Tüm kaderi kötü yazılan annelere ithafen,
'Bu öyküyü ben yazmadım. Bu öyküyü kader ‘hayata’ yazdırdı…'
Kapı
...
1.BÖLÜM
Kapı ‘Hayatımızın Öyküsü’
Önsöz:
Eldeki yara, veya
Dalı kırılan çocuklar
Keşke hiç acımasaydı canlar, hiç kanamasaydı tenler, hiç yanmasaydı yürekler.
Keşke kanlar ve gözyaşları, birbirine hiç karışmasaydı.
♥♥♥
Öyle acılar yaşanmış ki zaman içinde; bunların pek çoğu, daha da fazla yakmasın diye içimizi, sanki hiç olmamış gibi silinmiş zihinlerden veya bir daha hatırlanmaması için şahsî tedbirler alınmış.
Bazıları da…
Dikenleri içine büyüyen kestane gibi… Yahut, oklarını tersine giyinmiş bir kirpi gibi; acısı sırtında, acısı canında, acısı dilinde, acısı kaleminde olarak onlarca yıl hatıralarını da sürüklemiş peşi sıra.
♥♥♥
Bir çocuk için annenin kaybı;
Ayakları altındaki yeşil ve mavi ve pembe ve bütün güzel renkleri barındıran dünyanın kooskoca bir silgiyle silinmesi, yok edilmesi demektir!
Dünyası çalınmış bir çocuk için artık varlar; yokların yanında, yok kadar azdır!
Dünyası silinmiş çocuklar için artık sadece soğuk ve renksiz bir okyanus kalmıştır geriye. Bu kudurmuş sularda tutunacak bir tahta parçası bulmak dahi, güvenli limanlara yanaşacak transatlantik konforu demektir, elindeki dalı kırılmış yavrular için.
Dallar… Dallar kırılmasaydı, ahh…
Ve yürekler böyle yanmasaydı.
♥♥♥
Acısını, otuz yıl… Çeke çeke bu güne kadar taşıyabilmek;
Her insanın tahammül edemeyeceği bir çabayı da göstermiş olmak demektir.
Kolay değil…
Eldeki yara, yarası olmayana duvardaki delik gibi gelirmiş!
Evet, elin yarası bu.
El yarası ama, oturup ağlamasak bile dinleyip anlamak lazım.
2 / 2
Anlarsak anlatırız ve yeni canların yanmasına, belki mani oluruz.
♥♥♥
Otuz yılda binlerce defa ümidin kapısını açıp, hüznün kapkara duvarına yüzünü çarptıktan sonra bu eseri vermiş aynı ananın iki yavrusunu tebrik etmek bana tuhaf geliyor.
Takdim satırlarımda şunu diyebiliyorum ancak:
Yaranızı hissetmeye çalışıyor ve acınızı paylaşıyorum.
Bütün kardeşlerinizle beraber sıcak ana kucağına cennette kavuşursunuz inşallah.
( Önsöz: Muammer Erkul
Tekrar Teşekkürler)
....
Kapı
...
‘Bu, hayatımın öyküsünü yazmam bittiğinde yıl 2013 ve
sonrasını kurgulamış 2017’de bir trafik kazası sonucunda
ölerek öyküyü tamamlamıştım... Evet o yılları görmeden
yazmıştım ve bir tarafik kazası da (Trafik kazaları da çok
oldu.) sanırım 2016 Ocak ayında resmen boşanmamdır...
Resmen ailem dağılmış, çocuklarımdan ayrı bırakılmış ve
ölmüştüm... Ve yine 2016 yılı Ramazan ayının ilk haftasında
gerçek bir trafik kazası geçirdim... Ne yazık ki bundan
sağ çıktım... Yaşayacağım günler, çekeceğim çileler varmış.
Ve şimdinin tarihi ise 2018 yılı Şubat 23. Evet bu öykü
aslında bitti... Ama yine bir kurguyla bitsin istiyorum... Yıl
2019 olsun... Bu sefer Dedeler Köyü’ ndeki dört bir yanı acı
hatıra dolu evi ‘yakmışım’. Dışarıda yanan ateşi seyrediyorum...
