Kanser Vakalarında Moral Nasıl Yüksek Tu ...

Rahim TAŞ
132

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Kanser Vakalarında Moral Nasıl Yüksek Tutulur

Sevgili Okurlar,

Kanser vakalarında gerek hastaya, gerekse de yakınlarına, uzmanlar dahil hemen hemen herkes "Moralini yüksek tut" diye tavsiyede bulunur, ama hiç kimse o moralin nasıl yüksek tutulacağını söyleyemez. Hasta genelde mutlu olma yöntemleri arayışı içerisine sokar. Yakınları ise "sen güçlüsün, yeneceksin, her şey güzel olacak" şeklinde klasikleşmiş, ancak kendilerinin bile zor inandığı söylemlerde bulunur. Oysa bakışlardaki endişeyi, acıma hissini gizlemek pek de kolay olmuyor. Her zaman son temennidir o "moralini yüksek tut" ifadesi. Lanet olası moral top değil ki basasın tekmeyi yükseklik kazansın, ya da makarayla yukarı çekip ipi sağlam bir kayaya bağlayasın, öylece kalıversin. Tavsiye edilmekle olmuyor, ancak yaşanılarak bulunuyor o morali yüksek tutma yöntemi.

Şimdi bir hasta yakını olarak yaşadıklarımdan öğrendiklerimi ve benimseyerek uygulayıp olumlu sonuçlar aldığım yöntemleri paylaşacağım sizlerle.

Morali, Türk Dil Kurumu sözlüğü maneviyat olarak tanımlamaktadır. Ben de psikolojik sermaye, coşku şeklinde tanımlıyorum. Sermayeyi sıfırladığımız andı doktorun patoloji raporunu anlattığı an. O güne kadar hiç duymadığım, ilaç prospektüslerinde bile rastlamadığım yabancı sözcükler tırmalıyordu kulağımızı. Doktorun okuduğu raporda anladığım tek kelime meme idi. Orada bir sorun vardı ama tıbbi terimleri anlayabilmek için tercüman gerekiyordu. Aldık raporu, bir arkadaşıma okudum. Pat diye "Kanser" dedi. Demek ki patoloji raporu pat diye söylendiği için o ismi almış. Ne diyorsun sen diye titrek sesle sordum, 2 nci evre, yani kötünün iyisi. İyi neydi, kötü neydi ki, kötünün iyisi, iyinin kötüsü ne ola ki? Ne soracağını, ne konuşacağını şaşırıyor, hatta unutuyor insan. Akla hemen konu komşu geliyor. Falan olmuştu, filan ölmüştü. Malum kanser deyince halk arasındaki anlamı "sayılı günü vardır" Bu da genelde 3 ay ile 6 ay arasında seyretmektedir.

En iyi doktor arayışları başlamıştır. Sağlık bu, öyle cimriliğe, tasarrufa, ekonomik hesaplar yapmaya gelmez. Ne için çalışıyoruz? Tabi ki sağlığımız için. Artık konuşma dilimiz bile değişmişti.

Ameliyat başarılı geçmiş, sonrası süreçlere başlamak üzere kısa bir ara verilmişti. Ziyaretçiler geçmiş olsun dilekleriyle başladıkları sohbetlerine "benim eltimde de çıktı, kadın 3 ay da gitti, yok "bir komşumuz vardı, adamcağız 1 ayda gitti" şeklinde patavatsızlıkları ekliyorlardı. Kovsan bir dert kovmasan bir dert. Hastaya çaktırmadan konuşanlara SUS işareti yapsam da, anlayanı da vardı anlamayanı da. Kızıyoruz ama iyi niyetli olduklarını düşündüğümüzde kızgınlığımız geçiyordu. Ama anlatılanların etkisinde kalmamak mümkün mü? Sabah uyandığımda çarpıyormuş gibi dokunurdum, kıpırdıyorsa derin nefes alıp çıkıyordum yataktan. Günlerce böyle sürdü. Sonra kemoterapi başladı. 8 Kür dediler. Kürün ne olduğunu, nasıl alınacağını bilmiyoruz. İlk kür alındı 3 hafta sonra gelinecek denildiğinde anladık ki, bu kemoterapi en az 24 hafta sürecek. Yan etkileri berbat. Nasıl davranacağımı bilemiyorum. Psikolojik destek al diye önerdi bazıları. Öneriye uydum. Bir psikologa gittim.

