Kibrit çakıyorsun karanlıkta
badem çiçeklerini görmek için
Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift
sarnıç gemisi gözlerin
Bir iş açacaksın sen başımıza
yangın mı olur artık, bahar mı?
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Esra SU mudur nedir
ne tür bir insan olabilir ki bu böyle....
benim ve benim gibi şiir seven sanat seven insanların sanat zevkini bilmem ne çukurundan çıkmış köhne ideolojilerle kirletmeey kimsenin hakkı yok.edebiyat edep demektir.başka ne diyelim edep yoksa.
bu nedir yaa! ! ! yine mi siyaset yine mi o kısır çekişmeler yine mi insanlığı kana boğan o ideolojik çekişmeler.ben şiir antolojisine girdim aam politka köşesindeymişiz haberimiz yok.ya siyasal fikirlerinizi kendinize saklayın.insanların inançlarına değerlerine saygı göstermeyi öğrenelim önce.kaçıncı yüzyıldayız? hala o dar kafalılık kendinizi tamin etmenin yolu bu mu yoksa yazıklar olsun.
ESRA SU'NUN İMAMHATİP HAYRANLIĞI ( ! ! ! )
Kadın İmam Olmanın Alamet-i Farikası!
'kurumun amacı madde 6- imam-hatip kurumları, imamlık, hatiplik ve kur’an kursu öğreticiliği gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli elemanları yetiştirmek üzere, milli eğitim bakanlığınca açılan orta öğretim sistemi içinde, hem mesleğe hem yüksek öğrenime hazırlayıcı programlar uygulayan öğretim kurumlarıdır.'
Demek ki neymiş?
İmam hatip liselerinin birinci amacı imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetleri karşılamak için görevli eleman yetiştirmekmiş. Zaten çıkıp camilerde imamlık yapan herhangi bir imamla konuştuğunuzda imam hatip lisesinden mezun olduğunu görürsünüz. Yani imam hatip lisesinden mezun olmak imamlık yapmak için yeterlidir. Diplomanın üstünde kocaman imam yazması hususu ise budur. Yani bu lisenin diplomasini alan şahıs imamlık yapabilir, devletten bu unvan ile kadro ve maaş alabilir. Yoksa ben ne bileyim diplomanın üstünde ne yazıyor. Mezun olunan okul ile mezun olanın adi yazıyordur herhalde.
Ve bahsi geçtiği üzere bu kurumlara kız öğrenciler de gitmektedir. Ancak yönetmelik maddesinde de görüldüğü üzere, amacı belli olan bu kuruma giden kızların, erkekler ile ayni diplomayı almalarına rağmen imamlık yapmak gibi bir durumları yoktur. Bu durum ise okulların kuruluş amaçları göz önüne alındığında çelişki gibi durmaktadır. Gerçi eğitim-sen tarafından yapılan araştırmaya göre bu okuldan mezun olanların % 88'i din adamı olmak istemiyormuş. İşte bu noktada kimi sorular gündeme geliyor. Gerçi simdi birileri çıkıp __ama onlar yüksek öğrenime devam edecek__ falan diyecektir. Yine de eğitim-sen'in yaptığı araştırmaya göre imam hatip liselerinden mezun olup, ilahiyat fakültelerine devam edenlerin oranı %8! ! !
Yani bırakın kadınları, erkeklerin de sanıldığı üzere imamlık veya din adamlığı gibi bir istekleri yok. Pekiiii… Okulun kuruluş amacı neydi?
Kadın imam hususuna gelince... İmam hatip lisesinden mezun olan bir kızın imamlık yapamayacağı kesin değil mi? Bunun en büyük sebebi ise kadını ikinci sınıf bir varlık olarak gören bir anlayış geçip kadının arkasında saf tutmayacak olması değil mi? . Burada dile getirilen ise kadınlar imamlık yapsın demek değil, bir çelişkiyi vurgulamaktır. Yoksa ben de biliyorum kadından imamı kimsenin kabul etmeyeceğini.
Simdi gelelim çarpıtılan bir diğer hususa. 'gerçi kadın imam olsa çok da kötü olmazdı hani. Yani eğilen kadının bilmem neresine bakmak için bile olsa, camiye giden insanların sayısı artardı ve çoğunlukla bomboş duran ve ise yaramayan camiler bir işe yaramış olurdu...' birçok akla göre :))
Hakaret filan ettiğim yok siz de biliyorsunuz bunu! Yalan mı kardeşim? Camiler özel günler dışında hep boş durmuyor mu*? Kadın imam olsa 'aaa kadın imam gelmiş koşun lan camiye ' diyecek kendini bilmezler çıkmayacak mı? Bu durum espri konusu yapılmayacak mı? Camiye giden insan sayısı, kof bir kalabalık da olsa, artmayacak mı? Hakaret varmış. peh... Ülen! Türkiye’de, sürekli bastırılan, yaşanmasına izin verilmeyen duygular yüzünden (ki genelde inanç sistemleri sebebi ile kimi şeyler bastırılmaktadır) yaşanmıyor mu bu çelişkiler zaten?
