5- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (beş)

İbrahim Arslan
1000

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

5- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (beş)

5. Bölüm
Kapı ‘Hayatımızın Öyküsü’

İşyerimde 2 yıl bitmiş. 99 yılında imam Hatip Lisesi’nden mezun olmuştum. Lise 3’te iki dönemde teşekkür belgesi almıştım. Üniversite sınavına bir daha girmedim, neden kazanamadım ki? Puanların kesilmesi ve hiç çalışmamak ancak mazeret olabilirdi… Kazanmalıydım. Kazandım diye çıkmıştım o gün sınavdan. Ama olmadı…
Artık rüzgâr nerden eserse, nereye sürüklerse… Baba evinden de ayrıydım, kardeşimden de. Cana tak demişti inanın. Ve kaçma mı dersiniz kovulma mı? Ne derseniz deyin… Ne işiydi bu? Ulusal bir gazetenin gazete dağıtıcısı… Ama o kadar çok seviyordum ki işimi…
Ve yerel gazete de yazılarım çıkıyordu. Bu gazetesini dağıttığım ulusal gazeteye faksla şiir göndermiştim. Şiirim de çıkmıştı. Bilseniz ne sevinmiştim. Müdürün kardeşiyle aynı evde kalıyorduk. Ve bu evde alışmıştım batak, king oynamaya… Hep çay mı yapacaktım her akşam eve gelen bunlara? Kira vermiyorum diye, evin hizmetçisi de değildim ya… Yemek yap, bulaşık yıka. Kan uykusunda olan müdürün kardeşini, her sabah uyandır. Evi temizle, çamaşır yıka. Artık Raşit yapıyordu çayları, ben oyun oynuyordum. Ne de olsa ben daha zekiydim, daha iyi çeviriyordum oyunları… Keşke hiç öğrenmeseydim. Artık dörtte birin yerinde oynuyorduk oyunları… Ve acayip hesap ödüyordum.
(Not: Olayların seyri ve tarih karışmış olabilir. Bu öyküyü okurken yazılanların yaşandığını ama zaman, tarih ve yeri vermek istememi anlarsınız umarım)
***
EL KAPISINDA OLMAK!
Gazete dağıtmak. İnanın çok zevkli. Önce okuyorsun, severek okuduğun gazeteyse, severek de dağıtıyorsun. Bir bisikletim vardı. Çok severim bisiklet sürmeyi ve bisikletle gazete dağıtmayı…
Her şey güzel güzel gidiyordu. Bir gün babam aradı. Panasonic cep telefonum vardı. O kadar şaşırdım ki, bir oğlu olduğunu biliyordu. Bu öykünün baş kahramanı babamdı sanırım… İşte kapı, işte sapı ne demekmiş çok iyi biliyordum. Bana dememiş miydi bunu?
Sahilde buluştuk. Yan yana oturduk, koca adam ağlamaklıydı. Nedenini merak ettim. Televizyon bozulmuş, evde tek eğlencesi televizyonmuş… Vay be koca deli Cavit’in düştüğü duruma bakın. Yarım alkollü, aklıma hep içki şişesini kırmak isteyişim geldi. İçerse kıracağım diye düşündüm. Belki kafasında kırmalıyım da, yok bu kadarı ağır kaçardı…
- Ya baba ne üzülüyorsun, ben alırım sana televizyon. Televizyon gibi şey için… Yapma baba, Allah aşkına… Ben pazartesiye kadar alırım sana.
Bugünleri gördüm ya… Demek babam beni hatırladı diye düşünmüştüm. Muhakkak almalıydım televizyonu... Peki, ne kadardır bir televizyon? Allah’tan o zamanlar LCD ekran yoktu…
Arkadaş çevremle akşamları “Dörtte birin” yerindeydik her akşam. Nereden öğrenmiştim bu illeti? Gece oniki olmuştu. Kahveden yeni çıkıyorduk ama bu da neydi? Daha gece bitmemişti, buradan bir başka şehre, bu vakitte çorba içmeye gidiyorduk… Arabaya bindiğimde bunu bilmiyordum ama ben sabahları ezanla birlikte gazete dağıtıyordum. Bu çorba nereden çıkmıştı. Arabanın camından yıldızları seyrediyordum. Kötü arkadaşlara hiç ayak uydurmamalıydı insan. Ben iki çorba içtim o gece. İncir tatlısı yedik, güzeldi.
