Kapı devam ediyor…
Parçası olduğum şeyin sadece bir hikâye olmasını isterdim, keşke sadece bu hikâyenin bir parçası olmasaydım.İçindeki gerçekleri göremediğimi sanma. Kapıyı açan el benim olmam; içeride sen, dışarıda benim olmam ne üzücü. Ama ben de hissediyorum seni. Senin hangi satırlarda olduğunu, ağladığını biliyorum. Anlamıyorum sanıyorsun. Daha yazacak söyleyecek çok şey var, söylemeden sözü sana bırakıyorum. Bir gün yanında olacağım, seninle ağlayacağım yazdıklarına!
Hayat…
Bu hayat benim hayatımdı. Hayatımı anlatması bittikçe ki bitmedi gitti. Acılarım tazelendi ama kapandı Hayat. Hayat senle başladı. Bu öykü sadece bir işe yaramaz kişinin teferrüatları. Ben birgün ölürsem geride bu acı yazılar kalacak benden. Belki ikinci kez okuyan yaşadığım hayatı en baştan bir kere daha okuyan, beni o gün sadece sen kadar anlamış olacak.
Mehmet…
***
“İmamların Elinde”
Bırakmadılar beni. Yaşayamadım deliliği bile. İmam imam dolaştıkça her imam ayrı muska yazdı. Hepsini attım. Birgün durmuyordu bende muskalar. Geceleri kâbuslar görmemin sebebi, sebepleri çoktur. Ölmeden mahşeri görüyordum çoğu kere… Bir akşam kapadılar beni karanlık odaya. Evimizin karanlık odası… Zincirlediler. İtirazlar işe yaramadı kardeşlerimin. Ben istemiştim bunu. Nasıl oldu sabah o odada… Sonraki günler de deliliğimin şiddeti arttı. Kütüphaneye çıkmış elimde sopa, kendi dünyamdan kovalıyordum milleti. Birkaç dedenin değneklerini almıştım eve giderken. Köpek peşinde koşmak neydi? Sebep çok. Belki Kıtmirdi o köpek. Belki Kıtmire özeniyordum. Karanlık odadan kurtulup, Kaya abimle yatmaya başlamıştım. Ama uyutmuyordum onu. Sabah işe gidecek beni çekiyordu gece. Bazen de vuruyordu. Bazı geceler imam yolculuğumuza o da katılıyordu. İmam bana okuyordu, ben imama. Yeni bir muskam oluyordu. Kara hoca derler dâhil hiçbiri iyi edememişti işte. Sadık abimle psikiyatra da gittik sanırım. Gündüz sahilde milleti yumrukluyordum. Hepsi eski işyerimden kişiler gibi geliyordu, ya da tanımadığım hırslı olduğum kimseler yerine koyuyordum. Halamlara uğramıştık. Onların evinde oturmuştuk bir ara. Televizyon açıktı, haberler vardı. Haber sunan bayan spiker benle konuşuyor sandım ve konuşmaya başladım onunla. Bunları hep hatırlıyorum. Ama artık deliydim. Deli!
***
-2002-
“Bahadır’ın dünyası”
Sadık abimin kayınpederinin evinde kalıyordum. Akşam oluyor, bir hoca uğruyordu. Bazen babam geliyordu, bazen abilerim. Sonra geldikleri gibi gidiyorlardı. Hava değişimi iyi gelirdi belki…
Bir akşam abilerim, amcaoğulları geldiklerinde “Bugün nasıl? ” Diye sordular. Aldıkları cevaptan memnun olmasalar gerek, hepsi birden üzerime üşüştüler. Nush ile uslanmayan dayakla mı uslanacaktı? Ama hissetmiyordum, canım acımıyordu nedense? Bu haldeyken bile onları sinir edebiliyordum. Sonraki günlerde ev sahibi abimin kayın pederi beni kır gezisine çıkardı. Dağlar, taşlar, ırmak… Ve adamın elinde nacak… Siz olsanız ne düşünürsünüz? Ben de kurgular kuruyordum kafamda ’beni kesecek herhalde’ diye. Anlatması zor…
Sağolsun oranın imamı geliyordu bazı akşamlar. Tabi tedavi için, beni iyileştirecekti. Ateşten korkmadığımı da öğrenmiş, onu sınıyor. Vücuduma mumlar yerleştirdi. Elindeki çakmakla yaktı mumları. Buda bir tedavi yöntemi olarak beynime kazındı. Başka akşamlarda yine geldi. Babam ve adını Şaban taktığım (Kemal Sunal’a benzettiğim) babamın arkadaşı da vardı. Aramızda sohbet ilerledi. Yine neler konuştuysam, sırtından silahı çıkardı ve ateşledi hoca abi… Kurusıkıydı herhalde. Ben bayılmıştım sonrasını hatırlamıyordum. Bunlar hep misafiri olduğum evde yaşanıyordu.
