3- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (üç)

İbrahim Arslan
1000

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

3- Kapı: ' Hayatımızın Öyküsü' (üç)

3- Kapı ‘Hayatımızın Öyküsü’
Taki…
Şehrin terminalden Bahadır köy otobüsüne bindi. Üzerinde bir yorgunluk vardı. Gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Otobüsün kalkmasına yarım saatten fazla vardı. Ama o uyumamalıydı. Çünkü otobüse gelenler oldukça yolculara yer verirdi. Köye kadar ya ayakta giderdi ya bir başkasının kucağında. Otobüsler o kadar dolu olurdu ki buna mecbur kalırdı. Hem seni meteliksiz taşısınlar hem de yer verme. Olacak iş mi? Uyumadı, uyuyamadı.
- Bahadır, Bahadır… Bahadır eycen seni çağırıyormuş, taksiyle gidecekmişsiniz...
- Taksiyle mi?
(Eycem çarşıda mıydı? Ama neden, aylık günü de değil. Taksiyle mi gideceğiz. Ama neden yolcu arabasıyla gitmiyoruz…)
O böyle düşünürken
- Sevin baban gelmiş, çıkmış hapisten...
Başından vurulmuşa döndü. Yani ne babası ki bu dönen. Nerden dönmüştü Almanyadan mı?
Evet, gerçekti zira gerçeği görmesi uzun sürmedi. Başını öne eğdi çocuk. Gözünün önünde hep kin beslediği adam vardı. Kucağına oturttu onu baba. Pek bir şey konuşmuyorlardı. Arayı yapmaya çalışıyordu baba ama Bahadır şu kar kadar soğuktu. Yo, üzerinden kaynar sular dökülen biri soğuk olmazdı gerçi… Bir ara babasının kafasından kasketi aldı. Gözlerine kadar örttü. Ya saklanıyordu o kasketin içine, kimse görsün istemiyordu kendisini. Ya da dünya o kasket kadardı şimdi... Demek annemin katili babam çıkmıştı hapisten. Bu kadar kısa zamanda mı ya da yıllar bu kadar çabuk mu geçmişti. Büyümüştü aradan geçen zaman zarfında da o mu bilmiyordu... Bu saatten sonra bu adamı ‘babam’ diye sevebilecek miydi?
‘Ya kardeşim o nasıl karşılayacaktı babasını sevinebilecek miydi, ne de olsa o biraz daha küçüktü o zamanlar. En az yarayı o almıştı... Yol boyunca bunları düşündü durdu Bahadır. Köye girince babasından aldığı kasketle yüzünü de iyice kapattı.
Yol bitti. Araçtan indiler. Kafasındaki kasketi almıştı baba. Neden aldın ki? Ben biraz daha saklansaydım orada, kimseyi görmesem, kimse de beni görmese…
- Bahadır sen annenin mezarını biliyor musun?
Bilmediği tek sendin deli Cavit, sen ne soruyorsun?
- Biliyorum… Baba oğul annesinin mezarına gidiyorlardı şimdi. Annesine ne diyecekti? Sana babamı mı getirdim. Babam geldi anne mi diyecekti… Seni bir kere öldürmek yetmemiş, seni birkaç kere daha mı öldürecek diyecekti…
Öyle başıma çökmüştü ki şu dünya… Mezar taşı. Ayşe Ateş. Doğum tarihi 1956. Ölüm tarihi 1989.
_ Annem insanlar ölünce cennette de 33 yaşında olurmuş değil mi? Demek ki orda da bu yaştasın.
Deli Cavit neler düşünüyordu?
Niçin gelmişti mezarlığa?
D. Köyü Mezarlığı
Evet, eminim öyle bir mektup yazdı babam. Kadınına kıymasının tek sorumlusu vardı ona göre o da dayısı… O gece zaten dayısına ettiği küfürleri de duymuştu.
Yer D. Köyü Mezarlığı... Gözleri birini arıyor Cavit’in… Niye gelmedin ha, niye. Sana gelmezsen kadınlar gibi şalvar giy demedim mi? Eğer kardeşini ben öldürmüşsem sen de beni öldürmeye gelmeli değil misin? Sana ne dedim hapisten çıkınca seni kardeşinin mezarlığında bekleyeceğim. Bir hesap görülecek burada, gel delikanlı gibi dedim… Gel kardeşinin kanını yerde koyma erkeksen… Neredesin hani?
Yoktu gelmemişti dayısı buluşma yerine... Babası karısının mezarına bir hesap açma- kapama güdüsüyle gelmişti. Aradan geçen 6 koca yılda özlememiş miydi. Yani ruhuna Kur’an gönderince bitiyormuydu vebali!
Yasin vel guran-il hakim…………………… Ve ileyhi turceun… Mezarı başında Kur’an okudu Cavit. Yüce kitabı kapattı...
Yazarken size anlatmadığım ne vardı. Size Ayşe Kadını tam anlatamadım. Ayşe Kadın kardeşinden erkek ve mertti. Ve delikanlılıkta şu Cavit’ ten daha delikanlı… Çocuklarını hep korudu bu adamdan, kol kanat gerdi. Kendisi yetmediğinde jandarmaya başvurdu. Kardeşi gerçekten ona destek olsaydı belki yaşıyordu. Yo ölümünden ne Cavit, ne kardeşi sorumluydu. İlk suçlu dini bilgisi olan ve kendisine köyde hoca denilen adamı tuzağına düşüren onu başka bir adam yapan içkinin olmalıydı. İlk suçlu alkoldü evet. İkinci suçlu Cavit’ti, üçüncü suçlu kardeşi, dördüncü Ayşe Kadın’dı. Beşinci suçlu Sadık... Sadık neden suçlu ki...
Cavit öldüresiye dövmüştü,burnunu kırmıştı o gün Sadık’ın. Sadık bu yüzden suçluydu. Yani hiç suçu yoktu. Ama olaylarn fitili o zamandan yanmıştı. Ayşe Kadın evladını yaralı bereli görünce olayı jandarmaya söylemişti, o bu yüzden. Jandarma Cavit’i almış, bir güzel dövmüş ve salmışlardı… Salmayıp ne yapacaklar. Yani ne yapabilirler. Olacakları nereden bilsinler... Dayısı kardeşini ateşe atmış ona akıllar vermişti güya, dayım bu yüzden.
Olayın olduğu gece babam yine çok alkol almıştı. Ona göre ise ya da içkisine ilaç atmışlardı. Ki ona göre Fındık tarlalarına bıçak sallıyordu… Yani bu olayda kesin hasımlarının parmağı vardı! Bu işte Şaban’ın (dayım) suçu var mıydı acaba? Ne demişlerdi ona, içki içtikleri “Benim karım beni şikâyet edecek ha, öldürürüm billah… Karın jandarmaya nasıl şikâyet ediyor seni ya, lan çocuk senin değil mi? Döversin de seversin de, Jandarmaya mı soracaksın? ” Bu sözler bizim Türk erkeğinde elbette tesir edecek etki yapar. Ve bu babam gibi biriyse. Düşünün iş nerelere varıyor.
Babamın küfürleri kulağıma yine geliyor. O geceyi bir daha yaşıyorum şimdi. İlk suçlu İÇKİ… Evet içki. Bir kapı ki kapıdakilerin hepsi ya dışarıda, ya içeride… Kimse kimseyi bırakmamış, kimse kendisinden başkasıyla yüzleşememiş. Kimse tam gerçekleri bilmiyor. Bir kapı ki yazan benim ama yazdıran ve kaderi yazan başkası… Oynamak kalmış bize, oynamışız. Şimdiyse oynadığımız oyunu yazmalı. Yazmak zor, kelimeler boğazıma düğümleniyor. Ne kadar yüreğim yaz dese de cesaretim kırılıyor çoğu zaman. Bunlar yazılmamalı diyorum. Ve yazmasam hiç rahatlamayacağım.
