4- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (dört)

İbrahim Arslan
1000

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

4- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (dört)

Kapı ‘Hayatımızın Öyküsü’

“Karadeniz’in dalgaları sert; Uşağı mert olur...”
Kaya okula gelip, kaydı yaptıran ilk öğrenciydi. Kayıt sonrası da hemen ilk nöbetçisi oldu. Öğlene doğru cıvıl cıvıl olmuştu okul... Kızlar, erkekler, analar, babalar… O hengâmenin içinde ne yapacağını da tam bilmeden, görevlilerin talimatlarını uyguluyor, gelenlere yardımcı olmaya çalışıyordu. Katlı yatakhanelerde, yerleşmelerini sağlıyordu arkadaşlarının… En alt kat yatılı kalan kızlara aitti. Yaklaşık iki yüz öğrenci kayıt olmuştu, Turizm Eğitim Merkezine… Akşama doğru bütün öğrenciler, büyük koridorda toplanmıştı. Müdür yardımcısı Selçuk Bey, konuşmaya başladı.
- Bakın gençler, buraya Türkiye’nin çeşitli illerinden geldiniz. Artık bizimle beraber hem meslek öğrenecek, hem hayata atılacaksınız. Sizlerden şımarıklık beklenmiyor, adam gibi okuyup, çalışacak ve devletin size tanıdığı bu imkânlardan yararlanıp, memleketimize faydalı bireyler olacaksınız. İçki, sigara içeni yakalarsam anında kapı dışarı ederim. İki gruba ayrılacaksınız, 1.grup, derslere katılırken, 2.grup, otellere gidecek ve burada öğrendiklerini orada uygulayacak. Otellerden bize gelen raporlara göre, sektörde işiniz hazır olacak ve diploma alacaksınız. Memlekette artan turizm potansiyeline sizler bilgili, güler yüzlü ve çalışkanlığınızla, hizmet kalitenizle, olumlu katkı yapacaksınız. Bu okulun ilk yaz dönemi öğrenciler sizlersiniz. Gideceğiniz oteller hep 5 yıldızlı, adı dünyada duyulan oteller. Onun için laubalilik yok. Daha önce herhangi bir işte çalışanlar öne çıksın.
Kaya ve yaklaşık yirmi kişi öne çıktı... Selçuk Bey, onlara çeşitli sorular sordu ve grupları ayırdıktan sonra
-Bu günlük serbestsiniz, okulu, çevreyi gezin yarın sabah listelere bakın ona göre sabah altıdan sonra herkes kahvaltısını yapıp, okul grubu çevre temizliği yapacak. İlk ders 8.30 dağılın şimdi, nöbetçi sen benimle gel...
Herkes birbirine bakıyor, yeni arkadaşlar kurmaya çalışıyordu. Kaya Selçuk Bey’in peşinden idari kısma geçti...
***
Sabahleyin Kaya, ilk iş listelere baktı. Acaba okulda mıydı? Yoksa otel grubunda mı? Hangi otele gidecekti acaba ve ilk şok Kaya okulun 3 yıldızlı oteline gidecekti eğitime…
İdari kısma geçti nöbet için, ilk Selçuk Bey geldi odasına,
- Nasılsın, memleketi bozuk...
Kaya şaşırmıştı bu sözü duyunca.
- Bu ne demek hocam?
Selçuk Bey, bıyıklarının altından güldü.
- Değil mi oğlum memleket bozuk? Hem adam anasının karnından çıkar, memleketten değil, hemen de alınıyorsun!
- Hocam beni neden okulun otelinde eğitime yazdınız.
- Bak oğlum senin dosyana ilişti gözüm. Bu sektöre yabancı değilsin. Onlar diğer otellerde çatal, bıçak silmeyi öğrenecekler… Sen benimle şeflik yapmayı öğreneceksin direk müşteri temasın olacak. Neden bilmem kanım kaynadı sana, seni yetiştirmek istiyorum.
Kaya içinden “Acıdım desene hocam” dedi. Ama içi burkulmuştu.
- Eyvallah hocam dedi.
***
Günler hızla geçiyordu. Selçuk Hoca, çok disiplinliydi. Kaya on kişilik odada arkadaşlarını tanımaya çalışıyor, kendini derslerine veriyordu. Derslerde önceden çalışmanın avantajını kullanmış hep, bir adım önde… Selçuk Bey’in anlatacağı konuları daha o derse girmeden arkadaşlarına anlatır olmuştu. Tam bir yatılı okul ve askeri disiplin hâkimdi yatılı okulda. Sigara gizli içiliyordu. Temizlik ön planda, her şey güzel gidiyorken, bir teneffüs arasında oda arkadaşı, Tayfun’un gözyaşlarını görünce afalladı Kaya…
- Hey ne oluyor Tayfun
- Yok, bir şey Kaya...
- Anlat hele, neden ağlıyorsun? Ya şu Kırıkkaleli Doğan ve Ahmet’ler var ya… Para istediler sigara almak için… Ben de yok deyince zorla cüzdanımı aldılar...
- Ne! Bekle burada...
- Kaya dur!
Diyerek arkasından seslendi Tayfun. Kaya bir hışımla fırladı, nerede bulacağını biliyordu onları…
Tahmin ettiği gibi üç arkadaşıyla sotede sigara tellendiriyordu Doğan, Cemil ve Ahmet... Hemen konuya girdi.
- Tayfun’un parasını ve cüzdanını alayım.
- Ne oluyor lan
Dedi içlerinden Doğan…
- Kim oluyorsun oğlum?
- Karadenizli Kaya…
Doğan’ın yakasından kaptığı gibi kafayı suratına yerleştirdi.
- Ben Kaya, iyi belle...
Tekmeler, yumruklar… Tam Cemil’le Ahmet müdahale edecekken…
- Durun bakalım, teke tek...
Diyen sese baktı hepsi, Sivaslı ve Tayfun, Kaya’nın arkasında yetişmişlerdi. Ahmet:
- Yeter lan alın, cüzdanınızı… Kaya bırak oğlum adamı dedi.
Kaya sert bir ses tonuyla…
- Bir daha sizi böyle bir şeyle görmeyeceğim yoksa Selçuk Hoca’nın önünde gününüzü gösterir okuldan attırırım.
***
“HAYAT DERSİ: AKILLI OL OĞLUM! ”
- Artık biraderimsin sana öyle diyeceğim, babam koğuşunda kimler var dediğinde... Ona yakın ol dedi bana nedenini şimdi anladım.
Demişti Tayfun…
- Abartma kardeş, Sivas’lı da aynı şeyi yapardı, siz gelmeseydiniz belki de beni döverlerdi.
Lafa girdi Sivaslı Ergün;
- Yok, sen gene de başının çaresine bakardın oğlum gözlerini karartıp, nereye gidiyorsun diye seslendim, duymadın. Tayfun’u görmesem de peşinde bir b....lar döndüğünü anladım, sen selamsız geçmezsin ki kimseye... Ama okul burası, az sakin ol.
Kaya cevap verdi.
- Eyvallah Sivaslım, Hiç kimse görmemiştir umarım... Selçuk Hocanın kulağına giderse var ya... Yakar canımızı...
Aslında kimse görmemişti ya da öyle sanıyorlardı...
- Akşama otele geçeceğim, yardıma gel dedi Selçuk hoca, düğün varmış… Siz de yalnız gezmeyin sakın!
Diyerek düğün için yardıma gitmişti Kaya. Çalışacak ve aldığı bahşişlerle kimseye muhtaç olmadan okuyacaktı. Gece saat 23.30’ da “Sen git” demişlerdi çalışanlar, sabah okul vardı. Otel gurubu o saatlerde işi bırakıp yatmaya geçiyordu zaten, Kaya itiraz etmedi üzerindeki kıyafetlerle… Ama gariplik vardı o tarafta bütün ışıklar yanıyor ve koridorlar öğrenci arkadaşlarıyla doluydu... Kaya, soran gözlerle adımlarını atarken Sivas ve Tayfun geldiler yanına…
- Kaya, Selçuk Hoca izmarit bulmuş hepimizi ayakta dikiyor… İlla sigara içen çıksın diyor. Kimsede yanaşmıyor... Ne yapacağız!