Ve sönüyor herşey... Yanarken sönüyor içimdeki
yangınlar...
***
Evet bir yangınla bitmeli bu öykü... Ama şimdi daha önceki
biten kurgusuyla bir okuyun...
Yıl 2017.
Meğer ne kadar çok seveni vardır herkesin... Sen ellerinden
çıkıp gideceğin zaman toplanırlar başına. Ağlarlar,
gözyaşı dökerler... Kardeşlerin, abinle, ablanla ayrılırsın.
Yediklerin, içtiklerin ayrı gider... Kapısını çalmazsın,
onlar senin kapını çalmaz. Ama böyle günlerde hatırlanır
kardeşlik. Böyle günler ‘hatrın’ olur. Yine sana en yakın
olan evladın olur. Ve bir yastık paylaştığın kimse. Soluğun
kadar yakınına gelir... Kalbi seninle atar. Hatta o ölmesin
Allah’ım ben öleyim der... İbrahim üç kız sahibi bir babaydı.
Ve bir oğlu var mıydı? Ya da iki...
Yoktu...
Yoktu yani...
Gül’ü onu çok seviyordu. Meğer sırılsıklam aşıkmış...
Yani böyle günlerde daha iyi anlaşılır bu! Ayrılmak için kaç
yılı, kaç ayı, kaç saati, kaç dakikası vardır insanın bilinmez.
Sevdiklerinden ne dakika ayrılırsın bilinmez. Gelin görün
ki artık son saatlerini yaşıyordu. Kaçınılmaz olan ölümden
kaçınılmazdı. Ve o ölmeyi istemişti çoğu zaman. Yüzünde
ölümün soğukluğu vardı. Yine de yüzü güleç sayılırdı. Neden
güleç olmasın ki tüm sevdikleri yanına gelmişti işte!
Ve onu bekleyen bir annesi vardı biraz ötede! Bir kaç
adım kalmıştı ona...
***
Leyla’nın o gün haberi oldu... Balıkesir’den o gün çıktı
yola arabasıyla. Arkadaşı can veriyordu ha! Demek Trafik
canavarının eline geçmişti... Ama neden ben bugün öğrendim?
Her sırrını bildiğim adamın en yakını ben değilmiydim.
En yakınında olmalıyım şimdi dedi... Ve en sonunda
atladı arabasına.
Kdz Ereğli’ye Devlet hastanesi’ne gitmeliydi acele. En
azından kapıdan görmeliydi hiç görmese! Hayat Güneş
(Leyla - İbrahim Hayat Güneş derdi) bu kararın daha fazla
muhasebesini yapmamıştı... Kimseye bir şey demeden, iş
yerinde müdürüne bile demeden çıkmıştı yola...
Sanal değildim, ben gerçektim İbrahim diyecekti...
Sende biliyordun bunu. Ve bir kere olsun arkadaşlığımız
boyunca bir araya gelemedik. Sen gelmedin bana, ben gelmedim
sana.
Yaşamalısın İbrahim. Sevdiklerin için yaşamalısın...
2017 idi yıl. Nisan’ın 26’sı... Günlerden Çarşamba... Yağmur
yağıyordu Kdz Ereğli’de şimdi.
Yollar vardır... Ve bir çok insan bu yolların kurbanıdır.
Yollar katildir. Azrail gibi bir katildir...
Yollarda ölen illa ki birileriniz vardır. Yollarınızda ölen
var mı?
Hayat Güneş onun için gidiyordu... Geride 8 yaşında
kızını bırakıp... Hiç yüzünü görmediği bir adama gidiyordu...
Belki de dönecekti yolundan. Gözyaşları da dinecekti
belki... Böyle olmamalıydı, böyle bitmemeliydi beraber
yazdığımız bu öykü dedi: Böyle bitirme İbrahim...