...
SONRA, SONRA, SONRA…
Cavit namazında, niyazında... Köyde sabah namazına gidip geliyor. Babam diye söylemiyorum bir çoklarından ayıkken üstün. Ayıkken mertti. Delikanlı adam. Felek onu çemberinden geçirmemiş olsa ve içkiden de uzak dursa idi başımızın üstünde yeri vardı! Ben anne - baba hakkından korkan biriyimdir. Ama hiç bir zaman da babamı affetmeyen!
Köyün hocası cemaatten sonra geliyor hep… Daha doğrusu cemaat tak tak vuruyor, altta lojmanında olan hoca taklamalara hemen geliyor. Başta taklamalara pek aklı yatmıyor ama işin aslını öğrenince hocanın tutuyor yakasından,
- Hele yarın sabah da cemaatten sonra gel bak neler oluyor...
Ertesi sabah herkesten önce geliyor tabi hoca...
Cuma geceleri anneme Kur’an okuyor hep babam… Bu âdetiydi. Sonraları yine içkiye başlayacak ama bu âdetini hiç bırakmayacaktı. Tabi içince şimdikinden ayrı başka bir Cavit vardı. Bu adam gider yerine başka biri gelirdi. Hapisten çıktıktan sonra sanırım ilk Cuma gecesiydi bu... Kur’an okumaya başlamıştı. Bahadır da abdestini almıştı. Bu evde epeydir Kur’an okunmuyordu belki de. Babasını dinliyor bir yandan kafasında düşünceler cirit atıyordu. Annesi geliyordu gözlerinin önüne. Onla geçen hatıralar canlanıyordu. Birden oku sesiyle irkildi. Yasin bitmişti ve babası “oku” diyordu.
- Ne okuyayım?
Okuyacak ama ne okuyacağını dahi bilmiyordu.
- Süre oku…
Okulda yeni öğrendiği süre geldi aklına ilk… İmam hatipte okuyordu. Başladı okumaya…
- Vedduha, velleyli ize seca, ma vaddeake rabbüke…
Okudu, okudu ama takıldı… Baştan aldı, yine aynı yerde takıldı. Bu sefer yeni öğrendiği başka bir süreye başladı.
- Elem neşrah leke sadrek ve veza’ne anke vizrekellezi…
Tedirginlik yaşıyordu, kendini veremiyordu. Nerden çıkmıştı bu okuma işi? Bu süreyi de tamamlayamadı. Ve suratında bir tokat patladı. Bir tane daha… Babası öfke köpürüyordu. Saçlarını kulak dibinden çekiyordu. Tekme tokat dövüyordu. Elinden öbür odaya kaçmıştı, Bahadır… O zaman işte o zaman İmam Hatip’ te okumak ne demekmiş anlamıştı. Ama fen dersi, biyoloji, geometri dersi niye görüyorlardı o zaman?
Bu olay Yasin den sonra üç İhlâs, Felak ve Nas suresi okuması gerektiğini öğretmişti ona. Ve O bunu bugüne kadar bilmiyordu.
Baba ise içmeye başlayacaktı bundan sonraki akşamlarda… Bazen bir küçük de bir büyük de kesmeyecekti. Hoş geldin D. Köyüne Deli Cavit. Cavit Ateş asıl kimliğine bürünmüştü. İsterse belki de sonraki geceleri çocuklarına hiç yaşatmazdı. Ama yaşanması gerekiyormuş. Neler yaşadı Bahadır ve Gülşen... Çünkü evlerinde ikisinden başka bir eyceleri var. Ablası evlenmiş. Bir abisi askerde öbürü gurbette.... Yıl 1997 Yılı... Henüz Bahadır 14 yaşında kardeşi 13....

BENİMLE YÜRÜR MÜSÜNÜZ?
Bahadır’ın şimdiki evi, saat: 02.00-28.02.2011
Sizler tatlı uykunuzdasınızdır eminim. Bense beni uyutmayan sebeplerle baş edemedim. Bir sağa döndüm bir sola, olmadı. İçimde görevini yapmayan bir insanın sıkıntısı... Bu vakit yazmasam bunları hiçbir vakit yazamam gibi geliyor.
Dua dua eller karıncalanmış,
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış,
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış… Necip Fazıl Kısakürek okumaya o yıllarda mı başladım bilmiyorum. Ama okuyordum o zamanlar. Ve beni çok etkilemişti. Çile’si benim çilemdi sanki...
Yazmaktan kaçmıyorum. Belki zor oluyor, zor geliyor bana yazması…O günleri, geceleri beraberinde tekrar yaşamak bana acı veriyor.
***
Misafirleri gelecekmiş babamın evine… Hangi eve… Bizim ne emeklerle yaptırdığımız eve… Kimler? İçkiciler, İçki nerede? Yok, evet yok. Ama köyde biter mi içki satan insan? Üstelik bu adamlardan bazıları hacı oldu günümüzde…
Eve gelmiştim… Kardeşim tavuk kızartıyordu. Bir zamanlar anacığım yapardı bu adama hizmet. Şimdi kardeşim. Beş para etmez adamlar için… Bu adamlara neden yedirip, içiriyordu babam? Okul harçlığımı böyle mi veriyordu? Bu şimdi aklıma geldi. Acaba menfaati var mıydı? Vardır, vardır. Yani en azından kendi içtiği, yediği kardır…
Ne günlerdi. Köyde düğün zamanlarında börek dağıtırlardı, bu eski bir gelenektir. İçinde ekseriya iki veya üç tane küçük et parçası olur. Genelde bu et parçasının biri bana düşer, biri kardeşime. Bazen kavga ettiğimiz olurdu. Bolluğa kavuşmak böyle bir şey mi? İşte kardeşim pişiriyor tavukları. Daha çok pişirecek, biz de yiyeceğiz arada. Bazen babama mecburen eşlik edeceğiz. Ayyaş takımı olmadığında ki; zaten genelde olmazlardı. Bu eve bu akşam gelecekler çok önemli kişiler olmalı… Yoksa beni hırpalamazdı.
Köyün kahvesine içki almak için gitmiştim. Bulamadığım için seviniyorken babamın bu tepkiyi vereceğini hiç düşünememiştim. Babam çıkışmıştı hemen, kolumu sıktı…
- Sana verdiğim parayı ne yaptın? Nerede lan biralar?
- Yok, baba yok. O dediğin kahveye gittim, kalmamış adam da içki… Hem parayı yemedim ya…
Ne bu şiddet, bu celal…
- Orda yoksa başka yere gideceksin. Almadan gelmeyeceksin. Bulmadan gelmeyeceksin. Sen Humuslu köyünde çeşmenin orada Kel Arif’in evini bilmiyor musun? Onda kesin vardır… Ona git. Almadan da gelme.
- Ne bileyim, bilmiyorum… Hem o köyde çok köpek var baba. Ben kendi başıma nasıl giderim?
Anlamaz yazısız - pulsuz dilekçem,
Anlamaz ruhuma geçti...
Nasıl mı gidilir? Böyle…
O akşam kimse yoktu, benimle yürüyen, “Benimle yürür müsünüz? ” Akşamın karanlığı çökmüştü. Ayaklarım bazen geri gidiyordu. Yamayı çıkıyor, eve kadar geri dönüyordum. Köpeklerin sesini duydukça içim ürperiyordu. Ama deli Cavit o köpeklerden beterdi. Bu yüzden başka çıkar yolu kalmamıştı, anlaşılan…
Kime ne diyeyim anlamaz, anlamaz ruhuma geçti kelepçem.