- Bana bir tane de paket yap, kardeş şu tatlıdan. Ben bir incir tatlısı için gelmiş olmayayım.
Yolda Erkan’ la yemeye başlamıştık tatlıyı… Ve arabaya döküldü. Erkan, şoför Ferdi’ ye bağırdı.
- Lan bu arabaya tatlı döktü…
- Eeeee.
- Hani reklâmda var ya…
Ne konuşuyordu bunlar ne reklâmıydı? Araba ani fren yaptı. Daha da şaşırıyordum, Ferdi kapıyı açtı.
- İn lan arabadan…
Yüzüm al al oldu. Ne inmesiydi? Gençlik başka bir şey, inanın bir an gerçek sanmıştım. Meğer öyle bir reklam varmış, buna benzer. Adamı yarı yolda, arabasına bir şey döktü diye yolda bırakıyorlarmış. Ben sonradan anlamıştım, yıldızlara bakarken… Niye bir zengin çocuğu doğmadım? diye de hayıflanmıştım. Hani param vardı ama hiç keyfi harcamamıştım. O geceye kadar… Bir incir tatlısı almıştım, boğazımdan gelmişti…
Ve bir gün sahildeyiz. Bizim Ferdi tuttu bisikletimi denize atacak… “Atabilir miyim? ” diye bana soruyor. “Atarım bak” diyor... Ama bana soruyordu.
- Atabilir miyim?
- Bak Ferdi… Benim ağzımdan sadece atarım sözcüğü çıkarsa, ben o bisikleti atardım.
-Ya bak çıktı atarım sözcüğü, atsana!
Bisikleti denize doğru tutmuştu, bu arkadaşa biraz da sinirlenmiştim.
- Doğru çıktı…
Diyerek, vurdum tekmeyi bisiklete. Sabah gazeteyi nasıl dağıtacağımı düşünmeden üstelik, yüzme de bilmiyordum.
- Ne yaptın lan sen, deli misin?
Cemal abinin bisikletiydi o… Ondan almıştım. Gazete vermiş kuponla, üzülmedim de değil. Arkadaş dalıyor ama yoktu bisiklet ortalıkta. Balıkçının biri geçiyordu salla… Ferdi sordu adama,
- Şey abi… Bize yardım etsene, bisiklet düşürdük denize
- Bisiklet mi? İyi kamyon düşürmemişsiniz.
Nitekim çıkarmıştı. Ama sabah gıcırtı ediyordu bisiklet…
Raşit’le iyi anlaşıyorduk. Ta ki o sabaha kadar… Şakalaşırken kendince iş ciddiye dönüşmüştü. Ben yatıyordum ve şuurunu kaybetmişti. Bir anda vurmaya başladı… Kendinde değildi. O gitmiş, yerine başkası gelmişti sanki… El kapısında olmanın tehlikeli tarafları da vardı demek ki…
Tuttular yakamdan
Tutmadılar kolumdan…
Ağzımdan kan geldi yine anne,
Gece vakti yediklerimi kustum…
Boğazım yanıyor,
Sanki tuttular boğazımdan…
Canım.
Yok benim
Yaşamak nasıl bir şey,
Bilmiyorum…
Ah anne,
Bu dünya da önce güzel olanı koparıyorlar…
Gözlerim yaşlı bak
Gece onikiyi geçti
Uyku yine zehir bak…
Uyumak kimin işi…
Anne kolay mı ölmek,
Ruhun bedenden çıkması nasıl bir şey…
İsteyince ölünmez mi?
Yakın değil mi daha kavuşmak…
Tuttular gölgemden,
Ne gölgem gidebildi ne de beni bıraktılar…
Ah, ah, ah
Ben hayatı affedeceğim affetmesine de
Hayatın üzerimde çok ahı var…
Gel de saçlarımı okşa,
Kara toprakta yatması çok kolay…
Gözyaşlarımı sil gel
Oğlum de,
Ya sen gel
Ya beni de al…
Hayat: kanadı her yerim be,
Bitsin bu hayat
Kapatalım yol yakınken bu kapıyı,
Gel açtığın gibi,
Yine sen kapat…
***
“ Özgürlüğümü İlan Etmek”
O günden sonra… Raşit’in çığırından çıkması bana saldırmasından sonra… Yumruklarından sonra, atletimi parçalamasından sonra… Abisine gittim. Müdürümüzdü aynı zamanda bizim. Atleti gösterdim. Abi ben artık onunla kalamam, delirdi mi ne. Bi anda insanlıktan çıktı. Ne yaptığını bilmiyor. Eline bir bıçak geçseydi beni delik deşik ederdi. Hasta bu!
