3.Bölüm
Topuklu kırmızı pabuçlarımla, kesme taş sokaklardan geçip, büyük zihinsel ve ruhsal kapıdan girince bahçeme… Etkilendiğim olaylarla ilgili sosyal yönlerime denge vurmak için enerjimle ilk işim hindiyi sinirlendirmek için şarkı söylerdim.
—Kabarama kabar ama kel Fatma annen güzel sen çirkin”
Sonra kümesin kapısını açar, sinirlenen hindileri peşimden koştururdum. Diğer hayvanlarda benim gibi yeşilliğe koşardı. Ben de o hızla kavak ağacının tepesine çıkardım. “Dildare” adındaki babaannem sinirlenirdi. Annemin bakımını çocuğu gibi üslendiği hayvanlar, yeşilliği alt üst ettikleri için…
- “ Çünkü babaannem de bitkilere çocuğu gibi bakardı”…
İşlerinden dolayı şehirlerarası gezen babam eve çok nadir gelir… Ve her geldiğinde nedenler, niçinler belli olmayan tartışmalar yer alırdı kocaman konakta…
“ Nedensiz… Niçinsin korkular yaşardım. Kavak ağacı bana hep destek olurdu… Ağaca çıkardım… Ve ben de ağaçların tepesinde oturur kitap okurdum.
Hem de aşk romanları. Benden on beş yaş büyük olan ablamın “sen ve ben” adlı beyaz dizilerini... Akasya ağacına doğru uzanır korkusuzca beyaz yapraklarını koparır yerdim. Günlerim hep ağaçların üzerinde geçerdi. Uzaktan ailemi ve çevremi izlerdim.
Onları uzaktan izlemek bana başka bir haz verirdi. Sonra da “Paşa Hanımın” yanına giderdim. Paşa hanım amcamın annesidir…
Hatırlarım da…
Daha on yaşında iken, “karanlık kümbet sokağında “ ilk televizyonu eve alan babam olmuştu. Bütün mahalleli eş dost - “ Bir Fincan Kahvenin Bin Yıl Hatırı Vardır” diye sinema sezonu başlatırlardı. Arka odaların birinde...
Cumartesi günleri Türk Sineması izlerdik. Ayhan Işık, Sadrı Alışık, Belgin Doruk, Yılmaz Güney filmleri. Koca Çınarlar... Hem ağlar hem de gülerdik… Eş dost arasında bir sohbet başlardı. Sabaha kadar.
Eğer bu günler Bayram ve Ramazan günlerine rastlamışsa ve mevsimlerden kış ise, geceleri sobanın üzerine yapıştırdığımız mandalina kabukları, mandalinalar, kestaneler ve sobanın külüne bırakılan patatesler ile dışarıda sesi gelen ”Pilav geldi” diyen adamın sıcacık mısır patlaklarını yerdik…
Paşa Hanım bize hikâyeler anlatırdı. Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber, Yusuf İle Züleyha ve diğerleri... Sonra ağlardı. Neden ağlardı bilmezdim. Gülerdi sonra. Çünkü ben bana verilmeyen çikolatalar için ağlardım
Kendime ait odamda mavi ciltli, kenarı yaldızlı defterimle dertleşirken tren yolculuğum nerelere götürmüyor ki beni... İçinde yaşadığım zindanı bir tarafa bırakıp hayatımın bugüne kadar gelen zamanında beni en çok üzen ve mutluluklarıma gölge düşüren olayları bir kez daha gözden geçirme zamanının geldiği anlar...
…
Topuklu kırmızı pabuçlarımla, kesme taş sokaklarda yürüyüp, tek katlı, basık ve dış cephe boyalarının dökülen kerpiç evlerinden geçip, yokuşu tırmanırken vakit hayli ilerlemiş olmalı ki gitmek vaktiydi.
Lakin nereye gittiğini bilmeden yürüyordum. Sokaklar boyu ebediyetin yüreğime değen sesiyle...
…
Belli ki hikâyenin sonuydu… Doğumla ölüm arasında yaşamak Ölmek ve uçmak…
iSTANBUL, 22 OCAK 2005
Süreyya AktaşKayıt Tarihi : 29.3.2008 00:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!