Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
sessizce çıkıp giderdim,
bu eski dede evinden.
Çıplak ayaklarıyla topakları çiğneyip,
elleriyle karıp samanla toprağı,
tahta kalıplara doldurup çamuru,
güneşte kurutup,
kalıptan çıkardıkları kerpiçleriyle,
tek tek elleriyle örmüş dedem,
bu ahşap evin duvarlarını.
Üç göz oda,
alçak tavan,
duvarları çamur sıvalı,
sakız beyazı kireç badana,
olsun diye anam,
dere yataklarından,
yağmurun taşıdığı sel sularından,
yıkanmış kum taşıtırdı yavrularına.
Bir çuval verirdi elimize ya da bir teneke,
bir de küçük bir kürekle,
- taşıyacağınız kadar getirin oğlum
derdi,
- yorulmayın çok doldurup da.
Badana kurumadan daha,
kireçten kusan kum tanelerini,
tırnaklayıp düşürmeyi severdim her nedense?
Bir de çatıdan sızan yağmur suyunun,
kabartıp kaldırdığı,
sıvaları düşürmek hoşumuza giderdi,
çocukça bir oyun gibi gelirdi bize,
sonunda tel maşayı yesek de kıçımıza.
Kabuk tutan yaralarımızı da,
tırnaklayıp kopartırdık hep,
canımız acısa da kanata kanata.
Üç göz odanın,
sobası olmayan odalarında uyurduk biz,
kalın yorganlar altında,
sarılırdık birbirimize vıııı yapa yapa,
soluklarımız karışırdı koyun koyuna,
ısınana kadar çocuk bedenlerimiz,
birbirine vururdu dişlerimiz kıtlaya kıtlaya.
Abimler birlikte,
biz altı numara kardeşimle yatardık,
annem kız kardeşimle yatardı,
üşümesin diye yavrusu.
Ne de olsa tekne kazıntısı,
olsun diye o,
kaç kez doğurmuştu,
kolay mı olmuştu?
Babam tek kalır,
bazen annemle yer değişir,
bazende yavrularının arasına gelir,
keskin sigara kokan soluğuyla,
içine çeke çeke
yavrularını öper koklardı.
Ne acılar,
ne mutluluklar yaşandı yıllarca,
alçak tavan,
duvarları çamur sıvalı,
sakız beyazı kireç badanalı,
üç göz oda da.
Dört ya da beş yaşlarımda,
peşkirle yanı başında,
namaza durduğum:
uzun boyu,
bembeyaz gün görmemiş teni,
ve masmavi çakır gözleriyle babaannem;
Bayram sabahları,
pamuk ellerini öpünce,
mendilin arasına bir miktar para,
bir de boş naylon torba koyardı.
Kapı kapı tüm mahalleyi dolaşıp,
topladığımız bayram şekerlerini,
önce babaannemize gösterir,
tek tek sayıp boşaltır,
sonra yine saya saya,
tekrar torbaya doldururduk.
Bayramlarda bizde dahil,
bütün çocukların en çok sevdiği,
kabuklu fıstıklardı,
ve mahallede sadece bizim evde olur,
bir kere el öpmeye gelen çocuklar,
mutlaka bir kere daha uğrarlardı.
Altı numarayla ben,
önceden yer bitirirdik şekerleri,
Yedi numara kız kardeşimizse,
ısrarla bize caka satar,
yemez saklardı şekerlerini,
tabi biz zulayı ortaya çıkarıp,
üfürene kadar bütün şekerlerini.
(biraz bırakırdık canım,
yemezdik kaba şekerleri.)
Ama annem:
kız kardeşimizin çığlığını duyunca,
akşam olup eve girene kadar unutmaz,
-hoş geldiniiz
deyip karşılardı bizi,
kıçımıza patlattığı tel maşalarla.
Kerpiç kerpiç üstüne,
sevgilerle büyürken dede evinde,
ilk göz yaşları,
babaannem için aktı.
Çocuk yüreğimde bir kare,
hep takılı kaldı.
Dip odada, yer yatağında,
Babaannemin son kıvranışından sonra,
ıslanıvermişti döşek.
