Kelimeler Şehri, Diyarbakır, Barış Ve Be ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Kelimeler Şehri, Diyarbakır, Barış Ve Bejan Matur...

Yüksek tavanlı kalabalık bir odada, onu yumuşak bir yaz ışığının aydınlattığı kırımızı elbisesinin üzerine dökülen kuzguni saçları, dingin, ipeksi sesi ve ‘kırılgan’ Türkçesiyle kendi kitabından mısralar okuyan bir kadın olarak hatırlamak hoşuma gidiyor. Salondaki meraklı dinleyiciler gibi ben de ihtiyar bir şehri onun boşlukta yankılanan kelimeleriyle görmeye çalışıyordum. Hafızam nedense onu öylece, ‘zamansız’ duruşuyla kaydetmek istemiş.

O gün şair Bejan Matur, bize kadim bir şehrin sonsuz hikâyesini hediye etti. Diyarbakır’ın görkemli suretine eşlik eden kitap, şehrin kalbiyle başlıyordu: “Şehirlerin göksel kaderine inananlar, o kaderin gökyüzünden göründüğünü bilirler. Diyarbakır, gökyüzünden Anadolu’nun bağrında bir kalp gibi görünür... Amida, Kara Amid, Arabi bir sesin ‘Amid-i Sevda’ dediği, önce gökyüzünde tasarlanmış. Öylece inmiş yere. Bir varlık olarak hep duran, hep olan...”

Bejan okumasını bitirince kucağımda duran o kocaman ‘varlıkla’ imza kuyruğuna girdim. Sıra bana geldiğinde başını kaldırıp hınzırca şöyle dediğini hatırlıyorum: “Sana kitap imzalamak zor.” Bense kollarımı kavuşturmuş sabırsız bir çocuk gibi bekliyordum. O eğlenceli halimiz maalesef çok uzun sürmedi ama derinliğine inandığım kısacık bir cümlem oldu. Sevdiğim bir şair, ılık bir yaz akşamüstü kitabımın ilk sayfasına “Kelimeler için..” yazdı.

“SAÇAKLARIN GERDANINA DİZİLEN ÜZÜM TANELERİ”

Bu kadar basit bir cümlenin neden kıymetli olduğunu yazıyı sevenler ve ona inananlar daha kolay hissedebilir. Binlerce yıldır yaşayan kelimelerin, insandan ve onun sınırlı hayatından bağımsız, farklı uygarlıkların, kültürlerin izlerini taşıyarak ‘sonsuzluğa’ nasıl aktığını içtenlikle kavrayabilenler, onların iyileştirici ve kalıcı gücünün etkisinden kurtulamaz. Mutluluğun, korkunun, kederin, acının, ezikliğin, arzunun, özlemin, umudun, hissettiğimiz her anın gerçekliğini anlatmak için kullandığımız ‘dili’ üst üste yığılan hayat hikâyeleriyle zenginleştirip çoğaltıyoruz çünkü. Bütün dillerin karışımı olan o ortak ‘dil’ sayesinde birbirimizi ve bize benzemeyenleri anlıyor, bağışlıyor, seviyoruz.

Bejan Matur, Mezopotamya’nın binlerce yıllık hikâyesini bize taşıyan Diyarbakır’ın evlerini, avlularını, surlarını kendi sözcüklerinin tınısıyla hatırlatıyor: “Gece çöktüğünde avluda beliren tek şey, saçakların gerdanına dizilen beyaz üzüm taneleri. Gece olunca duvarlarda birer demet beyaz buğday tanesi ve artık kimsenin okumadığı bir tarih. Suriçi’nde ruhu olan bir zamanın yazısıyla, insandan çok yılana ait bir alfabe ile tarih konuşur. Bir tarih artık okunmayan. Hangi yıl? Suriçi’nde kiliselerin boşaldığı ve ayak seslerine ağlamaların eşlik ettiği yıllar mı? Ne çok günah birikmiş... Belki de Surlar uyuyanları dünyadan bir perdeyle ayırdığı için, perde yoktur Suriçi’nde. Aynı uykuyu uyurlar. Aynı perdeyle dünyadan 3.000 yıldır ayrılmış olmanın uykusunu, benzerliğini yaşarlar... Diyarbakır evlerinde perde, dünyayla aralarına 3.000 yıl evvel çekilmiş surlardır...”.

ÖTEKİ VAROLUŞUMUZU MÜMKÜN KILIYOR...

