7- Kapı ‘Hayatımızın Öyküsü’
“2003 Yılı, Bakırköy”
Yaptığın her şeyi yıktın. Dakikalar saat oldu, saatler gün ve günler ay oldu. Buradan çıkış var mı şimdi? Gitmek istesem bırakırlar mı? Kütüphane kime kaldı?
Biraz takvimi ileri aldım. Tabi size beni buraya tıkan süreci de yazacağım. Her şeyin beynimde olması, bir şekilde bu da bir acayip durum… Yani yaptığınız her şeyi hatırlamanız güzel bir şey mi? “İki uçlu mizaç bozukluğu, manik hecme, psikotik” özellikli tanısıyla yattığımı, babamın mektubundan öğrenecektim. O mektubu hiç okumasaydım keşke. Kısaca şizofrendim. Buradan çıkış var mı, zır delilerin içinden? Daha deli olmadan, aklınla… Topla kendini Bahadır topla ya da sal kendini, içerideki hayat dışarıdan iyiyse… Bir karar ver. Hani Kaya abin nerde? İyileş… Hastasın, iyileş artık, iyileş. Ömrün burada mı geçecek ya da sevdiklerine ailene dönecek misin? Karar ver…
Edip Akbayram “Son demimde insanlar birer çıyan” diye söyledikçe aklıma neler gelmiyordu. Alişan başka bir şarkı söylüyordu. Hayır, Alişan değildi o… O zamanlar Kaya abimdi. Kaya abim bana söylüyor sanırdım. Benim için söylüyor. Alişan değildi o. Leman Sam “İlla illa” derken, Leman Sam değildi o… O da Melike ablamdı işte. Bana söylüyorlardı sanki. Onlar geliyordu aklıma…
Burada iki türlü ağırlama vardı. Ya insan gibi ağırlanırsın ya da hayvan gibi. Sigara dağıtılır en çok. Deliler de tiryakidir. Tabi ben içmem. Kenarda oturur manzarayı seyrederim. Ve burada artık akıllıysan bile sıfatın delidir. Ya hiç düşmeyeceksin ya da…
Sal kendini. Oh ne güzel hayat. Köyden, dışarısından iyi… İyi olur mu be! Bu kalçamı delik deşik eden iğneler niye? Hortumu üzerine tutup, seni yıkamalar. Tabi zıvanadan çıkarsan daha neler yaparlar Bahadır.
Ne odası bu? Bağladılar beni bir yatağa. Belime batan bir şey var. Sanki bilerek acıyor, acıtıyorlar canımı. Odada benim gibi bir deli daha var yatan. Bağırıyor, çağırıyor, küfür ediyor “Çıkarın”diye, hiç duymadığım küfürleri o odada duyuyorum. Bir görevli geliyor ve adamı çıkarıyor. Küfrün işe yaradığına şahit oluyorum… Ben artık durur muyum? Basıyorum yaygarayı, küfrü. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum ben de. Görevli tekrar geliyor.
- Sana ne oldu lan?
- Şeyyy… Tuvaletim geldi de.
Evet, her şey böyle gelişmekte,tamam diyorum küfür işe yaradı. Çıkaracaklar beni de. Görevli elinde ördekle geliyor.
- Yap buna…
Ve belim o kadar acıyor ki. O sıra yukarıda bir yerlerde açık olan televizyona dikkat kesiliyorum. Sanırım Türk filmi oynuyor.
- Adile abla, adile ablaaa!
Diyorum, ağlamaklı bir halde.
- Ne duruma düştüm bak adile abla?
Edip Akbayram, Leman Sam, Alişan olmasa… Onlar bana köyümü ailemi hatırlatmasa ve şu iğneler canımı yakmasa bekli de sevmiştim bu hayatı…Hiç kimse yoktu tanıdık. Ailem beni buraya tıkmıştı en sonunda. Ve inanın haklıydılar. Ne delilikler yapmamıştım ki. Ama ben de haklıydım. Benim de bedenim küçüktü, ben de zayıftım, ben de et - kemiktim.
Mustafa öğretmen buradayken çıktı karşıma. Ona ısmarlanmıştım İstanbul’da. O alakadar olmuştu ve hayatımızda bir baba sevgisi gördüysek,bir tek bu onun bize gösterdiğidir. O kadarıyla yetindim.
“Teşekkürler öğretmenim.” Öğretmenliğin sadece okul sıraların da sınırlı olmadığını öğrenmiştim.
***
Şizofreni; düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir beyin hastalığıdır.
***
“UYANIŞ! ”
- Dur ne yapıyorsun, biz buradayız böylesine bir emek heba olmamalı. İşte bu çocuklar UYANIŞI başlatmış, yok mu içinizde sahip çıkacak?
Dedi Adem Başkan. Dükkân sahiplerinden birisi atıldı köylünün içinden.
- Başkanım benim dükkânımı kullanabilirler. Boş duruyor nasıl olsa. Yalnız içinde çok iş var…
- Boyaları ve kaleboduru benden!
Dedi Belediye meclis üyelerinden birisi…
- Masa sandalye benden…
“Aman Allah’ım... Rüya mı bu sahi? Herkesten bir alkış, bir alkış yıkılıyor ev… Sahi kütüphane kuruluyor muydu? ”
Kaya, İbrahim sarmaş dolaş olmuşlardı. Uyanacaktı bu köy, bir kişide olsa…
Sohbet dükkâna bakılmak üzere kesildi. Adem Başkan tam merdivenlerden çıkarken, Kaya koluna girdi Başkanın...
- Başkanım... Bizi çok mutlu ettin! Ama siz bu şehri imar ederken, hayal kurdunuz mu?
- Ne demek Kaya! Elbette kurdum. Hayalsiz olmaz ki bu işler ama asıl işiniz şimdi başlıyor.