Hiç yüzünü görmemiş miydi sahi. Ben yalan mı söylüyordum...
Yani 2013 yılından sonrasını da tam bilemezdim
aslında. Yani bu öykü 2011’ de yazılmaya başlanmıştı ilk,.
Bugün bu son bölümü değil miydi! Bugün 2017 olmuştu
işte... Son noktayı koyamamak zor olsa da!
Bugün son noktasını koyacaktım bu kapının...
***
İbrahim ARSLAN Milliyet Blog’da bir yazardı. Leyla
Kanat da... 2011 yılından beri... 2011 Ocak ayında kesişmişti
aslında bu ikilinin yolu ilk... Bu da değişik bir yoluydu
hayatın. Hiç tanıyamayacaklarını bile önüne ‘Can yoldaşı’
diye koyar hayat! Şairler şiir yazamıyorsa, bir ilham kaynağı
yoksa, kurumuşsa zaten ölüdür. Belki de bu yüzden ilk o
yazmıştı. Bir blog’una yorum atmış... ‘Bizim kuyular dipsiz,
dibi bile yok farkettin mi. Ya düşmeyeceğiz ya da dibini buluncaya kadar düşeceğiz...’ demişti... Ve sonra arkadaşlıkları
ilerledikçe ona hayat dedi , ‘Hayat Güneş’.
Beraber yazdıkları öykünün kahramanının adına ‘Bahadır’
demişti, İbrahim...
Bahadır Ateş...
...
Evliydi ve iki kızı vardı o zamanlar... İkinci kızı bir aylıktı.
Adı ‘Asude Nil’
...
Neden hayatta birine daha ihtiyaç duyarsınız? Birine
daha bağlanmak istersiniz. Neden biri daha olmalıdır!
Gül ile Hayat arasında kalacağını o zamanlar da düşünmüştü,
biliyordu. Ve o hep Gülünü seçecekti...
Çünkü Gül’ün herşeyi oydu, ondan başka kimsesi yoktu!
Ve ölüm döşeğinde rahat rahat yatıyordu şimdi... İnsan
ölüm döşeğinde rahat eder mi?
...
Kapıda kalma gir içeri dedi... Gül İbrahim’in kız kardeşine...
Gülşen’e... Girsene hadi Kapıdan İçeri... Bak abin seni
çağırıyor! Seni duyar belki, belki sana açar gözlerini.
Durumu bugün daha da kötü. Doktorlar yaşatamayacaklar
onu. Onun da yaşama arzusu yok zaten. Yaşamaktan
çok ölmek istiyordu... Ama.
- Ama beni kime bırakacaksın İbrahim dedi...
Gülşen,
- Yaşayacak, dedi ağlayarak... Camda yağmur damlalarına
baktı... Şimdi şu yağan yağmurda ıslanmak isterdi...
Ama yağmur yağdığını bile bilmiyor!
- Yarın evliliğimizin 9. Yılıydı. Her yıl bana illa bir hediyeyle
gelirdi... Yarın ölmesin Allah’ım! Yapma bana bunu İbrahim...
Bana ceza mı vermek istiyorsun! Ölmemelisin derken
yeşerttiği bütün ümitlerinin solmuş olduğunu biliyordu!
- Gül’ün de solar demedin mi?
Sonu bir Öykünün... Bir Öykü ki yeniden başlıyordu
Biterken...
...
Hayat Güneş kapının dışarısında bekliyordu. Girememişti
yine kapıdan içeri... Buna çok engeller vardı. Her
engeli aşıp gelmişti ama giremedi kapıdan içeri... Kapının
dışarısında 5 dakika daha bekledi... Ve sokağa attı kendini.
Islanıyordu. Yağmurdan yağmur ıslanıyordu yüzünde!
***
‘Bu öyküyü ben yazmadım. Bu öyküyü kader ‘hayata’
yazdırdı…’
***
Kapı
....