Ne yapıp edip kurtulmalıydım bu el kapısından. Özgürlüğümü ilan etmeli kendi ayaklarımın üzerinde durmalıydım. Sığıntı gibiydim ben de… Yüzüme de vurulmuştu bazen.
Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş, doğru… İlk önce arkadaşlarım sudan ucuz bana kira buldular. 15- 20 Milyon mu neydi? Bir banyosu, bir lavabosu, bir de odası vardı. Tam benlik. O gün o heyecanla halı koydum eve… Arkadaşım o akşam şöyle demişti unutmam…
- Bahadır sen delisindir. Yine Raşit’le kal gece, sakın kendin kalma… Ben halımı koymuştum ya gerisi ne ki? Halıya sarılır uyurdum. Ne Raşit’i. Daha kim takar onu… Tabi evimde kalacaktım, kendi evimde… Yani kira ama… Yuva. Madem bir yol çizmiştim kendime o zaman bu çizdiğim yolda yılmadan yürüyecektim…
Kış aylarıydı biliyorum. Halıya sarılıp o gece gözlerimi kapamıştım. Halının yarısını da üzerime çekmiştim. Ama olmuyormuş. Sağa dön olmuyor, sola dön olmuyor. Soğuk nasıl da geliyordu belime… Baktım uyuyamıyorum. Sırtımı verdim kapıya. Kapı hiç olmazsa duvar gibi soğuk değildi… Bu da hayatın başka bir kapısı işte… Gariplik tuttu boynumu büker mevlaya, mevlaya. Yine olmuyordu, uyku tutmuyordu… Gecenin ilerleyen saatlerinde bisikletle çıktım yola. Gazete Yay-sat a gelmişse gazetemi dağıtmaya başlayacaktım. Sabah ezanı daha okunmamıştı bile. Gazete işi bitmişti… Eve gelmiştim. Bir de ne göreyim…
***


“BATAKLIKTA BİR GÜL! ”
- Ne o gençler, yolunuzu mu şaşırdınız?
- Neden ki, hocam?
- Pek kimse gelmez buraya… Siz yolcu musunuz? Ya da kalacak yeriniz mi yok?
- Yok be hocam, biz tatil köyünde çalışıyoruz da... Bu sabah namazımızı burada cami de kılalım dedik… İşten sonra arkadaşlarla o kadar güzel sohbet ettik ki… Sohbetimizi sabah namazıyla taçlandıralım istedik.
- Allah’ım şükürler olsun... Dualarım kabul oldu sonunda. Gençler sizi tebrik ederim. Ne iyi yaptınız, aylar ve günlerce dua ettim. Allah’ım ne olur bana yoldaş gönder, burası Müslüman memleketi değil mi? Neden sahillerde üstsüzler çoğalırken, neden içkilerin her çeşidi gençlerin elinden düşmezken, zevk ve sefa deryasında hiç kimse uğramaz mı bu camiye… Allah’ım yeşermez mi bataklıkta bir gül?
Ağlıyordu isminin Kadir olduğunu öğrendikleri imam. Şaşırmışlardı, aylardır Kaya’nın lojmanda kaldığı odası, arkadaşlarıyla beraber sohbet ettikleri, okuyup tartıştıkları bir okula dönmüş… O gece sabah namazına niyet ederek, yaklaşık bir saatlik yoldan sonra camiye gelmişlerdi. Yol üzerindeki mezarlıklardan korkarak ve dua ederek geçmişler, hep yol boyu caminin beldeye neden bu kadar uzak olduklarını sorgulamışlardı.