Köpek havlamaları duyuyordum… Yüreğim çarpıyordu, şurayı geçsem, bir köpek bana saldırmadan diye dua ediyordum. Zaten yolun başından beri dua ediyordum. Ne dua ettiğimi tam bilmiyorum... Ama “Ah abla, ah ağabeylerim, neredesiniz?” demişimdir…
Bilmediğim bir köy… Yolları boş… Akşam çoktan bitmişti. Yatsı okunmuştu. Babamın sözü ettiği çeşmeyi de, evi de bulmuştum. Evet, yanılmamıştı babam, bu adamda bira vardı… Haklı baban sana çıkışmakta Bahadır dedim içimden… Ama bu on iki veya on üç birayı eve kadar sağlam getirmek vardı şimdi aklımda… Adam parayı aldı. Haliyle dur, senin evine kadar getirelim demedi. İş başa düştü… Köpekli yeri, köpekleri geçersem, yani saldırmazlarsa kucağımdaki biraları sağ- salim getirecektim babama. Eve yakın kollarım kopuyordu. Ama içkilerini kırmadan getiriyordum sonunda...
...
Küçük bir çocuğun sırtına babası vurulmuştu. Babası o bir küçük çocuğun dünyasını tek başına karartıyordu...
Babam teybe neşecik koydu. Naralar attı, sarhoşluğunun tadını çıkardı. Köye bağırdı, çağırdı… Küfürler etti. Bazen Allah’ımıza kadar giden küfürler… Ama deli bu adam, kimse ses çıkarmadı. Eycem beddualar etti… Bazı geceler ilendi yüzüne… O geceler yaşandı ama bitmedi. O gecelerin izlerini hâlâ taşıyorum yüreğimde...
Sabah oldu, kardeşim evi topladı... Ben kardeşimden de herkesten de erken kalkardım. Yarım ekmeğimi doldurdum. Servis parası, aylığı almayan köy arabasına bindim. Sorsalar mutlumusun diye mutluyum derdim. Biz mancar yesek et yiyoruz derdim. Ve ilkokul aşkımın evlerinin önünden geçerdi hergün bu yolcu arabası. Günde 2 kere.
Her zamanki gibi o evi görmek, o kızı bir nebze görmek için penceresine baktım. Ayda bir kez de görsem o gördüğümde kalbim trampet gibi çalardı. Bunun adı aşk mıydı!
***
Saat.03.23
İnanın bunları yazdığımı kimse bilmiyor, bunları yaşadığımı kimse bilmiyor. Yani sizler de şimdi öğrendiniz. Yalnızlık benim için en güzel dost… Uyuyamamıştım, ama içimde bir rahatlama var şimdi. Anne- baba hakkı hep önümde bir bıçak gibi, beni kesti durdu. Malum annem yedi yaşımdayken öldü. Baba hakkıysa… Canı Cehennem’ e öyle babanın diyorum şimdi…
İyi geceler… Belki uyurum… Kolay kolay uyuyamayacağımı da biliyorum.
...
HAYAT DEVAM EDİYOR...
Aşk en güzel şeydir şu hayatta… Aşk olmasa yazamazsın tek satır, karalayamazsın, çizemezsin. İlkokul sıralarında sevmeye başladım bu kızı. Ama her gün camdan evlerine bakmak niye… Sabah ayrı, akşam ayrı… Bir lahza görse onu kalbi başlıyor trampet çalmaya. Ne şirindi o kız, adı gibi.
Ferdi Tayfur’dan çeşme şarkısı çalıyor servis arabasında, vuruluyorum müziğine. Yol gidiyor, annem geliyor gözlerimin önüne. Kapı da beklerken ki hali… Keşke o gece uyumasaydım ben hiç… Babamın önüne gerilseydim. Saçlarımı okşaması…“Sen git, yat oğlum” deyişi. Ah annem neden yüreğimden oluk oluk kan akar sen girince hayalime.
Anneciğim hayalini yaşatmak istiyorum yine, seninle hatıralar canlanıyor gözümde. Kafamı arabanın camına dayamışım, dünyadan kopmuşum. Gözlerim kapalı, sünnetime gidiyoruz beraber… Öküz arabasının arkasına oturuyoruz. Babam yokmuş demek ki; O günde başımda… Ben nereye gittiğimizi bilmiyordum anne… Ama seninle gidiyordum ya ölüme giderdim, gözümü kırpmadan...
Ve anneciğim… Ben sözünü tutmaz mıydım hiç? Kuyudan bulgur mu çekiyordunuz ne? Sonra dibek döverdiniz… O sıra işte yanına gelmiştim meğer duvarda da arı kovanı varmış.
“Oğlum, sakın duvara taş atma” dedin. Çocuktum anne hiç seni dinler miyim? Aldım elime taşı, attım. Kardeşim, Kaya abim de vardı o gün. O arı hikmeti neydi anne? Hemen suya sokmuştun bizi. Kafama vurmuş olabilirsin ya da ağlamış… Korkmuşsundur o kadar arı sokmasından. Arılar bile soksa vücudumu sen vardın yanımda. Her şeyden mutluydum.
Ve sonra evden düşmem... Anne Hızır mıydın sen? Ben o gün ölmüştüm kesin. Sen beni hayata döndürdün. Yavrum deyişlerine açtım gözlerimi. Seni görünce dünyanın en güzel varlığını gördüğümü söylemeliyim. Sen melektin annem. Keşke başımızda olsan… Hatırladıklarımı kim bilebilir ki bu arabada? Islanan gözyaşlarımı gören olmuş mudur? İnsan istediği gibi nerede ağlar? Şu dünyada hep kış mı var? Anacığım benim. Ölmek istemem sana kavuşma arzusundan mı! Benim de canımı alsa ya şu babam.
Hayat devam ediyor;
Mahsun Kırmızıgül’ün dizisini şimdi buraya başlık seçmenin tam sırası.
Elinde soba demiriyle, bana vuruyordu babam. Ben yerdeydim, geri geri, kaça kaça duvar kenarına kadar gelmiştim. Artık kaçacak yerim yoktu, elini kaldırdı babam… Ne yani o demiri oğluna gerçekten vuracak mıydı, şaka yapıyor olamaz mı. Yo şaka yapar yanı yoktu! Vallahi yoktu.
- Erkeksen yerden kalkayım, delikanlı gibi dövüşelim. Dedim can siperane... Zaten sığınacak bir Allah’ım bir kelimeler vardı o an.
Babamın soba demiri tutan eli havada kala kalmıştı.
Babam bir duraksama yaşarken, hızla kendimi kapıdan dışarı atıp o güç durumdan kurtulmayı başarmıştım...
Daha neler neler yaşandı... Hani der ya Fazıl, “Neler geldi neler geçti felekten, bilemedim deve geçmiş elekten...” Keşke pire olsaydım madem elek vardı!
***
İşin aslı şu ki Kaya Antalya’ da değildi henüz. Yani o zamanlar daha gitmemişti. Bir karar aşamasındaydı lakin bu Antalya kararı değil kazandığı yabancı dil öğretmenliğine gidip gitmeme kararıydı. Kaya umutlarını bırakmıştı zor kararını uygulamaya geçtiğinde kulaklarında annesinin ‘büyük adam olacaksın’ diyen, umudunu, hayalini, geleceğini hep kendisinde gören annesinin sözleri vardı. Acaba kızıyor muydu ona. Kazandığı yabancı dil öğretmenliğine komşularının tüm ısrarlarına rağmen gitmemiş, şehrin en elit restaurantında komiliğe başlamış, ama azmi, çalışkanlığı ve sempatisi sayesinde üç ayda garson olmuştu... Gece geç saatlere kadar çalışır, bulaşık ve salon temizliğini yaptıktan sonra altı sandalyeyi yan yana dizerek, üzerine masa örtülerini çekip hayallere dalardı hep. Bahadır vardı aklında ve Gülşen. Hayallerinde onlarla oyunlar oynar kendinin ve onların yaşayamadığı çocukluğu doyasıya yaşardı... Yıllar peşi sıra birbirini kovalarken bazen kabusla uyanır uykusundan sessiz sessiz ağlardı. Anne diye akardı gözyaşları. Abla olurdu, abi olurdu bazen. Dertlerini anlattığı Aydın diye aşçı yamağı bir kardeşi vardı çalıştığı yerde. Bazı geceler onunla dertleşirdi.