- Önemli değil de Başkanım. Şu görmüş olduğunuz yamaç var ya... Köy meramız… Buraya da bir çocuk parkı, basketbol sahası nasıl gider. Bir hayal etsenize… Avrupa kenti diye anılan ilçemiz de, bir köyde aynı anda kütüphane, çocuk parkı ve basketbol sahası açılıyor.
Başkan kalabalığa döndü…
- Bu köye bir çocuk parkı ve basketbol sahası da kazandıracağız.
“Aman Allah’ım. Büyüksün Başkan.” Yıkılıyor sevinçten herkes. Olacak mı sahi? ”
***
Aradaki hesapsızlıklar iyi niyet çerçevesinde aşılıyordu. Çok zor günlerdi o günler. Geriye bakınca insan nasıl ve ne şekilde yaptığını anımsamıyor bile. İstemek başarmanın yarısıymış sahi.
Tıkandıkları zor anlar o kadar çok oldu ki; Topladıkları parayı kalebodur ustasına verirken ağladığını unutmadı Kaya. Hele çocuk parkını, basketbol sahasını hazır denilince bakmaya gittiklerinde büyülenmiş gibi… “Alalım hemen” deyişi… Allah’tan İbrahim vardı yanında, aklı başında…
- Lan olum daha saha düzelmedi. Biz onu yaptıramadık. Bu koca potayı, çocuk parkını nasıl taşıyacağız.
Demi ya sahi nasıl alınacaktı bunlar. Daha düzeltememişlerdi yamacı...
O kadar oyalamışlardı belediyeyi…
Ama en son utana sıkıla gene Adem Başkana gitmişlerdi.
- Efendim, biz sadece kütüphaneyi açalım. Köylüden para toplayıp da bahçeyi düzeltemedik.
Demişlerdi ama Başkan
- Bakın çocuklar ben de biliyorum başaramayacağınızı ama yanlış yaptınız. Aylardır yapıyoruz deyip bizi oyaladınız. Köyde zordur uyanış ama her şeyi bizden beklememek adına çok doğruydu yanlışınız. Artık bu iş bizim işimiz.
Demişti babacan tavrıyla…
Ne demek istediğini anlamamışlardı Başkanın ta ki; ertesi gün köye gelen ağır makinalar, ustalar ve başlarında Adem Başkan. Anca o zaman anlamıştı Kaya… Doğru yanlıştan kastı neydi Başkanın…
Köylü de o gün gayrete gelmiş ve kısa zamanda basketbol sahası ve çocuk parkı kurulmuştu. O akşam köyün onlarca çocuğu parkta oynarken, İbrahim ve Kaya yaşlı gözlerle oynayan çocuklara bakıyorlar ve birbirlerine sarılıyorlardı. Olmuştu işte… Kütüphane yapılmış. Yamaç kaybolup, betonlanmış, basketbol sahası kurulmuş, çocuk parkında çocuklar neşeyle oyunlar oynar olmuşlardı. Köy meydanı o kadar kalabalıktı ki, Kaya hemen köy meydanındaki kadınların yanına gidip, son vuruş için köyünün kadınlarından yardım istemeye karar verdi.
- Ablalarım, çocukların sevincini görüyorsunuz. Bunları bize sağlayan, Adem Başkanı burada onurlandırmamız gerekiyor. Hafta sonu burada onları ve şehir erkânını öyle bir ağırlayalım ki, bu emeklerin boşa olmadığını herkes görsün. Bana evlerinizde kek, börek, sarma, köy pidesi ve ekmeği hazırlayabilir misiniz? Bari ikramlarımızla, Adem başkanın gönlünü alalım.
- Ne demek Kaya! Sen merak etme. Herkes elinden geleni yapar. Seni bizler mahcup etmeyiz demişlerdi.
Kaya on bir yaşından beri boynu bükük gezdiği sokaklarda ilk defa dimdik yürüdü. Yaş yirmi dört olmuştu ve Kaya köyüne, kendi minnet borcunu ödemiş sayıyordu o günlerde…
Hafta sonu açılış yapmalıydılar ve buraların açılışını uzun yıllar kimse unutmamalıydı. Kaya gençleri topladı. İbrahim’den müsaade isteyip hafta sonunda olması gerekenleri anlattı bir bir…
- Önce davetiye hazırlayıp, basın dâhil herkesi davet edeceğiz. Tüm protokol gelsinler, hem yollarımızı görsünler. O gün iki hanım kızımız, kurdeleleri kesmek için makası tutacak. Ben Adem Başkana plaket yaptıracağım, Dervişler Köyü Gençliği olarak. Kütüphane meydanında davullarla ve çiçeklerle karşılayacağız gelen konukları. Unutmayın güllerle. Herkese gül verilecek. Konuşmalardan sonra buraya doğru yol alırken, yol boyunca durmadan onuncu yıl marşı ve marşlar. Bu iş senin sarı, yollara pankartlar asacağız. Belediye Başkanımızı önümüzdeki seçimlerde, vekil olarak hazırlamak için… Evlerin tepesinden Adem Başkana güller atılacak ve bütün gençler en son, Adem Başkanı aramıza alıp tezahüratlar yapacağız ki örnek olsun başka köylere... Belki bu UYANIŞ BİZE BAŞKA KAPILAR DA açacak. Tamam mı? Hadi herkes işe koyulsun. Sarı, marşlar mutlaka okunacak utanmak yok… Prova yapın bol bol…
***
İşte bu işlere o kadar dalmıştı ki Kaya... Yüreğindeki yangını sadece, yalnız kaldığında anımsıyordu sahi neredeydi Bahadır? Yarın onun yanında kalmalı ve bu sevinci onunla da paylaşmalıydı ama bu işlere dalarken kardeşini kaybetmenin eşiğine geldiğini gördü o gece onu döverken aslında attığı her tokat kendineydi Kaya’nın. Her şeye yetişirim sanmış, gene ailesini ihmal ettiğinin farkına geç varmıştı. “Çık Bahadır bu bataktan, gel çocukların başına geç kütüphaneyi açtıktan sonra... Esas işimiz şimdi başlıyor. Sen aklı başında benden bilgilisin... Burayı senin kontrolünde ilim yuvasına çevirip, gelecek nesillerde öğretmenler, doktorlar çıkaralım” demişti son…
Hafta sonuna iki gün kalmıştı, gelecek miydi Bahadır açılışa? Mahzun ve kırık kalbi affedecek miydi abisini?