- Nerede Selçuk Hoca
- Kantinde... Sohbet ediyor, yatakhaneler kilitli… Anahtarlar da onda..
Kaya kantine girdi. Masalara baktı ki; kızlar uyma eğiliminde... Herkes yorulmuş ve uykusuzluk vurmuş… Selçuk Hoca çayını içiyor, ağır ağır…
- Hocam anahtarı alayım...
- Kaya cezalısınız sigara içenler çıkacak aksi takdirde herkes burada sabahlayacak…
- Hocam ben içtim sigarayı, anahtarı alayım bak. Bütün herkes mayışmış hepimizin bacısı kardeşi var, buna nasıl müsaade ediyorsunuz hocam olmuyor böyle... Ben içtim sigarayı beni atın disipline, milletin ne günahı var?
Selçuk Hoca, etrafına baktı.
- Bana bak memleketi bozuk, sen otelden geliyorsun bu olayla alakan yok... Sigara içen çıkacak ortaya ve disipline gidecek... Kurunun yanında yaş da yanacak… Sen de bekle ayrıcalığın yok, çık dışarı…
Sesi yankılanmıştı hocanın ama... Kaya’nın inat damarı tutmuştu bir kez...
- Bak hocam, sigarayı ben içtim yorgunum… Herkes de öyle bak, olmuyor böyle hiç değilse kızlar gitsin yatakhaneye... Biz erkekler sabahlayalım… Onlar bize emanet, beni verin disipline sabahleyin ama şimdi anahtarlar...
- Çık dışarı Kaya, çık... O sigara içen gelecek, buraya!
Bağırıyordu Selçuk Hoca…
- Ben içtim hocam, ben
Dedi Kaya, artık ok yaydan çıkmıştı. Göz ucuyla Doğan, Ahmet ve Cemil’e baktı Kaya... Herkes onlara bakıyordu... Sivas geldi Kaya’nın yanına gene...
- Ben içtim hocam, Kaya’nın yanın da ben vardım, şahidim...
Selçuk Bey
- Çıkın dışarı dedi.
Sivaslı Kaya’yı tuttu kolundan…
- Geç, uzatma geç...
Koridora çıkardı, volta atmaya başladılar…
- Sakin ol Kaya, kendini okuldan attırmak için mi uğraşıyorsun? Değmez, değmez oğlum…
- Ya Sivaslı, görmüyor musun? Böyle olmaz ama… Bari kızlar gitseydi yatakhanelere…
Voltalar peş peşe atılırken... Erkek Fato, seslendi oradan…
- Kaya, Ergin, Selçuk Hoca sizi çağırıyor.
Erkek Fato, Serikli Emine babayiğit sözünü sakınmayan bir kızdı. Saçları kısa olduğu için öyle derlerdi. Hemen gittiler kantine… Hoca önlerine bir kağıt uzattı,
- İmzalayın hergeleler... Bu memlekette kahramanlar bitmez, madem bunu siz istediniz, sabah ikinizde disipline...
- Eyvallah hocam
Dedi Kaya, kağıdı eline aldı... Okudu ve attı imzayı… Sivaslıya baktı... Sivaslı
- Ver oğlum, bende atacağım...
Etrafları dolmuştu arkadaşlarıyla... Kağıt Sivaslıdan önce Ahmet’in, Cemil’in, Hakan’ın, Tayfun’un elindeydi. Bütün herkes
- Biz içtik hocam, biz de imzalayacağız!
Diye seslendi. Hoca şaşırmıştı. Herkes imza atmak için koşturuyordu kağıda... Kaya’nın gözleri doldu... Yatılı okul, kardeşliğin okulu olacaktı. Yeni ve yıkılmaz dostluklara adım atılacaktı ve Kaya Hoca’nın uzattığı anahtarları alarak, kapıları açtı koğuşların…
Selçuk Bey belki de iyi bir ders vermişti onlara... Hayat dersi... Belki Kaya Ateş, bu okulun, bu dersin parçası olarak Selçuk Hocayla bağlarını daha da bağlamıştı kim bilir? Selçuk Hoca seslendi.
- Kaya... Unutma adam memleketten çıkmaz ve bana kızma memleketi bozuk derken
Kimse bir şey anlamamıştı ama Kaya, yine minnet dolu gözlerle bakmıştı hocasına...
- Eyvallah hocam
- Kaya! diye seslendi yine hoca
- Buyur hocam dedi Kaya
- Ders iki, AKILLI OL! oğlum...
“Oğlum...” Bu ses tonu... “Oğlum” deyişi, yatağının altında gizli gizli ağlatmıştı Kaya’yı… “Oğlum...”
***
Günler günleri kovalarken, her günün getirdiği dert de başka, isyan da yokluk da, dostluk da… Uzun gibi görünen gündüzler hasretin eşliğinde ıstıraba dönüşür bazen… Yok, olup kaybolmak istersin. Ya da bir umut ışığı ararsın hücrelerine değin. Öyle ya ne sunmuştu ki hayat sana acı, keder, ayrılık ve gözyaşı… Sahi nedir manası yaşamanın… Ölçü ve adalet dengesi var mıdır hayatın…
Kaya gözlerini dikiyordu uzandığı ranzadan uzaklara dalıyordu… Ne arayan vardı ne soran… Allahtan ekstra işlere gidiyordu da sigara parası çıkıyordu… Aslında alışık değildi o parasızlığa, ilgisizliğe… Hayatındaki en büyük eksik neydi sahi? Sahi neden yaşıyordu bu hayatı? Hep zamansız gelir gönle hüzünler, hep yanlış kişiyi mi sever gönül? Ulaşılmaz mı sevda yüklü bulutlar? Oysa sanki dokunsa ellerindeler…
Nil, Ceyda, Emine, Hakan, Serkan, Ergün Sivaslı, Tayfun… Ne güzel hep beraber gezer tozarlardı… Arkadaşlardı… Ne gerek vardı kömür karası gözlerde, lisedeki sevdiğinin gözlerini görmek, Ne gerek vardı onun uzun saçlarında lise aşkını hatırlamak… Zamanı mıydı be! Hem o koskoca müdür kızıydı…
Üç sene ona açılamamıştın sen okuldayken. Yanı başında duran, gözleriyle seni seven okşayan ya da öyle sandığın sözlü kıza yangın olmak neydi be oğlum Kaya! Sen ki çıkmak ne, sevgili olmak ne ya da flört etmek ne… Nereden bileceksin… Ya da Seni Seviyorum diye duymamışsın ki hiç… Nasıl çıkar dimağından bu söz… Kendi kendine karar aldı… Kimsenin de bilmesine gerek yoktu yürek yangınlarını… Uzaklaş oğlum kimseye gözükme… Hele de ona… Hem sözlü o… Sana göre mi aşk?
Haftalardır uzak durmayı başarmıştı… Gizli gizli uzaktan gülüşünü görür mutlu olurdu Nil’in… O da sanki inadına yanına gelmiyor muydu? Asabi tavrını takınır, çeker giderdi … En son Ceyda laf sokmuştu üstelik…
- Ne o Kaya Bey… Bakıyorum kaçıyoruz…
- Hayırdır demişti Ceyda’ya... Neden kaçayım ki!
Ceyda gözleriyle onu göstermiş… Muzip muzip elini yüreğine koyarak…
- Aha buradan demişti… Buradan kaçıyorsun. Senin onu sevdiğini biliyorum. Ceyda’ya sarıldı
- Yok, be fıstığım! Oradan kaçar mıyım? Ben yüreğimden kaçmam ama sözlü o. Yanağını öptü usulca…
- Kaya öpme oğlum beni... Öpme sen git… Neyse… Ya, bak sinir etti bak…
- Beni kimse öpemez demiştin fıstığım… Ama biliyorsun beni… Yapılmaz denileni yapmak benim işim. Hah- hah-ha…
Ama asıl deprem az sonra kopacaktı… Hakan gelmişti Nil’in yanına şimdi… Ve sinirliydi.