- Bu gece burda kal Aydın dedi Kaya.
- Neden ki dedi Aydın, soran gözlerle...
- Gündüzden halam ve emmimoğlu geldiler dedi. Kaç gündür aramıyordu ya kardeşlerim.
- Eee dedi Aydın.
- Babam,babam çıkmış mapustan dedi. Bana haber salmış gelmesin eve onu da öldüreceğim diye. Bir sigara versene lan dedi,efkarla.Aydın her şeyi biliyordu onun hayatında. Sigarayı uzatırken,
Ya dedi. Olum sen sigara içmezsin ki.
- Ver dedi Kaya ver!
İlk sigara o kadar döndürmüştüki başını. Bunu nasıl içiyorlar be dedi... Unutmak ister gibi herşeyi...
***
Oğlum dağıtmasana kendini dedi Aydın... Ne bu halin ya. Sen içkide içmezdin sigara da. Hani senin ocağını bunlar söndürmüştü... Hani kardeşlerine bakacaktın, böyle mi bakacaksın lan dedi. Kaya’yı silkeleyerek...
- Unuttular beni. Babaları geldi unuttular... Kaç gün olmuş baksana geleli. Bir kez aramadılar beni. Ben halbuki onlar için okuluma gitmedim be...
- Nerden çıkartıyorsun dedi Aydın. Olum belki babandan korkularına aramıyorlardır dedi..
- Korkmaz olum Bahadır... Ooo Bahadır o, delikanlı çoçuktur o. Babasını gördü unuttu. Hele Gülşen. Nazlı kuşum benim... Neler almıştım ona... Beraber az mı gezdik. Abicim derdi öper koklardı. Yalanmış o da unuttu beni. Çoçuk onlar nerden bilecekler anamı o adam bıçakladı... Lan Aydın bu adam bunlara bişey yapmasın olum...
- Yok daha neler dedi Aydın gecenin karanlığında... Onun evlatları olum.
- Lan ne evladı Aydın dedi Kaya... Adam koynuna aldığı kadını hiç acımadan.’bana karşı çıkanların sonu bu olur’ diye bıçaklamadı mı be... Ben yıllardır ona meydan okumuyor muyum... Tek bana versin zarar.. Kardeşlerime ilişmesin diye... Onları koruyacağım, bakacağım diye okulu bıraktım ben be. Böylemi olacaktı Aydın... Adam köye gelmiş, evime gelmiş, kardeşlerimin yanına. Benim haberim yok be..
Sigara ardı ardına yakılıyor. Kadehler peşpeşe yuvarlanıyordu. Kaya çıldırmış gibi hep aynı kelimeleri tekrarlıyordu. Benim orada olmam lazımdı. Öyle demiştim ona. Hatırlıyor musun ilk kez babamla konuşmuştum cezaevinde... Aradığında köydeki tek telefondan seni çıktığın gün vuracağım demiştim... Benim burda ne işim var Aydın?
- Lan Kaya kendine gel olum, dedi. Az sakin ol... O adam ne kadar da kötü olsa baban, konuştuk bunları... Hem belki düzelir, düzelmiştir. Bir bak bir dinle bir konuş onunla, diye zor sakinleştirdi Aydın Kaya’ yı. O’nun sızmasını bekledi... ilk içki, ilk sigara... Ulan bu çocuk da babasına mı benzeyecek yoksa? Diye sormadan edemedi kendine... Olmaz dedi sonra. Kaya’ydı bu, olmaz... Neler çektiğini o biliyordu. Kafasına silah dayandığında bile üzerine gitmişti doğrusu Kaya. Onun hakkı için hep posta koymamış mıydı patronlarına. Kötü gün dostu değil miydi... OLMAZDI... OLAMAZDI. YOKSA?
...
“BU ADAM BENİM BABAM MI? ”
Telefondaki ablasının sesiydi...
- Çabuk, hastaneye gel... Eycen, çok hasta...
Eli ayağı dolanmıştı... Kayanın saat 22.00 sırası, işin en yoğun olduğu saatlerdi... Cezmi Babanın (patronu) yanına çıktı.
- Ne oldu oğlum! teleşlısın.
- Eycem ağır hastaymış.
Diyerek sıkıntısını dile getirmeye çalıştı. Onu çok severdi Kaya...
Patronu Cezmi Bey anlamamıştı.
- Eycen?
- Babaannem, ben hastaneye gideceğim... İzin verirseniz...
- Tamam, oğlum
Cezmi kasadan bir tutam para çıkarttı...
- Al bunlar üzerinde dursun…
Günlük alıyordu hâlbuki Kaya...
- Ne parası baba
- Al oğlum al… Hastalık hali bu... Gözün arkada kalmasın... Bir şey olursa haber ver
- Eyvallah baba
Patronu baba adamdı. Ve kendi babasından bile baba davranıyordu.
Kaya, üzerini değişip apar, topar gece karanlığında yola koyuldu.
***
Yol boyunca düşündüğü tek şey babası Cavit’in, eycesine bir şey yaptığıydı? “Lan baba, lan Cavit bu akşam eğer öyle bir şeyle… Sen öldün! ” diye diye kendi kendine konuşarak hastaneye geldi. Bir yandan ağlıyordu... Gözlerinin yaşını silerek, tanıdık bir sima aradı, koridorlarda... İşte orada halası ve ablası vardı... Koştu hemen yanlarına...
- Ne oldu abla, babam mı bir şey yaptı?
Nefes nefese kalmıştı Kaya...
- Oğlum, eycen bizi bırakıyor oğlum, hep seni andı… Hasta olmuş birden bire... Acile getirdik hemen... Çok fenalaştı... Nefes alamıyor... Ben de eniştenle size gelmiştim tesadüf... Sen neredesin kaç gündür oğlum? Eve gelmemişsin…
Olayları anlatmaya başladı ablası... Kaya babasının eycesine bir şey yapmamasına sevinmiş... Ama eycesinin aniden hasta olmasıyla da şok olmuştu, kulakları ablasını duymuyordu bile...
- Gel, poğuyla (eşarp) su değdir dudaklarına... Sevaptır…
İçeri girdi Kaya, eycesinin solgun yüzüne baktı... Dudaklarına suyu değdirdi poğla ve eycesinin sesiyle irkildi Kaya…
- Eyce… eyce... Duyuyor musun beni?
Elini öptü, eycesinin… Anası gibi onlara bakan kadının...
- Yaklaş…
Dedi eycesi... Yaklaştı kulağına kadar Kaya...
- Oğlum kaç gündür neden gelmiyorsun sen? O ev bizim Biz yaptık onu... Korkma! Ben varım orada... Ben... Ben varken kimse bir şey yapamaz sana...
- Biliyorum eyce
Kaya sarıldı sıkıca...
- Unuttunuz beni sandım, ben çok korktum hasta denilince… Babam bir şey yaptı sandım... Onun vay haline...
Sarılırken eycesine hasretle, anasına sarılır gibi sarıldı..
- Söz ver bana, bu akşam evine gideceksin söz ver...
Gözlerini kapatırken... Kendinden geçmişti eycesi… Doktor
- Zorlamayın fazla… İyileşecek... Bir şeyi yok üzülmüş, bak seni görünce canlandı…
- Gerçekten mi?
Diyerek heyecanlandı Kaya...
- Evet oğlum… Siz yeter ki; üzmeyin onu...