Çığlıklar ve ağlaşmalar arasında,
ite kaka çıkarmışlardı beni dışarı.
O zaman ağlamamıştım,
çok ufaktım daha.
Peşkirle kurularken yüzümü yıllar sonra,
Yanında namaza duruşum
yüreğime düşünce bir an,
Torun hakkı olan göz yaşlarımı döküp,
ağlamıştım ona da.
Mezarlığa ağaç dikmeye gitmiştik İlkokul da,
elimde ki fidanı babamla dikmiştik,
babaannemin ayak ucuna.
Aloooo derdi babaanneme hep dedem,
alooo aşağı, alooo yukarı.
ama alooo'su gidince dedem,
susuz bir gül gibi solup sarardı.
Son nefesinde bile,
yine dudaklarında o söz vardı,
yanına geliyorum der gibiydi sanki,
aloooo ey aloooooo!
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
sessizce çıkıp giderdi dedem,
kerpiç kerpiç üstünde,
sevgiler büyüttüğümüz,
üç göz oda ahşap evimizden.
Çok iyi ata binermiş,
gençliğinde köse dedem.
Bu yüzden efe'de derlermiş ona.
Ulak yapmışlar dedemi,
İnönü savaşlarında.
Dört nala uçarcasına
koşturduğu için atını dedem,
hiç yakalayamamış dedemi düşman.
Cepheden cepheye haber götürüp getirirken,
topuğunu sıyırmış kahpe bir kurşun.
Ama en iyi şekilde yapmış
görevini yine dedem,
alnının akıylan.
Dedeme bilmem kaç dönüm toprak vermeye kalkmışlar,
savaştan sonra.
Öfkelenip şöyle haykırmış onlara:
menfaat için değil,
vatan için yaptık ne yaptıksa! ...
Kerpiç kerpiç üstüne,
sevgilerle sulardık,
içimizde ki yeşile duran tarlalarımızı umutla.
Bir sürü hayvanımız vardı çocukluğumuzda.
Koynumuza alıp birlikte uyurduk
yeni doğan kuzularla,
biberonla süt içirirdik kuzucuklara.
Patates kabuklarını çöpe atmazdı annem,
süt yapsın diye yedirirdik kuzulu koyunlara.
Doru atımız, toklu ineğimiz,
toss toss deyince çaktımı oturtan,
koçlarımız vardı bizim.
birde eşkiya olurdu ki koçlarımız,
yemlikler doldurulurken,
elinde ekmekle geçeceksin de önlerinden,
haracını vermeyeceksin he koçun!
Valla sokağın bir ucundan başlardı kovalamaya,
sokağın öbür sonunda,
koca bir somun ekmeği bıraktırırdı,
koca koca adamlara.
Kuzularımızsa hop ti di hop ti di,
yarış yaparlardı serin sabahlarda.
evin önünden yüz metre kadar uzağa,
hep birlikte yarışırlar,
pıtı pıtı taptara taptara,
tozu dumana kata kata,
gelirlerdi avuçlarımıza,
okşayalım sevelim diye onları da.
Bizim koyun sürülerinin gibisini,
hiç görmedik hayvan pazarında.
Daha girer girmez satılırdı koyunlarımız,
hayvan pazarına.
Sade ot, saman değil,
sevgimizi de verirdik,
bir fiske bile vurmazdık onlara.
Gütme harçlığımız verilirdi.
(isteksiz aldığımız tek harçlıklarımız o paralardı)
Sürümüzü yeni sahiplerine sürürdük ite kaka,
çok geçmeden birbirine katıp pazarı,
gelirlerdi yanımıza toz bulutlarıyla.
Belki de biliyorlardı,
onlardan ayrıldığımız için ağladığımızı.
Hep çok severdik biz bütün hayvanlarımızı.
İki kardeş çoban köpeklerimiz vardı:
Duman ve Karabaş.
Bir gün bizim sürüye,
canavar saldırmış dağda,
savmışlar canavarları,
korumuşlar sürülerini
bir olup vermişler sırt sırta.
Ancak ağır yaralanmış Duman,
büyük olmanın duygusuyla,
kardeşinden çok o atılmış en önde kavgaya.