Hişt… Gelsene bakalım sen demişti kolundan tutarak hızla çekmişti kendine sana demedim mi ben oturuşuna, kalkışına dikkat edeceksin… Benden izinsiz bir yere gitmeyeceksin…
Kaya sevdiği kızın, bir başka erkeğin kolları arasında öylece gidişini ıstırapla seyretti. Âmâ o sözlüsü değil miydi… Ona neydi… Ama öyle ulu orta yerde... Sesler o kadar ayyuka çıkıyordu ki kayıtsızda kalamazdı… Ceyda’ya baktı… Adımları artık meçhule gidiyordu…
-Hakan... Ne yapıyorsun oğlum sen?
-Sen karışma Kaya!
-Nasıl karışmam arkadaşım! Ayıp oğlum koruman, kollaman gerekirken… Ne o milletin içinde bu zorbalık…
- Kaya git işine…
- Meselen ne bilmiyorum Hakan ama insan sözlüsüne böyle davranamaz… Hele de milletin içinde... Az sakin ol…
- Ne diyorsun sen be! Kafayı mı sıyırdın…
- Sözlün değil mi oğlum o… İnsan sevdiği kızı rencide eder mi oğlum böyle? Herkesin içinde...
- Ya Kaya. Ne saçmalıyorsun… O benim ablam! Ablam...
Sarsılmıştı Kaya, sevinmiş miydi, üzülmüş müydü? Vay be aylarca can dostunun sözlüsü sandığı kız, can arkadaşının ablasıydı demek... Demek o kardeşim dediği adamın kardeşine yangındı...
- Eee… Sözlü. Söz…
- Evet sözlü... Dün o gelmiş… Beraber gezmişler tozmuşlar… Haberim yok… Ne yapmamı bekliyordun? O kadar da kızmayayım mı?
- Haa. Kız da arkadaş burada değil… Böyle olmaz!
Derken… Gözleri parlamıştı Kaya’nın… Ama çok sürmedi... Konu aşk olunca bozuluyordu ezber… Ya Hakan ne der diye düşündü sonra… Ona yakışır mıydı aşk? Hem de sözlüymüş bak gene de...
Kararttı gözlerini dünyaya ve… Kimsenin onu görmediği yerlerde gezmeye başladı… Artık sigarası da yetmiyordu…
Onu gözleyen sadece Ceyda değildi…
Sivaslı Ergün de onu gözlüyor... Arkadaşının bu derdini seziyor… Ama ona yaklaşamıyordu…
Ama bu gidişe de dur demenin zamanı gelmişti ona göre… Kaya derslere pek aldırmıyor, otelde umarsız davranıyordu. Şimdi de teneffüs olunca, ağaçların altında her zamanki o tahta oturağın üzerinde kayıtsız peş peşe sigara içişini izlerken öksüre öksüre yaklaştı yanına..
-Kaya bu akşam sana sürpriz hazırladık… Beğeneceksin.
-Ne o Sivas’ım…
-Bak yalnız kendini koy verme, Konuşacağız akşam… Mazerette yok..
-Öyle olsun bakalım..
...
Ulan 3 kattan nasıl indin be… Hadi indin o duvarlardan nasıl atladın, hadi atladın bunca erzak buraya nasıl geldi? Ben harbiden uyuyor muydum ya…
- Ulan oğlum âşıksın sen… Kimseyi gördüğün mü var… Hadi içelim…
Mum ışığı altında içki içmek… Ve Hiç bir şey yok gibi kenetlenip kolları… Mahpushane etrafında dikenli teller… Aman aman… Birbirine kenetlenmiş eller… Tez gel anam tez gel görüş gününde… Katlanmaya hal kalmadı garip gönlümde…
-Ulan Sivas, büyüksün oğlum…
- Âşık… Sen büyüksün…
- Ne aşkı olum…
- Hadi olum yeme Hakan’ın kız kardeşi... Nil... Yakışıyorsunuz ha!
-Sivas... Yok, oğlum öle bir şey... Sözlü olmasa belki de...
- Bir git oğlum… Kız da seni seviyor sen gurur yapıyorsun... Ne olmuş Hakan’ın kız kardeşiyse… Hem Hakan ne der diye soracağına ona sor oğlum bir kere, çek kenara bi yokla. Hem de Hakan senden iyi enişteyi nerde bulacak be! Delikanlıdır Hakan anlar halden…
-Ben kimseyi sevemem Sivas, hakkım mı var?
- Ulan senin suçun ne… Anan, baban… Allah Allah… Sen iyisin oğlum... Oda seni seviyor yeter yeme kendini… Neler yaptırdın bize lan… Bak Tayfun neler yaptı… Sen en iyisi açıl kıza ağzına vuracak hali yok ya. Olmazsa o zaman içeriz, daha dertli be!
- Öyle mi dersin? Ama ben anlamam ki hayatta kimseye dememişim. Hele de bir kıza Nasıl denir, ne denir oğlum? Yok, yok diyemem ben…
***
“Büyükler nasıl sever? Küçülür mü koca yürekte, masum sevgiler…”
Diyemedi Kaya... Diyemezdi de hoş… Yanlıştı ona göre böyle bir aşk olmamalıydı, yaşamamalıydı… Ama kaçışı nereye kadardı? Her ders saatinden sonra koğuşta sessiz düşüncelere dalıyordu, uyku ve uyanıklık hali, yalan ve gerçek, düş ve rüya...
- Kalk hadi... Kapıda ziyaretçin var, kalk Kaya!
- Ne kim… Kim bekler beni Sivas? Yürü git işine be!
- Valla yalan değil, kızdırma buraya kadar getiririm kalk, hadi.
Uykulu gözlerle yürüdü koridorun sonundaki kapıya kadar, kıpkırmızı kesildi. Geriye dönmek isterken…
- Kaya, bak ne olur bak, bir dinle beni lütfen!
- Ne oldu Nil?
- Ya ne bu çocukluk Kaya, nerelerdesin? Kimden ve neden kaçıyorsun?
Yutkundu Kaya…
- Sana ne?
- Bir şey diyeceğim, dinle ama
- De bakalım!
- Sen bana âşık mı oldun?
- Hı… Ne ne ne?
- Ya sen bana âşık mı oldun diyorum?
Şaşırdı, yutkundu ne desem dedi Kaya içinden…
- Diyelim ki öyle, ne olacak?
- Vay vay vay, sözlüyüm ve Hakan’ın ablasıyım, bu mu seni sıkıntıya sokan Kaya?
- Daha ne olsun be!
- İyide nerden biliyorsun benim de sana âşık olmadığımı, seni görmeden yapamayacağımı? Yüreğim seninleyken bir başka atıyor Kaya, yapma bana bunu…
Bak aslında sözlümden ayrıldım. Ne Hakan’a ne sana diyemedim… Geldiği gibi gitti adam, bak yüzüğünü de verdim ona…
Uzattığı elini gösterdi Kaya’ya Nil… Muzip gülüşü, çocuksu hali o kadar güzeldi ki!
- Hakan, Hakan yani ona ne diyeceğim ben?
- Hiçbir şey deme… Zamana bırak deneyelim, bakalım.
Bu seferki herkes koğuşa zili neden bu kadar acele etmişti sanki… Neden?
Yüreğindeki sıcaklık kalacak mıydı hep böyle? Cellâdımsın EY ZAMAN!
İnsan sevgiyi, el ele tutuşmayı, konuşmayı, hayalleri paylaşmayı, öpmeyi, öpüşmeyi bilmiyorsa… Çok yürümez dimi bu zamanda aşk!
...
Yürümedi de… Bir gün, bir Pazar günü bir çay bahçesine gitmişler ve semaver çaya son parasını vermişti Kaya. Son para metelik yok, geriye dönüş parası dolmuşa ne vereceksin oğlum diye sorarken içinden delikanlılığın raconu!
