Bir zamanlar, küçük bir kasabada, Saffet (Karabacak lakaplı) adında; saf ve temiz yürekli biri yaşıyordu. İri yarı, elinde baston olarak kullandığı kalın bir dal parçası, üzerinde yırtık siyah bir paltosu ve kirden yüzü, sakalı kararmış biri yaşardı. Pek kimseyle konuşmaz ya da konuşmak istemezdi. Askerlikten önce, güreşlerde onun sırtını yere getiren olmamıştı. Bilek güreşlerinde de kimse ona dayanamıyordu. Ne olduysa askerlik dönüşü oldu.
Birgün evleri gece yarısı yanınca anne ve babası öldü. Nedense o gün, Saffet evde yoktu. Kimseye söyleyemedi nerede olduğunu. O günden sonra, ağzını bıçak açmadı. Kendini yargılayıp infaz etmişti sanki. Evlerinin bahçesine konu komşu tek odalı kulübe yaptılar.
Hergün kasabanın dışındaki küçük kulübesinden çıkar, köyün zenginlerinden (ağası diyelim) birinin bahçesine gider, saatlerce çalışırdı. Ağasının çağırmamasına rağmen giderdi. O zamanlar bunun nedenini kimse bilmiyordu. Ya da bilenler vardı da susuyordu. Ağası bir tek onunla ilgilenmez, teşekkür bile etmezdi yaptıklarına. Ama o, yine de giderdi hiç aldırmadan. Orada olmaktan mutluluk duyardı. Önüne bir tas çorba ve bir kuru ekmek verip, gönderirlerdi. Hiç teşekkür eden olmamıştı çalıştığı için. Belki de o, teşekkürü de beklemiyordu.
Bazen bizim evin önünden geçerken ben bir köşeye kaçar, saklanırdım. Elindeki bastonla vurur diye. Annem kapının eşiğine oturmuş olan Karabacağa yiyecek bir şeyler verirdi. Birgün onun bakışlarıyla karşılaştım. Hiçte öyle söyledikleri gibi değildi. Bir kedinin ürkek bakışları vardı gözlerinde. O günden sonra saklanmadım köşelere. Ama yine de tedirgin hissederdim, onu görünce.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.