsemmâ nedir, bil bunları. Cenâb-ı Hakk’ın insanoğlunu şan ve şeref sahibi kılarak taçlandırması ne anlama gelir? İnsanların diğer tüm varlıklar arasındaki bu seçkin konumunun anlamı nedir, bunları öğren.
Beyitin Şerhi:
Bilindiği gibi yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz. Âdem'i topraktan yaratmıştır; neslin devam etmesi için de eşi, can dostu ve hayat arkadaşı olan Hz. Havva'yı da onun sol kaburga kemiğinden halk etmiştir. İlk insanın yaratılış süreci, gerekçeleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de açık seçik anlatılmaktadır: “Bir zaman Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Melekler de: 'Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah-u Teâlâ da: 'Şüphesiz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim' buyurmuştu.(26)”
Yüce Allah'ın, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'e isimleri öğrettiği konusu Kur'an'da şöyle geçmektedir: “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi… Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler… Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi.”(27)
Bu ayette ilk insan olarak yaratılan ve insanlığın atası olarak kabul edilen Hz. Âdem'in meleklere üstünlüğü ifade edilmektedir. Çünkü meleklerin bilmediğini, Allah'ın öğretmesiyle, ilk insan olan Hz. Âdem bilmiştir. Bu isimler Hz. Âdem tarafından Allah'ın istemesiyle meleklere de öğretilmiştir. Bunları duyan melekler acziyetlerini daha iyi anlamıştır. Neticede Hz. Âdem’in üstünlüğü ortaya çıkmış ve yaratılmasındaki hikmet-i ilâhî zuhur etmişti. Sonuçta yüce Rabbimiz böyle murad ederek melekleri bir anlamda susturmuştur.
“Öğretilen isimler, yalnız eşyanın adları değildir. Kâinat çapında Allah’ın bin bir isminin tecellilerini gösteren maddî-manevî alemlerin aynalarından bu yansımaların ilmi de söz konusudur. Talim-i esma hadisesi, cismaniyetten uzak olan meleklerin bilmedikleri bir çok şeyi, -hem ruhanî hem de cismanî bir varlık olan- Adem’in bildiğini göstermek suretiyle, onların “kan dökücü olarak gördükleri ve bu sebeple yaratılış hikmetini sorguladıkları- insan oğlunun yaratılmaya değer bulunduğunu öğreten bir olaydır.
Çok basit bir misalle; melekler, ağzın tadını, gözün nasıl gördüğünü, kulağın nasıl işittiğini, bedenin nasıl bir mekanizma olduğunu, metabolizmanın nasıl çalıştığını insan kadar bilemezler. Bunlar da öğretilen isimlerdendir. İbn Abbas’ın da işaret ettiği gibi, bu isimler, sadece nesnelerin değil, aynı zamanda tekvinî / ontolojik fiillerin de isimleridir.
Ayetten öyle anlaşılıyor ki, melekler, gördükleri bir çok varlığın ismini bilmiyorlardı. Belki de ilâhî hikmet, insanın yaratılmasıyla ilgili meleklerin -kan dökücü bir millet olarak- insanların yaratılmasını hazmetmeyeceklerini göz önünde bulundurduğu için, Adem (as)’e öğrettiği bir çok eşyanın isimlerini onlara özellikle öğretmemişti.”(28)
Bu beyitte “isim ve müsemmâ nedir?” ifadesiyle herbirinin kâinatta belli bir tecellisi olan Allah'ın 99 ismine(esmaü'l-hüsna) de vurgu yapılmış olabilir. Yüce Rabbimiz “En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin.”(29) buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav), esmâü'l-hüsnâ ile ilgili olarak “Şüphesiz ki, Allah'a mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kim bu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler ve dilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.”(30) buyurmaktadır.