Simdi sormazlar mı adama sen o kendini bilmez değilsen ne üstüne alınıyorsun, yaran mı var da gocunuyorsun diye? Yaralardan gocunmak yerine artık bu yaraları iyileştirelim arkadaşlar.
En basitinden sözlükte bile kadınlara ve cinselliğe yönelik nasıl bir yaklaşım olduğu ortada. Orada vurgulanan ise budur. Erkekle kız ele ele geziyor veya birbirine sarılıyor diye yırtık dondan çıkar gibi saçmalayanlar, bunun aksine de matah bir şeymiş gibi kavga edenlere seyirci olunan ve ‘’vur ulan vur’’ diyen akıllar var bu ülkede. Onun için çarpıtılan kısımda kimsenin dinine falan hakaret yoktur. Ancak bu yazılanlara da bir çelişki bulmuş gibi balıklama atlayıp, usulüne uydurulmuş hakaretler yapıp, akılları sıra kadınları kollayan kimseler, inanç sistemlerinin kadına bakışını, kadını nasıl aşağıladığını, nasıl insandan saymadığını bilmiyorlar herhalde. Nefsine güvenemeyen erkek onun için kadını çarşafa dolamak için uğraşmıyor mu zaten? Ya da burada kadın aşağılanmış diyerek ağlayanlar acaba bir kadın imam arkasında saf tutarlar mı?
__Yalan mıdır?
Esra Su
*******************************************************
YAZIDAKİ İBARELERE BİR BAKALIM
Hakaret varmış. peh... Ülen!
yırtık dondan çıkar gibi saçmalayanlar
yaran var mıda gocunuyorsun
kadın imamın arkasında saf tutarlar mı ?
.........................................................
diyen bir ESRA SU
O KÜÇÜCÜK AKLIYLA
NE ANLAMIŞSA İŞTE....
akıtıyor salyalarını sağa sola
diğer yazıları da okununca belli oluyor hangi amaca
neye hizmet ettiği...
Akıt salyalarını ESRA SU
KUDURMUŞ KÖPEKLER GİBİ...
BAKALIM YÖNETİM NE ZAMANA KADAR
BUNA MÜSAADE EDECEK ???!!!
BUNLAR KİM ATATÜRKÇÜLÜK KİM
BUNLAR ORTALIĞI KARIŞTIRI
MİLLETİ BİRBİRİNE DÜŞÜRÜR
SONRA DA GEÇER SEYREDER
ATATÜRKÜN ZAMANINDA DA VARDI
BÖYLE PROVOKATÖRLER
ŞİMDİ DE
GİREMEYECEĞİ KILIK OLMAZ BUNLARIN...
YAZIK BUNLARA MÜSAADE EDEN
OTURDUĞU YERDEN BUNLARI SEYREDEN
SİTE YÖNETİMİNE
Can YÜCEL kesinlikle son dönemin en iyi şairlerindendir
Evet belki ağzı biraz bozuktur Ama
belki de yaşadığı dönemde uğradığı haksızlıklardan
da olmuş olabilir diye de düşünmek lazım
şiir de gayet güzel Ayrıca
Diğer konu
ZAAF SİTE YÖNETİMİNDE...
Bu nasıl bir sitedir ki dine inanca küfretmek serbest
yazılanlar da şiir olsa...
Şu söz yeter anlayana !!!
Can Baba'yı mahkemeye vermişler;
Hakim sormuş
Bu şahıs sizden şikayetçi
Bu şahıs sizin O na '' G.t'' dediğinizi söylüyor?
Doğru mu?
Canbaba demiş
Doğru...
Hakim demiş Nasıl yani
Can Baba cevap vermiş
Efendim '' G.ö. t ''' e ''' G.t'' den başka ne denir ki?
Birileri duyuyordur herhalde...
Can YÜCEL ferdi özgürlükleri, savunan
bireysel bir şairidr toplımcu değil
Bu yüzden yer yer hatta çoğu kez şiirlerinde
mizahtan öteye geçmiş
istihzalı bir dil kullanmış
kaba bir tabirle ağzı bozuk şairlerimizden biridir
şiirimiz argoyla ve küfürle tanıştıran
şairlerden biridir de diyebiliriz aslında
Ama diğer şahıs belli ki bunu da geçmiş
Herlalde Can YÜCEL bile
kimseye bu kadar rahat küfretmemiştir
Küfredememiştir !..
Adı geçen şahsın şiirini buraya
böytle bir şairin şiirinin altınayazmak aslında bu
büyük şaire hakaret olur biraz da
bir dahaki sefer yazarız artık
O kadar da iyi bir şair değil o şahıs : ) )
Can Yücel'ın Hayatı (1926 - 1999)
Yergici anlatımı ve kendine özgü dil örgüsüyle çağdaş Türk Şiiri’nde özgün bir yer edinen, eski milletvekili ve bakanlardan Hasan Ali Yücel'in oğlu Can YÜCEL, 1926'da İstanbul'da doğdu. Fakat kendisini Datça’lı kabul eden ünlü şairin mezarı Datça'dadır. Son üç kitabını da Datça üzerine yazmış, yarımadanın güzelliklerini, şiirinin güzellikleriyle buluşturmuştur. Bu yüzdendir ki, Can Yücel'i okumak, Datça havasını solumak duygusu verir insana. Taze... şaşırtıcı... farklı... düşündürücü...