Bir yangının resmini yaptınız mı siz hiç… O yangının
içinde oldunuz mu? Bu öykü yazılırken kalbi benimle bir
attı adına Hayat koyduğum kızın. Ben yazdıkça o düzenledi.
O yayına verdi…
Kapı’yı yazmaya başladığımda bana destek oldu. Adım
bile atmadığım şehrinden beri hem. Birbirimizi hiç görmeden
arkadaş olduk onunla. Sırdaş olduk. Paylaştık acıları.
Ben de yazdıkça huzur buluyordum. Yazdıkça bir yangın
sönüyordu…
İşte Bahadır Ateş’in hayatı 1982 yılında başlamıştı. Ama
bu kapı öyküsü 1989 yılında başlar... Hayatı bir çocuğun
gözünden görmek isterseniz hayat sadece beyazdır. Ne
ağlamanın ne de gülmenin ne demek olduğunu tam anlatamaz
o… İşte takvimlerin 1989 yılını gösterdiğinde henüz 6
yaşında bir çocuktu Bahadır. Hayata o başka gözlerle bakıyordu,
çocukluğunu yaşıyordu… Annesi vardı dünyasında.
Anneniz varsa başka bir şeyiniz olmasa bile olurdu. Anne
yeterdi. Öylemi? Ya anne yoksa.
Hayat yine devam eder...
Peki baba ne demektir. Baba anneden sonra gelir değil
mi… Daha sonra da kardeşlerin…
İşte hayatlarını yazmaya çalıştığım bir ailenin Kapı’sı
bu öykü… Bu kapıdan içeri giremeyecek ya da dışarı çıkamayacaksınız.
Onlar ise bu KAPI ile bağlanmışlar birbirine…
Bu kapı onların tüm hayatını bir çırpıda gözler önüne
sererken hayatın hiç de göründüğü gibi güzel olmadığını,
daha doğrusu herkese güzel olmadığını okuyacaktınız....
11 Temmuz 1973 Melike Ateş doğdu
17 Mayıs 1975 Sadık Ateş doğdu
8 Kasım 1977 Kaya ATEŞ DOĞDU
1979’da Gül Ateş doğdu, 1981 de öldü.
5 Şubat 1982 de Bahadır Ateş doğdu.
14 Ekim 1983 de Gülşen Ateş doğdu.
***
‘ İŞTE KAPI İŞTE SAPI’ diyordu anneme hep babam.
Kapı’yı rahatlıkla gösterebiliyordu ona. Peki, annem de
bilmiyor muydu kapının yerini. Kaç kere gitmek istemiştir
ondan. Ya sonrası ne olurdu. Bu deli adamla başedebilir
miydi? O bizler için gitmeyi değil derdine katlanmayı tercih
etti. İstese de gidemezdi zaten.
Ben altı yaşında bir çocuktum. Annem en değerlimdi
şüphesiz. Hâlâ en değerlim… Anne yerine ne koyabiliriz ki
zaten. O gece uykumdan uyanmıştım… Gece vaktiydi. Baktım
annem kapıdaydı. Babamı bekliyordu. Biz beş kardeş
aynı oda içinde yatıyorduk. O bizi uyutmuş ama kendisi
uyumamıştı işte. Annemin yanına gittim. Saçlarımı okşadı
annem. Neden uyandığımı sordu. Ben tuvaletim var dedim.
O gece meğer saçlarımı son kez okşamış annem. Tuvalette
iken babamın naralarını duydum. Eve yaklaşmıştı babam.
Küfürler savura savura geliyordu… Neden bizler yoktuk da
içkisi vardı ki hayatında. Ve içkiliyken işte nefret ediyordum
ondan… Hemen yatağıma yattım… Hemen uyumalıydım…
Annemi kaderine bıraktım. Şimdi olsa yanından bir
an ayrılmazdım…
‘Allah canımı alsa da kurtulsam…’
Derdi birçok kere anam. Bu sözü en son ne zaman duydum
ağzından. Mesela bir sabah annem, ben ve küçük
kardeşim yola çıktık. Annem bizi ayakdaş yapmış yanında.