- Seni dinliyorum canım. Neden buraya geldik? Ne çok önemli olan konu?
- Sözlümden burada ayrıldım…
- Hı... Ney?
- Odun gibiydi, elimi tutmadı bir kerecik, öpmedi bile beni ya… Hayalimiz bile yoktu… Geleceğimizde olmadı… Bitti…
- Eeee…
- Sen Kaya, neden Hakan’ı aramızdan çıkartamıyorsun? Neden bu mesafe? Benimle yaşayacaksın Hakan’la değil!
- Ne yani Hakan’ı mı kıskanıyorsun?
- Hayır, seni, o kadar yakışıklı, tatlısın ki… Senin için kızlarla kavga ediyorum koğuşta. Herkesin kalbini kırıyorum… O kadar çok beğenenin var ki! Bu kadar masum ve saf olmak zorunda mısın Kaya?
- Anlamadım.
- Bitti Kaya, aylardır sana bakıyorum, gözlerine elimi uzatıyorum. Yanına yatıyorum bahçede… Neden kaçıyorsun? Anlaşıldı arada Hakan varken yaklaşmayacaksın bana sokulmayacaksın. Ben aranızdan çekiliyorum.
Diyerek ayağa kalktı Nil…
Aslında yalan da sayılmazdı ama köylü, ayıplarla büyütülen bir çocuktan ne beklersin? Nil diyemedi. Diyemedi… Ben kızlara laf atmanın, konuşmanın suç sayıldığı köyden geliyorum. Seni o kadar sevsem de, bağrıma basmayı istesem de, öpmeyi deliler kadar arzu etsem de ya bir gün evlenemezsek... Ona ve sevdiklerinin yüzüne nasıl bakarım!
Diyemedi ve yüreğine hep buzlar koydu Kaya…
Ve şimdi cebinde SIRIR lira… ULAN dolmuşa da bindi. Oturdu bile…
- Bekle, bekle geliyorum!
- Eeee ne vereceğim dolmuşa… Oh Allah’tan Nil arka koltukta, cüzdanımı versem para etmez. Ya ne yapacağım ben, Allah’ım… Terk ettiğine mi yanayım? Onun dolmuş parasını veremeyecek olmamamı yanayım? Ne yapacağım ben ne ne ne ne? Lan Kaya sevda bile parayla… Dolmuş paran yok, sen aşktan bahsediyorsun… Haklı kız!
- Yol ayrımında…
“Bu ses onun Allah’ım... O insin, kimliği verir yarın alamaya gelirim derim. İndi Allah’a şükür bu halimi görmeyecek.” Cüzdanına el attı Kaya, kimlik için…
- Bey efendi sizinkini inen hanım verdi.
- H. Demek verdiler...
- Önünüzden inen bayan verdi sizin ücreti, dolmuşa binerken…
Şükür mü etsem kızsam mı?
...
Sonraki bir gün Kaya kendini bekleyen Nil’e aldırmadı. Adımlarını seyreltti ki; Sivaslı sanki onu bekliyordu…
-Sivas paran var mı?
-Var kardeş…
-Boğuluyorum beni Nil’den ve buradan kurtar!
- Anlamadım?
- Beni yolcuya götür, Nil’e deki beklemesin beni… Seninleyim!
- Ulan oğlum, kapılar yarım saat sonra kapanacak ve çarşı izni bitecek... Yolcu birahanesi zaten yarım saatlik yolda, saçmalama…
- Ne diyorsam o!
- Emin misin?
- Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın be!
- Nil, bizi bekleme… Kaya’ da benle beraber!
- Ergün ağabey okul, KAPI kapanacak yarım saat sonra.
- Olsun Nil, mazeret uydur orası sana ait. Ben bunu sarhoş edip, getiririm okula ama okul sana ait. İyi değil, bu deli oğlan…
- Kaçta gelirsiniz peki? Bak iyi değil o delilik yapacak! Ayrıldık biz!
- Belli olmaz ama en geç on…
- Gelin ama…
- Hadi git sen…
Yolcu, Ferdi çalan, aşk çalan birahane... Ve Kaya Sivas’la okuldan kaçmıştı.
Nasıl olacaktı bu aşıklığın sonu... Aşk adamı ne hallere koyuyordu yani...
Bir garip yolcu değil miydik hayat yolunda…
Yolunu kaybederse garip ne yapsın?
***
Ayrılık, kavga, hüzün, stres, aşk, mutluluk, kıskançlık… Daha fazla anlatmaya gerek yok aslında! Aylar hızla geçerken, son gecesi okulda ki Kaya’nın… Vali ve Bakan Beyler yemeğe gelecekler… Rica etmiş, Selçuk Hoca…
Onlar kalmış, hüzünlerde... Yarın sabah da onlar binecekler, kendilerine yeni bir başlangıç sunan otobüse ve öğrendiklerini uygulayıp, yönlerini çizecekler geleceğe…
Gece o kadar güzel geçmişti aslında… Son demlerde temizlik yaparlarken, arkadaşlarını gruplara ayırmış… Kendisi de bardak silenlere yardıma gidiyordu ki mutfaktan habire atılan bardakların kırılan seslerini duyarak adımlarını hızlandırdı...
- Cemili, ne yapıyorsun sen?
- Bitti şef! Okul bitti! Onu kutluyorum…
- Nasıl kutlama bu?
- At Allah’ını seversen, bir tane de sen kır, delikanlıysan… Atamazsın ki!
Eline aldığı bardağı, kızgınlıkla yere attı Kaya…
- Ulan böyle delikanlılık mı olur? Yakışıyor mu sana?
Derken sözü yarım kaldı. Arkasından bir ses geldi.
- Kaya, sen ne yapıyorsun?
Selçuk Hocanın sesiyle ürpermişti, Kaya…
Eyvah ki ne eyvah... Gene yakalanmış ve hocasına mahcup olmuştu.
- Herkes yemek masasının etrafına otursun dedi Selçuk Hoca!
Kaya mahcubiyetten bakamadı hocasının yüzüne…
Ama hocası; Hak edene teşekkür ederek başladığı konuşmasına... Kul hakkı ve yetim hakkını anlatan uzun bir vaaza döndürdüğünde; Kaya onun yüzüne bakamamış başını masanın üzerine koymuş hiç kaldırmadan dinlemişti… Dönüyordu bulunduğu yer. Neler yaşamıştı bu okulda aşk, sevgi, yoksulluk… Ayağındaki ayakkabılar bile son demde başkasınındı. Okul birincisiydi o, kavgalar, kafa tutuşlar, rest çekmeler… Antalya terminalinde dönemin Cumhurbaşkanına servis... Bucak fen lisesi açılışında dönemin Başbakanına servis… Antalya film festivalinde, hayran olduğu artistlerle tanışma ve servis…
Yarın sabah gitmeyecekti otele, memleketine dönecekti. Gene mahcup etmişti hocasını... Hâlbuki o ve birkaç arkadaşı, kış döneminde işe yerleştirilmiş. Diğerleri yaza kurs ayarlanmak üzere evlerine gönderilmişti. Bu sayfayı kapatmalı artık, bu şehri unutmalıydı. Bu şehir, onu yenmişti maalesef... O kaybolmuştu, direnmiş, ezilmiş ama gene de kaybolmuştu. Kendini şu an o kadar aciz ve çaresiz hissediyordu ki…
- Sizler sektörde de kurtulamayacaksınız benden… Ben peşinizi bırakmayacağım, sizler gibi nicesini yetiştirdim. Okuldan kaçıp diskolarda gecelemenizi unutmadım. Öğretmeniniz arabayı sürerken sizin sigara içmenizi de unutmadım. Başkalarına kızıp kollarınıza psikopatlar gibi çizikler atmanızı da unutmadım. Otellerde Ruslarla dans etmenizi, onlarla sabahlamanızı da unutmadım ve öğrenci olduğunuzu unutup, devlet malı bardakları kırmanızı da unutmayacağım. Hak edene tekrar teşekkür ederim. Hepinize başarılar…
Derken, Kaya yıl boyunca yaptığı şeylerin tekrar hocası tarafından önüne gelmesinden sonra kesin kararlıydı, kaybolup gidecekti bu gece...