- Abla duydun mu bak, bir şeyi yokmuş eycemin…
Kahkahalarla gülmeye başladı Kaya... Doktor yaşlı kadını bırakıp, Kaya’ya baktı herkesle beraber bön bön... Kimse bir şey anlamamıştı... Az önce ağlayan çocuk bu değil miydi yoksa? Katıla katıla gülüyordu Kaya... Doktor
- Bir sakinleştirici hazırlayın…
…Ve anca sakinleşti Kaya...
- Hadi eve gidiyoruz enişten, sen, ben...
Ablasına itiraz etmedi hiç Kaya kardeşlerinin yanında olmalıydı, araba köy yollarına girdiğinde kalp atışlarının hızlandığını hissetti Kaya... On bir yaşında en son gördüğü babası… On yedisinde sonunda karşısındaydı... İşte… Ağır ağır merdivenlerden çıktı önde ablası, eniştesi...
Kardeşleri uyumuşlardı çoktan... Bir adam açtı kapıyı… Usulca gelenlere baktı... Biran göz göze geldiler... Adam kapıyı açtı, arkasını dönü ve odaya girdi peşinden abla enişte ve Kaya...
Odanın kapısından içeriye giren Kaya, yerde minderde oturan adamı incelemeye başladı... Saçları hafiften dökülmüş... Yüzünde korkusuz ifadeler... Yeşile çalan gözler... Kaya dişlerini sıktı...
BU ADAM BENİM BABAM MI? BABAMSA ŞAYET NERDEYDİ BUNCA SENE, BUNCA SAAT, NEREDEYDİ BEN OKULA GİDERKEN, NERDEYDİ AĞLARKEN... NEDEN YANIMDA YOKTU, NEDEN?
İçinden hep bunları haykırdı...
- Hoş geldiniz Cavit Bey...
Kaya zoraki söylemişti... Deli Cavit göz ucuyla baktı ona... “Aslanım büyümüş koca adam olmuş” dedi belki de içinden... Belki de “Küstah sorarım sana, ben” dedi… Kim bilir... Kafasını çevirdi başka taraflara... Abla mutfağa doğru giderek
- Kahvaltılık bir şeyler hazırlamaya gideyim ben… Oğlum öpsene babanın elini Kaya…
Diyerek çıktı odadan...
- Peder bey... Hoş geldiniz ne o... Nereden bu geliş? Nereden geliyor bu abla? Bir de elini öpeceğim ha... Onun el öptürmeye, benimse el öpmeye hiç niyetim yok…
Diyerek elini cebine attı. Deli Cavit laflardan mı ürktü? Yoksa hareketten mi? Bilinmez… Baktı ve çekti bakışlarını... Sesini çıkarmadı... Kaya bir sigara yaktı daha yeni alışmaya çalıştığı sigaradan... Eniştesi,
- Oğlum kaya ne yapıyorsun ayıp değil mi? Sen sigaraya mı başladın? Dedi… Azarlar ses tonuyla...
- Ben kimin oğluyum içki, sigara ne ararsan var bende enişte.
Sigaranın dumanının, hem boğazını, hem gözünü yakmasını, istemediğinden... Fazla çekmiyordu içine...
...
Ablası, Alelacele hazırladığı sofrayı hemen koymuştu odaya... Yanan sobanın üzerinden aldığı sıcak suyla, çay demlemişti ilk önce… “Hadi sofraya” dedi... Kaya uzatmış olduğu bacaklarını topladı. Kanepeden sofraya oturdu... Zeytin, peynir, yumurta gecenin koynunda... Deli Cavit sobanın yanından kızının doldurduğu çayı alıp sigaraya devam ediyordu... Kaya henüz bardağından bir yudum çekmişti ki; Deli Cavit’in sesiyle kendine geldi...
- Adamın birisi ben mahpustayken ahkâm kesiyordu... Öldürürüm, biçerim diye... Ben çıkıyorum, gelsin peşimden bakalım kim kimi öldürecek?
Direk Kaya’yaydı bu laflar... Kaya istifini bozmadan bir yudum çay daha içti ve kalktı hışımla...
- Adamın birisi… Hapisteyken ahkâm kesiyordu... Ve o adam benim anamı öldürmüştü... Çıksın dışarıya…
Diyerek kapıya doğru hamle yaptı... Bir el dolandı ayaklarına...
“Oğlum” diyen bir feryat...
- Baba... Siz ne yapıyorsunuz?.. Bir birinizi mi öldüreceksiniz? Bak Kaya, annen bakıyor şuradan... Öylemi layık evlat olacaksın... Annene...
Ağlıyordu ablası… Eniştesi de devreye girdi.
- Dur Kaya, dur nereye gidiyorsun? Baban senin o...
- Bırakın beni... Bırakın diyorum size…
Diyerek haykırıyordu Kaya...
“Bırakmam” diyordu Abla...
- Baba konu komşuya bizi mi güldüreceksiniz. Daha ilk günden… Deli Cavit oğlunu da mı kesmiş? Desinler baba... Yapma girin içeri...
Baba oğlunun refleksini görmüş sigarasını içip girmişti içeriye... Kaya ise
- Bırak abla, bırak beni ya! Diye naralar atıyordu hâlâ...
Deli Cavit, oğlum o benim aslanım. Ya çıkarsa dışarıya... Ya belinde silah varsa, ya bıçak. Güçlü kuvvetli ya beni vurursa… Diye içinden bin bir soruyla döndü yerine...
- Demek deli Cavit’ in oğlusun ha… Dedi... Kaya’ya…
- Ne sandın dedi Kaya...
Gerçekten sigara içki içiyor musun oğlum?
Diye sordu, yumuşamıştı Deli Cavit...
- İçiyorum... Senden geliyor genlerim…
- Kocaman olmuşsun be oğlum...
- Senin de saçların dökülmüş baba...
- Çok çektik oğlum artık ölsem de gam yemem... Seni gördüm nasıl bir delikanlı olduğunu gördüm ölsem de gam yemem artık... Gözüm asla arkada değil... Neden hiç gelmedin ziyaretime... Herkes geldi bir sen gelmedin, neden?
- Neden gelecektim söylesene baba… O geceyi hiç unutmadım annem sana geldi... Gene senin omzuna koydu başını, gene o halde... Neden Cavit dedi sana hatırlıyor musun?
- Yok
Dedi baba...
- Sen ne yaptın peki... Çektin kendini kenara bana karşı çıkanlar böyle olur dedin... Ben sana karşı çıkan olmak istedim... Bana da savurdun o bıçağı o akşam... Hiç acımadan. Vicdanın rahatlayacak mıydı baba? Varsa tabi... VİCDANIN VAR MI BABA?
Ağlıyordu Deli Cavit, ağlıyordu Kaya, Abla... Ağlıyordu ev... Sokaklar da mı ağlıyordu yoksa...
- ÖLSEM DE GAM YEMEM ARTIK DİYORDU BABA Ölsem de gam yemem...
Diyerek diye gitti odasına...
Ve ağlıyordu bu köyde, ağlıyordu bir ev ve gece...
***
Sabah heyecanla doğmuştu güneş bu köye... Öyle ya... Baba, oğul... Toprak ve su... Bahar ve çiçek… Bülbül ve gül... Kavuşmuştu et ve tırnak...
Kaya babasının yanı başında, bazen utansa da bütün köyü yürüyerek dolaşmış da olsa, kendine gelen bir güvenle yürüyordu bu sabah... Yalnız babasının evde söylediği son sözler hayli canını sıkmıştı... Gerçi cevabını vermişti ama hazmedemiyordu dedikleri babasının…
Sahi kimdi baba? Bunu soruyordu kendine... KİMDİ KİM?
- Bak oğlum, sabah sabah bu evde iki baba fazla... Kazandığın parayı bana vereceksin... Boşuna hamallık yok... Yediğinin içtiğinin, hesabını ben bileceğim... Madem ben buradayım..
