Kaptan Amca Düdük Çal Şiiri - Sevinç Koçak

Sevinç Koçak
13

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Kaptan Amca Düdük Çal

zıplayıp çığlıklar atarken sahilde
âşina yüzler ihtişamıyla câmi
sevdiğine koşarcasına koşan dalgalar
martılar Beylerbeyi’nde neşe...
“Kaptan amca düdük çal! ”
Ne tuhaf oyun anne!

geçmiş yanıbaşımda ne kadar yakın
Boğaz alacasında dalgalarla alay edercesine
suları yarıyor vapur...
Kara duman kapatırken bulutları
ürperiyorum.

yaşadıkları ise çocuklarımın
sanal dünya.
Susuyorum...
suçlu suçlu susuyorum
acımın derinliğinde susuyorum
paylaşılamayan acı en derini
susuyorum
martılar çığlıkçığlığa
dans ediyor...

dalgalar gri, mavi... küsmüş, denizden ırak
oltalar yakalanamayan balık olmayan
zamanda tüketiyorum seni
yudum yudum.

deniz tutkunu babam şansımıza açılırdı
mahmur uyanmaya çalışır
balıklar zıplarken neşeyle bağırırdık
bir cümbüş! ..
gri pullar pırıl pırıl... lüfer kofana çinekop
zargana yeşil yılan iskorpit...

“Sakın dokunma çarpar! ”

Sadi Tek sineması yaşlı garip harâbe
midye oyan yaşlı balıkçı
“Anne baba sıra bende mi?
kimsem yok, yok bu yerde
kardeşlerim irade dışı, kırgın, istemsiz
kaçmak, en kolayı kaçmak
bir yanım giderken bir yanım kalıyor,
ağlıyorum.

nar gibi kızarmış balık
kıvırcık salata roka kırmızı turp
kırmızı soğan, Tanrının armağanı
gözlerin damağın şöleni
beş yaşın belleği...

zaman yıllara meydan okuyor
bazı şeyler değişmeden
büyüdüm,
bir yanımsa hep çocuk kalan

“İstanbul’u artık hiç sevmiyorum”

şarkılarda öfkeler kızgınlıklar
yiten aşklar umutsuzluklar
hepsinin acısı sende.
İstanbul! ..
günah keçisi
cânım Yeditepe, kutsal rakam
yeşille mavinin dansı...
müzik sustu.

ağlıyorum...
sabaha karşı nasıl da
gökyüzü yanıyordu
Sultanlar Câmii cayır cayır
yanıyordu...
kıvılcımlar
ateş böcekleri uçuşurken
elinde hortum
eski evimizin damında babam
kıvılcımları suluyordu.

‘Biz de yanacak mıyız anne? ”

beton yığını İstanbul!
bir taraftan içim
bir taraftan İstanbul yanıyordu
küller kalbimi yakıyordu...

“İstanbul’un taşı toprağı altın”
altınlarını çalmışlar yağmalamışlar
hâlâ direniyorsun, ey ihtiyâre
olmana inat doğmamışlara
kendini göstermek için çırpınıyorsun...
ah İstanbul ah!
sen bir tarafta ben bir tarafta
bitişini tükenmişliğini izlerken
anılarım taptaze
gülümsüyorsun
dönüşü yok
kelimelerimde yaşıyorsun.

ışığını, erguvanları, ortancaları
tuvallere hapsettim boyalarla
yansıdık sen ve ben
pır pır pır motor suları yara yara
Adalar’a gidiyor çapkın babam...
hiç kimsenin olmadığı yerlere götürürdü bizi
“sizi erkek sinek bile göremez”
ya da
“geceleri yalıda yüzün
mehtap yaksın sizi”

buruk gülümsüyorum...
öğrenemedim hâlâ yüzmeyi
denizden korkum olmadı hiç
yosun kokusu ufuklar...
dalgaların çakıllarla sevişmesi, kavgası
çağırır çoğu zaman, hadi gel!
suların üstünde sonsuzluğa yürümek
o hayal çizgiye ulaşmak...
yitirmedim bu duygumu.

güneş uzanıp kızarıyor
Bogaz Köprüsü inci gerdanlık
iki yakayı kucaklıyor
hiç ayrılmayacakmışçasına...
yine vapurlar sandallar süzülüyor
âşina manzara film şeridi
iyi çekilmemiş film
gel-gitler arasında bu filme son vermeliyim
sevmedim sevemedim...