Koğuştan eşyalarını almaya gittiğinde, kimse kalmayan okulda birden bire kapının üzerine kilitlendiğini hissetti.
Sesini çıkarmadı. Aşağıya baktı, inebilir miydi buradan? Hayır inemezdi...
Çaresiz sabahı bekleyecekti ki; Aşağıdan Kaya diye kendisine seslenildiğini duydu. Hiç sesini çıkarmadı. Herkes onu arıyordu aslında… Buraya ne zaman geldiğini bilmiyordu bile Kaya! Ama buraya gelecekleri kesindi, girdi bir dolaba saklandı… Az sonra,
- Burada da yok! Nereye gider bu çocuk?
...
Diyen Selçuk Hocanın sözünü duydu… Nil, Emine siz de mi görmediniz?
- Yok, hocam, hızla yukarı çıktığını gördüm ama aşağıya indiğini görmedim.
-Sabah ola hayrola umarım bir delilik yapmaz.
***
Sabah erken kalktı… Arkadaşlarına seslendi
- Buradayım, açın kapıyı…
- Nerdeydin tüm gece seni aramadığımız yer kalmadı
Dedi Emine…
- Hakkınızı helal edin, ben gidiyorum.
- Olmaz gidemezsin o zaman bizde gideriz
Dediler… Emine, Ceyda, Orhan ve Serkan… Nil gerilerden bakıyordu uzak uzak…
- Ben hocamıza yanlış yaptım…
- Elini öp bak o affeder seni sever, ama böyle gidemezsin… Biz bırakmayız seni, bak aynı otelde beraber çalışacağız.
- Olmaz Emine yapamam. Hakkınızı helal edin!
Diyerek, birkaç adım attı. O sıra da bir ses duydu.
- Nereye lan memleketi bozuk? Ulan beni görmeden mi gideceksin Kaya…
Selçuk Hocanın sesiydi…
- Hocam deyip, koştu Kaya... Eline sarıldı.
- Ben kimseye el öptürmedim hergele…
- Ben öpeceğim hocam. Affedin beni...
- Sana dedim ki adam anasından çıkar, az akıllı ol, dedim sana… Şimdi bana söz ver! AKILLI olacaksın. Ve buradakiler sana emanet… Onları koruyacaksın, söz mü?
-Söz hocam söz!
- Aslanım benim... Seni çok özleyeceğim. Beni Unutma. Sende hakkını helal et çok emeğin var, kahrımızı çektin ama her şey senin içindi…
-Eyvallah hocam!
***
Çalışacakları Otele geldiler. Yerlerine yerleştiler, çalışanların kaldığı yerde… Kıyafetlerini giydiler ve etrafı yüzeysel olarak tanıdıktan sonra iş başı yapmak için Restorana çıktılar. Ürkek ve çekingen adımlarla, ellerine hiçbir iş almadan müdürleri Mehmet Bey’in anlattıklarını dinlediler. Herkes toplansın diyen sesle, salonun ortasında bütün herkesi toplandı. Barmenler, aşçılar, garsonlar yaklaşık elli işçi…
En sona onlar geçti Nil, Ceyda, Emine, Orhan, Serkan ve Kaya…
Müdür bey akşamki çalışma koşullarını anlattı... Nelere dikkat etmemiz gerektiğini ve en son,
- Okuldan altı arkadaşımız aramıza katıldı. Kendileri bu akşam, olayları izlesin en kısa zamanda verimli bir çalışma bekliyorum sizlerden. Onlara yardımcı olun. Öne çıksın o arkadaşlar!
Hepsi öne çıktı… Herkes “Hoş geldiniz” dedi…
- Yalnız… İçinizde Kaya kim?
Müdür Mehmet Bey! Onlara dönerek, sordu soruyu…
Kaya şaşırdı ve bir adım öne çıktı.
- Benim şefim!
- Bak Kaya, burada hovardalık yok, çapkınlık yok, laubalilik yok… Sen çok çapkınmışsın… Müşterilerle fazla yüz göz olmayacaksın. Ufacık bir hatanda, kapının dışındasın… Burası iş ve iş ahlakın olacak. Sakın burada hata yapma! Gözüm üzerinde…
Herkes gülmeye başlamıştı, erkeklerden “vay” diyen sesler geldi.
Kaya çok şaşırmıştı.
“Ah hocam yaktın beni” dedi içinden, kıpkırmızı yüzle “Peki” diyebildi.
Toplantı bitti. Herkes dağılıp, işinin başına giderken, yanına gelen yeni arkadaşları ellerini uzattılar.
- Ooo çapkın, aramıza hoş geldin!
- Yok ağabeyler…
- Hadi hadi, filinta gibisin oğlum ay yüzlüsün, belli zaten.
- Neden böyle dedi Mehmet Bey, anlamadım.
- Yakında anlarsın dediler…
Artık sahte cennetin fedaisiydi “O” İçki kadın, eğlence burada gırla, gidecekti… Ya bu cennetin fedaisi olarak, yoluna devam edecekti ya da çıkış yolu açacaktı şimdilik. Fedai olacaktı. Diskoların, barların aranan işçisi olacaktı. Güler yüzlü yakışıklı Kaya... Doğrusu işini de güzel yapıyordu.
***
- Afedersin kafama takılan şeyler oldu.
- Ne mesela Hayat?
- Abinin gençlik yılları, delikanlılık yılları. Anladığım kadarıyla dönmedi memlekete, Antalya’da kalıyor öylemi...
- Sanırım... Abimin yazdıkları bunlar. Tabi Antalya bu saf, Anadolu çocuğunu bile haliyle bozar... Bir de çalıştığı sektör ne yazık ki ‘şatafat’ ‘aşk’ ‘delilik’ artık sen ne dersen de bunları barındırıyor... Haliyle abim burada gençliğinin ve yakışıklılığının sınavını da veriyor... Bir taraftan temiz kalmaya çalışıyor bir taraftan her geçen gün kirleniyor. Ama hep iyi niyetle yoluna devam ediyor...
- Peki Bahadır? Kaya’ya daldık çıkamıyoruz...
- Bahadır ise onun sınavı daha da farklı. Biri gurbette yolunu çiziyor biri de evde! Bu yaşanmış, yaşanan hayat öyküsü okumaya devam ettikçe daha çok kapıların açıldığını ve kapandığını göreceksin! Ve okudukların seni ürpertecek... Bu öykü tamamlanmadı henüz ve sonu yazılmadı unutma... Ama belki mutlu sonla biter kim bilebilir...
- Tarihi kaç bu yazdıklarımızın...
- Bende bilmiyorum ama ‘Milenyum yılına’ gelmedik daha diyebilirim...
***
“İsyan çıkartan gözlerin,
Beni silmiş hatıralardan…
Yalan koksa da sözlerin…
Aşka ve sevdaya dair yalan
Unutamam…
Kokun gelir, yağmurlu akşamlardan…”
Aslında anlamsız her şey... Anlamı olanlar gün oluyor, öyle anlamsız geliyor! Ya neden bunları yazmak şimdi? Ne gerek varsa? Uzatmak ya da uzatarak anlatmak… Her günün ayrı kişileri, her kişiliğin ayrı hikâyeleri var anlatılacak nasıl olsa... Neden? Neden?
Hayat, yaşadıklarımız imtihan nasıl olsa… O halde doğruları ve yanlışlarımı irdelemek gerekiyor ya da yapılan yanlışlardan doğru sonuçlar çıkarıp, hayata başka gözle bakmayı mı sağlamak? Aslında bu olayların gerçek kişileri yani yaşayanlar bulsalar mesela bizi. Mesela tekrar şuan yaşıyorken, yanlışları doğruya çevirmek için olsa şansımız… Hayal bunlar! Hangi yanlış bizim acaba? Ya da yaptığımız yanlış ne?
İşte bu sabahın koynunda, acıların uyanık kalması… Izdırap nedir? Ya da Aşk nedir?