Beytin ikinci mısraında “tâc-ı “kerremnâ” kavramından bahsedilerek, bunun ne olduğu sorulmaktadır. “tâc-ı kerremnâ” Allah'ın insanoğlunu şan ve şeref sahibi kılarak taçlandırması” demektir. Yüce Rabbimiz bu hususta “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”(31) buyurmaktadır. Bu ayette geçen “kerremnâ” ifadesi “biz yücelttik, şereflendirdik, kerim kıldık” anlamlarına gelmektedir. Bu beyitte de buna vurgu yapılmaktadır. Şair burada “tâc-ı “kerremnâ” yı giyenlerin “muhtâr(seçkin) ola/cağını” belirtmektedir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Bu beyitte “esmâ(isimler)-müsemmâ(isimlendirilmiş)-alleme’l-esmâ” kelimeleri arasında tenasüp(uygunluk) sanatı yapılmıştır. Beyitte “esmâ”, kelimesi iki, “nedir”kelimesi ise üç kere tekrarlandığı için tekrir sanatı vardır. “nedir” sözcüğü soru ifade ettiği için burada istifham(soru sorma) sanatı yapılmıştır. “alleme’l-esmâ” (Allah’ın Hz. Âdem(a.s.)’e isimleri öğretmesi) ifadesiyle de geçmişte yaşanmış bir olay hatırlatılarak telmih yapılıyor.
13. Beyit:
Hasretle eyledim melâl gör hâlim ey sâhip-kemâl
Hulûsî’ye göster cemâl şevk ile bî-karâr ola
Kelimeler:
hasret: özlem
melâl: sıkıntı, usanma, bıkma
sâhip-kemâl: kemal sahibi, olgun
cemâl: yüz güzelliği
şevk: şiddetli arzu, keyif, neşe, sevinç
bî-karâr: kararsız
Türkiye Türkçesine Aktarım:
Ey kemâl sahibi olan Rabbim, hasret ve gurbetler içerisinde hüzünle doluyum, gör hâlimi. Hulûsi kuluna cemâlini göster de sevinç ve neşeden ne yaptığını bilemez hâle gelsin.
Beyitin Şerhi:
Şair Es‐Seyyid Osman Hulûsi Ateş, bizi yoktan var eden yüce Allah'a seslenerek hasret ve gurbetler içerisinde hüzünle dolu olduğunu beyan etmekte, Rabbinden bu durumunu görmesini istemektedir. Çünkü o, imtihan sırrı nedeniyle aslî vatanından(beka yurdundan) uzakta “küçük kıyamet(kıyâmet-i suğra)” diye de tabir edilen ölümünü beklemektedir. Özgürlüğe âşık olan ruhu ise bedene hapsolmuştur. Rabbinin mübarek ve muazzez suretini görme yetilerinden mahrumdur. O, Allah'ın cemalini özlemektedir. Fakat onun cemalini bu dünya yurdunda, mevcut bedeniyle ve dünya gözüyle göremeyeceğini de bilmektedir.
Kişinin Allah'ın cemalini dünya gözüyle görmesi mümkün değildir. Çünkü gözlerimiz o görüntüyü algılayacak ve o görüntüye dayanacak kabiliyette yaratılmamıştır. İhtiyacımız olan şeyleri görmek için yaratılan gözlerimiz cemalullahı görme ağırlığını taşıyamaz. O, sıradan bir görme hadisesi değildir. Bütün varlığı ve güzellikleri yaratan bir güzelliktir cemalullah... Allah'ı görmek en büyük saadet olsa da bu, dünya şartlarında mümkün olmaz. Ahiret şartları bu dünya ile kıyas edilemeyecek kadar farklıdır. Onun için ancak orada Allah'ın cemalini görmek mümkün olacaktır. Zira oradaki varlığımız onu görecek biçimde olacaktır.