Bir gün de kendimi ahırda buldum. Kapı kapanmış üzerime. Bendeki akla bakın. Çite odun doldurmuştum, herhalde oduna göndermişlerdi. Ama kapı kapalı. Başladım Çanakkale marşını söylemeye. “Çanakkale içinde vurdular beni…” Ve kapıya bir tekme vurdum. 2. kıtasını bitirdim. İkinci tekmeyi vurdum. Sonunda kapıyı açtım. Odun doldurduğum çiti yüklendim, eve çıkardım. Herhalde akıllandığımı görmüşlerdir. Akıllılık ve delilik arasında her zaman ince bir çizgi var aslında. Misafirliğimin kaçıncı günü olmuştu bilmem. Bir deli her gün ayrı bir kurgu kurabilir mi peki? Ben kuruyordum. Bir gün de elim ayağım bağlı, kendimi bir yatakta buldum. Az uzağımdaysa içi bakla dolu kola şişesi. Hedefim o şişeyi devirmekti. Süründüm, kendimi zorladım. Ve odanın her tarafını bakla yaptım. Bunları tek tek anlatıyorum ki, delilerin de kendine göre bir aklı vardır.
Peki, ben deli miydim? Hasta mıydım?
Misafirliğimin son günlerine doğru, bütün ailem toplanmıştı. Ben de biraz iyiydim. Tabi ne kadar iyi olduğumu yukarıdaki satırlarımdan siz anlamış olmalısınız. Şansıma o akşam Ferdi Tayfur’un filmi vardı. O geceye kadar bu filmi hiç izlememişimtim. Sanırım ‘Hasret Sancısı’ benle birlikte izleyenler de izledi mi bilmiyorum? Ama Ferdi’ yi çok sevdiğimden uykuya direniyordum. Evdekiler pür dikkat filmi izliyorlardı. Tam o sahneye gelmişti. Ferdi’nin kolunu keseceklerdi… Ben hemen bağırdım. Gerçek sanıyordum bunu… Bir baktım bütün ailem bana dönmüş “Susss! ” yapıyor. Benim psikolojim kimin umrunda? Herkesin hayatı ben değil, benden başka da bir hayat var ve son sürat yaşanıyordu. Ne günlermiş o günler…
Sonraki günlerde yeni imam, hoca arayışlarına giren ailem beni halamların tavsiyesiyle ve halamların arabasıyla Düzce’deki hoca efendiye getirip, götüreceklerdi. Her şeyinse başka bir iç yüzü vardı. Hoca dediğinizin bir sapık olduğunu sizden başka kim bilebilirdi ki?
İşte siz Bahadır’ın dünyasına girdiğinizde artık Bahadır’ın bambaşka bir dünyası vardı.
***
“Bu ülkede cinsel istismar sadece kadına yapılmazmış”
İlk gidişimizde su dolu sürahiye okudu üfledi hoca efendi. Yollar gözüme sanki “Yüzüklerin efendisi” filmini çağrıştırıyordu… Binalar, mekânlar. Her taraf çukur… Ben bir filmde, birçok filmde yaşıyordum artık. Karşı koyamıyordum, zamana dayatmalara. Karşı koyacak durumum yoktu. Sonraki gidişimizde Düzce’deki hoca ailemden horoz başı istemiş. Yine sürahiye okudu, üfledi. Sonra hocayla başka bir odaya geçtik. Yalnızdım hocayla. Hoca o horoz kafasından kanlar sürdü değişik yerlerime. Ve… Yazmaya dilim varmıyor, elim gitmiyor. Bu ülkede neler olup bitiyor, yaşanıyor. Hastaydım. Belki de hastalığım oramdaydı öyle mi? Yoksa hocanın bir art niyeti olmazdı, tedavi ediyordu!