“Anne n’olur izin ver
oynayayım biraz...”

iki oğul annesi...
içimde ukte, sek sek oynayan çocuklar
şu yaşımda durur, garip bir hüzünle
izlerim her güzellik gibi yok olan,
mazide kalan sek sek hüznümü.

yapay yaşıyoruz ellerimiz yapay
dokunmuyor okşamıyoruz
karıncayı çiçeği...
kalabalıklar içinde yalnızız
kelimeler sevgiler yapay
yalnızlığa mâhkum
çağa suç atıyoruz kendimizi suçlamadan.

“Ramazan geliyoooor! ”

Ramazan geliyor, Ramazan Ramazan!
hamallar küfelerle erzak taşırdı
bayram sevinci heyecanı
güllaç, sıcacık pide, yumurtalı, pastırmalı
sofralar kurulur garipler doyardı...
soba püfür püfür, sımsıcak oda
kar dışarıda lâpa lâpa
davul cümbüşüyle kalkılırdı sahura
beyaz pilav mis gibi tereyağı kokan

Râfet Amca...
bizlerin diliyle “Kız Râfet”
dal gibi ince, kuru, keçi sakallı
her şeyimize koşar bize bakardı
Kız Râfet, Red Kit
anılarımda silinmeyen yeri.

Fatma Hanım, Havva Hanım, temizlikçi
hayır
aileden biri.
eşarbının rengine göre halkalar takardı
düğüm yerine,
çocuk mûzipliğiyle saklardım halkaları
ağlardı.

çamaşırları yıkardı Havva Hanım
mis gibi sabun kokan
pantolon cebindeki ıslanmış paraları
kuruturdu güneşte dürüstçe
ahşap, bahçe içinde doğduğum ev
kara kazan, kaynardı çamaşırlar
havalanır duman
mis gibi sabun kokan.

kız kurusu Nezihe Abla
tepeden bakan
içimde acı, arasıra hatırlanan
yokuştaydı evleri, mor salkımlı
evde kalmış yaşlı
şimdi konuşmak, gönlünü almak...
bulamadım izini.
kara kazan
önce alev sonra kara duman
her çamaşır günü tekrarlanan
haklıydı, oydu duman yutan
kız kurusu Nezihe Abla
çocuk acımasızlığıyla
zaâfıyla kızdırılan...

“İmdaaat, kurtarın beni! ”

avaz avaz bağıran, korkan minicik kurttan
solucandan,
ben miyim bu,
tarafından cezalandırılan? ..

çıkamazdık sokağa oynayamazdık
bahçe içinde mahkûm
muzır mı muzır..
toprağı kazar solucan yakalardım
iğne ipliğe takar korkuturdum herkesi
ben yufka yürekli kadın
bunları yazarken ağlayan
acımasız, hâin!
yaramaz çocuk, başkalarının diliyle
yanlış doğan,

şakada bile acı var

sapsarı iri dişler, sırıtan
Deli Erkan
“mahallenin delisi...”

güneşli bahar günü arkadaşlarla
oturuyorduk bahçede
çınarlı kapıdan süzüldü kızlar, tedirgin... kaçıştılar
zaman zaman öteberi gönderirdi babam
annem elindekileri alıp
muzip muzip gülümserdi.

“Söyle bakalım Erkan hangisini beğendin
hangisiyle evlenmek istersin? ”
bizlerde korku dolu şaşkınlık
ciddîleşti yüzü
sarı dişler... hâlâ sırıtan.

muzaffer komutan edâsıyla inceledi
tek tek
parmağını uzattı burnuma dek
“bunuuu! ..”
elimde olmadan geriledim
kâbusum oldu Erkan
yolda görünce beni
omuzlar eğik
kollar sarkık
“evlencem senle ben! ”
çığlık, kulaklarımda patlayan
“evlencem senle ben! ”
aylarca sürdü bu olay
kalabalık toplanmış, bağırıyor
öp öp öp! ..
azgın ifrit sinmişti içlerine
yoktu insanlıktan eser
öp öp öp! ..
sırıtan bir yığın yüz
ortalarında deli Serpil ve Erkan
onlar deli, bunlar akıllı
sonradan öğrendim
Serpil hâmile kalmış...
sevimsiz şakalar tehlikelidir
çoğu zaman.