İmanın esası, gayba iman etmektir. Gayb, yok olan değil, var olduğu halde görülemeyendir. Allah'ı dünyadayken göremeyişimiz gayba imanla ilgili bir mevzudur. Cennetle müşerref olanların Allah'ın cemalini(cemalullahı) görmekle ödüllendirilecekleri belirtilir. Buna delil olarak, kıyamet gününden ve cemalullahtan bahseden şu ayet gösterilebilir: “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. (Onlar) Rablerine bakacaklar. (O'nu göreceklerdir)”(32) Öte yandan Rasulullah Efendimiz, Allahu Teâlâ’nın, zatını, Adn Cennetinde Kibriye örtüsüyle perdeleyerek göstereceğini haber veriyor (Buharî, Müslim, Tirmizî).
Dünyada ve ahirette hiçbir saadet Allah'ın cemalini görmek kadar büyük mutluluk verici olamaz. Bu beyitte de şair bu eşsiz saadete değinerek, bunu tatmak istemektedir. Bunu “sevinç ve neşeden ne yaptığını bilemez hâle gelmek” ifadesiyle dile getirmektedir.
Beyitteki Edebî Sanatlar:
Beyitte geçen “sâhip-kemâl(kemal sahibi, olgun) ifadesiyle Allah kastediliyor. Burada benzeyen olmadığı için açık istiare sanatı vardır. “Hasret-melâl(sıkıntı, usanma, bıkma) sözcükleri birbiriyle ilgili olduğu için burada tenasüp sanatı yapılmıştır. “ey sâhip-kemâl” ifadesinde seslenme söz konusu olduğu için burada nida sanatı bulunmaktadır. Bu beyitte “L” ünsüzü 10 kere kullanılmıştır. Bunun için bu beyitte aliterasyon vardır. “şevk ile bî-karâr ola(neşeden ne yaptığını bilemez hâle gelmek)” ifadesinde mübalağa söz konusudur. Bu arada “melâl( sıkıntı)-şevk(sevinç) kelimeleri arasında tezat olduğu söylenebilir.
Gazelin Yapısalcılık Açısından İncelenmesi
Nazım Şekli: Gazel
Gazel, klasik Türk şiirinin en yaygın ve en mühim nazım şekillerinden biridir. Beyitler halinde yazılan bir nazım şeklidir. Beyit sayısı 4-15 arasında değişir. Gazeller daha çok 5, 7, 9, 11 gibi tek sayılarla yazılmıştır. Şair Es‐Seyyid Osman Hulûsi Ateş'in tasavvufî mânâlarla dolu bu gazeli ise 13 beyitten oluşmuştur. Gazeller “aa/ba/ca/da...” şeklinde kafiyelenirler. Bu gazelde de aynı kafiye sisteminin olduğunu görüyoruz. Gazelde “ola” redifi ilk beytin her iki mısraında ve diğer beyitlerin herbirinin ikinci mısraında sürekli tekrarlanmıştır.
Klasik edebiyatımızın en yaygın nazım şekli olarak bilinen gazelin ilk beytine matla(doğuş yeri), son beytine ise makta (bitiş, kesiliş yeri) denir. Gazelin en güzel beyti “beytü’l-gazel” ya da “şah beyit” adıyla anılır. Matla beytinin dizeleri kendi aralarında uyaklıdır (musarra). Sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest, ikinci dizeleri ise ilk beyitle uyaklı olur. Gazelde genelde anlam bütünlüğü aranmaz, anlam beyitte tamamlanır. Hulûsi Efendi'nin “ola” redifli gazelinin de her bir beytinin kendi içinde bir bütünlük gösterdiğini görüyoruz. Şair mahlasını (şairin takma adı) maktada ya da “hüsn-ü makta” da söyler. Osman Hulûsi Efendi'nin “Hulûsî” olan mahlasını şiirin son beyti olan on üçüncü beyitte söylediğini görüyoruz.
Gazelin Ses İncelemesi
Osman Hulûsi Efendi'nin “ola” redifli bu gazeli “Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün” aruz kalıbıyla kaleme alınmıştır. Şair, şiirinde aruz kusurlarına asgari düzeyde yer vermiştir. Beyitlere baktığımızda yapı bakımından sağlam ve dengeli bir kuruluşa sahip oldukları görülür. Şiirin muhtevasıyla ses özellikleri arasında uyum vardır. Şairin amacı muhteva olsa da ses ve ahengi muhtevaya kurban etmemiştir.