***
Bu kalabalık, bu coşku uzun yıllar unutulmayacaktı Dervişler köyünde, hissediyordu Kaya.
Her şey planlandığı gibi gidiyordu o gün. Sadece marşlar kısık sesle okunuyordu o da Marşların okunduğu bölgeye gidip, arkadaşlarına coşku vermeye çalışıyordu ki; bir el en zor anlarda değer ya, bir el tuttu elini sıkıca ve o elin sahibi Kaya’nın coşkusuna aynı coşkuyla eşlik etti. Akça kardeşim benim, o elin sahibine sıkıca sarıldı burası sana ait. Ne güzel de okuyorlardı, onuncu yıl marşını tekrar tekrar… Akça yanık söylerdi hep nasıl da coşturmuştu gençleri…
Sesimizi yer, gök su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin!
Akça’nın sesi kulaklarında inliyordu. Dervişler köyü çiçekler atılıyordu Adem Başkana, evlerin tepelerinden. En son basketbol sahasının açılışında tek tek pankartları gezdi Adem Başkan!
Temiz, siyaset, temiz politika
Az kaldı dayan angara… O geliyor!
Angaranın dervişi varsa!
Bizim de Adem Başkanımız var.”
Angaranın yolları taştan!
Seni çoook seviyoruz Adem Başkan!
Gözleri doldu Adem Başkanın, o kadar duygusal konuştu ki, o gün Kaya’ya, İbrahim’e ayrı ayrı övgüler yağdırıp, “Yüreğimle söylüyorum ki, bugün hayatımın en güzel günlerinden biri” dedi. Bol bol yenildi, içildi.
O gün İbrahim için daha da önemliydi çünkü düğünü de vardı aynı zamanda ve köy ilk memurunu çıkartmıştı o gün. Aynı zamanda ataması gelmişti can dostu İbrahim’in memur olup, gidiyordu İbrahim…
Herkes gitti sonra yalnız kaldı Kaya. Köyün içinde yapa yalnız, “Hep seni unutmak için bunlar SEVGİLİM” dedi bulutlara bakarak.
“Seni ne kadar sevdiğimi hiç söyleyemedim yüzüne bari sen de bunu bana çok görme! Bitti her şey sızı şuramda bak…”
Yağmur atıştırmaya başladı hafif hafif yoksa gözyaşları mıydı onlar? Boşlukta öylesine yürüdü Kaya. Gecenin karanlığında, yine binbir gam ve kederle... Bundan sonrası nasıl olacaktı acaba?
“Hayat artık bana yalan söyleyemeyeceksin senden mutluluk alacağım var, senden yaşayamadığım çocukluğumun intikamını alacağım onlarca çocuğun mutluluk ve sevinciyle! Senden bu bulanık sularda, yaptığım kâğıttan gemilerin peşinden koşturduğu saf ve masum yılların ahını alacağım ant olsun ki seni de unutacağım Sevim... İhanet masum sevgilerin tuzağı olmayacak bir daha! Ant olsun ki, köy köy gezip, seni hatırladığım her an yol, kitap, çocuk parkı olup, senin değer vermediğin masum yüreğimi sadece masum sevgilerle yama yapıp, bir gün mutlaka ama mutlaka intikamımı alacağım senden. Sevgi tarlasının eğreti otu olsam da kök salacak yaptıklarımız nesillerce. Sen ki, bizi davalara attın madem. Sen ki, bizi başka sevdalara saldın madem, artık dik bir duruş, sert bir bakış, rüzgârımız olsun. Köprüler kursun memleketin üzerine… Yokluk denizinde yok olup, gitmektense adımızı dillere, şefkatle andırırız belki de... Kim bilir? ”
“Osmanlılar döneminde ilk kütüphane Osman Bey zamanında İznik’te, ikincisi ise Edirne’de Lala Şahin Paşa tarafından kuruldu.”
Dönülmez yola soktun beni kader,
Düşünmem artık benden başkası bana ne der,
Hislerime perde koymak
Perdeler, yakışmaz bana
Gecenin siyahına saklanıp ağlamalar...
Hey bendeki sen...
Kendini orada görsen, yazsan çizsen, silsen...
Susmasan, ben susturmasam seni
Diline ne gelirse desen...
Yok, yok ben razı değilim buna
Kaderimin beni, seni eritmesine...
Gel görelim gözlerimizi açıp...
Kalbimizden geçenleri söyleyelim
Gece uzun...
Ama bu kaçıncı gece, senle sensiz...
Bu gece bitti Mehmet,
Bugün de bitecek… Yarın da olacak, sonrası da… Ama ölmeyen umutlar hep dizleri üzerinde…
Sen istedin bu mektubu Mehmet, susma dedin bir kere… Arala dedin açık kapıları… Kapatma, açma sadece arala! Kalbimin kapılarını bir de böyle aralamalı… İşte içimden geçenleri, geçemeyenleri böyle yazmalı… Araladığım gözlerimden dökülenleri tutmadan, dokunmadan…
Sen gerçek misin Mehmet?
Bu içindekileri akıttığın dizeler senden mi? İçinin hangi sokağından çıkıyor hecelerin… Çıkmaz bir sokağı var yüreğinin ve sen dindiremediğin bütün fırtınaları o sokağa hapsettin. Ben de oradaydım Mehmet!