Bu psikologlar da avukatlar gibiymiş. Sizi denize girmeye ikna eder, sonra elbiseleriniz alıp kaçarlar.

Bir kaç sefer ben anlattım o dinledi, sonra o dinledı ben anlattım. Eli çenesinde "hımmm, hatta hımmmm, hımmmmmm" diyerek dinledi saatlerce günlerce. Önerisi "Hasta muamelesi yapma" demek oldu.

Eve geldim, hasta muamelesi yapmıyorum güya. Aldığım tepki" Ben ölüyorum, adamın umrunda değil." Tersini yaptım "Ben ölüyorum o yüzden bana böyle iyi davranıyorsun" Öfffff. Kendi moralimi yükseltemeden hastanın moralini nasıl yükselteyim, nasıl yüksek tutayım?

2 nci Bölüm
Acılar insanı bilgeleştiriyor.
"Morali nasıl yüksek tutalım" arayışlarımız başlamıştı. Televizyon, internet, en çokta yaşayanların birebir anlattıkları bize ışık tutuyordu. Ev artık tatsız tuzsuz otlarla dolmuştu. Alternatif tıp devredeydi. Brokoli, brüksel lahanası, keten tohumu, ısırgan otu, anzer balı, keçiboynuzu..Liste bu şekilde uzayıp gidiyordu. Katıştırmayayım diye aktar poşetlerine otların adlarını ve ne şekilde hazırlanacağını da yazıyordum şişe kavanozlara aktardığımda. Kimi zaman tarifini tam tutturduk, kimi zaman eksik bir şeyleri kaldı. Olumlu etkisini hemen gösterecekmiş gibi dozlarını da yüksek uyguluyorduk. Tabi amaç artık sadece hastanın iyileşmesi değil, hasta olmayanların da hastalıktan korunması için herkesin bu otları yemesi içmesi zorunlu hale gelmişti. (Hiç birinin de tadı tuzu yoktu, bunu da itiraf etmeliyim.) Derken bir hikayeye rastladım. O kadar etkilendim ki, bunu eşime de okudum. Bu hikaye eşimin gizli gizli ağlamalarını kesmişti.

Amerikalı ünlü tenisçi Artur Ashe'nin hikayesiydi bu hikaye.
Tanrı'ya "Neden ben" demeyen adam

Üç Grand Slam kazanan ilk siyah tenisçi olmasının yanında bilge bir kişi ve insan hakları aktivisti. 10 Temmuz 1943 tarihinde doğdu. Daha 6 yaşındayken, 27 yaşındaki annesini kaybetti. Polis memuru babası ona ve kardeşine baktı. Babası o zamanki siyahî ailelerin yaptığı gibi oğlunun zayıf ve çelimsiz olduğu için futbol oynamasını yasakladı. Tenis oynamak için ne zengin bir mahallede oturuyordu, ne de dolarları vardı. O dönemde, hem siyah hem yetenekli olmak şişedeki iki akrep gibiydi, ikisinden birisi yok olacaktı. Ama Ashe'in yeteneğinin önünde hiçbir şey duramayacaktı.
Amerikan Davis Cup takımına seçilen ilk siyahi tenisçi olduğunda 20 yaşındaydı. 5 yıl sonra 1968'de Amerika Açık'ı kazandı. 1975'te Jimmy Connors karşısında Wimbledon tarihini değiştirecek ve bu kupayı kazanan ilk ve son siyahi oyuncu olarak tarihe geçecekti.
Geçirdiği kalp ameliyatı sonrası 1980 yılında tenis kariyerine son verdi. Sivil hakların mücadelesi kendisini öyle adamıştı ki, 1992 yılında Haitili göçmenler için uygulanan politikaları protesto için gittiği Beyaz Saray önünde gözaltına alındı. Siyahların gördüğü ikinci sınıf muamelemeyi anlatmak için "zenci olmak AIDS'li olmaktan daha zordu" diyecekti.
Ölümcül AIDS hastalığı sonucu 50 yaşında hayata gözlerini yumduğunda tenis tarihinin belki en başarılı değil ama hüzünlü sayfalarından biri kapanıyordu.
Bugün 254 milyon dolara malolan ve 23 bin seyirci kapasitesi ile Amerikan Açık'a ev sahipliği yapan dünyanın en büyük tenis stadyumuna O'nun ismi verildi. Öldüğü tarihten itibaren burada her yıl 'Arthur Ashe Çocuk Günü' etkinlikleri düzenleniyor.