Annem babam yarasını iyileştirmeye çalışmıştı,
ama derindeymiş diş izleri.
Sabah Karabaş abisinin baş ucunda,
ağlıyormuş gözlerinden yaşlar boşala boşala.
Hem ağlıyor,
hem de abisinin yaralarını yalıyormuş,
binbir umutla.
Dumansa kıpırtısız yatıyormuş boylu boyunca.
Kerpiç kerpiç üstünde,
sevgiler biriktirdiğimiz evimizin,
ilk kahramanı Duman'ımızdı bizim.
Orda burda eşelenen tavuklarımız,
ve mutlaka tepeleyen,
edepsiz horozlarımız vardı bizim.
Pamuk beyazı fifil fifil,
bir çift tavşanımız vardı,
elimizle havuç yedirirdik,
birden on tane oluverdiler bir sabah,
ve evin altında:
tüp geçitler yapıyorlar diye babam,
vermişti birilerine para mara aramadan.
Güvercinlerimizse;
zaten hayat ışıklarımızdı.
Çok hoşumuza gittiği için,
yeni eşleşmiş bir çift güvercinimizi,
(sevişmelerini bozuyor diye başkaları)
yalnız salardık bahçeye,
aşk seremonilerini seyredelim diye.
erkek yerleri süpürürdü kuyruğuyla,
dişisine yaptığı bin bir çeşit kurla,
aşkı ilan ediyordu hayvanca da olsa.
Güvercinlerimizin öpüşmelerini görünce,
içimizde ki bahçelerde çiçekler açardı.
Nerden duymuştuk,
yalan mıydı, doğru muydu?
bilmem ama,
sonuçta bizim doğrumuzdu,
güvercin kanının,
insan kanına en yakın kan olduğuna,
öykünerek tanımaya çalışırdık,
güvercinlerimizin sevgi dolu iç dünyalarını.
Gözlerimle tanık olmasam,
inanmazdım herhalde anlatsa birileri.
Yan yana uçarken gökyüzünde,
birden keskin bir rüzgarla gelen patırtıdan sonra,
görünce eşini;
atmacanın pençesinde boynundan asılı,
gitmişti eşinin peşinde,
bir umut metrelerce.
Boş kümese, yalnız yuvasına girdi,
günlerce yemedi, içmedi,
ağıt yaktı ardından,
durmadan vuuuk vuuuk vuuuuk dedi.
Sonra o da gitmişti bir gün,
kıpırtısız bedeniyle,
aşığının yanına.
Yalnız bırakmamıştı erkeğini,
siyahın mateminde,
sonsuzluğun ufuklarında.
Kerpiç kerpiç üstünde,
sevgilerle ışıldadığımız evimizin,
ilk romantiği de:
dişi güvercinimizdi.
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
sessizce uyandırırdı bizi annem.
saçımızı okşar, ateşimize bakar, öper kucaklardı.
Bahçede ki çeşmede yüzümüzü yıkar,
koca soframızın bir kenarına çökerdik hemen.
sımsıcak çaylarımızı koyar,
sobada kızarmış ekmeklerimize
yağ sürerdi annem.
Çaylarımızı aynı anda karıştırırken,
bir arada olmaktan mutlu olurduk,
çay kaşıklarımızın çıkardığı sesten.
Ak pak üstümüz başımızla,
bizi okula yolcu ederken:
- Allah zihin açıklığı versin yavrum.
derdi annem.
Sonra gömülürdü tek başına,
dokuz nüfusun;
yemeğine, bulaşığına, çamaşırına,
söküğüne, yırtığına, yamasına.
Lambalı bir radyosu vardı annemin,
bütün gün çalardı radyo,
her işini yaparken hiç susturmazdı,
türküleri çok severdi annem,
ama en çok,
bir Münir Nurettini,
bir de hafız Burhan'ı dinlerken iş yapmazdı.
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
sessizce çıkıp giderdim,
pespayemi geride bırakıp,
iş gücümü yanıma alaraktan.