Vakit kaybetmeden yazdığın duyguların bir okyanusa dökülüyor… Onlar dökülürken sen fırtınanın neresindesin?
İçinde dinmeyen hasret fırtınasını nereye savuruyorsun? Beklediğin bahar bu yıl geç kaldı… Ve sen baharı yaşayamamışken, yaz istiyorsun yüreğine… Güne güzel bir günaydınla uyanmak istiyorsun.
Güneş kalbin için, aşkın için henüz doğmadı Mehmet!
Bir aşk bu, böyle işte tam da senin hissettiğin, benim hissettiğim kadar zor… Cümlelerinin kenetlendiği yerdeyim ben Mehmet! Beni hapsettiğin zirvedeyim. İnmek öyle zor ki…
Bu zirveye çıkarırken ettiğin yardımdan, şimdi eser yok. Varlığını hissetmeden yaşamamı istiyorsun. Elimi tutmadan, seni görmeden, orada olduğunu bilmezden gelerek… Hem yaşamamı, hem atlamamı bekliyorsun. Atlayınca düşmemi istemiyorsun… Sırtımda onca yükü görmezden geliyorsun…
Biliyorsun Mehmet, beni en zorla yalnız bıraktığını biliyorsun…
Adımlarımın farkında değilsin çünkü bana bakmıyorsun. Tutunduğum dalların ellimde kaldığını görmüyorsun işte… Sesimi duyuyorsun sadece Mehmet, benim sesim olarak değil… O gülümseyen ben değilim Mehmet!
İçimin dağlarını nasıl aştım biliyorsun ama bildiklerin öyle yarım, öyle az… Bu yazdıklarım ne ki senin için, bir başkası için, onun için… Ben ne kurgularda oynuyorum Mehmet!
Hangi rollerde ölüyor, hangi rollerde gidiyor, hangi rollerde terk ediliyorum… Hangi sustuğum cümlelerde kimleri, seviyorum…
Hiçbir şey duymadan oynuyorum ben Mehmet... Duyduğum fısıltılar öyle kısık, öyle masal ki… O masallarda kavruluyorum ben ve en kötüsü de sen bunu biliyorsun, sen buna izin veriyorsun Mehmet!
Gerçek duygularımın, gerçek yazdıklarımın yanında bunlar ne ki… Senin için ya da bir başkası için bu yazdığım kurgular, şiirler ne ki Mehmet! Ona yazdıklarımın yanında, ona sustuklarımın yanında ne ki…
***
“Borç”
Ağabeyimin hayallerini çoğu kere ağzından dinlerdim. İnanmazdım bazen ama hiç ona inanmadığımı belli etmedim. Ben dinledikçe daha istekle anlatırdı. O hayal ettikçe aşılacak dağlar önümüzde küçülüyor müydü ne? Bana ne demişse bir bir olmuştu açılışta. Köy o kadar tarihi bir gün yaşıyordu ki. Tohum betonda çatlamıştı. Belki abim o koşturmaca da beni görmemişti bile. Tamamen hayallerindeki gibi gelişiyordu her şey. Arkasında büyüklerinden çok köyün gençliği vardı. Maksat köyün çocukları okusun, köyden bir öğretmen, bir mühendis çıksın. Bunun gayretiydi verilen. Bütün köy başkanı dinliyordu. Başkanın gözleri bütün köydeydi. Bu adımlar henüz atılan ilk adımlardı. Bu tohum betonda çatlayan ilk tohumdu. Şüphesiz başarı tüm köyün, tüm gençliğindi. Kayanın altına ellerini, yüreklerini koymuşlardı. Abim Kaya’nın düşünceleriyse hep bir adım öndeydi. Tabi ki başarı dedikleri gibi herkesindi. Kaya neden vermişti böyle bir mücadele bunu açıklamak istedim. Neden çalmıştı boyundan büyük kapıları? Neden mücadele vermişti? Borçluydu. Çünkü borcu vardı. Bu köye doğuştan borçlu doğmuştu. Fitrelerle, zekâtlarla bu günlere gelmiştik ve bunu çok iyi biliyordu. Sadece o mu? Ben, Gülşen, ablam, abim. Evimizdeki tuğlalarda bile köylünün hakkı vardı.
***
- Bu köye borcum bitti.
Nihayet derin bir soluk aldı. Belki de alacaklıydı. O kardeşiyle bunları da konuşmuştu. Evet, kendi borcu bitmişti bugün. Ya Bahadır? Bu köye en borçlu da o değil miydi? Bahadır abisi konuşmadan bunları daha önce hiç düşünmemişti. Ama kafasında o günlerde takılan bir cümleydi. “Borç” borçlu olmayı hiç sevmezdi beşkardeş.
- Bende borçluyum…
- Hayır, sen değilsin. Ben borcumuzu ödedim.
Dese de abisi… Borç bitmemişti.
Şirkette işler yoğunlaşmıştı. O günler şirketin zor zamanlarıydı. İlk önce finans kuruluşu tasfiye edildi. Sonra abonelere vaad edilen emeklilik iptal edildi. Ve işler birken iki olmuştu.
Siz 18 veya 19 yaşındasınız o zamanlar. Babanızdan kaçıp ayaklarınızın üzerinde durmuşsunuz. Bir yuva kurmuşsunuz bu yaşınızda. Ve evden, köyden de kopamamışsınız. Köyde ise milat olmuş. Abi, kardeş, ev, köy, arkadaş hepsini bırakıp sabah gazete dağıtmaya, gündüz boğuşmaya gitmelisiniz. Köyde her şey değişebilirdi belki, ama değişmeyen tek adam Cavit, Deli Cavit’ti. Sırf bu yüzden işine sıkı sıkı sarılıyor, ondan uzak olduğu için şükrediyordu. Ya kardeşi? Sadık abisinin çocuğu da olmuştu. Amca olmuştu. Önce dayı olmuş sonra amca.