Sonra o hocaya yine gittik mi bilmiyorum. Ama yaşadıklarımı biliyorum. Belki de bugün iki çocuğum varsa kimbilir belki o hocanın sayesindedir. İnanın siz gibi gülüyorum. Ve bunları yazmanın ne kadar zor olduğunu da bilemezsiniz. Zira insanlar o kadar hayâsızlaştı ki, size utanç gelen şeyler başkasına normal geliyor?
Evde akrabalar toplanıyordu. Bazen hoca dönüşü uğradığımız yerlerde de kurgular kuruyordum. Gittiğimiz bir türbe (sanki türbe) Âdem Başkana aitti. Nedense o gelmişti aklıma. Kafamda cinler cirit atıyordu. Herkesin kendine göre bir izahı vardı durumumun. Okumaktan, yazmaktan, yazdıklarını okumaktan, dini kitaplardan vs. Ayrıca bazı sebebler daha… O günlerde babamın şiir defterimi, bütün yazılarımın olduğu defterimi yakmasını hiç affedemem. En güzel şiirlerim, halimin izahı vardı belki de o defterde!
Bu arada babam mahkûm kadrosundan belediye de işe girmiş çalışıyordu. Kaya abimin sayesinde çalışıyordu! Bir işe girersem içmeyeceğim sözü de fos çıkmıştı. İçiyor içince de başka biri oluyordu. Aslında asıl hasta oydu. Teyipte Neşecik çalıyor. Gece vakti pompalısıyla geceyi bölüyordu. Gerçi babamın o günlerden üzerimde çok az hakkı vardır. Hastalığımın sebebi tüylerimdi ona göre… Koltuk altı ve… Ama öyle de olsa banyoya sokup traş etmek babalıksa da bir delikanlı için utanç vesilesi olamaz mı? Babalığın başka şeklini gösteriyordu. Babalık hiç sevgiyle olmaz mı?
Bunları babamdan hırsımı almak için tam burada yazıyorum. Bir mektubunda ben senin için bunları da yaptım demesi zoruma gitmişti. Küçük yaşımızdan beri neden başımızda olup da ilk sen öğretmedin bize dinimizi, temizliği, emirleri, yasakları diye adama sormazlar mı? Ve neredeydin küçüklüğümüzde… Garip anam beş çocuk doğursun. Sen cezaevlerinde ceza çek. Bu muydu babalık?
Kurşun dökmeler, yaşanan her şey bitti. 2002 yılı bitti. Nasıl geldiğimi öğrendiniz Bakırköy’e. Her şeyi açık seçik yazdım… Bakırköy’den de çıkacağım…
“Bakırköy…”
Doktor soruyor odadaki hastalarına tarihi biliyor musunuz? Hangi yıldayız? Sıra bana geliyor. Doktorun gözlerine bakıp masum masum…
- Valla günü ayı hiç bilmiyorum. Ama sanırım 2309 yılındayız
Ben 300 yıl uyumuşum ve lisedeki okul numarama gelmişiz. Yani uyuyanlar sadece Eshab-ı kehf (Mağara arkadaşları) değilmiş. Bende uyumuşum. İğnelerin ve ilaçların faydası olacak mıydı? Çıkabilecek miydim buradan?
Devamı nasip olursa 01.06.2012 tarihinde siz ister sezon finali deyin, ister başka bir şey… Ama kafa dinleyeceğim biraz. Dinlenmeye ihtiyacım var. Acıktım.
“Sonsuzluk”
Yıllar, yıllar, yıllar önceydi. Ben yoktum dünyada, abim, ablam, kardeşim yoktu. Cavit Ateş’in karnı çok açtı o gün. Belki yokluğun olduğu yıllardı. Daha çocuktu Cavit ve babasız büyüyordu. Babası çapkının biriymiş meğer. Evinde camın önünde çorap örerken kahpe bir kurşunla genç yaşında boylamış öbür dünyayı. Annesi de genç yaşında dul kalmış üç evladıyla… Hastaneyi görmeden ölen evlatları hariç… Dedim ya, yokluk yıllarıymış. Cavit’inde o gün karnı çok açmış. Kapıyı açtığında ise gördüğü onu derinden yaralamış. Annesi kız kardeşiyle oturmuş ekmek yiyormuş beyaz peynirle, gizli gizli. Cavit’ten gizli. Ama o da evlat değil mi? Hiç unutamamış bunu babam. Ve benim hiç dedem olmamış. Ben doğmadan ölmüş ikisi de.