Turistlere ve eğlenceye değer veren ahali demek ezan sesinden rahatsız olmasınlar diye bekli de uzaklara yapılmıştı cami. Hoca efendiden, dualarla ayrıldıklarında artık arkadaşlarıyla beraber aldıkları kararı uygulayacaktı Kaya… Cami, o buradayken hiç olmazsa sabah namazlarında cemaatsiz kalmayacaktı. Kaya artık her şeye ve herkese başka bir gözle bakıyordu. Hayat, imtihan onun ne işi vardı burada... Sevdasını bile sorguluyordu, hafta tatillerinde Emine ile buluşuyorlardı ve dualar ediyordu Emine’ye...
- Eğer sen o kadar içten, seni seviyorum demeseydin belki, hâlâ kayıptım. Dank etti bana… Ben kimim, neyim? Seninle sorgulamayı ve hayatıma mana katmayı öğrendim ama sen… Sen olsun, çalışma be Emine!
- Olmaz Kaya! Hele bir askerden gel... Çeyizimizi hazırlayacağız.
- Ya gelemezsem. Ya şartlar müsaade etmezse... Ya dönünceye kadar sen başkasına meyledersen! Gözden ırak olan, gönülden de ırak olmaz mı?
- Sen benim ilk ve tek aşkımsın! Kaya, hele bir git bak döndüğünde hala beni seni bekliyor bulacaksın...
***
Gitti Kaya... Ağlayan gözlere, bu defa vatan için hasret kalacaktı... Köyüne geldi ve dualarla, evinden çıkıp sevenlerinin hasretini bile doya doya dindiremeden davul ve zurnalar eşliğinde, arabaya bindi.
Araba tam kalkarken, babasının kalabalığı yara yara sarhoş bir halde geldiğini gördü. Babasının elini öpüp, Sadık’a Gülşen’i ve Bahadır’ı emanet ederek…
Havacı bir askerdi. Ve ne olursa olsun, çetin geçecekti acemi birliği. Çünkü daha askeriyeye girmeden “Sakın sekizinci bölüğe düşmeyin” demişlerdi. Saçını tıraş ettirdiği, berber ve ne yazık ki kapıdan girerken, kendini arkadaşlardan en öne alan…
- Bu arkadaş aradığımız garson! Bunu en güzel bölüğe yazın.
Diyerek emretmişti. Emretmesine karşın, dosyasının üzerine sekizinci bölüğün kaşesi vurulmuştu. Belki de üç yıldız üniformalı o komutan da bilmiyordu o bölüğün namını…
Kaya askerliğinin ikinci gününde koğuş nöbetinde, farklı bir yüzünü gördü peygamber ocağının... Ama bunu rütbeliler yapmıyor, tersine askerlik görevini ifa etmeye gelen Anadolu çocukları yapıyordu. Rütbe verilerek, kendini bir şey sanan, kişiliği oturmamış birkaç zavallı maalesef, askerliği küçültüp, egolarını tatmin ederek insanların maneviyatını bozuyorlardı.
- Neden kalktın lan! Sana kim erken, kalk dedi?…
Diyerek, haykırıyordu Nizam çavuş...
- Abdest alıp, namaz kılacağım.
Demişti Ahmet abisi… Askerlik vazifesini, Almanya’dan gelerek namus borcu bilmişti. Yaşıtlarından çok sonra gelmesine rağmen gönlü, vatan sevgisiyle doluydu.
- Ne namazı lan… Burada Allah yok, Peygamber tatile gitti.
Diyerek tekmelerle saldırmıştı tertibine. Diğer arkadaşları da yardıma gelmişlerdi üstelik. Kaya yutkundu dolu dolu gözlerle, ne yapması gerektiğini düşündü. Nizam çavuş palaskasını, Kaya’nın suratına indirdiğinde sendelemişti.
- Neden kaldırıyorsun lan nöbetçi... Çabuk şu hortumu çek, suyu aç. Buralara su tutacaksın, çabuk çabuk…
Ahmet’e inen tekmelerin yumrukların haddi hesabı yoktu. Neden namaz kılıyorsun diyerek üstelik. Kaya bir yandan kendine söylenenleri yaparken, dışarıda lapa lapa yağan kara aldırmadan donmuş gözyaşları ile olanları izliyordu.
- Burası ana kucağı değil. Asker ocağı… Çabuk kalkın ulan iki dakikada bütün koğuşlar kalkacak ve giyinmiş halde, herkes sıra olacak. Giyinemeyenler bu suda sürünerek dışarı çıkacaklar.