Kaya içinden “Ulan seni dün akşam öldürmeliydim ben... Ah! Abla, enişte ne yaptınız siz? ” diye konuşuyordu. Babasına cevabını da vermişti tabi...
- Dur bakalım efendi, sen madem babamızdın başımızda olacaktın. Nerede anam söyle? Ben hesap vermekten kaçmam ama kazanıyorsam, kimse de bana hesabını soramaz... Aç kalırsan diyeceksin...
- Aç kalırsan da, ben bileceğim.
- Sen yoktun, bunlar kardeşlerim... Aç mı kaldılar? Ben kimseye hesap vermem hele de sana ASLA!
İkidir övünme ve pişmanlık yaşasa da Deli Cavit, aslında için için gurur duymuştu oğluyla ama gurur kahrolası gurur, bunun hesabını sorardı bir gün… O da Cavit ağaysa...
Sorguluyordu Kaya, kimdi baba? Bir anlık mutluluğun meyvesine acı çektiren mi? Yoksa o bir anın hatırına ömür boyu tattığı sevgilerin, zevklerin, sevinçlerin sıkıntısına katlanan mı?
Kaya sabretti... İçinden konuşuyor, ya sabır çekiyordu… “Ulan Allahtan babamsın be...”
.O günlerde arkadaşı Aydın işyerinde hep abi nasihatı yapıyordu Kaya’ya, onun bu şehirde boğulmasını istemiyor, ona hedefler gösteriyordu...
-Kaya, oğlum burada harcanıyorsun... Bak gençsin önünde uzun bir gelecek var, elinde belgen olsun. Sen büyük adam olacaksın... Bu sektörde yerin dolmayacak ama eğitimin varsa bak Antalya’da okul varmış, bu yakınlarda öğrenci alacakmış. Sana sahip çıkarız oğlum... Pırıl pırılsın... Gel sen kabul et ve git oraya... Okulunu oku, yaptığın işin okulunu... Lan biz ne zamana kadar rakı, karpuz, peynir yiyeceğiz be! Beğenmezsen gelir, burada gene çalışırsın...
Kaya düşündü madem bu saate kadar borçlu yaşamıştı herkese, köylüsüne. Haklıydılar elbette o da dedi ki içinden; Varsın iki kişiye olsun borcum, ben hiç olmazsa belgeli garson olayım, hoş nasıl olsa babası yanındaydı kardeşlerinin...
Haklıydı arkadaşı gitmeliydi bu sevdiği şehirden, gitmeliydi kendisini bekleyen geleceğe doğru!

- Bak Bahadır, al şu parayı oğlum bunlar seni okutmazsa bu para okutur seni... Neden inat ediyorsun... Al… Sen okumalısın oğlum ben olamadım, sen ol büyük adam ama benim kafam rahat olsun…
- Almam abi alamam sen de okula gideceksin... Gurbette hem de... Biz olmayacağız orda yalnız sen duaların ve Allah’ımız… Alamam senin ihtiyacın daha fazla olacak. Düşünsene abi... Kim sana açmışın tok musun ayakkabın var mı? Elbisen yırtıldı mı diye soracak? Alamam…
- Ulan hergele bu zamana kadar soran vardı sanki be! Hakkını helal et aslanım, buralar sana emanet... Sakın üzülme, kısa zamanda geleceğim yalnız söz ver bana… Okuyup büyük adam olacaksın... Ha Gülşen’im sana emanet, unutma…
Kaya biliyordu, Bahadır yok dedi mi yoktu... Almazdı o çok düşünceliydi.
Kaya arabaya binmeden kendini el sallayıp, yolcu etmeye gelen eniştesi ve ablasına Bahadır’ın okuldaki ihtiyaçları ve Gülşen için para bırakmıştı... Rahat yeterdi onlara bir yıl... Zaten okul altı aydı.
Yoktu babası gene... Zaten kimi vardı ki Kaya’nın? O gene borçlanmıştı iki kişiye daha... Kimin için... Kendi için mi?
“Ah” dedi derinden... Zordu, anasızlık, atasızlık, fakirlik zordu vesselam…
Yollar Uzadıkça Kaya, “Kimdi Baba? ” diyordu. Mola yerinde, kendine verilen, cebindeki para destesini sayarken İçinden çıkan, koca bir kâğıt, isimler, yardımı ve kaç lira verdikleri yazıyordu.
Yıkılmıştı hani iki kişiye borçlanacaktı O... Burada yüz isim vardı… Nasıl ödeyecekti borcunu... Yıldızlara baktı ağladı için için... “Kimdi baba? Baba niçindi... Ah” dedi... Uzun uzun…
Arabadan inip yok olmak istedi... Geriye dönmek... Ama burası neresiydi ki...
...
Sabah gün ışıyana kadar düşündü Kaya... Antalya’ya indiğinde hani yeşilçam da bir replik vardı ya, “İstanbul ya sen beni yeneceksin, ya ben seni...” O şaka da olsa” Antalya ya sen bende kaybolacaksın, ya ben sende” demişti, bilmeden... Artık yalnızdı... Kimseyi aramayacak, sormayacaktı ailesinden başka…
...
“ Yine mi ayrıldık birbirimizden, ana- baba ve sevdiklerimizden…”
Ayrılıklar hiç yaşanmasa keşke. Şartlar sizi ayrılığa zorluyorsa, ağacınızdan koparıyorsa rüzgâr… Ne kadar bağlansan da hep ayrılırsın vakti zamanı geldiğinde… Sonunda da kara toprağa gidersin herkesi bırakıp.
Bu ayrılık başkaydı. Antalya’ ya gidiyordu abi. Artık kimin yanına gidecek okul çıkışı, abisi ondan teşekkür belgesi isterdi illa… Ama alamamıştı daha hiç. Üzerini süpürür,
“Neden boyamıyorsun ayakkabılarını” derdi. Karnını doyururdu. Saçını okşardı. Harçlık koyardı cebine… Ama gitmişti bu şehirden işte…
Ayrılık yazılmış kaderimize,
Ne gelir elden uymak düşer bize…
Akşam oldu, sabah oldu… Baba ise içkiyi hiç bırakmadı. Oğlum gelsin askerden bırakacağım. Sonradan da oğlum evlenince bırakacağım olacaktı. Evde tüfeği vardı artık. Başka bir köyde, kahve işletiyordu. Yolda gidip gelirken de tüfeğini alıyordu yanına. Genellikle de evine içkili gelirdi. Kahvede kumar oynanır, içki de içilirdi. İçkisine kaldığı yerden evde de devam ederdi. Neşecik koyardı teybe… Sanki rehinesiydi, Bahadır ve Gülşen. Babayı dinlemek, hizmet etmek zorunda mıydılar? Bahadır içkiden tiksinirdi. Haliyle babasından bile tiksindi. Ama Gülşen erkek gibiydi. Babasını hep o dizginlerdi. Bazen babası onun da üzerine yürürdü, dövmek için… Araya hep Bahadır girer, kardeşini korurdu. Ve genelde o yerdi dayağı. Of ne günlerdi.
Çocuklarının tüfek öğrenmesini istiyordu baba. Bahadır’ın hiç niyeti yoktu…
- Hayır, öğrenmeyeceğim.
- Gülşen bile kız haliyle biliyor. O bile atıyor, sen de öğreneceksin…
Lamı cimi yok… Kız, göster nasıl kullanılıyormuş şuna…
- Ben öğrenmek istemiyorum ama derken Gülşen tüfeğe fişekleri koydu… Sonra baba çıkardı fişekleri,
- Hadi şimdi sen koy…
İstemeye istemeye aldı tüfeği. Fişekleri tuttu. Tüfeğe verdi fişekleri.