Nereye gittiğimizi de bilmiyoruz… Ama uykunun en tatlı
yerinde… Meğer gece babam evimize gelmemiş. Onu aramaya
gidiyormuşuz. Bir fındıklıkta bulduk babamı… Annem
babamı sırtlandı… Sızmış kalmış babam. İşte o zaman
da duydum bu sözü anamdan.
***
O gece, gece yeni başlıyordu. Annemi son kez gördüğümü
bilemedim. Babam o gece annemi bıçaklamıştı.
Gecenin figüranları başkaydı bu sefer… Ben kan uykusuna
yatmıştım sanki.
- Kalk Kaya kalk. Babam annemi bıçaklamış.
- Ne diyorsun sen abla, dilin ne söylediğini biliyor mu?
- Kalk diyorum kalk. Ben dayıma gideceğim, sen de araba
bul. Acele etmeliyiz.
Ayşe Kadın kapıya yakın bir yerde yatıyordu. Bıçak
karnından girmişti. Babamın bir hançeri vardı ki eski
zaman işi. Hiç sırtından ayırmazdı. Neden kullanmıştı ki
şimdi bunu. Hem de eşine karşı. Baba kaybolmuştu, etrafta
yoktu. Gece sessiz değildi artık. İki çocuğun ayak sesleri
nefesleri duyuluyordu. Dayısının evi uzaktı. Köyde tek
araba vardı İrfan’ın. Onun evi de uzak.
İki kardeş caminin orda ayrılmak zorunda kaldı. Birisi
dayısına yollandı, birisi arabaya.
Cama taş atmak iyi aklına gelmişti Kaya’nın. İrfan’ın
annesi çıktı cama. Anlatılmayacak bir durumu anlatmaya
çalışıyordu Kaya. Kadınsa icisini bicisini soruyordu. Ve
Ayşe kadın yaşam mücadelesi veriyordu aynı dakikalarda…
Gecikmeli de olsa araba devlet hastanesinin yolunu tuttu.
- Annem yaşayacak mı?
Yaşayacak mı anne çocukları için… Bu mücadelede nasıl
bitecekti. Bir bekleyiş vardı ki evde… Komşular ve olayı
duyan herkes evlerine doluşmuştu.
***
İyiydi anne, bize iyi olduğu söylenmişti. Hatta birazdan
gelecekti. Ama bir gerçek vardı ortada ve bizlerden saklanan.
Çok gecikmeli gitmişti araba ve hastaneye yakın Ayşe
kadın artık bu dünyada değildi. Köye haber ulaşmış ama
bizlerden saklanıyordu bu durum.
- Çok geç gitmiş araba hastaneye beş dakika erken gitse
belki de yaşarmış… Ah insanlar neler konuşmuyordu ki.
- Ya öyle mi, bak sen şu talihsize.
- Ne iyi kadındı,
- Gülmedi yüzü hiç.
- Çocuklara baksana nasıl da büzülmüşler, yazık değil mi
kız bunlara.
- Annesi de nasıl ağlıyo, içim burkuldu valla
-Ne yapsın kadın Deli Cavit yaktı, yıktı yuvasını. İşte bu
öykünün, bu kapının mimarı ‘Deli CAVİT’ çıkarmıştı yangını.
İşte resmini yapamayacağınız bu yangın, işte sönmek
bilmeyen bu yangını yazacağım size…
Konuşulanlar. Evleri o kadar kalabalık ki duyan gelmişti.
Beş kardeşin ağzını bıçak açmıyordu, yer döşekleri bile
kalkmamıştı. Geceyi bazısı biliyor, bazılarıysa hâlâ bilmiyordu.
Konuşulanları anlamayacak kadar şaşkındılar. Bir
gün yaşanıyordu ki sanırım güneş tepelerinde batmıştı. Ya
da mahşer kurulmuştu çok erken.