- Kütüphanenin başına sen geç…
Diyordu abisi. O direniyordu. Hayır olmaz. Babası olmasa hani belki hemen evet derdi. Ayrıca çalıştığı yeri seviyordu. Gerçek acıdır. Arkadaşlarıyla kahve hayatı devam ediyor. Alışkanlığı bırakamıyordu hayatındaki tek kötü alışkanlık…
O akşam bisikletinin freninin tutmadığını görüyordu. Sabah gazete dağıtacaktı ama nasıl? Yayan dağıtsa çok uzun sürerdi. Frensiz de bisiklet sürülmezdi. Neden erken fark etmemişti? Ersin arkadaşını düşünceli görüyordu Bahadır.
- Fren yok. Nasıl dağıtırım gazeteleri?
- Yayan dağıt oğlum. Bak sakın bisikletle dağıtma tehlikeli olur. Sen delisin biraz, bak sakın dağıtma…
O dağıtma dedi bir kere dağıtmalıydı Bahadır. Ne olacaktı ki zaten, yokuşlarda da eliyle sürerdi. Sırf dağıtma dediği için arkadaşı yine bisikletle dağıtmaya karar vermişti.
Sabah olmuş, güneş doğmuştu. Hiç tereddüt etmedi bisikletle yola çıkmaya. “Bir musibet bin nasihatten iyidir demişler boşuna mı? ” diye düşündü.
Gazeteler bitmek üzereydi son beş- altı gazete kalmıştı. Ve önünde bir yol vardı. İnerken, inerken tekrar yama çıkıyor. “Bisikletten inmesem mi? ” diye düşünüyor ama sonra “Ne de olsa yama var hızlansa bile bisiklet yamadan çıkınca duracak.” diyordu içinden.
Bu denklemi kurmuştu kafasında Bahadır. Virajı ise dönemeyeceği hiç aklına gelmemişti. Ya Bismillah… Dünya nasıl da dönüyordu. Yerde acı şekilde kıvranıyordu. Evet, virajı alamadı, ama bu hataya nasıl düşmüştü? Yerde uzanırken bisikleti ve gazeteyi düşünüyordu. Hiç kalkacak hali yoktu. Dirsekleri kanıyor, ayağında da bir acı vardı. Bisikletin direksiyonu neredeyse “U” harfi gibi olmuştu. Başı hala dönüyordu. Bir araba fark etti Bahadır’ı... Yerden kaldırmak istedi bir adam, ama aklı gazeteleri dağıtmadaydı hâlâ. Adamı başından savmak istiyordu. Adam arabaya aldığı gibi en yakın hastaneye götürdü. Devlet Hastanesine gelmişlerdi. İşyerini arayıp haber vermişlerdi. Pansuman yapmışlardı. Yatakta uzanmıştı ve hâlâ kötü haldeydi. O sıra hemşirelerden biri eline bir kâğıt tutuşturdu. “Git şunu aşağıda onaylat.” dedi. Ama kalkacak durumu yoktu. “Nerede? ” diye sordu. Yoldan aşağıya in diye tarif ettiler. Dedikleri gibi yaptı Bahadır. Başı dönüyor, midesi açlıktan gurulduyordu. Daha kahvaltı yapmamıştı. Dedikleri yere gitti, yani kapıya kadar. Sonra bayılmanın eşiğine geldi. Hemşirelerden biri bağırdı. “Bayılıyor” gözleri çok az seçiyordu.
- Seni nasıl gönderirler böyle diyordu. Karnın aç mı?
- Açtır tabi, Sana ne oldu?
Diye sordular.
- Gazete dağıtıyordum.
Diye cevap verdi Bahadır…
***
Simit ve çayın bana o kadar güzel geldiği başka bir günü ben hatırlamam… Sonraki günlerde ise müdürümüz bana “Yoruldun mu? “ diyecek, bende “Yoruldum” diyecektim…
“Köye Dönüş”
“Yoruldum” dediğimde ise gazeteden ayrılmak zorunda kalacağım aklıma gelmezdi. Bir anda hedefsiz biri olmuştum. Kendinizi bir ağaç hissederken, dallarınızın budanacağı gün gelmişti demek. Şirkette formaliteden vardım artık. Ne tadım ne tuzum kalmıştı. Abim ise “Gel kütüphanede çalış” deyip duruyordu. Aylar olmuştu kütüphane açılalı… Çeşitli kişiler çalıştırmış ama randıman alınamamıştı. Köye internet bile gelmişti ama ayakta zor duruyordu. Ne de olsa bazı kafalar hâlâ bu yerin değerini anlayamamış, gelecek inşa etmek umurlarında olmamıştı. Hâlbuki bir gurur abidesi olarak sahip çıkılmalıydı. Geleceğe dikilen en güzel anıtın gelecek nesillere aktarılması gerekirdi.
***
Kütüphanede çay demleniyor ama kahvehaneler tıkır tıkır işlerken kitap okumaya kimseler gelmiyordu. Gençlerde eski şevk yoktu, çözülmüşlerdi. Yani Bahadır gelse… Ne değişirdi. Kaya kardeşine her fırsatta diyordu… “Gel işte” Gazeteyi bırakınca rüzgârdan kopmayı bekleyen bir yaprak olduğunu gördü Bahadır. Kopmalı mıydı kalmalı mıydı? Bir karar vermeliydi. İki ay geçmişti, artık bocalamayacaktı. Karşıdan çok sevdiği bir arkadaşı, abisi geliyordu. Şirkette abi - kardeş ilişkisi hâkimdi. İki elini sıktı. Sıkılan ellerini bu abisine gösterdi. “Hangisi? ” diye sorarken içinden “Sağ kolum köy, sol kolum derse şirket” diyordu. Onun böyle düşündüğünü bilmeyen arkadaşı ne olduğunu anlamasa da sağ kolunu tuttu. Bu… Ne oldu?