- Hah şöyle işte…
O gün yine kahvesinin yolunu tuttu baba, tüfek omzunda tabi ki… Hayat onlar için baba işe gittikten sonra başlıyordu. Televizyonda çizgi film seyretmek, ya da gönül ne istiyorsa onu yapmak, yemek yapmak, ders çalışmak, şiir yazmak, kitap okumak… Babasız saatler en güzel saatlerdi. Hiç gelmese keşke eve! Hiç olmasa. Eskisi gibi olsa… Eycemiz yeterdi bize. Babayı niye gönderdin Allah’ım, hadi gönderdin bari babalık yapsa, sevse…
O günün gecesi…
Bahadır, kan uykusunda. O kadar güzel ve o kadar tatlı ki o uyku şimdi… Belki de bu geceden sonra artık böyle tatlı uyku hiç uyumadı. Yani son tatlı uykuymuş o…
Babam gelmişti eve. Gelmişti normal, yani gelecekti elbet. Elim yüzümdeydi. O tatlı uykum nasıl bölünmüştü böyle. Tüfeğin dipçiğiyle niye vurdun yüzüme… Elimin içinde kan vardı.
- Ulan fişekleri ters koymak nerden geldi aklına.
Ters mi koymuştum, ters koymak mı? Yani o da bir hüner değil mi?
-Sen koy dedin koydum!
Diye çıkıştı Bahadır… Tam bu şekil mi bağırdım? Şimdi bilemem tabi ama isyan etmiştim o gece babama.
- Tüfeğin dipçiğiyle yüzüme vurman ne oluyor. Ben senin oğlun değil miyim? Yazıklar olsun sana be, senin gibi babaya, yazıklar olsun.
Babam hayret sus- pus olmuştu. Hafif sarhoştu. Gece nasıl bitmişti, güneş nasıl doğmuştu üzerimize…
...
Fırsat senin fırsatın… Gün senin günün…”
Hayat sizi belirli merhalelerden geçiriyorsa bir bildiği vardır elbet. Belki pişiyorsunuzdur. Eğer İmam Hatip Lisesinde okumasa Bahadır belki böyle bir sınavlardan da geçmezdi. Okulda ana- baba hakkını okuyor, biliyordu…
Ortaokul bitmişti nihayet. Yaz tatilinde o da çalıştı. Bahadır’ın liseye gidip, gitmeyeceği muallâktı. Çalıştığı yerin patronu, takım elbisesini aldı. Melike ablası Onun için bir altınını bozdurdu. Eniştesiyle gittiler okula yazıldı. Ama iş babasına kalsa okumayacaktı Allah bilir. Ve abisi ablasına kardeşi için bir şeyler bırakmamış olsa belki yine okumayacaktı. İmam olursa ilerde ilk aylığıyla ablasının altınını alacaktı. Kendi kendine böyle dedi. Ama imam olmak hiç istemiyordu. Mesuliyeti çok ağırdı ona göre… Zaten elli kişilik sınıflarında, iki kişi ya vardı ya yoktu, imam olmayı hak eden.
Kafam da tek bir düşünce vardı. Abimin benden istediği teşekkür belgesini almak. Ne yapıp edip, almalıydım. Ama o kadar çalışkan olmama rağmen okulun çalışkanlar sınıfına düşmüştüm. Ağır dersler vardı. Fizik, kimya, matematik… Haftada on dört ders görüyorduk. Sınıfımızda hep başarılı öğrenciler vardı. Bu da benim şansım olsa gerek! “Ağabeyciğim bu gidişle hiç teşekkür belgesi alamayacağım…”
İki arkadaş ve ben o gün öğle paydosundaydık… Yeşil bahçeye doğru yola çıktık. Tahta bir köprü vardı küçük dere yatağının üzerine kurulan. Oradan geçiyorduk. Köprünün başında daha ortaya giden bir çocuk. Okulun zibidisiydi biliyorum. Diğer iki arkadaş geçmişti köprüden. Sıra bana geldi ki,
- Para ver,
- Ne parası
- Geçemezsin.
- Geçeceğim, arkadaşlarım geçti.
- Para vereceksin o zaman.
- Ne parası be çekil geçeceğim ya…
Çocuk bir elini havaya kaldırdı, parmağını havada şaklattı. Ben ne olduğunu daha anlamaya çalışırken üzerime yumruklar, tekmeler gelmeye başladı. Meğer çocuk şehir eşkıyasıymış. Yediğim yumruğu, tekmeyi ben sayamadım. Ama o iki arkadaş olmasa araya girmese sanırım linç edilecektim.
Ve o yeşil bahçe dediğimiz yerde arkadaşlarla müstehcen yayınlar alır, okurduk. İşte memleketin hali ve işte geleceğin imam adayları. B…R Gazetesi bilhassa o zamanlar çok yaygındı. Allah affetsin…
***
Hiç görmediğin biri o. O başka memlekette, sen başka memlekettesin. Ve ona kendini açmışsın. Olduğu gibi hayatını önüne dökmüşsün. Şiirlerini ilk o okumaya başlamış... Senin anlattıklarınla ve yazdıklarınla seni yaşamaya başlamış... Daha bu blog sitesinde bu ‘Hayat’la tanışalı kaç ay oldu ki...
Yıl 2012 başlarıydı... Bu blog sitesinde yazdığım her yazıyı, öyküyü ve şiirleri onun okuduğunu bilmek güzeldi. Yüreğimde ne kadar yük varsa onun da yüreğime el attığını bilmek güzeldi... Evliydi ve bir kızı vardı. Zaten ben de evliydim. 2 kızım vardı benimde ve üçüncü yavrumun olacağı muştusunu almıştım o günlerde... Tamamen arkadaştık. Bense tamamen yaşamadığım duyguları yaşıyor, yazılmaması gerekli satırlar karalıyordum...
Kapıyı açmıştık, kapatamayacağımızı bile bile... 50 küsur bölüm olmuş ama son bölümü yazılmamıştı daha...
Ben ona cadı diye hitap ederken o bana ne diye hitap ediyordu belki bunları da çok önceleri satırlarıma yazmıştım. Benim hayatımda karanlık sayfa olmamalıydı. Beni her bilen olduğum şekilde bilmeliydi. Satırlarımda yalan- dolan olmadığını, yalanı hayatıma hiç katmadığımı elbet bilen bilirdi...
Hayat!
Güneş...
...
- Mailim geldi mi?
- Evet...
- Sen düzenle yine... Bir şiir yazdım, toprak gibi... Onu yayına verdim, bakalım bugün çıkar okursun...
- Tabi okurum... Ama biraz yazsana...
- Olmaz ki ama... Dur bakalım düşüneyim... Neyse son kısmını atayım o zaman...
Topraksan eğer, beni kayırma…
Toprak olan sevmiyorum diyemez hiç bir tohumu?
Bu sevilmeye layık değil diyemez değil mi?
...
O ceza veremez…
Kabre, kabir meleklerine bırakır cezayı...
Unutma! Sen insansın toprak gibi, etten.
***
- Güzel.
-Yorum beklerim... Öyle güzel demekle olmaz, en az üç satır olmalı...!
***
Ve Kapı. Bugünlerde size hızlıca paylaştığım kapı... Düzenlemeye vaktim yok hiç... Hep kısır bir zaman
Ama kapanacak eninde sonunda... Belki gözlerimde kapanacak hayata...
Kaldığım yerden devam edeyim, nerde kalmıştık!
Bu KAPI kimin hayatıydı... Bu hayat kimindi...
Kaya ve Bahadır Ateş’ in neler yaşadıklarını okumaya devam edin ve unutmayın: Hayat size bazen bakmadığınız bir pencereden gülümser!