Annemiz yaşıyor babamız eve gelecekti bize göre… Ama
gerçek farklıydı. Kim söyleyebilecekti bize gerçeği… Nasıl
olur annesizlik, nasıl yaşlanır kim söyleyecekti bize?
Kim!.. Belki bu verilen sela annemin olmayabilirdi… Belki
cenazesi kalkmazdı evimizden. Belki soğuk kış günleri
daha soğuk olmazdı. Belki annemin cenazesinin olduğunu
bunun başka şekilde anlamanın başka bir yolu vardı. Ama
biliyordum işte annesiz kalmıştık…
Başıma önüme yığmış ağlıyordum işte. Kimse umrumda
değildi. Başımda cenaze günü dikilen Yaşar abi filan. Ben
ağlamanın ne olduğunu çok iyi biliyordum şimdi işte…
***
- Bu satırları yazarken çok zorlanıyor, bir o kadar da rahatlıyorum
Hayat...
- Seni anlıyorum... Ama şunu unutma annen senin bu satırlarında
yaşayacak, yaşıyor yine...
- Üçüncü kızım 4 aylık oldu bak... Ne kadar da babaannesine
benziyor... Keşke rahmetli annem de görseydi!
***
Bahadır şair olmasın da ne yapsın… Bu sela anneminmiş,
bu ölen kişi annemmiş… Bense sela ne demek onu bile
bilmeyecek yaştaydım… Evimden bir yolcu çıkıyordu tabut
içinde, annem. Bir daha yüzünü göremeyecek, kavuşamayacaktım.
Nihayet anlamıştım hakikati. Çocuk aklımla
bir büyük gibi ağlıyordum şimdi. Annem hiç olmayacaktı
artık. Anlamıştım…
Bu hayatları bir yazan var benim dışımda. Bir kalem sahibi
var. Ama ben acizim. Her şeyi tek tek yazmaya. Tarifsizliği
nasıl tarif edersiniz ki?
Cenaze çok kalabalıktı, duyan gelmişti bize ah- vah
etmeye.
- Hani ölmemişti annemiz. Hani yaşıyordu. Demek bizi
kandırmışlardı…
Cenazeyi uzaklardan bir kişi daha izliyor. Firarda olan
babamız… Herkesin çaresiz olduğu bir durum, acaba babam
pişman oldu mu?
- Abla ne yapacağız biz? Ablamız değil şimdi o bizim
hem anamız hem babamız… Baş tacımız. En büyüğümüz.
Ama o bile daha 16 yaşında. O bile ne yapacağını bilmiyor
ki… O günlerde soframıza koyduğu un çorbasının ne kadar
lezzetli geldiğini bize kimse bilemez. O un çorbası gibi bir
çorba daha pişmedi ki o günlerden sonra…Abla kardeşlerini
bağrına bastı. Anne gibi, baba gibi… Dik durun, ağlamayın
dedi… Yine geçinip gideriz… Yine bir beraber olacağız…
Artık eycemiz var başımızda. Eycemiz artık bizimle kalmaya
başladı. Onun aylığı ile gül gibi geçinip giderdik. Sonraki
günlerde Sadık abim de başlamıştı çalışmaya.
Baba ise firar etmeyi bırakmış, teslim olmuştu…
Bahadır şair olmasın da ne yapsın...
***
- Annen sevmiyor muydu babanı.
- Orasını bilemem. Ama annemin ömrü hep beklemekle
geçmiş. O gece de kapıda bekliyordu babamı...
- Sebebi sadece alkol müydü?
- Yo hayır. O gecenin çok sebebleri var... Amma sabırsızsın,
bazı detaylar tamam yazmadım, belki de yazmayacağım
da, senden de saklamayacağım.
...
Bu KAPI yani hayatımı yazdığım bu öyküyü, ben yazıyordum
Hayat düzenliyordu... Sonra ben tekrar göz atıyordum.
Sonra yayınlıyorduk. Ama bu öykü öyle merhalelerden
geçecekti ki. 2012 yılında yazmaya başlamıştık öyküyü
ama içinde 2014 yılından satırlar vardı... 2013 yılında
yazdıklarım vardı. Ben profesyonel bir yazar değildim.