- Demek sen beni sevmiyordun ha aga. Demek yol göründü bana… Demek köye dönmeliyim.
Demek Cavit babası oğlunu çok özledi… Kararını vermişti. O gün işten ayrılmıştı. Ertesi gün bisiklete yükledi, yükleyebildiği ağırlığını. Evden sadece 60 milyona aldığı halıyı gönderdi köye. Kalan eşyalarını dağıttı. Şofbenini de amcaoğluna sattı. Ve bisikletle çıktı yola. Köye giden yola… Kopmak kötü oluyordu ama ilk defa kopmuyordu ki dalından. Çocuklar alışmıştı ona ama köyde de bir hayat bekliyordu onu. Çocuklar bekliyordu, gençler bekliyordu yine.
…
Miroğlu abisi, bu diziyi çok severdi. Her akşam bu diziye bakardı. Abisi tip olarak bu dizi kahramanına az buçuk benziyordu. Bahadır’ın gözünde en az abisi de Miroğlu kadar kahramandı. Evvela Yüzüklerin efendisi filmini seyretti sinemada sonra Deli yürek filmini. Sinema girdi hayatına ve kitaplar.
Kitap okuyordu ama hangi kitaplar? Tasavvuf kitaplarıydı bunlar. Şirketten ona kalan, şirketin kitapları olmuştu. Kütüphane de kitaplar çoktu ama evvela o okumalıydı. Yabancı klasik kitaplar, ansiklopediler, romanlar, hikâyeler. Çoğu kitap bugüne hitap etmiyordu. Derleme - toplama kitaplar ne çocuklara, ne gençlere hitap ediyordu. Zaten gelen de kitap okumaya değil internete geliyordu. İnternet bir gelir kaynağıydı. Çay - şeker ve kira masrafı çıktıktan sonra geri kalan Bahadır’ın çalışma ücretiydi. Aslında bilgisayar denen meret vardı da internet yoktu. Burasını düzeltmeliyim. Çocuklar fifa oynamaya, oyun oynamaya geliyordu. Amaca giden yolda ona köyde bir öğretmenlik düşmüştü. Kitaplar nasıl sevdirilir, zorla kime ne sevdirirsin? Anlatmalı, öğretmeli, gençleri aşılamalıydı. Cumartesi - Pazar günleri civar köyden patpatlar dolusu öğrenci gelirdi. Bu köyün çocukları oyun için gelirken, civar köyün çocukları okumaya, ders çalışmaya gelirlerdi. Ve siyaset, din köyde bunlar da vardı. Ayrıca babası ve babası gibiler. Menfaatperest insanlar. Her türden insanın olduğu yerde, her türden kavganın mücadelenin olması doğaldı. Ne de olsa cehalet kafalarda hep vardı. Cehalet yaşıyordu her daim; ezeli düşman. Kış olduğunda soba nasıl yanar? diye kimse kimseye sormuyordu. Ama soba yanmasa… Çay demlenmese, bilgisayar olmasa ve kitaplar insanın en yakın arkadaşı olmasa…
Çocuklar bilhassa Bahadır’ı çok sevdiler. Ve belki de çocukların duası çıkardı Bahadır’ı Kuşçunun Miroğlunu çıkardığı dipsiz kuyulardan. Ama hayır Miroğlu değildi o bu öyküde. O Kuşçuydu, dipsiz kuyular ona emanetti ve o çıkaracaktı. El o olacaktı, olacaksa. Tamam, ama dipsiz kuyuya düşmekte olduğunu kimse de, o da bilmedi.
Bir gece abisi uyardı onu. “Kalk” Hemen odanın tuvaletine soktu kardeşini. Duvara yaslandı Kaya. Bir sigara yaktı. Hiçbir şey anlamayan Bahadır şaşkındı. Tüfek odanın duvarlarına, pencerenin camlarına doğrultulmuştu. Ama neden? Deli Cavit neden yapıyor bunu? Çocuklarının yattığı odaya, yattığı yerlere neden bu nişan alış? Neden isyanları, içmeleri?
- Köye seni çağırmakla iyi etmemişim bak, seni de yaktım. Babamız hiç değişmeyecek. Bugün de, yarın da. Biz borç ödeyeceğiz diye kıvranalım duralım. Yarın bir gün kütüphaneyi de tutuşturur bu adam. Geçmişte bir köpeği nasıl tutuşturmuşsa… Sevinçlerimizi bile erteliyoruz farkında mısın? Yaşayamıyoruz, hep sırtımızdan vuruyor.
- Abi kötü rüyalar görüyorum. Sanki babam caminin minaresine çıkmış sana doğrultuyor tüfeği. Miroğlu filmindeki gibi…
- Zaten hep namlunun ucundayız baksana. İçmese adam gibi adam... Ama içince namlusunu oğullarına doğrultacak kadar alçak!
…
Arada böyle günler de yaşanıyordu. Yani Bakırköy’e bile yoldan yola gidemiyorsunuz… Her şey evvela sizi oraya hazırlayacak.
O gece arkadaşının mevlidine gitti. O gece köyün başka mahallesinin gençleriyle birlikte oldu. Tanıştı, kaynaştı. Ve anlatmaya başladı. Gençler can kulağıyla dinlediler onu. Anlattığı şeyler okuduklarıydı şüphesiz ve okuduklarını henüz kimse okumamıştı. Cami hocaları bile. Arada büyükler de kulak kabartıyordu. İmam Hatip mezunuydu ama imamlar bile bu sohbeti bu akşamki sohbeti yapmıyordu sonuçta köyde. Bir biri ardına sorular geliyordu. Gençler her şeyi sorabiliyordu.