Fırında bir bardak çayla,
el yakan simidimi göçürüp sıcak sıcak,
sıram gelince başımın üstünde ki tablamla,
soğumadan yensin diye insancıklara,
(benim yaşımda, benden büyük küçük çocuklara)
koştururdum simitlerimi coşkuyla.
İstanbul'dan bol fiyakalı, yaldızlı,
bir sandık getirtmişti babam,
oğulları severek boyasın diye ayakkabıları.
Fazla sürmedi, kem gözlere gitti,
uçurdular, okuttular, iç ettiler bizim fiyakalıyı.
Bende inadım inat,
aldım elime keseri, testereyi,
kendim yaptım kendi sandığımı.
Ayak basma yeri,
fiyakalı kadar antika değildi ama,
oluyordu işte yine iş,
çıkarttırıyordu bana harçlığımı.
Kerpiç kerpiç üstünde,
sevgilerle serpildiğimiz evimizde,
ilk tartışmalar siyaset üzerineydi.
- Size mi kaldı ulan memleketi kurtarmak,
avradını...(bilmem naptığımın) dölleri.
derdi babam abimlere.
Sokaklarda, mahallelerde,
kalabalık caddelerde,
pankartlar, afişler, duvar yazıları,
sloganlar, kahrolsun... lar gırla giderdi.
Sömürüye son diyordu birileri,
milli menfaat diyordu öbürleri,
aş diyordu, iş diyordu,
kardeşçe yaşam diyordu birileri,
ekmek yediğiniz kaba pislemeyin
falan diyordu diğerleri.
Şarkı söylemeyi çok severdim,
çocukken de ben,
''aldırma gönül aldırma''
yeni duyulmuştu o günlerde.
iki numara abim verdi birgün sözlerini,
ezberlemiştim hemen,
ve o şarkıyla ağlatmıştım
bir çok öğretmenimi.
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
traş olur, banyosunu yapar,
giyer sakız beyazı gömleğini,
girip annemin tuttuğu ceketine,
sessizce çıkıp giderdi babam,
aksayan ayağıyla,
sevgi tohumlarını geride bırakıp,
üç göz oda ahşap evinde.
Hep kıskanırdım,
başka çocuklar da seviyor diye babamı,
başka çocukları da seviyor diye babam.
İşe giderken yol boyunca,
dağıtırmış cebinde ki şekerlerini
kapı önünde oynayan çocuklara,
başlarını okşaya okşaya.
Avuç avuç isterdik hep o şekerlerden,
o çocukları daha az,
bizi daha çok sevsin diye babam.
Ama yine de yıllar sonra bile olsa,
okulda, maçta, yüzerken karasu'da,
hep söylerdi arkadaşlarım:
- ne kadar iyi babanız var,
o şekerlerin tadını hiç unutmadım daha,
derlerdi,
sanki kendi babalarından söz ediyorlarmışcasına.
Anamla kolkola yürürlerken yolda,
üstü başı perişan,
çingene çocuklarını da severmiş babam,
- dokuz tane doğurdum,
yedi tane büyüttüm,
hala daha çocuk seviyorsun ya,
diye söylenirmiş babama anam.
Siyasetin caf cafında,
taraf oldu diye abilerim halktan yana,
devrimci yoldan yana.
Aranır oldular darbeden sonra,
kovboy filmlerinde ki gibi,
Wanted şeklinde değil ama,
Aranıyor,
aşağıda kimliği belirlenen,
bölücü, yıkıcı hainler,
... falan filan devam eden
yazıların resimlerin arasında,
bir numara abiminde resmini görmüştüm,
tren istasyonunun camında.
İki numara abim önce yakalanmıştı,
o günkü çocuk aklımla da olsa,
(bu gün de olduğu gibi)
taraf oldular diye abilerim devrimci yolda,
hep gurur duymuştum onlarla.
Anayasayı ihlalden,
yıkmaya kalkmaktan,
binlerce genci hapislere atan,
asmayalımda besleyelim mi?
diyen darbeci paşalar,
iktidarı ele geçirdikten sonra,
ilk olarak var olan anayasayı yıkıp,
yerine sömürü yasası koymuşlardı.
anarşist olan,
abimler miydi?
yoksa!
anayasayı yıkan darbeci paşalar mıydı?