Derme- çatma bir edebiyatım var. Hatta edebiyatım zayıftı
6 yaşımdan beri şairdiysem de...
Şimdi bu şiiri yazarken 30 yaşındaydım. Adına Bahadır’ın
30 yaş şiiri koymuştum... Ama şu an 32 yaşındayım...
Bazı satırları okurken siz, benim 2 kızım var, bazı satırları
okurken ise 3. kızım doğmuş hatta 2 yaşına bastığına tanık
olacaktınız!
30 Yaş şiiri
Ey Cavit, sana bahşedildi bir can,
Sen senin olmayan bir cana kıydın.
Yanmak istediysen Cehennem de yan
Sen kendi canından bir cana kıydın…
...
En değerlisiydi o bir çocuğun,
O bir çocuk senin tomurcuğun,
Ay kasım ayıydı seksen dokuzun…
O gece bıçağınla sen bana kıydın…
...
Ey baba, demeye dilim varmıyor
Zaman ne yazık geriye sarmıyor,
Yazık! Melek gibi birine kıydın,
Ey Cavit sen benim anama kıydın.
…
Bak şimdi kalemimden de kan damlar,
Cana kıyan nundan mimden ne anlar…
Kapıdan girince Mimle Elif var…
Gir o kapıdan yönel, aç elini…
Kaderi yazanın affına kaldın
05.02.2012 saat:05.00
Ve evet bu şiiri yazdığım da saat 05.00’ ti... 30 yaşıma basalı
hani 5 saat olmuş ama içim paramparça. Bu Kapı beni
iyice yaşlandırmış... Sanki 30 değil 40 yaşındayım...
***
-Öyküye dönelim. Sonraki günlerde neler oldu oku bakalım...
Sorularını bilahere cevaplayacağım... Ama 5 kardeş
büyük bir sınavdan geçiyorduk. Evimiz vardı ama çatımız
yoktu!
O GÜNLERDE…
Hava soğuk. Kasım ya da aralık ayı. Soğuklar hiç bu kadar
soğuk değildi ki. Annemizin ölmesinden kaç gün geçti
bilemiyorum. Ama o günü dün gibi hatırlıyorum… Bir adam
vardı yanımızda. Eycem ve ben. Adamın kafasında bir
tepsi. Daha hiç bir şeye akıl erdiremiyorum, sahi akıl kaldı
mı ki… Bu oyuncular niye bir araya geldi bugün. Ne şu tepsi
adamın kafasında bilmiyorum…
Bahadır Küçük gözlerle bakıyor onlara. Babaannesini
elini sıkı sıkı tutuyor. Ve onlarla yürümeye başlıyor. Bir
caminin önündeler. Camiden cemaat çıkmakta ve başlıyor
film.
- Şu yavrunun annesini babası kesti. Babası anasını öldürdü.
Yardım edin cemaat. Kimseleri yok. Allah rızası için
yardım. Yardım…
Bahadır bu filmde kendisine biçilen rolü oynaması mı
lazımdı… Kim yazdı bu rolü ona. O istedi mi bunu. Ne acı
sahip olduklarını kaybetmek. Ne acı garip olmak. Garipliğini
yudum yudum soludu. Kimse ona soramazdı artık
neden ağlıyorsun diye… Bu duruma düşmüştük bir kere.
Yaşıyorduk bir kere. Hayat sana mı soracaktı Bahadır nasıl
bir hayat istersin diye…
***
Bu film pazar yerinde çeşitli yerler de çekildi. Ağlamanın
ne demek olduğunu biliyordum artık. Artık utanmıyordum
ağlamaktan. Yüzümü çevirmiyordum kimseden. Bu satırları
yazarken ağladığım gibi ağlıyordum. Unutamadım nedense
o günleri. Unutulmuyordu. Utanmıyordum ağlamaktan evet.