- Ben sorularınıza cevap verdikçe vebalimiz artıyor gençler. Yani hiç sormasanız belki öğrenmemiş, bilmemiş olacaksınız. Yani vebaliniz olmayacak. Ama bilince size bu dakikadan sonra bir vebal olacak. Sonuçta akıl baliğiz. Sonuçta yapmamız gereken ibadetler var. Size bunlar bunlar anlatılmamış. Ama görüyorsunuz arkadaşımızın annesi öldü. Ve bu dünyaya bir daha gelmeyecek. Yaşadı ve öldü. Amma iyiydi, amma kötüydü. Kabirde ilk namazdan soracak kabir melekleri, namaz mükellef olduğumuzdan itibaren üzerimize farz. Yani bunu bugünden itibaren artık biliyorsunuz. Bu gece yatsı dâhil mesulsünüz. Ve sizler sordukça ben size söyledikçe, öğrendikçe mesuliyetlerimiz artacak. Bilmiyordum deme lüksümüz yok…
- O zaman yatsıyı kılalım dedi, Bayram.
- Evet, bu gece herkes namazı kılmalı. Hatta camide kılmalı. Kılabilsek keşke…
- Neden kılmayalım…
- Nefis denen şey var Bayram. Ağaç yaşken eğilir derler. Yani bildiğim halde ben bu güne kadar kılabiliyor muyum? Aslında bunları anlatmak da bir anda gelişti. Yani bu sohbet çok tatlı oldu değil mi?
- Sen neymişsin hoca, hiç duymadığımız annemizden babamızdan öğrenmediğimiz bilgiler öğrendik.
- Ne hocası… Sakın ha, bir daha deme… Arkadaşlar anlattıklarımız burada kalmasın, pratiğe dökelim. Yatsıyı camide kılalım. Sizin mahallenin camisine gideriz, sonra beni de kütüphaneye kadar bırakırsınız.
***
Bu gece milat oldu yaşantımda. Camilerin meğer kilitli olduğunu öğrendim. Ama o zamanlar içimde, içimizde farklı bir ateş yanıyordu. Bir ateş ki efendimiz demiyor muydu: Ahir zamanda dini yaşamak elinde ateş tutmak gibi olur. Ateşi tutmalı mı ateşten kaçmalımıydı?
“O gece…”
Evet, cami kilitlenmişti, biz abdestimizi almıştık ama vakit geç vakitti. Hocanın kaldığı lojmana gittik. Beş on tane genç üzerimizden bir vaktin sorumluluğunu atacaktık. Bayram hocanın kapısını hafiften tıkladı. Bense buna da kızdım. Ve kapıya tak tak vurdum. Hocadan anahtarı aldık ve gençlere de imam oldum. Hoca da şaşırmıştı ama başka bir gece birkaç arkadaş haricinde hepimizi arkasında cemaat olarak hiç görmedi… Hâlbuki hoca bize yol gösterebilirdi de…
***
Ramazan ayı gelmişti. İnsanlar ne kadar da ikiyüzlüydü. Kütüphane gündüzleri dolup taşıyordu. Akşamları da o kadar kalabalık ki… Ders veriyordu bir takım insanlar. Bahadır çay demliyor, çay dağıtıyor dini sohbet ortamını sıcak tutmaya çalışıyordu. Siz kenara çekilmişseniz manzarayı uzaktan seyrediyorsanız, biliyorsunuz ama bilmiyorum diyorsanız elbetteki insanların boş yerlerini dolduranlar olacak. Ama yeter ki olsun. Yani bu daha dün kütüphaneye bile adım atmayan insanlar niye bugün en ön saftaydılar. Hep aynı şeyleri anlatıp, daha fazlasını hiç anlatmazlardı ki. Aynı zamanda çaycıydı o. Aynı zamanda bu çarkın bir dişlisi.
Sohbetler devam ediyordu. O şunları diyordu. Sizler mancar yemeden, mancar yemeğini bilmeden et yemek istiyorsunuz. Yiyin bakalım et. Kimse ne demek istiyor bu demedi. Ne köylüleri, ne arkadaşları, ne abisi, ne bir başkası… O ise diğer mahallenin gençleriyle yolda yürümeye çalışıyordu. Tasavvuf kitapları okuyordu bir yandan. Aylar geçiyordu. Her dertle dertlenerek… Bu kütüphane ona çok şeyler öğretmişti. Ama artık kütüphane onu boğuyor muydu ne? Batak, king mi oynasa. Köyün öbür yüzleri gibi… Ya da tasavvufa tam mı dalsa… Deli Cavit gibi içse içse… Hayır, doğuştan tövbeliydi o.
***
“Burada anlatılan satırlar gün, ay, yıl ve geçmiş günler, aylar, yıllar… O yıllar hiç geçmemiş gibi. Satırlara sığdırması zor ama birkaç ömrün, birkaç ruhun yaşadıkları, açtığı bu kapı kapanmalı… Hızlı geçtikçe bazı şeyler kafanızda karıştı ya da beni anladınız. Anlatmak istediğim yaşadıklarımın birebir olduğu... Bu öyküde savcı da siz olun, hâkimde, şahitte, tanıkta. İster yargılayın bizleri, ister kendinizce hüküm verin. İster yaşayın yaşadıklarımızı. İster karanlık gecelerimize bir mum olun. İster zormuş deyin, ister kolay.”
O gece bir dini sohbet daha tertiplenmişti kütüphanede. Kaç çay verdiğini bilmiyordu Bahadır. Sohbeti dinleyen herkes bir - iki bardak çay içmişti belki de.
- Ben vereceğim koçum!
