En değerli, hazinem, diyordu, annesine.
Bana bir kez yaşam şansı verilecek.
Ben bu yaşamı kirletmek istemiyorum.
Bütün insanların, büyük bir düzlüğe dikildiğini, düşünsene anne.
Ben onların karşısına çıkacağım.
Hiçbirisinin hakkımda şerefsizce yaşadı demesini istemiyorum.
Hiçbir çocuğun, bu benim açlığıma neden oldu demesini istemiyorum.
Hiçbir kadının yoksulluktan dolayı zora düşmesinin nedeni de ben olmamalıyım.
Ve hiçbir baba eve yüzü düşük girmemeli, annem, benim yüzümden.
Ben de, bilerek veya bilmeyerek kimsenin hakkını almak istemiyorum.
Bilmiyorum, düşüncesinin saflığına yaslanmak ve kendimi aklamak istemiyorum.
Biliyorum ki suçluyum.
Sandalyelerin arkasına saklanarak yaşanılabilir mi, annem.
Sen adam olmayacaksın dedi, annem.
Ben de, adam olmak, başkalarının sırtına yaslanarak ve onları sömürerek adam olunacaksa kalsın be, dedim.
Kapıyı, kapattım, çıktım. İçim içimi yiyordu.
Aslında sohbete ne güzel başlamıştık.
Nerden gelmiştik bu konulara.
Biliyorum, hakkımda derin endişeleri vardı.
Sağımızda solumuzda, her gün gençler öldürülüyordu.
Beri yanda da yaşamda sağlam durmak vardı.
Bana kulluk yapacaksınız ki, ben de sizin elinizden tutuyum diyenler egemendi.
Bir yerlere geleceksem, alın terimle, emeğimle, onurumla ve hak ederek gelmeliydim.
Sonra bedelini isteyeceklerdi, elimden tutanlar.
İnsan asıl özgürlüğünü yitirdiğinde insanlığını yitirir.
Özgürlüğünü yitirecekse, elinin tersi ile itmeliydi vaat edilecekleri.
Torpilden, adam kayırmadan, kollanmaktan ve gereksiz övgüden nefret ederek yetiştirmişti kendisini.
Ama bunların değer etmediği bir zaman mıydı?
Yoksa insan, hep böyle ilişkileri mi yaşadı tarihi boyunca.
Gücün karşısında boyun eğen, en ufak bir çıkar karşılığında inandıklarını reddedenleri yaşamamış mıydı?
Yaşamıştı ve yaşayacaktı.
Dün dağlara ne ezen ne ezilen insanca hakça bir düzen diyenler bu kitleler değil miydi?
Şimdi ne değişmişti.
Dağlar taşlar farklı inançlara farklı siyasi oluşumları yansıtıyordu.
Kapıyı kapatmak yetmiyordu.
Herkesi inandırmak gerekiyordu.
Annesini bile ikna edemedikten sonra, geriye kalanları nasıl inandıracaktı.
Yaşamda birleşik kaplar teorisine inanıyordu.
Burada yapılan bir haksızlık, sömürü, baskı, dayatma evrenin her yerinde duyuluyordu.
Dünyanın atmosferine salınan zehirli gaz, nasıl en yakınındakileri güçlü bir biçimde etkiliyorsa, uzaktakilerde ihmal edilecek düzeyde de olsa etkileri oluyordu.
Biraz da metafizik takıntıları vardı.
Her zulmün, ezilende çıkardığı haykırışın bulut olup göğe yükseldiğine ve orada asılı kaldığına inanıyordu.
Yaşamına evet hiçbir kir katmamalıydı.
Demiryoluna gitti.
Gençti. Damarları haksızlıklara çıkaramadığı isyanın tansiyonuyla, haykırışıyla doluydu.
Ağaçların arasına sindi.
Katarı, bekledi.
Ve yanından geçtiği an, haykırmaya başladı. Öyle bir haykırıyordu ki, boğazı yırtılacaktı.
Umurunda değildi.
Kırk vagonluk katar.
Kırk vagona yükledi isyanın sesini.
Katar geçtiğinde rahatlamıştı.
Eve döndü.
Annesine sarıldı.
Haklıyım, ama seninle yüksek sesle tartıştığım için özür diliyorum dedi, ellerini öptü.
Annesi.
Oğlum sesin.
Sevginin en yücesiyle ışıldayan annesinin gözlerine baktı.
Yalan söyledi.
Gıcık girdi de, anne.
Kayıt Tarihi : 26.10.2008 13:44:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!