***
İT, İTİ ISIRMAZ…”
Evde durum ne? Eve dönelim dilerseniz yine… Cavit Baba malumunuz, hep vukuat. Bir gün yanağından öpmez mi bir baba evladının? İçime yara yapmadı değil. Artık hızlı geçeceğim. Sanırım yeterince benle birlikte kızdınız, üzüldünüz. “Hiç mi güzel şey yaşamadın be çocuk? ” dediniz. Ama gerçekten yaşamak zordu bize, yaşamak zorunda kalmak… Biraz hızlı geçmek istiyorum. Bir an önce büyümek. Büyüyünce dertler de, sizle birlikte büyümez sanıyordum…
Bir gün akrabamızın düğünündeydik. Düğün içkiliydi, köçekliydi… Bu evde çok sevdiğim teyzem vardı bir zamanlar. Daha küçük çocukken evimize gelip- gider her defasında boş gelmezdi rahmetli. Ne iyi insandı. Bu düğün aklıma gelince teyzem de geldi. Bazen mandalina getirir, bazen yumurta, bazen başka şeyler… İyiler fazla kalmazmış bu dünyada. Neden kalmazlarsa? Neden diğerleri de daha fazla yaşarsa? Babama Deli Cavit’ e bir masa tahsis edilmişti… Masasında yiyip içiyor, eğleniyordu. Eğlenmek gönlünce bunlara mı mahsus? Ben aklımdan şöyle geçiriyordum o sıra. ‘Baban iyice sarhoş olur da ayakta duramayacak duruma gelirse, bu milletin içinde düşecek olursa, ondan önce yere ben atlarım’ Yani benim üzerime düşsün. Başında dikilirken bunu düşünüyordum. Çocukça, safça bir düşünce diyebilirsiniz. Ama ne de olsa babamdı. Baba hakkı vardı üzerimde ya…
Düğünleri hiç sevmem. Çalgıyı, köçeği... Anlamam insanları eğlendirmek isteyen şalvar giymiş erkekleri… Herkes eğleniyor ben babamın başında dikiliyorum. Bir an ayrılmıyorum. Neden geçme gereği duyarlar ki insanlar kendinden? Niye ayık durmak istemezler? Ben böyle bunları düşünürken babam ne dese beğenirsiniz?
- Saatimi sen mi çaldın?
Başımdan kaynar suları yine dökmeyi başardı... Yine geceye çomak sokmayı… Hasbin Allah... Bileğinde yoktu saati. Ve bir saati vardı biliyorum. E hapishane hatırasıydı sanırım. Ama ben almadım ki… Ve ne çalması be adam, ne diyor bu? İyice sarhoş olan biri bile oğluna bu yakıştırmayı nasıl yapabilir? ‘Saatimi sen mi çaldın’ hadi ‘aldın’ dese… Yerlere bakındım düşmüş mü diye… Ama yok saat. Ve tekrarlamaya başladı. Ben ağlamaya başladım, dudaklarımı ısırıyordum. Allah’ım nedir bu? Sen babama akıl iz’an ver… Ne bu? Sınavsa sınama artık bizi. Ben ne yaptım ki anne… Herkes kendi âleminde, benim gözlerim kâh yukarda kâh aşağıda…
Gece bu şekil bitmedi. Kendisi gibi bir sarhoş babamın suratını kana boyadı. Yüzü kan oldu. Tabi ben düğünü erken terk etmiştim. Babam evden bıçak almıştı sırtına. O adamı öldürecekmiş. Tabi eycem (babaannem) durdurmaya çalıştı. Ama laftan anlar mı? Hiç acımadım. Adamın eline sağlık dedim. Ve keşke öldürseydi. Hatta bu gece ya hapse gitse, ya ölse! Dualarım kabul mü oluyordu ne? Ama değişmeyen bir kaide vardı ki;
- İT, İTİ ISIRMAZ…
***
Olayların sırası değişmiş olabilir yani üç aşağı beş yukarı meselesi… Tarih tam değildir. Ama yaşanmıştır bu Kapı’ daki her sahne. İnanın o günlere gidip gelmek bile bana elem veriyor. Son yazdığım üç bölümü ben cumartesiyi pazara bağlayan gece yazdım. Ve şimdiki sahneyi… Lütfen benle birlikte yaşayın tekrar. Hissedin soluğumu. Hissedin geceyi…
Zira ıslanmazsa aşınmaz taşlar…
Kapı... 10. BÖLÜM
Gerçekten babam bizler gibi çocukları olduğu için çok şanslıydı aslında. Ona karşı bir kusurumuz olmazdı… Ama yine de yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızdaydı. Tokat yönünden…
İçmelere devam etti. Anasının aylığı nasılsa bize gül gibi bakıyordu neme-lazım… Aç değildik, açık değildik. Üç kuruş para veriyordu okul harçlığı, veriyordu ya. Ben hiç şikâyet etmedim, yetmez, arttır demedim. Akşam oldu bir ekmek aldım, sabah ekmeğin yarısını kendim yemek yapıp doldurdum okula gittim. Ama şikâyet etmedim. Servise de para vermiyorduk. Kırtasiyeden kitap alsak eycem başlıyordu.
-Bunun babası şöyle yaptı, böyle yaptı… Diye. Sonra da arkasını dönüp parasını sayar kitapların parasını öderdi. Üç kuruş eksik ödese ne de olsa o kardı. İğrenç bir durumdur inanın. Yine bir gece çok dövdü beni babam. O kadar çok vurdu ki,
- Öldürecek misin beni be deyip evden kaçmıştım gece yarısı. Suçumun olmadığına ben adım gibi eminim. Babam zil- zurna sarhoş. Ben bugün o gecelerden son kez bişey paylaşıyorum. Dedim ya, yordu ben bu kapı… Biliyorum benle birlikte içiniz burkuluyor.
Evden gece yarısı çıkınca karşı tarlaya çıktım. Ne yapacağımı, nerde kalacağımı bilmiyordum. Köpek sesleri kulağımdaydı. Bu yüzden değildi ağaca çıkmamın sebebi. Güç bela ağacın yarısına kadar çıktım. Bi güzel oturdum. Karıncalar ellerimde dolaştı. Başladım kendi evimi dikizlemeye. Bakalım KAPI açılacak mı? Babam, eycem ya da kardeşim beni arayacak mı? Sabah ezanında indim ağaçtan. Ezan okunuyordu. Ve ben o zaman indim ağaçtan. Nasıl geçti, kaç saat siz bilemezsiniz. Ama ben inançlarımı bir bir kaybetmeye başladım.
Bu adam benim babam değil herhalde. Ben baba olsam, böyle mi yapardım. Hem aramaz mıyım yavrumu, döver miydim?
Essela Tuhayrum Minen Nevm,
Essela Tuhayrum Minen Nevm…
Tamam, Allah’ım namaz uykudan hayırlı. Tamam. Ama uyumadım ki ben bu gece… Ağlıyordum.
-Yok, sana namaz…
***
Şimdi Tarih 11.03.2012 İDİ.
Dedim ya başta TARİH geçmiş ve gelecek arasında mekik dokuyor bu öyküde... Bu öyküyü anlamak için çok gayret etmelisiniz siz de! Pazar günü oldu. Bu yazı bittiğinde yerime yatmıştım. Gözlerimi daha kapamadan sabah ezanı okunmaya başladı. Şimdi babam yok. Hapiste o. İki tane dünya tatlısı kızım var. Hayatımın ikinci baharını yaşıyordum. Lale devrini değil Gül devrini yaşıyorum. Sabır ve Allah kuluna istediğini o istemeden veren olduğunu biliyorum. Mutlu bir hayatım var. Namaz kıldım. Sabah namazını. Halime şükrederim. Uyudum mu sonra, bilmem?
İki kızımı kokladım ve yanaklarından öptüm ve işe gittim sonra yine!

İbrahim Arslan
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:12:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!