Aylar var ki; dert anlatıyor Kaya, Nil’in derdi.
O ki; Geceleri o bar senin, bu disko senin… İş arkadaşı, saçmalık bu ama…
Kaya, Emine’ye namı değer erkek Fato, Serikli Emine… Güç sevmesi de, aşkı da…
Ya neden, ben böyle olsun istemedim ki? Bana namzet olsun diye… Neden bu başka kollarda bahar aramak?
Hani Emine hafta sonları memleketine giderdi, evine... Kaya onu asla yolcu etmeden otobüse, girmezdi içeriye…
Bir gün sağanak yağmur yağıyor hafif meltemle…
- Kaya sana bir şey vereceğim ama ben gidince oku olur mu?
Olur.
Emine öper onu yanaklarından ve avucuna sıkıştırır, bir kâğıt parçası. Biner gider. Arkasından bakar Kaya. Koğuşa döner sonra havlu almak için tuvalete gider. Islanan saçlarını kurulayacaktır. Avucundaki kâğıt ona bakar…
“Kaya, ben seviyorum hem de çok… Deliler gibi aşığım ona! ”
“Allah Allah, bak sen bizim deli kıza Ne güzel! Bizim erkek Fato’da buldu sonunda bir sevgili” der içinden ve gülümser Kaya… Ve arka yüzünü açar o küçücük kâğıdın.
“O sensin… SEN… Seni çok seviyorum…”
Bu nedir şimdi! Tekrar, tekrar okur... “O sensin… Sen… Seni çok seviyorum! ”
Emine’nin sesi kulaklarındadır… “Seni çok seviyorum…”
Düşünür, düşünür… İşin içinden çıkamaz Kaya, “Beni mi? Neyim var benim bu hayatta… Üzerimdeki hiçbir şey benim değil, neyimi seversin benim deli kız? ”
Kendini sorgular, “Nerede yanlış yaptım? ”
Personel gecesi gelir aklına. Onlar yani o okulda okuyanlar, beraber aynı masada oturuyorlardır. Kaya Emine’ye bakarak,
Kızlar, bakın ne olursa olsun, dansa beraber kalkacağız… Valla, benim masamdan kalkıp başkasıyla dans ederseniz işte o zaman bozuşuruz.
Otururlar altı arkadaş, iki erkek, tek kıza… İki kız, tek erkeğe âşık… Garip hayatta!
Kaya içecekleri söyler, ardından da Nil’e dans teklifi eder, Nil kabul etmez. Müzik değişir, Kaya tekrar dans etmek ister, Nil tekrar kabul etmez. Kızar Kaya ama renk vermez. Ta ki; Başka masadan hemşerisi gelip, Nil’e dans teklifi edinceye kadar…
- Nil Hanım, dans edelim mi?
Düşünmeden yanıt verir Nil…
- Hay, hay…
Bu Nil… Bu Kaya…
Emine atlar hemen ortaya, olacakları sezer mi ne?
- Hadi dansa, beni neden kaldırmıyorsun?
Kaya bir Nil’e, bir hemşerisi Kudret’e bakar! Ortak Pazar vardır ülkenin gündeminde!
Kaya cevap verir Emine’ye…
- Tabi Emine, hadi dans edelim. Nasıl olsa biz, ortak pazara giremedik. Girenler beraber dans etsin...
Kalkmışlardır dansa ama kısa sürmüştür dansları, Kaya masaya döner ve
- Bana iki bira, iki sek cin! Üstü kalsın!
Anında fondip… Ve Soluğu dışarıda alır. Püfür püfür eser, Akdeniz de meltem!
...
Sadece bunları düşünür şimdi... Dünü, bugünü, yarını...
- Otele giden arabalar kalkıyor!
Diye bağırıyordur muavin. Kaya otobüse biner, herkes ona bakar. Onun gözleri Nil’i arıyordur. Kudret’in yanında bulur Nil’i... Kudret’e hafif vurur omuzlarına doğru,
- Kalk oradan…
- Ya git! Sarhoş orada otur…
Kaya bu tabi, üstelik içkilidir… Sadece boğazından tutar Kudret’in, bakışları alev gibi fısıldar
- Sana kalk dedim!
Kalkar Kudret, konuşmaz Kaya sadece inerken
“Sen, sabrımı zorluyorsun ama ben sadece seni bana emanet eden baban ve Hakan’ın hatırına sana dokunmuyorum, küçülme daha fazla. Kal bir yerde, bir daha adımını benden izinsiz, benim olduğum yerde dışarıya atarsan, kırarım o bacaklarını. Ne beni küçült, ne kendin küçül! ”
Anlamı buydu işte, beklemelerin, dinlemelerin, anlamaların!
Ve kendini geceler boyu bekleyen Emine, sır buydu… Sevgi buydu demek!
***
Emine’yle üç gün konuşmadı Kaya, Sonunda gece yarımda iş çıkışı, tuttu kolundan değiştir üzerini beni bekle, yürüyeceğiz…
Yürüdüler, saatlerce tek kelime etmeden… Döndüler tam koğuşlara girerken hafif bahar yağmuru atıştırır. Kaya başlar söze, elindeki kağıdı uzatır…
- Bu neydi?
- Not blok canım!
- Ne yazıyor peki…
- Ben âşık oldum, çok seviyorum O sensin yazıyor… Anlamadıysan tekrar okuyayım! Bak okuyorum…
Kaya sözünü keser, avaz avaz bağırır…
- Ya niye! Niye ya… Neyim var benim? Niye, niye? Bak üzerimde şu görmüş olduğun elbiseler bile benim değil…
Emine girer söze, gözlerinin içine bakar.
- Bana ne ya! Ben senin kalbini sevdim…
Kaya, aynı şekilde konuşmaya devam eder, hiç duymamışçasına…
- Ben Nil’e aşığım… Bilmiyor musun?
- Sen ona âşık falan değilsin! Sen seni sevmeyeni sevmezsin be, sadece saplantı o. Seni kullanıyor yeter o kadar harap olduğun yeter, dayanamıyorum anladın mı? Ben seni okulun ilk gününden beri seviyorum O koğuşta neden ben hep Nil’in yanında oldum kavgalarda? Hep senin üzüntünü de, sevincini de en önce ben duydum, ben oldum yanında! Anlamanı bekledim hep… Hep gözlerinle, bana baharlar muştulamanı bekledim… Yeter ya… Yeter… Yeter...
-Kucakladı onu Kaya, ilk dokunuş, ilk öpüş, o kadar sıcaktı ki!
Ama Kaya bu çıkmadı İninden. Kaçtı günlerce… Aylardan ramazan, hiç aksatmadığı orucunu tuttu gene… Sahi neden kimse oruç tutmuyordu ya da akşamları neden o içki servisindeydi? Sahi burası neresiydi? Neredeydi O… Ömrünün hangi yılında…
Sevgi neydi sahi? Cennete çağıran mı? Cennetten çıkaran mı? Okumaya başladı, hayatı başka gözle… “Ben senin, kalbini sevdim…” O söz kulaklarında… Ama ben sahte cennetin fedaisiyim! Nasıl ve niçin seversin beni, başka kimse mi yok? Oku Kaya, oku! Okudu, aylarca sessiz sessiz… Ne okuduğunu bilmeden…
Kaçaksın sen be oğlum, aslında hep kaçmadın mı? Babandan, kardeşlerinden bir şeylerden kaçmadın mı? Gene git, arkanı dönme… Kıl namazlarını, dua et sadece, ondan iste! Ve çek git buralardan… Sahi neden o kitapları okumuştu? Neden? Ahmet Günbay Yıldız, Hekimoğlu İsmail, Recep Şükrü Apuhan, Ali Erkan Kavaklı…
Sadece derdimi seviyorum, ismi yeter mi? Kitap almaya… Her dert aşk olmaz ki be? Her yangına su mu gerekir, söndürmeye? Ne yani Emine’nin suçu ne şimdi? Susar mı deli yüreği Kaya’nın uzaklara gidince? Her yerde çeşit çeşit dert yok mu nasıl olsa?