Şiirde imale(aruz kalıbına uydurmak için kısa heceyi uzun okuma), zihaf(uzun heceyi kısa okuma), ulama/vasl(ünsüzle biten heceyi ünlüyle başlayan heceye ekleyerek okuma) ve med(uzatma, çekme, bir buçuk hece okuma) gibi aruz unsurlarına yer verilmiştir. Bunlardan ilk ikisi aruz kusurudur. Şiirdeki ilk beytin her iki mısraının sonunda ve diğer beyitlerin ikinci mısralarının sonunda “âr” sesiyle tam kafiye yapılmıştır. Kulağa hoş gelen bu kafiye çeşidi “zâr, bîdâr, esrâr, gül-zâr, yâr, dîdâr, kâr, ihbâr, tîmâr, Gaffâr, muhtâr, bî-karâr” kelimeleri arasında devam etmiş, ahenge yansımıştır. Kafiye oluşturulan kelimelerin üçü tek, dokuzu iki, biri de üç hecelidir. Tam kafiye olan kelimelerin tamamı Arapça ve Farsça kökenlidir. Dikkat edilirse bu sözcüklerin ses bakımından da birbirine çok yakın olduğu görülür. Kafiye teşkil eden kelimeler eylem kökü olan “ol-a”dan önce geldiği için hepsi de isimdir.
Şiirin tamamı emir kipinde çekimlenmiş olan “ola” redifinin etrafında dönmektedir. Emir kipindeki bu redif(ola) şiire ses zenginliği ve ahenk katmaktadır. Gerek sürekli tekrarlanan “ola” eylemiyle, gerekse tam kafiye teşkil eden “âr” sesleriyle ritim ve ahenk sağlanmış; bu, gazelin okunurluğunu artırmıştır. Bu aynı zamanda anlama da müspet katkıda bulunmuştur. Gazeldeki ünlü-ünsüz dengesine baktığımızda ilk beyitte 39 ünsüze rağmen 32 ünlü olduğunu görürüz. Bu durum bazı beyitlerde değişmekle beraber genel anlamda ünsüzlerin ünlülerden fazla olduğu, bunun zaman zaman dengeye oturduğu görülmektedir. Bu tablo(ünlü-ünsüz çeşitliliği) şiirin akıcılığını ve ses gücünü artırmaktadır. Bu arada birinci beyitte 21 ince, 11 kalın ünlü vardır. Bu beyte baktığımızda ince ünlülerin kalın ünlülerden çok daha fazla olduğu görülür. Bu durum şiirin devamındaki beyitlerde de benzer bir grafik göstermektedir.
SONUÇ
20. yüzyılın parmakla gösterilebilecek, ender Divan şairlerinden biri olan Osman Hulûsi Efendi'nin “Ola” redifli gazelinde, başından sonuna kadar tasavvufî bir bakış açısı göze çarpmaktadır. Şair bu güzide şiirini vücuda getirirken kendi hayat anlayışını merkeze almış ve kendi penceresinden bakarak hayatı ve varlığı anlamlandırmıştır. Söz konusu bu şiir şöyle bir okunup geçilecek türden değildir. Çünkü şiir okundukça, düşünüldükçe ve kelimelerin yüklendiği anlamlar derinleştirildikçe şiir tasavvufî bir derinlik ve zenginlik kazanmaktadır.
Bu şiiri okuyanlar hayata aslında Kur'an ve sünnet penceresinden bakmaktadır. Çünkü şiirdeki anahtar kelimeler bizi bu ilâhî kaynaklara götürmektedir. Bir anlam avcısı kimliğiyle şiirin derinliklerinde dolaşırken tefekkür semalarında kanat çırptığımızı hissetmekteyiz. Bu gazeli kaleme alan şairin şiir yazmaktaki gayesi şekilden çok mânâ olduğu için, şekil fazla göze çarpmamaktadır. “Ola “ redifli bu güzel şiire baktığımızda, bütün beyitlerde Hoca Ahmet Yesevî'nin, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaş Veli'nin o sıcak ve lâhûtî nefesini hissetmekteyiz.