Kafam karışmıştı çocuk aklımla.
Aynı koğuşta iki kardeş,
abilerimiz vardı bizim.
tutukluydular silahların soğuğunda.
Görüş günü öncesinde,
kabına sığmazdı annemle babam.
Sanki genç aşıklar gibi hazırlanırlardı,
oğullarıyla olan randevularına.
En güzel en temiz kıyafetler hazır edilir,
saçlar biryantinlenir,
adeta yüzler yıkanırdı,
traş sonrası keskin limon kolonyasıyla.
yola çıkacak bütün ayakkabılar boyanıp,
ayna gibi parlatılırdı.
Saçlar taranır,
çakı gibi ütülü pantolonlarla yola çıkılırdı.
Görüş günlerine umutla koşarken,
bayrama gider gibi heyecanlanırdık.
Yakamızda ziyaretçi kartları,
askeri otobüslere bindirilip,
abimlere ulaşana kadar,
zırt pırt üstümüzü ararlardı.
Nihayet varınca görüş alanına,
ilk görüş,
ilk bakış,
ilk gülümseme kalırdı abimlerden.
Eğer bir iki saniye geç gülümserlerse bize,
korkardım yüreklerinde ki depremlerden.
Umut vermekten,
vazgeçmediler bize hiç bir zaman.
Sanki içerde olan bizlerdik de,
onlardı özgür olan.
Bir de son bakış,
son görüş,
son gülümseme,
kalırdı bende görüş günlerinden.
Vedalaşırken el sallardık birbirimize,
parmak uçlarımızın içini öper,
öyle sallardık hem de.
Görüp te dokunamayınca,
tel örgülerin ardında,
silahlı askerlerin arasında,
bahar gibi gülümseyenlerinize,
sevinçle sarılamayınca,
öpemeyince doyasıya,
o hep yeni traşlı yanaklarını.
İçimizde ki güllerin dikeni,
azmanlaşmaya başlardı.
- ne haber gülüm?
nasıl gidiyor?
diye sorarlardı,
- iyiyiz abi, siz nasılsınız?
derdik,
- bizi merak etmeyin iyiyiz biz de
derlerdi.
Ve mektuplarımız:
yüreklerimizin gözyaşlarıyla ışıldayan,
inanç parıltılarımızdı
GÖRÜLMÜŞTÜR
Damgalı mektuplarımız oldu bizim.
Öykünerek aşkiyan aşıklara,
görenlerin gözlerine soka soka,
yemyeşil kırlarda kır çiçekleri gibi;
inancımızla açardık mektuplarda.
İnadına sevgimizi bastıra bastıra,
ütopyamızı tanrıçalaştırırdık sayfalarda.
O görenlerin;
böyle sevdaları hiç olmamıştı işte,
olamazdı da.
O mektupları okuyanlar,
okuyupta o boktan mühürü vuranlar,
mektuplarımızda ve yüreklerimizde ki
toplumsal aşklarımızı,
hiç bir zaman unutamazlar.
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
dev sevgilerimizi salardık,
yol'lara, yol'culara.
Kerpiç kerpiç üstünde,
çoğalan sevgilerimiz,
sığmaz olunca kerpiç duvarlara,
yıllar sonra da olsa da,
dize olup,
mısra olup,
döküldüler boş kağıtlara.
sevgimize dair,
sevdamıza değin,
döktüğümüz göz yaşlarımız adına.
Gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
sessizce çıkıp gitmesin,
yüreklerimiz bir daha.
Üç göz oda,
alçak tavan,
duvarları çamur sıva,
sakız beyazı kireç badana,
kuş gözü pencereli,
eski ahşap,
dede evimizde kalsın;
başka yüreklere de dolsun diye,
kerpiç kerpiç üstünde,
biriktirdiğimiz;
sevgilerimiz,
sevdalarımız,
yarınlarımız...
26.08.07
06:30*
* gün geceyi kovmadan,
ibibikler şahlanmadan,
saat 04:30 sularında,
birden uyandırıp,
yazmaya zorladı tüm bunları,
bedenimi ele geçiren duygularım...
Kayıt Tarihi : 26.8.2007 21:56:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!