Arthur Ashe'i bugün bile saygıyla anılmasını sağlayan sadece büyük bir sporcu olması değildi elbette... Belki de dünyanın en iyi tenisçisi arasında ilk 10'a bile giremeyecekti. Ama O'nu büyük yapan başka şeyler vardı...
Hastalandığında dünyanın her köşesindeki hayranlarından gelen mektuplara verdiği edebi ve bilge dolu- cevaplardı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: "Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti? "
Arthur Ashe buna şu cevabı verdi:
"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisi öğrenir, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50'si Wimbledon'a kadar gelir, 4'ü yarı finale, 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben? ' diye hiç sormadım. Ve bugün sancı çekerken, Tanrı'ya 'Niye ben? ' mi demeliyim? Mutluluk insanı tatlı yapar. Zorluklar güçlü yapar. Hüzün ise insan yapar. Yenilgi mütevazı yapar. Başarı insanı ışıldatır. Ama yalnız Tanrı, yolumuza devam etmemizi sağlar. Tanrı'ya asla 'Niye ben? ' diye sormayın... Ne olacaksa olacak. O'nun kendine has usulleri vardır. Her şey kendi iyiliği için olur. İnancınızı koruyun...".

Bu hikaye bizi çok etkilemişti.Olumlu bir durumda Allahım neden ben diyen yoktur, olumsuzluklarda neden diyelim ki? Tenisçi değildik, ama kupalarımız vardı. Birisi 8 yaşında diğeri 5 aylık iki kupamız vardı mesela. Düzenli bir hayatımız, işimiz, başımızı sokacak damımız, halimizden anlamaya çalışan yakınlarımız, sevenlerimiz, tedaviyi sürdürecek imkanımız vardı. Bunlar bizim hayat boyu kazandığımız kupalarımızdı. Bunların hepsine sahip olan kaç kişi vardı acaba?

İşte o andan itibaren, "Neden ben Allahım, neden ben" şartlanmışlığı yerine "ben bunu nasıl yenerim" odaklanmışlığına yöneldik. Eşimin gizli gizli ağlamaları kesilmişti. Moralimizi yükseltebilmek için yerinden kıpırdatmıştık. Artık daha fazlası için adım atmak, çaba göstermek gerekiyordu.

3 ncü Bölüm
Kanseri mizah tabusu olmaktan çıkardık.
Bazı hastalar vardır, tavırlarıyla, konuşmalarıyla diğer hastaları rahatlatır. Adeta yaşam sevincinin, direncinin simgesi olmuş, neşeli insanlardır onlar. Böyle bir kadın tanıdık kemoterapi sırası beklerken. Kıdemli bir hastaydı. O bekleme salonuna geldiğinde herke kapıya dönerdi. O ise yavaşlatılmış bir film sahnesi çekiliyormuş gibi ağır ama emin adımlarla girerdi içeri. Gören herkesin yüzü tebessüm bahçesine dönerdi. Tanıdık tanımadık herkese takılırdı. Eşimi yeni görüyordu. "Sen yenisin galiba" diye takıldı. Eşim başıyla onaylamıştı. Mastektomi mi, diye sordu, lumpektomi cevabını verince eşim, kız keşke mastektomi olsaydın, ileride sarkmazdı. Önce şaşkınlık yaşadık sonra salonda herkesin güldüğünü görünce biz de katıldık. Diğer hastalara da benzer şekilde takılıp gergin ortamı bayağı rahatlatmıştı. Kulağım artık o kadındaydı. Kemoterapi alırken de çenevizyonunun sesini kısmıyordu. Sayesinde rahat bir süreç geçirdik.