Orta öğrenimini Ankara Erkek Lisesi'nde, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi ile İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde tamamlayan Yücel, askerliğini Kore'de yaptı. Uzun süre Paris'te ve İngiltere'de kalan Yücel, BBC Radyosu Türkçe Yayınları Bölümü'nde spiker olarak da çalıştı. Ancak hayatında hep ilk sırada şiir yer aldı. İş dünyasında çok az zaman geçiren şair meslek olarak kendisine şairliği seçtiğini söyledi hep.
1962'de İngiltere'de, 1709'da Latin harfleriyle taş baskısı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabını bulması geniş yankı uyandırdı. Ertesi yıl yurda dönünce bir süre Bodrum'da turist rehberliği yaptı. Sonra İstanbul'a yerleşti. Çeviriyi uğraş edindi. Ve bir çevirisi nedeniyle 12 Mart döneminde hüküm giydi. 1974'te aftan yararlanarak serbest kaldı.
Yazın yaşamına üniversitede öğrenciyken yayımladığı şiirleriyle girdi. Şiir, yazı ve çevirileri 1945'ten itibaren Yenilikler, Seçilmiş Hikayeler, Dost, Şiir Sanatı, Yön, Papirüs, Yeni Dergi, Yazko Edebiyat, Yeni Düşün, Vatan, Demokrat vs. dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Şiirlerinde argo ve müstehcen sözlere çok sık yer veren, bu nedenle zaman zaman dikkatleri üzerine çekip koğuşturmaya uğrayan Yücel'in 1974'te çıkan 'Bir Siyasinin Şiirleri' kitabı, o döneme kadarki şiir macerasının dengeli bir bileşimi olarak görüldü. Bu şiirlerinde hapishaneden dışa ve orada yaşayanlara dönük izlenim, gözlem, duygu ve düşüncelerinin toplamını, kendi politik kimliğinin sorgulamasıyla birlikte verdi. Tarihsel olaylarla günlük olayları iç içe işleyen Yücel, günceli, taşlama yüklü bir ifadeyle, politik eleştiri düzeyinde ele aldı. Toplumsal olanı yansıtmada gülmece, şiirinin en önde gelen öğesi oldu.
Şiirlerinde, toplumcu bir bakış açısından yola çıkarak daha iyi bir dünyanın kurulması amacını savunan Yücel'in, sözcük oyunlarıyla ulaştığı dil ustalığı, şiirini 'yeni anlam boyutlarıyla donatarak' etkili kıldı. Halk kaynaklarına, halk ağzına, daha çok da halk türkülerinin deyişlerine de yaslanan Yücel'in kullandığı günlük söylem, yöresel deyişler, deyimler ve argo sözcükler, şiirini etkili kılan diğer öğelerdir. Diyaloglar, atasözleri, benzetmelerle kendisine has bir üslup oluşturdu.
Yazma'dan başlayarak tüm şiirleri incelendiğinde Yücel'in şiirinin ironiden başka yönleri olduğu farkedilecektir. Örneğin, yoğun bir duygusallık ve sevgi arayışı; ustalıkla doruğuna ulaşmış bir dil işçiliği, entellektüel düzeye varmış bir biçim arayışı; yanlışa, haksıza karşı, yerleşik nizamdan öç alırcasına öfkeli ve bir o kadar da acılı bir direniş... bir başkaldırı...
En ağdalı ifadelerden, en acılı ağıtlara; en sert sokak ağızlarından en yoğun sevda ve sevgi şiirlerine; zeka parıltılarından en yalın, en sade söyleyişlere kadar her şeye yer verdiği şiiri, bir 'vazifeye adanmışlık' şiiridir onun. Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Weiss ve Brecht gibi yazarlardan yaptığı çevirilerde, yapıtları neredeyse yeniden yazarak değişik bir çeviri anlayışı getirdi edebiyat dünyasına.
Kitapları: Can Yücel'in şiir alanındaki başlıca yapıtları arasında 'Yazma' (1950), 'Sevgi Duvarı' (1973), 'Bir Siyasinin Şiirleri' (1974), 'Ölüm ve Oğlum' (1976), 'Şiir Alayı' (1981), 'Rengarenk' (1982), 'Gökyokuş' (1984) ve 'Beşibiryerde' (1985), 'Canfeda' (1986), 'Çok Bi Çocuk' (1988), 'Kısa Devre ve Kuzgunun Yavrusu' (1990) yer alıyor.
Bu şiir ile ilgili 50 tane yorum bulunmakta