Saklamıyordum şimdi gözyaşlarımı kimseden. Her şeyi
anlıyordum. Ama her şeyi. Bu günü hiç unutamayacaktım
ihtimal. Bugünü hep yaşayacaktım sonra tekrar tekrar.
Akşam oldu,
Sabah oldu,
Gece oldu…
***
Akşam oldu, sabah oldu. Beş kardeş ve bir nine… Küçük
evlerindeydiler. Babaannelerinin aylığı onların tek geçimleri
değildi artık. Büyük abim çalışıyordu. Bahadır ilkokul
ikiye Gülşen kız bire gidiyordu. Abla ve Sadık beşe kadar
okumuştu ve okul hayatları bitmişti. Evin direkleri olmuşlardı.
Evin yükünü çekiyorlardı kısaca… Kaya ortaokula
başlamıştı. Kaya okumalıydı. Annesi onun büyük adam
olmasını istiyordu. Hayatın çarkı dönüyordu. Zaman yine
geçiyordu.
Annem olsaydı başımızda kardeşime de kabartma yapardı
okula giderken. Çünkü bir gün bunu anneme açıkça
demişti…
- ANNE abime yapıyorsun, bana neden yapmıyorsun…
Annem de,
- Sende okumaya başla yaparım kızım demişti… Ama
nasip olmadı işte…
Bir gün kardeşim yanıma ağlayarak gelmişti. Beynimden
vurulmuşa döndüm. Sınıfımızdan gürbüz bir çocuk
ağlatmıştı onu, kim bilir ne demişti. Hemen yakaladım onu
sınıfta. Tuttum yakasından kaldırdım… Ve kavga etmeye
başlamıştık. Bu ilk isyanımdı.
***
Mustafa Öğretmen ve Gülşen
Bu kız onu ağlatmıştı bu akşam. Aklına kızı gelmişti.
Yaşasaydı Gülşen kadar olacaktı. Bugünü akıl süzgecinden
geçirdi yine. Neden soruyorlardı ki çocuklara anasını
babasını… Nedendi bu tanışma faslı. Sıra ona geldiğinde ne
demişti küçük kız. Üstelik taş gibi katıydı. Sanki sıradan
bir şeydi dediği.
- Adım Gülşen Ateş. Babam yok benim, hapiste. Bu
normal bir şey olabilirdi belki ama kız devam ediyordu. Bir
şey sormadan o cevap veriyordu. Üstelik normal bir şeymiş
gibi… Babam anamı kesti! Derken sözünde birazcık titreme
sezmişti o kadar. Buz tutmuştu o an.
Ertesi gün odasına çağırdı Gülşen’i Mustafa ÖĞRETMEN.
Bu kızda garip bir şey var. Birisinin elinden tutmasına
muhtaç. Birisi yüreğinden tutmalı. Bu kendisi olmayacak
da kim olacak! Sevgi istiyor bu yavrucak diye düşündü.
Olanları biri ona, çocuk aklına izah etmeli.
- Kızım. Senle baba – kız gibi konuşalım ister misin? Bir
arkadaş gibi. Hadi anlat bana. Baban nerde…
- Öğretmenim babam hapiste. Anamı kesmiş. Babam
yok.
- Bak Gülşen baban var ya. Hafif silkeledi ve sardı kızı.
Baban anneni öldürmüş. Hiç gelmeyecek annen. Kiminiz
var kızım başka söyle bana… Annen öldü kızım, baban öldürmüş
onu. Ama ölenle ölünmüyor. Benim de kızım öldü.
Yaşasa sen kadar olacaktı…
- Hayır, işte ölmedi benim annem, gelecek. Bana kabartma
yapacak. Abime yapıyordu. Bana da yapacak. Yapacağım
dedi…
Sarıldı Gülşen’e. Onda hiç duymadığı görmediği şefkati
gördü Gülşen. Ağlamaya başladı. Öyle ağladı ki. Babasına
da böyle hiç sarıldı mı Gülşen.
Kayıt Tarihi : 22.1.2015 15:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!