Bugünlerde etraftaki uğultuya gönülsüzce kulak vermeye çalışırken, kelimelerin, dilin, hikâyelerin sadece kişisel hayatımızdaki yerini değil, değişen toplumlar için ne ifade ettiğini de düşünüyorum. Böyle zamanlarda savaş çığlıkları atmaktan çekinmeyen ‘ölü’ siyasetçilerin hayatı son yıllarında alacakları oylardan ibaret sanan bayağı dili çok ilgimi çekmiyor. Bazılarının her durumda, ‘ama’ diye başlayan bezdirici sayıklamaları, ‘ötekinin’ kimliğini, dilini, inancını kabul etmeye, anlamaya yönelik en iyimser çağrılara bile ‘temkinli olalım’ uyarılarıyla bencilce itiraz etmeleri, kendilerine benzemeyenleri aşağılayan ırkçılıkları ve bütün bu saçmalıklar bana sadece acıklı geliyor aslında. Birazcık tarih bilinci olan sıradan bir insan bile öncelikle ‘40 bin insanın öldüğü bu savaşa son verelim, bu acıyı dindirelim’ cümlesini net bir biçimde söyleyemeyenlerin gelecekte nasıl hatırlanacağını sezebilir değil mi? Peki o halde ne türden kör bir düşmanlık bu insanları böyle akıldan ve vicdandan yoksun bir hale dönüştürüyor?

Bu sorunun basit cevabı da biraz sağduyu sahibi olan herkesin malumu aslında. Ben daha derin olanlarıyla geçenlerde Alberto Manguel’in Kelimeler Şehri’ni okurken sıkça karşılaştım. Yazara göre dünyanın en eski şiirlerinden birisi olan Gılgamış Destanı, temelde ‘ötekinin’ varoluşumuzu mümkün kıldığını anlatıyor. Manguel bu prensip üzerinden hayatı siyasetin, iktidarın çürümüş diline hapsedenlere de şunu hatırlatıyor: “Ölüm yalnızca kaçınılmaz olarak ortak kaderimiz değildir; insanlığın ona dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır; yaşamımız asla bireysel değildir, ötekinin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. Bir başımıza bir adımız ve bir yüzümüz yoktur.” Hâlâ birilerinin binlerce yıl evvel yazılmış bir hikâyenin bu basit hakikatini idrak edememiş olamaması ne hazin ve korkunç!

‘BEN ACILARIMI BÖYLE İFADE ETMEM’

Birkaç ay evvel ‘ötekileştirdiğini’ anlamaktan ziyade onu sorgulayan o tanıdık davranış biçiminin en nobran olanlarından birisiyle televizyonda karşılaştım. Nedenini pek sorgulamadan benimsediği ‘üstün kimliğinden’ gurur duyan televizyoncu, Bejan Matur’a telaşla soruyordu: “Merak ediyorum, söylesene Kürt olarak doğmak, oralarda onlarla büyümek, şair olmak, yetmezmiş gibi öteki mahallede yazmak nasıl bir şey? ” O korkunç soruyu duyunca kesif bir utanma duygusuyla kanalı değiştirmek üzereydim ki Bejan mağrur duruşuyla hiç düşünmeden sükûnetle cevap verdi: “Ben acılarımı böyle ifade etmem.”

O kendisine yasaklanan işaretleri gördüğünden beri harflerini Kürtçeden değil, Türkçeden seçiyor. Bundan pek şikâyetçi olduğunu sanmıyorum, Türkçeyi çok sevdiği şiirinin şefkatli, sakin ama ruhu fena halde hırpalayabilen koyu sesinden belli. Kürtçe şiirler, hikâyeler yazabilmeyi de isterdi herhalde. Hangi yazar ana dilinin sesiyle başkalarına dokunabilmeyi istemez ki? Bejan Matur, kelimelerin büyüsüne kapılıp onlarla uzun çöl seyahatlerine çıkan bütün şairler gibi umutlarını, özlemlerini şiirin iyiliğiyle yıkıyor. İçine doğduğu coğrafyanın rengini, kokusunu, müziğini, acılarını hiç unutmadan... Biriktirdiği doğrudur suyun hayatı/ Büyüttüğü/ Ama burada,/ Bu derin vadide kıvrılarak kaybolan nehir/ Götürüyor ruhunu kavimlerin./ Götürüp ölümlerini denizin dibinde saklıyor/ Ölümlerini onların balıklara söyletiyor/ Şakayıkların titrekliğine katıyor düşlerini/ Mercanların sabrına...

Tarih başkalarının hikâyelerini de biriktirebilenleri, ‘ötekiyle’ varolabilenleri hatırlayacak. Tanrının hediye ettiği kelimeler, kâinatta sonsuza dek özgürce dolaşabilsinler diye...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:03:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan