Ben hep sevgiyi aradım…bir ömür süren yalnızlığımda sevgiye aç yüreğimin feryatlarını susturmaya çalışarak geçti yıllarım…bir ömür süren yalnızlık nedir, nasıl bir duygudur gerçek anlamıyla bilen çıkar mı? ...hiç sanmıyorum…küçük bir kız çocuğu düşünün; annesinin babasının sevgisine muhtaçken, ikisi de hayattayken, biri yanındayken uzak, diğeri zaten kendi hayatında …mesafelerce uzak…annesinin kucağına sokulamamış hiç, yanındayken… annesi beş yaş büyük ablasıyla yatarmış çünkü…nedenini hiç anlayamadan büyümüş küçük kız…hayatında bir kez babasının dizlerinde uyumuş yıllar sonra genç kızlığa adım atmak üzereyken…bu onun en mutlu anısı olmuş…evlenmiş bir gün sanmış ki eşi çok sevecek onu…kollarında son bulacak kimsesiz sevgisiz çocukluğu…oysa bu gün o güne dönüp baktığın da…kimsesiz sevgisiz çocukluğuyla birlikte genç kızlığı ve kadınlığı da son bulmuş o kollar da…öncesini saymazsam otuz yıl tam otuz yıl süren bir sevgisizlik ve yalnızlıktı evliliğimde yaşadığım…eşim iki kızımın babası…mutluluk sözleriyle girmişti hayatıma…sana sevgisizliği unutturacağım demişti…unutturdu evet…kendimi, varlığımı öylesine unutturdu ki bana…sevginin ne olduğunu da sevgisizliğimi de fark edemedim yaşarken…yaşarken diyorum…nefes alıp vermek yaşamaksa eğer yaşıyordum evet…bu yıllar içerisin de önüne gelen karşısına çıkan her kadını sevmişti eşim her kadına ilgi gösterir etrafında dönerdi…bense onun etrafında dönerdim…yokluklar diz boyunu aşardı hep hayatımızda…bildim bileli hep işsizlik yaşardı çünkü…yuvam dediğim yerler tahta barakalardı hep…yaşamaya korktuğum izbe yerlerde geçti en güzel yıllarım…ışıksızda kaldım susuz da en kötü şartları güzelleştirecek gücü bulurdum yüreğimde…ucuz mumlar alırdım… bulabildiğim bir lokma aşımı o mumların ışığında hazırladığım sofrada yerdik bir de çiçek koyardım masaya…eşim yapamadıklarına üzülmesin içerlemesin diye…polyannacılık oynardım kendimce…komşumun tulumbasından su taşırdım gücüm yettiğince tam bir yıl susuz kaldım o evden taşınana kadar…ama hayata inancım vardı, olmayan sevgiye inancım vardı…kendimce yokları var sayardım hayata tutunmak için…hayallerime sığınırdım…gözlerimi kapatıp gelecek güzel günleri düşlerdim…yere serecek bir halım olmamıştı yıllarca ya…olsun ben eski battaniyeyi serip onun güzel bir halı olduğuna inanırdım…karton kutulardan üzerini kumaşla kaplayıp sehpa yapardım gelenler çaylarını koyacak bir yer bulsun diye…ilk kızımı da böyle baraka bir evde soğuktan titreyerek bir kış günü dünyaya getirmiştim…ne sobam vardı ne de yakacağım…çoğu zaman yorganın altında değişirdim bebeğimin üzerini…üşümesin diye…yine sevinç vardı içimde …Allahın bana bağışladığı yavruma sarılırdım çaresizliğime inat…nasıl bir inançtı nasıl bir umuttu bana bu gücü bu cesareti veren bilmiyorum…yıllarca yeri beton duvarları taştan bir ev hayal etmiştim…yıllar sonra küçücük bir oda bir salon (salon dediğim koridordan biraz genişçe bir yerdi) eve taşınmıştım…öyle büyük öyle güzel öyle erişilmez gelmişti ki bana o evi tutana kadar…benim küçük sarayım dı o ev…ama ilk kez aldatıldığımı o evde öğrenmiştim…aslında aldatıldığımı hep biliyordum kendime bile itiraf etmekten korktuğum bu gerçeği yok saymak istiyordum… biliyordum ki kabullenirsem, inancımı yitirirsem dayanma gücüm tükenecek, direncim kırılacaktı…bir yılbaşı sabahıydı… o gece yeni bir yıla girecektik…
Güzel ve huzurlu bir sabaha uyanmıştık…büyük kızım henüz sekiz dokuz yaşlarındaydı…küçük evimizde kızım salondaki çekyatta yatıyordu. Eşim ve ben yatakta neşeyle ve hatta ne garip ki; gülüşerek sohbet ediyor şakalaşıyorduk…salonda birkaç gün önce Ankara’dan yanımıza gelen arkadaşım ve bebeğide uyuyordu kızımla birlikte…O geceki yılbaşı yemeği için kısıtlı imkanlarımızla neler yapabileceğimizi konuşuyorduk…bu arada bende gece gördüğüm rüyamı anlatıyordum eşime…iki gövdesi olan ve üzerime doğru gelip beni zehirlemeye çalışan bir akrep görmüştüm rüyamda…kaçıp eşimin yanına gidiyordum eşim bir kadına sarılmış beni itekliyordu “git yanımdan” diyerek…ben rüyamı anlatırken yastığını arkasına alıp biraz doğrulmuş ve başımı omzuna yaslayarak bana sarılmıştı…sen beni görmüşsün rüyanda, gördüğün o iki gövdeli akrep benim…sana karşı hep iki ruhlu davrandım”…ve bana dönerek sana bir şey söyleyeceğim diyerek devam etmişti sözlerine…hayatında bir kadın varmış, onu çok seviyormuş, benden ayrılacakmış ve onunla evlenecekmiş…beni artık sevmiyormuş… Bu sözlerin şaka olduğundan o kadar emindim ki; gülümseyerek bakıyordum yüzüne…inanmadığımı görünce ciddi bir ses tonuyla; ben sana şaka yapmıyorum canım, çocuklarımın üzerine yemin ederim ki doğruyu söylüyorum demişti…işte o an da etrafımdaki her şey birden kararmış ve olanca hızımla derin bir boşluğa doğru yuvarlanmaya başlamıştım…o ana kadar şok geçirmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordum ama bedenimde ruhumla birlikte bir cendereye sıkışmıştı…bilinçsizce kalkıp mutfağa doğru yürümüş çaydanlığı ocağa koymuştum…bu bir kabus olmalı diyordum kendi kendime…aklıma ilk gelen şey bir sigara yakmak olmuştu…şuursuzca kaynamakta olan suyla ocağa koyduğum çayı demlemeye çalışıyordum…eşim mutfağa gelmiş ve bana bağırmaya başlamıştı…”ne yapıyorsun sen? diyerek çaydanlığı elimden almaya çalışıyor, bense çık git buradan, çayı demliyorum diyerek onun gitmesini istiyordum…bana “sen o kaynar suyu çaydanlığa değil eline boşaltıyorsun, farkında değil misin? deyince elimin kaynar sudan haşlanıp kabardığını fark etmiştim…içimde öyle dayanılmaz öylesine tarifsiz bir acı vardı ki; elimin acısını hiç mi hiç hissetmemiştim…kızım henüz hiçbir şeyden habersiz masumca uyuyordu…eşim arkadaşımı uyandırmış, benim iyi olmadığımı ve benimle ilgilenmesini söyleyerek gitmişti evden…o gidince banyoya kapanmış saatlerce hıçkırıklarla boğulurcasına ağlamıştım…sonra kızıma şimdilik hiçbir şey belli etmemeye karar vererek elimi yüzümü yıkayıp arkadaşımın desteğiyle o gün yılbaşı akşamı için gereken her şeyi yapmaya çalışmıştım…ihanet öyle bir acıydı yakıp kavuran…o yılbaşı gecesi hayatımdaki sonsuz acıların başlangıcı olmuştu…eşim o kadınla tam iki yıl yaşamış olmasına rağmen evliliğimiz görüntü olarak sürmüştü…kızıma kendimizden söz etmeden “bazen anne ve babaların ayrılmaları gerektiğini anlatmaya onu bu ayrılığa alıştırmaya çalışıyordum…ne yazık ki çabalarım sonuçsuz kaldı ve ben sadece kızım babasından ayrılmak istemediği için yıllar yılı, başka başka kadınlarla sürüp giden ihanetlere katlanmak zorunda kalmıştım…bu arada küçük kızımda dünyaya gelmişti...bana ait olmayan bir hayatı tıpkı bir kambur gibi sırtımda taşıyarak yaşanmış bir hayat...Tam otuz yıl süren bir kabusu yaşamak…buna yaşamak denir miydi bilmem? …
Kayıt Tarihi : 15.7.2010 23:38:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu öykü; gerçek bir hayatın, gerçek kahramanlarıyla yaşanmış...gerçeğin ta kendisidir...
![Leyla Altınbaşak](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/07/15/kayip-sevgiler-1.jpg)
Yüreğinizden sevgi eksik olmasın..
biz okurlarına böylesi güzel
anlamlı paylaşımlar
sundugun için sizi kutlarım
salim erben
TÜM YORUMLAR (15)