Şiirin anlamı, o şiiri yorumlayan kişinin gözünün ve gönlünün görüş ve algılayış sınırı kadardır. Onun içindir ki şiiri şerh eden kişi ne kadar ruh derinliğine ve basiret nazarlarına sahipse kasdedilen mânânın o kadarını görür ve gösterir. Sonuçta bu şiir bir yaşanmışlığın kelimelere yansıtılmasıdır. Yaşayanla okuyan arasında bir köprü vazifesi gören kelimeler, hayata bakan ve hayatı idrak eden yüreklerde farkı farklı akisler oluştururlar.
Mutasavvıf şair Osman Hulûsi Efendi, bu şiiri vücuda getirirken pâk ruhunun derinliklerindeki mânâ dünyasına sırlı bir ayna tutuyor, biz de o aynadan dünyamıza yansıyanları anlamlandırma gayreti içinde bulunduk. Şerhin sığlığı bizden, mânânın derinliği şairindendir. Bizi renkli dünyalara götüren bu mânâ ve dava erine Allah'tan rahmet diliyoruz.
DİPNOTLAR:
1. Ateş, Es‐Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân‐ı Hulûsî‐i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş‐Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006
2. “Dost Bahçesinin Bülbülü Olmak” Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit İslamoğlu, Somuncu Baba Dergisi, Nisan 2012, s. 11-13
3. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2005, s. 107.
4. İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, L&M Yay., İstanbul 2003, s. 179.
5. Câmiü’s-Sağîr, 4/1427.
6. Câmiu’s-Sagîr, 2/12, Hadis No:1201)
7. Â l-i İmran, 3/14: “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara ve diğer hayvanlara, ekinlere olan ihtiraslı sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının iğreti metalarıdır. Allah’a gelince, en son dönülüp varılacak yerin bütün güzelliği O’nun yanındadır...”
8. Nisâ sûresi 4/45
9. CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2005.
10. Ethem Cebecioğlu, Age
11. Tîn sûresi: 95/4-6
12. A'râf sûresi: 7/179
13. Ethem Cebecioğlu, Age
14. Tâhâ sûresi 20/14
15.Ankebut sûresi 29/45
16. Ethem Cebecioğlu, Age
17. Bakara sûresi 2/152
18. Âl-i İmran sûresi 3/191
19. Ra’d sûresi 13/28
20. Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25
21. Müslim, Îmân, 232
22.
23. Tirmizi, Zühd 44
24. Ethem Cebecioğlu, Age
25. Dr. Veli ULUTÜRK, “Kur'an'da Cahillik ve İlim”, İlim ve Sanat Dergisi, sayı 16.
26. Bakara sûresi 2/307
27. Bakara sûresi 2/31-33
28.
29. A'raf sûresi 7/180
30. Ebû Hüreyre (r.a) den ; Tirmizi, ibn Hibban ve Hakim
31. İsrâ sûresi 17/70
32. Kıyâme sûresi 75/22-223
KAYNAKÇA:
1. Ateş, Es‐Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân‐ı Hulûsî‐i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş‐Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s.184
2. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2001
3. CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2005.
4. DEVELLİOĞLU, Ferit, (2006), Osmanlıca‐Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın
Kitabevi, Ankara.
5. DİLÇİN, Cem, (2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay., Ankara.
6. İPEKTEN, Halûk, (2009), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, Dergâh
Yay., İstanbul.
7. OKUYUCU, Cihan, (2006), Dîvân Edebiyatı Estetiği, L&M Yay., İstanbul.
8. PALA, İskender, (2003), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, L&M Yayınları, İstanbul
Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 17:41:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!