İki yürekti birbirine bakan iki yamaç. Derin kanyonun bir araya gelemeyen iki yamacı.
Yılların yorgunluğu vardı yüzlerimizde, esen sert rüzgârlar yaşamlarımızda derin izler bıraksa da, şekillense de en acımasız duraklarını yaşadık. Yılmadan, bıkmadan usanmadan seyrettik birbirimizi. Seslerimiz oldu vadide çağıldayan nehir, uğuldayan rüzgâr. Kokularımızı taşırdı birbirimize birde ılık buselerimizi. Güneş yanıklarına karşın yürek yanıklarımız ateş olurdu, gül olurdu. Bazen de kayalıklarında açan dağ çiçeği.
Yolunu kaybetmiş martının çığlıkları yankılanırdı dağların yamaçlarında. İşte o zaman ölümün gözlerini görürdük. Yaşayamadığımız zaman dilimindeki kızıl gün ışıkları arasında. Derinlere çekilirdik, yükseklerdeki mağruru duruşumuzun gururunu hiçe sayarak. Gizli sevdaların ses yükselişlerine karışırdı hüzünlerimiz ve özlemlerimiz.
Geç kalınmış sevdaların yorgun düşlerinde uyanırdık. Gözü kapalı sevinçlerimiz acının dişlileri arasında sıkışıp kalırdı. Her çarpma sonrasında önüne düşen can kırıklarımı toplarken yüreğimin ucu kanar ve bu kanamaları ben seninle durdururdum. Çene titremelerimin ardında biriken göz yağmurları sevgimizin masumiyetini haykırırdı. İşte ben o zaman yetim bir çocuğun hüznünü giyerdim ey sevgili.
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.