Aldırmadı Kaya, Emine’nin gözyaşlarına… Çekti gitti bir akşamüstü, sadece Emine’nin eli vardı bulutlar arasında gördüğü…
***
Ve Bahadır.
“Ocak 2003, İstanbul - Bakırköy Hastanesi”
Sabah olmuştu. Bilmediği bir yerde açtı gözlerini, Bahadır. “Demek iş bu noktaya kadar geldi ha…” Pencereden baktı. Uçuşan güvercinleri gördü. Sanki Anıtkabir’di gördüğü yer. O an ona öyle geldi. “Allah’ım ben ne yaptım da buraya düştüm.” Neler yapmamıştı ki! İmam imam dolaştırmışlar, sonunda iş bu noktaya gelmişti.
Delinin biri haykırıyordu, pencere önünde… “Salın beni salın…” Doktorlara bağırıyordu. “Salın beni, bırakın. Dışarıdaki bütün arabalar benim… Hepinize vereceğim, birer ikişer tane… Salın! ”
Ben Kralım,
Ben de Kralım dedi bir ses...
...
Benim babam da Kral?
Benim babam da kral’dı dedi bir ses...
...
Benim dedem de kral’dı yaa,
Benim de dedem kral’dı dedi bir ses...
...
Benim oğlum var,
O da Kral olacak...
Benim de oğlum var,
O da Kral olacak dedi bir ses yine...
...
Yok, yaa nereden biliyorsun, dedi
Ben yok etmesem de oğlum yok edecek devletini!
...
Bu tek kişilik oyun akıl hastanesinde oynanıyordu.
Bir hemşire girdi odaya,
- BEN KRALIM, dedi ona.
- Hadi hadi Kral dedi ona hemşire,
...İĞNEYE
Bir ses katıla katıla gülüyordu...
Bunu bir tek o duyuyordu.
***
“Hayır, sanırım daha 2003’e gelmedik… Daha fazlasını yazmak için daha öncesini de bilmeniz lazım. Ey hayat! Ben hiç yaşamadım mı? ”
***
Bazen insan hakikaten sarhoş olup unutmak istiyor, dünü, bugünü yarını… Hey hayat! Bu kadar mı zor? Geçmiş, adı üstünde yaşamışsın bitmiş...
Çocukluk geçti, gençlik geçiyor… Ne var elde? İşte size haykıran bir ses var…
Kaya, koca üç senenin ardından gelmiştir köyüne. Sadık askerden gelmiş, evlenmek üzeredir. Karşılama Kaya’nın beklediği gibi değildir. Hoş geldin değil, neden geldin diye sorar Sadık, içinden geldiği gibi, olduğu gibi çıkar kelimeler ağzından…
- Ben sana güveniyordum Kaya… Neden geldin neden? Yaptım bak, askerliğimi bitirdim. Şu an buradayım ama sen neden geldin Kaya? Sana güveniyordum, düğünümü yapacağım ben!
- Ya ağabey, sana teskerende maaşımı gönderdim ben! O benim ilk tam maaşımdı, Ben kahroldum sana harçlık gönderemedim diye… Ya bir hoş geldin de… Bak bu kartta benim beş aylık maaşım var al. Al senin olsun ama hoş geldin de!
Güler abisi…
- Kardeşim, hoş geldin.
O gece abisine söz kesilmiştir. Cavit ağanın masa arkadaşının kızı ve abisinin sözü. Ne garip, herkes şaşırır beklenmedik bir gelişmedir. Bir gece de alınan kararla sözlenmiştir Sadık.
Kaya o gece yatağında düşünür, “Ah! Neden verdim sahi o birikimi, neden verdim sahi ben bunca zamandır o birikimi? O para benim askerdeki harçlığım olacaktı. Kimseye muhtaç olmadan askerliğimi yapacaktım… Onca zamandır ayrıyım sevdiklerimden, bari üç beş ay, onca yılın yorgunluğunu atayım diye düşünememiş miydim? Dile kolay, on bir yaşından beri hem çalış, hem oku… On bir yaşından beri ara ara gel, köyüne… Ayrı kal hep, sevdiklerinden... Tanımadığım insanlardan yardım al, oku, çalış gene yıllarca…”
Tüm bunlar bir yana eli kalbine gider, sevgi ve sevdasını düşünür…
“Sevgi gönlünde meçhul… Hakkın mı var sevmeye? Sevgiler ki; Hep masumca yüreğimde saf ve temiz... Utangaç gözlerimin, derin izler bırakan ışıltısını asla kirletmedim… Cinselliğe ihtiyaç diyerek, sevmeleri helalinle diyerek, aramadım dokunuşların zevki sefasında AŞKI…”
Bunları içinden geçirirken, mırıldanır gözleri kapanmadan kendi kendine…
“Siz sevgi yüklü insancıklar, biz melek taklidindeyiz…”
Diyerek, derin bir iç çeker, kapanır yorgun gözleri derin uykusuna dalar…
***
Her akşam para için kavga olur mu evde? Oluyor herkes kazandığı kadar yiyecek bu evde diyor, deli Cavit. Kaya’nın bunca zamandır kazandığı paralar abiye verilmiştir, onu hazmedemiyordur baba… Aslında çocuklarının birliği ve beraberliğinden mutlu olması gerekir ama. Hep içip içip, son ses müzik…
Arada karşı bahçeye, yoldan geçenlere aldırmadan atış talimleri! Neden kimse dur demiyor sahi... Muhtar mı yok, heyet mi yok ya da insan mı yok? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın! Bu düşünce doğru mu?
Allah’ım ne olacak bu çocukların hali?
Evin önünde elma ağacı var... Ağaçta anamın ahı ve fidanı... Annem sanki erken öleceğini hissetmiş gibi söyler?
- Ben görmem ama çocuklar, babanız ben öldükten sonra gene aynı şeyleri yapar ve bu eve içkili gelip, sabahlara kadar sizi rahatsız ederse! Vasiyetimdir bu ağaca bağlayın ve onu eşek sudan gelinceye kadar dövün!
Bu sözleri hatırlar Kaya…
Babasının bağıran sesleri kulaklarında… Ben tövbemi geri aldım, ağaca bakar elma ağacına, yanına bakar ağacın yanan alevler görür… Havlayan beyaz bir köpek vardır alevlerin içinde…
- Neden havlamadın bana... Ben bu evi sana emanet ettim… Bana neden havlamadın, bak alevlerin içinde ne güzel uluyorsun?
O bembeyaz, o kadar güzel hayvan alevlerin içindedir… Diri, diri ve kimse sesini çıkartamamıştır, deli Cavit’e… Yakmıştır köpeği o gün!
Ama şimdi Kaya’nın o günlere dalan gözleri, babasının bu haline bakıyor ve dişlerini sıkarak annesinin sözlerini anımsıyordu. “Bu ağaca bağlayın eşek sudan gelinceye kadar dövün babanızı” Değişen bir şey yoktu o günlerden... “Vasiyetimdir diyen ses kulaklarında...”
O da ne köyün imamı geliyordur şuna bir sorayım... Eğer tut vasiyeti derse bu akşam yandın deli Cavit!
- Es selamünaleyküm
- Ve aleykümselam hocam,
Belki selam verip gidecektir imam ama Kaya
- Hocam babamı biliyorsun! Tanıyorsun yıllardır…
- Evet Kaya…
Kendinden iki yaş büyük, köyünün sakinlerinden birinin oğludur imam.
- Annemi de tanıyorsun hocam ve bize vasiyeti var... Babanız yine ben öldükten sonra aynı şeyleri yaparsa, bu ağaca ellerini ayaklarını bağlayıp dövün diye… Ben bu vasiyeti tutmak istiyorum. Senden fetva almak istiyorum, yapabilir miyim?
İmam yutkunur… Düşündür bir yandan…
- İspatın da olsa yapamazsın. O vasiyet tutulmaz.