“yeri boş”

anneannem cadde üzerinde evi
altında bizim dükkânlar
romatizmadan tutulmuş bacaklar
camın dibi; köşesi
Fevzi Baba eşi
bebek kokusuna doymayan
annem anaç tavuk üstümüze titreyen.

kardeşlerim mışıl mışıl uykuda
anneannem bırakmamış beni
yorgun argın dükkândan dönen babam
yüz metre evlerin arası
ışıkları görünen,
gece hava soğuk
ağlayan.

“yeri boş kaldı, huu! ”

uyuyamam
şansı yok, bitkin argın kucaklayıp
getirmiş babam uyuyan beni
anneannem anlatırdı, kırgın...
rahmetli.

“irsî mi bu bizde anne? ..”

- annen çok kötülük yapmış sana
- hayır, titrerdi üzerime iki olmazdı dediğim
- benim dediğim de bu, hanım evlâdı yetiştirmiş seni... (*)
aynı hatâyı yaptım ben de
üzerlerine kapandım lise çağlarında bile
elimle besledim iki doktor arasında
mekik dokurduk şikâyet ederken anne
evhamlı ruhum neler yaşadı...
ben çılgın deli
değişmeliyim değişmeli...

“bir bahar akşamı rastladım size”

masûmiyetin yaşı yok
genç kız
iri iri iki göz, kocaman ağız.

“pabuç ağızlı kızım”

severdi babam
elim daima ağzımda
mahcubiyetimce...
elimin arkasına saklanmak
senelerce...

bindik otobüse Beylerbeyi’nden
Küçüksu yolundayız
ailecek
ilk aşka merhaba
iki çift göz karşılaştı
kızardı
sevdalıca.

aklımdan ağzımı saklamak geçti
başımı eğdim.

“bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telâş içindeydiniz
derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz? ”

sonraları söylenen şarkı

Küçüksu... yemyeşil mesire yeri
tekneler cıvıl cıvıl
kalesi, evleri, tarihi
neşeli insanlar...
kara kazanlar süt gibi mısır
güneşten kamaşan gözler...
aşktan
kıpır kıpır içim
belli etmeden bakıyorum
gözleri gözlerimde
sandal nazla süzülüyor
arasından ağaçların
kürek hâreler açıyor suda.
Gözleri...
hüzünleniyorum... beklemez beni
tahta masa, sandalye
dallar
yüzümü okşayan yel, tuhaf duygu
beklemez beni
geçmeyen saatler, gitti neşe
sorular sâfiyâne
yabancı, kim, neyin nesi
bu kadar yakın.
zaman karanlıkta alıyor yol
düşüncelerimin sesinde dönüş
uzaktan tanınan iki göz
silinmeyen hâfızadan.
ilk aşk...
buluşma, sahildeki park, şimdi olmayan
dildeki şarkı.

“bir bahar akşamı rastladım size”

elele tutuşup Boğaz’ı seyretmek
söyleşmeden duygu selinde yüzmek
Burhaniyeli, yüzünde beni
dilerim daha da mutludur benden.

pembe pancurlu ev
onbeş yaşın hülyası
beğenilmenin şımarıklığı
“Abimi alacak kızı kıskanırım”
merakla beklenen abi
“Amaaan anne, abisi de bu muymuş? ...”
bir bakıştaki tanı.

Beylerbeyi...
Boğaz’da bir inci
avukat Yusuf Beyin koruluğu
birkaç aile, piknik
erguvanlar çiçek açmış
çimenler gök deniz...
renklerin sevişmesi
içten bir neşe
tanışma, umursamazca.
aslında yakışıklı
ama o ilk kanı
oyunlar sohbet muhabbet
yakınlaşma sessiz utangaç...
etkileyici sesi
ya o ruh yüceliği
onunkisi ilk görüşte aşk
benimkisi
sevilmenin sevmenin ahenkli büyüsü.

Köşk Emin...

vakur azameti
göğüs önde
karpuz taşırmış gibi
kabarık kollar
Emin abi, Köşk Emin
Beylerbeyi’nin simgesi.
senelerce yatalak
sık sık uğrardı bize
anne derdi anneme
sevgiyle ciddi gülüşüyle
köşklere sığmazdı
takılırdı İzzet sık sık
“Bu ne vücût böyle! ”

karnını çaktırmadan içine çeken
kavgalarda barışta
muammâ...
ölümüne haykırışlar karanlıkta duyulmayan
dost insan!
kanlı elinin izi duvarlarda.
“Allah” son kelimesi
kanla yazılan.