Ve bir gün yine açmış bir kapıyı babam. O günde gördükleri Cavit’i, Deli Cavit yapmış. Neler gördüğü ise o kara gözlerinde gizli. Bi insan iki insanı taşır mı bedeninde. Ben buna babamda şahit oldum. İçince başka bir adamdı babam. Ama köyümüzde kendisine hoca bile diyen vardı ayıkken.
Yıl 2003 Bakırköy’den hatırımda son kalan şey babamın beni ziyarete gelmesi. İşte sadece o an bir babam olduğunu hissettim. Tabi oğlunu bırakıp gitmişti. Ben iğnelerin sarhoşuydum. Bir ara köye gönderdiler. Köyü kendi başıma bulmuştum. İlk kütüphaneyi görmek istedim. Ama amcaoğlu bırakmadı. Eve gönderdi beni. Bir daha köye dönmem de yanımda Kaya Abim ve Sadık abim vardı. Masumca baktım İstanbul’a. Seni bu durumdayken görmek istemezdim. Doyasıya gezmek isterdim seni. İstanbul’u onu fetheden Fatih gibi çok seviyordum.
İyileşmiştim köydeydim. Tabi tam bir iyileşme değildi bu. O gün yola çıkmışım yürüyorum. Belki ablama gideceğim, belki bir meçhule. Köyümün başka mahallesindeyim. Bu mahallede bir akrabam teyzem olduğunu biliyorum, Allah rahmet etsin… Artık yaşamıyor bu günün bir tanığı. Ziyaret bitti. Ama yürümeye devam. Melike ablama kadar… Çok kilometre var daha. Yol çok uzak aslında. Ama ablama gideceğim işte niyetim bu. Bir yolcu arabası durdu. Babam varmış arabada. İşten dönüyor. Belediye de çalışıyor artık. Beni yolumdan alıkoydu. Arabaya bindim ablama gidecektim diyerek. Evde indik araçtan. Eve ve odaya hışımla soktu beni babam. Alnıma - suratıma yumruklar savurdu. Bir güzel dayak yedim…
- Yinemi sıyırıyorsun? Deliysen delinin tımarhanesi var. Hata bizde salacaksın köpek gibi gezecek…
Bu yediğim benim hatırladığım son dayaktı babamdan. Ve o gün meğer kardeşime söz kesilmiş. Evliliğe ilk adımı atıyormuş güzel kardeşim. İnanın bunu bile bilmiyordum.
Sonra… Aynı yıl Ankara MAMAK acemi birliğimdi. Yeşil bir dünya vardı önümde.
Sonsuzluk
Ey sonsuzluk,
Senin de sonun gelir…
Ve yalnızlık,
Bir gün sende bitersin.
Delirmeyen tek hücrem
Sende delir.
Arkana bakmadan
Yine gidersin…
31.10.2003
Ankara soğuk şehir… Ankara daha bir özlettiriyordu köyümü. Hayat sizi niye bir o daldan, bir o dala atar? Kalamaz mısınız bir yerde? Ama şükür iyileşmiştim. Peki, kim icad etmişti gençliğinizin en güzel günlerinde bu yeşil hayatı? Burada da bir çevrenizin, bir arkadaşlığınızın olması en büyük kazancınız. Aynı çatı altında toplanmış memleketin değişik yerlerinden kopup gelmiş arkadaşlarınız. Ve arkadaşlığınızın daim kalmasını, ayrılmamayı istersiniz bu sefer. Tam alışmışsınızdır birbirinize biter acemi birliği.
“Bahadır ATEŞ İzmir- Narlıdere”
Bu Ankara’ dan da kurtulmuştum ya, neresi olursa olsun. Şimdi köyüme bir başka ayrılıktan sonra daha bir özlemle gidiyordum. Sonrası ver elini İzmir…
***
“Gülşen’in Düğünü”
Askerlik bambaşka bir hayat… Ne kadar anlatsanız eksik kalacak. İzmir, Narlıdere usta birliğimdi. Beni kapıda asker arkadaşlar karşıladı.
- Vah vah yandın sen arkadaş. Hani bizim bölüğe düşseydin belki yırtardın. Çok kötü burada askerlik…
- Ne yaparsın düştük bir kere. Eninde sonunda yapacaksın var mı kurtuluş? Hele bir bak bakalım, belki sizin bölüktür.