Aman Allah’ım burası neresi yahu... Biz nereye geldik. Neden kalkmıyor arkadaşları… Ah Ahmet, ağzı burnu kan revan içinde, başında üç beş kişi sürüne sürüne çıktı, hele şükür dışarıya... Kaya bütün koğuşları kaldırıp, sürünmekten kurtulamadan atamadı dışarıya kendini…
- Askerlik başladı aslanım. Kimse izinsiz kalkmayacak. Kimse izinsiz, tuvalete bile gitmeyecek. Burası sekizinci bölük!
Avaz avaz bağırıyordu, çavuşlar. Askerlik böyle miydi sahi her yerde? Kaya Ahmet’in elini sıkıyordu devamlı…
- Eğer olanları komutanlarınıza söylerseniz. Size her akşam MOKOKO...
O neydi? Onu da öğrenmişlerdi bir gün sonra, içlerinden birisi olanları sabah bölük komutanına anlatmış ve çok kötü kızmıştı komutanları akşamki hadiseyi yapanlara, ama onlar mokokoyu öğrenmişlerdi bir kez…
Yat saatinden sonra yaklaşık iki saat sürekli civciv yürüyüşü... Arkadaşlarını sırtına alıp, koridorlarda koşmalar ve en önemlisi nedensiz hiçbir sebep yokken, tertiplerin hiç tanımamış da olsan birbirini tokatlamaları… Mantığın bittiği yerde askerlik başlar. Ne aşk kalır akılda, ne sevda kalır yürekte… Dillerde tek dua vardır sekizinci bölükte, sabah olsa eğitim yapsak… Ya da biz ne zaman gideceğiz, usta birliğine… Bitiyor işte, zaman geçiyor… Bataklıkta güllerde bitiyor, o anlar yalan olup, uçuyor bir bir… Yaşanmamış oluyor sadece kalpte burukluk ve ince bir sızı. Yaşanması gereken, her halin bir sebebi bir hikmeti var. Vatan sana canım fedayı her zamankinden daha gür söylüyor diller... Yapılan her kötü şey, aslında lanet olası kardeş kurşununa karşı daha disiplinli bir asker yetiştirmek...
Komutanları eğitim alalında o gün Şehit olan / Mehmetçik için saygı duruşuyla başlamış, gözleri dolarak eğitime…
- Ben sizleri anne, baba ve eşlerinize sağlam teslim edeceğim inşallah yavrularım demişti.
Nizam çavuş bile ağlıyordu üstelik ve kimse artık nizam çavuşun o kötü hallerine kızamıyordu.
***
“AYRILIK! ”
Nisan yağmuru değil, üzerime pervasız akan.
Güneş kederli değil, Bulutlar olamaz...
Bana böyle sitemli bakan.
Ayrılık var diyor gözlerin
Ayrılık var, biliyorum!
Sevenlerin ayrılığı, insanı yıkar...
Hâlbuki suçumu kabul edip
Ben, affına sığınmıştım oysa.
Yüreğini yollara döküp
Ardına bakmadan gitmiştin
Ayrılık buysa!
Hıçkırığın kulaklarımı çınlattı.
Vefasızlığım kalbimi kanattı.
Biliyorsun.
Ne mektup yazdım, ne de telefon
Ayrıldık diyor, ayrıldık
Radyodaki fon...
Yürek yarası kabuk bağlıyor. Zamanla her şeye alışıyor insan. Neden böyle davrandığını hiç çözemedi Kaya? Neden Emine’den sürekli uzak olmasını istemişti, mektuplarda? Sahi, olamaz mıydı? Antalya’dan da elbet köyüne gelin alabilirdi pekâlâ, ama on sekiz ay boyunca birikimlerinden hariç, kendisine bir ay harçlık gönderen babasıydı gene… Allah’ım ya, gene tezkereci arkadaşları ona bırakıyorlardı, mutemedini ama acımadan kaynaklanmıyordu bu asla… Saygıdan ve sevgiden kaynaklanıyordu... Çünkü bölük komutanın postası olmuş kısa zamanda, bölükte tanınan bir asker olmuştu. Hele üst devrelerine hazırladığı tezkere Gecesi… Hele gecelerce çaresizlikten ağlayan asker arkadaşının çocuğunun kalp ameliyatının askeriye tarafından, yapılmasını sağlayıp sevinçle bölükte kutlanması başarılı ameliyatın… Kısa zamanda Don Kişot’luğa soyunup, bölük komutanından aldığı destekle, kendisi gibi fakir arkadaşlarının ihtiyaçlarını karşılayıp, bölüğe kütüphane kurdurmayı bile tasarlamış ama başarısız olmuştu.