- Ama hocam, vasiyet bu ölen insanın son arzusu… Bu vasiyet nasıl tutulmaz… Bak büyüdük… Bu ise aynı, değişen ne? Hem belki bu dayak onu düzeltir, bu adam gene can yakacak, sonra pişman olacağız. Birisini o öldürmeden biz onu düzeltelim. Hem nas ile uslanmayanı etmeli tekdir! Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir diye boşuna mı demiş atalarımız! Ver şu onayı ve gönül rahatlığıyla bu adamı, burada döveyim…
- Olmaz Kaya! Müftüye gitsen gene sana olmaz diyecek, annenin sinirli anına gelmiştir. O da böyle bir şeyin olmasını istemez… Hangi evlat babasını dövebilir, baba hakkı o kadar mühim ki…
Deli Cavit sallana sallana gelip yanlarına konuşanları duymuştur! Demek vasiyet ha... Annenin vasiyetini tutacaksın ha! Söylene söylene, gider deli Cavit…
“Ben tövbemi geri aldım.” Teyp kapanır, silah sesi susar o akşam… İçeriye bakar Kaya, babası annesinin resmiyle konuşuyordur.
- İsteyerek yapmadım sen söyle, gel de sen söyle. Bak oğlun beni dövecekmiş. Sen vasiyet etmişsin. Canım gerçeği sen biliyorsun. Sen söyle…
Ağlıyordur deli Cavit. Kaya sığıntı gibi durduğu kendi evinde, daha fazla duramayacağını hisseder…
***
Askerliği tecil ettirmiştir Kaya. Bir gün sonra inip çarşıya tecili bozar ve tekrar Antalya yollarına gider. Gel denilinceye kadar çalışıp, kimseye minnet etmeden askerliğini yapacaktır. Ama uymaz evdeki hesap çarşıya hiçbir zaman…
Eski çalıştığı otelde kimse kalmamıştır arkadaşlarından. Üstelik kendini davet eden şefi de, “Şimdi adama ihtiyacımız yok” demiştir. Yani Emine’nin çalıştığı otelde çalışamayacak, çaresiz başka yerlerde çalışmayı deneyecektir Kaya! “Olsun, her şerde bir hayır var! ” diye düşünür, hem yalnızlığa da ihtiyacı vardır çok...
Yine de müdürünün referansıyla Kemer’de çok lüks bir tatil köyüne gider çalışmaya.
Personel Müdürü Kadındır.
- Şu formu doldurun.
- Affedersiniz! Maaşımız ne kadar olacak acaba!
Merakla sorar Kaya, müdüre hanım cevap verir. Ücreti çok düşük bulan Kaya…
- Ben o maaşı komi iken almadım, bu paraya çalışmam.
- Sizin nasıl çalıştığınızı bilmiyorum. Sadece müdürünüz arkadaşım, burası büyük bir tatil köyü madem kendinize o kadar güveniyorsunuz, çalışmanızı gösterin. Biz sizin maaşınızı artırırız. Burada bu garsonların maaşı ve bu kadar…
Yapacak ne var sanki... Meydan okuma Kaya, yanındaki arkadaşına bakar Ne dersin diye!
-Benim için fark etmez, sen nereden geldin… Sezon ortasındayız. Çalışalım dersen çalışalım. Zaten müdür bizi yanına almak istese alırdı. Kendimizi her yerde ispatladık. Gene ispatlayalım… Varsın müdür utansın bizden iyi bahsederlerse…
- Haklısın... İşe ihtiyacım var.
Müdüre hanıma döner
- Size nasıl çalıştığımızı göstermek için kabul ediyoruz.
Güler müdüre hanım
- Göreceğiz bakalım…
İlk gün bakarlar ki; okudukları okuldan, okulun en haytaları da orada işe başlamışlar, aylardır çalışıyorlardır. Kucaklaşırlar… “Şef” derler Kaya’ya...
- Ne güzel oldu be! Şef olarak mı başladın, müdür olarak mı?
Yutkunur Kaya…
- Yok, bende sizler gibiyim. Bakalım göstereceğiz kendimizi, nasip…
Ve haftasında müdüre hanım onlara “Maaşlarınız şeflerin maaşı oldu. Lütfen böyle çalışmaya devam edin” der… Akşama yanlarına gelen F&B müdürü “Çalışmanızdan çok memnunum. Bundan sonra buradaki en büyük restoran sizin ikinize ait, iki komi arkadaşınızı alın ve böyle devam edin. En yüksek bahşiş alan ikinizsiniz, şımarmadan aynı şekilde devam, ben sizin eski müdürünüzü ve Selçuk Hoca’yı aradım, teşekkür ettim onlara. Selamları var ikisinin de…”
Aslında en güzel şey bu son sözleri olmuştur Kaya için... Ve Kaya kaldığı lojmanda yalnız odasında işten artan vakitlerde okuyor, hayallere dalıyordur... Bir ajandası, kalemi kitapları, yıldızlara bakıyordur balkondan…
Kâinatı, hasreti, çileyi özümsemeye çalışıyor, yarının kendisi ve sevdiklerine neler getireceğini bilmeden, çayının yanında kardeşi olan sigarasıyla, sabahlara kadar o kitap senin bu kitap senin geziyordur dünyayı…
Bir hayalini not düşmüştür ajandasına…
“Bir gün köyüme, bir kütüphane kuracağım ve çocukların eğitim almalarına yardımcı olacağım. Sene 1999’un temmuzu… Ufukta askerlik var. Nasip, hele bu askerlik gelsin hayırlısıyla yapalım daha gelmem buralara… Başka işler bakarım, bakalım”
***
“Bedel”
Hayatta bedeli olmayan bir şey gördünüz mü?
Arkadaşlık bir bedel ister. Ekmek alacaksanız bir bedel ister. Seviyorsanız bazen Mecnun olmak ister. Bazen Ferhat olup dağları delmenizi… Ne yaparsanız yapın, ne hayal ederseniz edin – neye kavuşmak isterseniz, o kadar bedel ödemek zorundasınız. Büyük bir işadamı olmak istiyorsanız çok çalışmanız yanında, bazen uykunuzdan feragat, bazen eşinizden, dostunuzdan uzaklaşmak gerekmektedir.
Hayatta bedeli olmayan bir şey gördünüz mü?
Misalleri uzatalım isterseniz. Hayalleriniz gerçekleşecekse ileride bir bedel ister. Tarlanız bol mahsul verecekse tohumun yanı sıra çağı en güzel şekilde kullanmanızı ister. Önceden kazmaylaysa, öküzleyse şimdi traktörle… Peki traktör? Evet, efendim bir bedel ister. Arabanız varsa benzin koymanız ve bakım yapmanız gerekir.
Pekâlâ, hayatta bedelsiz bir şey aldığınız olmadı mı? Oldu.
Ellerimize, gözümüze, kulağımıza hatırladığım kadarıyla bir bedel ödemedik. Ödemek istesek ödeyemeyiz de zaten. Bir gözün bedelini ömrümüzün sonuna kadar ibadet yapsak dahi ödeyemeyeceğimizin kanaatindeyim. Kaldı ki diğer uzuvlar, soluduğumuz hava…
Bedel ödemeden bir şey almayı kaldı ki bizler de istemeyiz. Peki, ne yapalım da bir bedel ödeyelim. Bu mümkün olmasa bile en azından verilenlerle günah işlemeyelim. Gözle harama bakmayalım mesela.
Ve birazcık da şükredelim…
O nimet elimizden olsun gitmesin…
(Suya Yazılar- D… Gazetesi) 31.01.2002 Bahadır Ateş.
Sezon Finali- Gelecek sezon Bahadır’ın ve Kaya’nın öyküsüne kaldığımız yerden devam edeceğim inşallah... Ve bu öykü buraya kadar olan kısmı yine eleğimizden geçecek, güncellenecek, yeni eklemeler, çıkmalar olacaktır. 25 Ekim 2014 günü kaza bela olmazsa görüşmek dileğiyle.
Yazan ve Yazdıran: Hayat
(Devam Edecek)

İbrahim Arslan
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!