Haldun Taner...
“Beylerbeyli olmanın gururunu yaşarım” derdi
koruda ise Âsaf Halet Çelebi
çektiği acılar onu çelebi yapan.

şimdi Boğaz’a karşı
Küplüce mezarlığı
Babam, orada yatan
ebedî uykunun en güzel yeri.
sıra sende Emin abi
Beylerbeyi mahşer
sessiz dudaklarda çığlık
gözlerde yağmur
görülmedi böyle tören
kollar üzerinde taşınırken ebede
uyu nûr içinde

“a-aa Topuz Abi! ”

balıkçı kulübesi
kırık dökük sandalye salaş
doğuştan feylozof
parayı pul gören
erdemi kalpte
mütevâzi.

Gösteri dergisi
“a-aa Topuz Abi! ”
dönüş mâziye...
hayır İlhami Bekir
Yugoslavya’dan gelen
otel odasında ölü bulunan
şair
benim için Topuz Abi
yapmalıyım bu portreyi
içimde tutku.
ağlarımızı tamir eder motorumuza bakardı
gözleri ağlardı dudakları gülen
çilekeş Topuz Abi!
balıkçı kulübesinde ömür bitiren...
koleksiyonumda şimdi İlhami Bekir
sergilenen...
hayır benim için
“Topuz Abi”

seneler sonra Beylerbeyi...
eşim, oğullarım
değişmiş her yer, değişmeyen ben.
yabancı!
yudumlarken çayımızı
yok tadı
hani cesaret!
ilerde doğduğum ev
geçmiş zaman, içimde
tarihi çeşmenin etrafı düzenlenmiş
meydan okuyor zamana
önümde evimiz
arnavut kaldırımları yitik
iki çınar
göremedim gökyüzünü
moloz yığını, çökmüş damı.
Beylerbeyi’nde sükûn
boyun bükmüş, yalın
bahçe içinde gezerken
yapayalnız
ölümünü bekliyordu
vakur sessiz
bir ömür yaşanmış
başka ömürlere kucak açmıştı
virâneler arasında
adım adım biterken hayat
iki çınar
inadına uzanıyor gökyüzüne
yeni yaşamlara ıstıraplara
doğduğum büyüdüğüm ev
haylazlıklar yaptığım bahçe
anılar yumağında çözülüp
doyasıya ağladım
damla damla.

Fahriye abla...
Dıranas’ınki gibi çiçekleri pencerede ama
yirmidört yaşında dul kalan
iki kızıyla
kedileri çiçekleri pencerede
ölene kadar eşini sayıklayan
yolda vefat eden
vefa örneği teyzem
ahşap virâne evi
karşımda ağlayan...
hüzünlü neşeli anılar,
paylaşılamayan.

Beylerbeyi, bir aile
kızgın bakışlar
yüzümde bir şamar...
babam.
ilk ve son acı, unutulmayan
kaçarken korkuyla
acı fren, savrulan ben.
Gözyaşları, mutluluk, şükür, sarılma....
sevgi...
aileyi aile yapan.

“kaptan amca düdük çal”

yitik günler aylar seneler
birkaç dakikaya sığan film
yorgun çalkalanan dalgalarda
yaşanan...
Beylerbeyi!
gelmem bir daha ağlama
ağlamam bir daha.

yazılır sayfa, okur, yaşarsın biter
çevirir geçersin.
“kaptan amca düdük çal”
bu kalem kırılır burda.


* Don Carlos’la Konuşmalar kitabından

Sevinç Koçak
Kayıt Tarihi : 12.4.2006 15:51:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Mustafa Atiş
    Mustafa Atiş

    Güzel bir İstanbul şiiri okudum. Yüreğinize sağlık. Yarışmada başarılar. Sevgiyle kalın. Mustafa ATİŞ

    Cevap Yaz
  • Bahtiyar Arslan
    Bahtiyar Arslan

    GÜZELDİ...YÜREĞİNE SAĞLIK...BAHTİYAR ARSLAN...

    Cevap Yaz
  • Burak Gökçen
    Burak Gökçen

    İstanbul Bir Masaldı............

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)

Sevinç Koçak