- Bizim bölüm tafics bölüğü… Muhabereciler geliyor…
- Bende muhabereciydim. Gözüm korkmuştu bir kere. Kulağıma gelen sesler askerliğin daha yeni başladığını telkin ediyordu.
- Vay bu bizim bölüğe düşmüş. Hadi yırttın. Şanslıymışsın.
Ne diyeyim yüzüme kan gelmişti…
…
Ertesi gün mıntıka yerlerini öğrendik tabi. Hamamını filan. Ellerimden öperdi. En son gelenlerden biriydim. Ama ya bu bölüğe düşmesem… Daha kötüydü halim. Dört ayak üstüne düşmüştüm. Onbaşıydım. Çavuş adayıydım. Bunlar bir nebze askerde aranıyordu. Sosyal faaliyetimiz vardı. Tabi içtimalar ve tüfekli - tüfeksiz hareketler malumunuz. İşte o hareketlerden birinde ayağım incindi. Ertesi gün hastaneye gittim. Allah’ım nolur bir gün rapor versin doktor. İnanın zor oluyor askerlik. Birgün bile düşse şafaktan. Bir gün bile yatsam...
Sıra bana geldiğinde doktor sadece ayağıma baktı. Baktı ve 20 gün rapor yazdı. Ancak bu kadar şans olur. Ben bir güne de razıydım. Dur hemen sevinme köye gideceğim diye, ya bölüğün göndermezse. 21 gün olsa tamam. Yani bir de köye gitsem… Oldu olacak Allah’ım. Yağdır yağdırmışken su.
Nizamiyeye kadar seke seke gittim. Arkadaşlar ne şanslısın diyordu. En sıkıntılı zamanda 20 gün köy. Askerliğimden 20 gün, şafaktan 20 koca gün düşmüştü. 20 gün unutacaktım her şeyi. Nizamiyeden çıkışta başladım koşmaya. Ya çağırırlarsa. Dur gitme nereye diye! İşte askerliğin enteresan yanları… Cavit babasını göreceğine sevinir mi insan? Belki de hiç bu kadar özlememişim onu.
Ve hayat sen ne garipsin. Meğer kardeşimin düğünü varmış. Tam ona da denk gelmişim. Yani bir hafta beri alırlarsa! Nasıl almazlar. Ben abisiyim. Şansım dönmüş düğüne yetişmişim. Ama bir tarafta da yapılan program var, tam bir komedi. Neredeyse kriz çıkacak aileler arasında. Deli Cavit’in dediği olacağına göre. Kardeşimin düğününü de göreceğim. Ayağımı hiç sormayın. İyiyim hep geziyorum köyde. Bu kadarıysa bana çok değil. Ama evden kız çıkması, gelin çıkması meğer cenaze çıkması gibi oluyormuş. Babamın bir tanecik kızı gelin olmuş gidiyor. Artık daha çok içecek. İçmemesi için hiç sebep yok. Bu arada Kaya abim de evlenmiş meğer. Tabi ben o günleri bilmiyorum. Neden bilmediğimi anlayışla karşılayın. Abime kızı istemeye bile gitmemiş babam. Melike ablam gitmiş eniştemle, aradığı mutluluğu kendi gibi biriyle yakalamış abim. Yengem de anasız büyümüş, abim de.
Kardeşimin düğününün üçüncü günüde ben yine İzmir’e yola çıkıyordum. Her şeyi unutup askerliğe kaldığım yerden devam edecektim mecburi.
Ama İzmir’de de beni sürpriz bekliyordu. Orada da tam alışamadığım arkadaşlarımla vedalaşmak zorunda kaldım. Trenle Ankara’ya gidecektik. Tafics bölüğünde fazla asker olmazmış. 4 kişi fazlaymış. Ne yapalım bu da kader. Daha demek ki Ankara’da yiyecek yemeğimiz, içecek suyumuz varmış. Diğer arkadaşlarım üzülüyordu ben üzülmüyordum. Anıtkabir’ e bile gidememiştim ki ben. Hey Ankara ben geliyorum yine bak. Bu sefer olsun soğuk karşılama beni!
Yar Ankara’ya yağan kar senin semtine uğramıyor.
Sen olmasan oralar da donar… Hey gidi günler hey. Şafak mı kaç? Hiç sormayın. Karanlık… Nedense gökten Jennifer Lopez yağsa bana hep Antonio Banderas düşüyordu…
(Devam edecek…)
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:29:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!