Tek yanlış giden şey, Emine aklına geldiğinde tarifi imkânsız sıkıştığıydı, kalbinin. Gitmeyecekti Antalya’ya ve çalışmayacaktı bir daha sahte cennette… Artık hayatı çok farklıydı. Sürekli şiirler yazıyor, dinlediği radyonun dini frekansında makale ve şiirlerini yayınlanıyordu. Bir gün oda yasak oluncaya kadar tabi… Çeşitli isimlerle yazıyordu ama Şehitliği anlatan bir kompozisyon yarışmasında dört kıtalık bir şiirle ikinci olması ve maalesef oraya “asker Kaya” yazması… Defalarca isminin anonsu ve tekrar tekrar şiirinin okunması, dikkat çekmişti. İşte böyle zamanda Emine’ye uygulamaya koyduğu kararına dair mektup yazarken, ondan kendisini beklememesini, çünkü Antalya’ya gelip, oralarda çalışmayacağına dair aklınca kendini haklı çıkartacak cümleleri, postaya vermişti ve çok geçmeden tam da bu şiiri yazdığı anda tüm mektuplarından oluşan koca bir dosya önüne kondu, şaşırdı… Yutkundu ve acı acı baktı. Sendeledi aslında… Antalya macerası açılmamak üzere kapanmıştı ömrünün. Hayatında sevgiye karşı, aşka karşı vurduğu ilk darbeydi Kaya’nın. Ve bir gün oda masum bir kalbi kırmanın faturasını çok ağır ödeyecekti.
***
Herkes arkama dönmeden gideceğim der asker ocağından ama o bütün koğuş ve asker arkadaşlarının haber vermemesine karşılık, sabahın köründe kendisini beklediğini görerek, gözü yaşlı bir şekilde helalleşerek ayrıldı arkasına baka baka…
Üstelik 67 sınavda çekmişti ve esas şimdi başlıyordu esas hayatla askerliği… Askerde Kpss’ ye girmiş gayet güzel puan almıştı. Acaba atanabilecek miydi? Acaba neler değişmişti, on sekiz ay boyunca. Bıraktıklarını aynı mı bulacaktı ya da hayat gene aynı oyunlarda figüranlık mı yaptıracaktı ona? Yol boyunca hep bunları düşündü...
***
Çok uzun sürmedi aslında. Yeniden boğazına dizildi hayat. Yeniden yollar gözüküyordu kendisine ama artık direnecekti. Herkes ve her şey aynıydı işe... Bıraktığı gibi Deli Cavit, Bıraktığı gibi ev… Hani herkes biraz daha büyümese… Hep aynı olaylar, hep aynı sözler ama kaldıramıyor insan belli bir yaştan sonra… Haftası olmamıştı ki askerliği biteli, kaçıp gitti valizi elinde. Allah’tan kendisini Antalya’ya gönderen kentin elit restoranıydı ve yeni yönetim kadrosu “Seni büyük bir zevkle aramıza bekliyoruz” demişlerdi. Kaya’nın şartı ise “Yalnız asla benden sizde olmayanları istemeyeceksiniz.” Bu sefer kendine katlanır yatak da almışlardı. Sandalyelerde yatmayacağım en azından diye kendi kendine güldü Kaya!
Ve daha bir özveriyle sarıldı işine. Hayat aynı oyunlardan mı ibaret? İbadetlerini yaparken kendi kendiyle çelişkiye düşse de… Geceleri sazlı sözlü, eğlencenin merkezi olan yer, gündüzleri ilahi sesleriyle yankılanıyordu. Herkes bir garip karşılasa da bu durumu Kaya’daki değişiklik ve olgunluk herkesin ona kısa zamanda saygı duymasını sağlamıştı. Çalışkanlığı birçok olayı örttüğü gibi, güler yüzüyle birleşince kimsenin umurunda da olmuyordu hayat tarzı…

İbrahim Arslan
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:19:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!