Dedi Fahrettin Bey, otobüsü vardı. Ve ne kadar diye bile sormamıştı çay parası. Evet, çay parasıyla dönüyordu devran. Çay parasıyla yanıyordu soba. Çayla oluyordu bu dini sohbet. Çaya geliyordu millet. Kaç çay vardı? Belki 20, belki 50 çay. Fahrettin Bey cebinden bir tomar para çıkarmıştı. Saydıkça saymıştı paraları. Yani ondan çay parası isteyen de yoktu. Yine Bahadır’dan gitsin mühim değildi. O kadar parayı bir arada hiç görmemişti Bahadır. Yüz milyonlar bitti, elli milyonlar bitti, yirmi milyonlar bitti, beş milyonlar bitti tek tek… Ve bir milyon verdi o gecenin çay parasına karşılık. Dalga mı geçiyordu ne? Para gösterişi mi yapıyordu? Yani bir milyona mı satacaktı Bahadır bu geceki sevapları Fahrettin Bey’e? Kaç çay parası ki bu, ne kadar çay verdiğimi hiç mi görmedi? Parayı almıştı almasına ama içine sinmemişti. Parayı yırtıp, sobaya atarken Fahrettin kapıdan nedense geriye doğru dönmüş ve Bahadır’ı parasını yırtarken yakalamıştı. Anlık reflekslerdi bunlar ve o geceye kadar ilk defa biri Bahadır’a küfrediyordu, şerefsiz diyordu… Kül tablası fırlattı Bahadır’ a. Tutmasalar bir güzel dövecekti. “Ama keşke dövse, küfürler niye?” diye düşündü Bahadır. O hayatın dayaklarına alışık ama kötü sözüne alışkın değildi. Bu güne kadar küfür ne bilmez biriydi. Duysa yüzü kızaracak biriydi.
Bakırköy’e gidecek ilk adımlara adım atılıyordu o gece işte…
***
“Yaşarken tabuta girmek”
Adımlarım nereye gideceğini biliyor muydu? Beni nereye getirecekti bu yol? Herkes üzerine düşen oyunu mu oynuyordu? Rahatlamak isteyen insan nereye gider? Gidecek yer neresi olur, seçeneğiniz o kadar azsa…
Elimizden tutulmasını istediğimizde, biri de bizim elimizden tutar mı? Yoksa kader denen çizginin hakkımızda başka düşünceleri mi vardır. Nereye gidersin kendinden hesap soracağın, kime gidersin sana kendinden daha yakın. Annemin mezarı. Ben konuşunca benden başkası susuyordu. Ben içimi döküyordum, mezardaki beni dinliyordu. Yaşayanlardansa hiçbir beklentim yoktu. Yolda bir bendim. Yolumdaki tek bendim. Ama yolda olmak istemiyordum ki, kaçıyordum ben. İnsanlar olmayacaktı. Yatsı namazında camideydim. O akşam rolünün bu olduğuna inandığım arkadaşlarımdan biri bana durduk yerde tüfek fişeği gösterdi. Camide Allah’ın evinde, nedense… Herkes çıktığında ben camide kaldım. Nedir bu üzerime gelen Rabbim. Benim bedenim zayıf, et - kemiğim.
Yine içimi döküyordum, kimseye dökemediğim içimi. Sabah buluşmak üzere camiyle vedalaştım. Yolumu çiziyordum. İnsanlardan uzaklaşıp, dünya işlerini bırakıp, istediğim hayatı yaşayacaktım.
Ertesi gün buluşma yerindeydim. Namazdan sonra eve gitmedim. Caminin altı imam lojmanıydı, kalan yoktu. Ara sıra imam burada ders veriyordu. Sanki benim için özel tahsis edilmişti. Öğleye yakın avdan dönmekte olan iki arkadaşı çağırdım. Yüce kitabımız önümde, mealini okuyordum ve okuduklarım beni sarsıyordu. Arkadaş tüfeğini duvara yasladı. Gözümün önünde bir yere. Dün akşam fişek, bugünse tüfek. Beni mi vuracaklardı? Azrail’i ben kendim mi çağırmıştım? Av filan bahanemiydi? Ama neden öldürmek istesinler beni, Fahrettin mi? Bunları Fahrettin mi saldı? Hâlbuki sadece parasını yırttım.
Madem ölüm var doğru anlaşılayım. Zaten yaşamaktan çok ölme isteğim vardı. Hayatta tüm arzularımdan soğumuştum. Gençler benim son rehinelerimdi belki, onlara dinlemek istesinler, istemesinler anlattım. Onlar çıkıp gitti. Ben yine kendimle kaldım. Gözüme tabut ilişti. Yaşarken tabuta girmek nasıl bir şey? Yüce kitabımızı başımın altına koydum. O bana en yakın olmalıydı. Ve tabutun kapağını kapadım. Birgün ölmeyecek miydik nasılsa… Ve bir gün girmeyecek miydik tabuta? Ama olaylar kalbiniz attığı her dakika cereyan etmeye devam ediyordu. Tam tabutta beni kimse bulamaz burada derken içeri seri hareketlerle birileri girdi… Nefesimi bir ölü gibi iyice kıstım. Azrail babam mıydı gelen, ya da Azrail kendi mi gelmişti?
“Hani yok burada” diyen birinin sesini duymuştum… Ama sesin sahibini anlayamamıştım. Hala bilmem gelenin kim olduğunu. Bundan sonraki günlerde ben de bana biçilen ağır rolü oynayacaktım.
Başka sabah yine camiye gittiğimde cemaate imam olmak için giydiğim cübbe ve sarığı evde çıkarmıştım camide çıkaracağıma. Belki o sabah namazında imam haşmetmeapları namaz kıldırıyor olsaydı üzerimde kalmazdı! Ve ninemden parmağındaki yüzüğü istemiştim. O benim yüzüğümdü, kıymetlimdi. Yüzüklerin efendisindeki yüzüğün ninemin parmağında işi ne? Yok edilmeliydi. “Yüzük yüzük” diye tutturmuştum. Artık gerçekle gerçek olmayan şeyler arasında gidip geliyordum. Bana ait bir dünya vardı artık. Ve o dünyada kimseyi istemiyordum…
(Devam edecek…)
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:25:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!