Eve geldiğimizde önce hazır gıdalara yöneldik. Kah az pişiyor mide bulandırıyordu, kah çok pişiyor yakıyorduk. 5 aylık bebeğe baksın diye aldığımız yardımcı kadın ben size yemek yaparım dedi. Ama Allahı var eşimin mutfak kültürü, elinin tadı bir başkaydı. Yemek yaptığında tezgahın üstü açık büfe baharat dolardı. Yardımcı kadın onun karşısında yemek yapmayı biliyor diyebilirim. Patatesler suda yüzüyor, pırasayı soğan gibi kıyıyor, böreklerin yağı şerbetli tatlı gibi. Çorbaları eh işte. Bu böyle olmayacak dedim yemek tarifleri öğrenmeye başladım. İlk denemem hüsranla sonuçlanmıştı. Makarna pişireyim dedim. Hayalim bol yoğurtlu spagettiydi. Suyu koydum makarnayı döktüm içine. Pişmesini bekliyorum. Yarım saat sonra tencereye baktım makarnalar bir biriyle kucaklaşmış, sarmaş dolaş olmuşlar. Onların bu samimiyeti benim onları su kaynamadan içine atmamdan kaynaklanıyormuş. Sonrası mı, onu da bir şiirle anlatayım;

Kap kacak aradım durdum mutfakta,
Menemen pişirdim çinko tabakta,
Yumurta yapıştı, biber ayakta,
Domates suyunu salmadı gitti.

Kumpir aldım şöyle koca tas gibi,
İnce ince kıydım onu süs gibi,
Patates yağıyla sanki küs gibi,
İkisi yan yana gelmedi gitti.

Vurunca tokmağı kırdım havanı,
Fırladı sarımsak deldi tavanı,
Cücüklettim iki çuval soğanı,
Evde sebze meyve kalmadı gitti.

Sever idim canlı balık işini,
Tava elde bekler iken leşini,
Oynattı kuyruğu dikti başını,
İnat etti hınzır ölmedi gitti.

Aşure pişirmek aklıma esti,
İki kaşık yiyen bir hafta kustu,
Verdiğim komşular selamı kesti,
Kimseler kapımı çalmadı gitti.

Yiyince hormonu değişti huyu,
Bir çilek doyurdu koskoca köyü,
Dolapta uzadı hıyarın boyu,
Bu işleri aklım almadı gitti.

Ateşte durdukça imambayıldı,
Patlıcan toplandı kıyma yayıldı,
Rasimim dünyada namım duyuldu,
Üzerime aşcı gelmedi gitti.
(Rasim Köroğlu)

Sosyal ihtiyaçları karşılama ihalesi artık üzerime kalmıştı. Mutfaktaki son vukuatım, ketila su koy diye seslenen eşimi dinleyip, ketila suyu doldurup ocağın üstüne koyup ocağı yakmak olmuştu.

Kadınlar çamaşırı "renkliler ve beyazlar" diye ayırır ya, erkekler ise "kirliler ve kirli ama giyilebilir " şeklinde ayırır. Ben de ilk zamanlar öyle yaptım, sonra makineyi çalıştırmayı öğrendim. Bir süre renkliyi beyazı birlikte atmışım, beyazlar tekstil boyahanesinde işlem görmüş çıkıyordu.

Mutfak tezgahının üstünü, bulaşık kaplarının üstü küf pamucağına döndüğünde fark ederdim. Bir gün temizlik aşkım tuttu. Çamaşır makinesini öğrenmişim, bulaşık makinesi da aynıdır nasıl olsa diye düşünüp bulaşıkları doldurmuştum. En son deterjan koyma aşamasına gelmiştim. Çamaşır makinesinin iki gözünden birine deterjan diğerine yumuşatıcı konuluyordu, aynı düzenek bulaşık makinesinde de vardı. Tamam dedim bulaşıklar yumuşasın diye oraya da sıvı deterjan konuluyor. Çalıştırdım, beş dakika geçmemişti ki, makine azer bülbül gibi titremeye başladı, her yerinden köpük çıkıyor. Kudurdu resmen. Neyse ki sorun yokmuş, makineyi durdurdum, bulaşıkları 4-5 kez sudan geçirdim anca köpükler temizlendi.

Eşimin konuşmaya hali yok ama katıla katıla gülüyor hallerime. Dalga geçmeye başladık her şeyle. Hayatı ve hayatı ciddiye alanları da cid'tiye almaya başladık. Rüştü Asyalı'yı aradık, keloğlan filmleri için saçını kazıtmana gerek yok burada hazır dublör var diye. Kuaför ve şampuana vermediğimiz paraları harcamalardan düşüyor hesap yapıyorduk. Gülmek için malzeme aramıyorduk, çünkü nereye dönsek malzeme doluydu. Bebek annesinin başından peruğu çekiyor çıkarıyor, sonra kendi saçlarına yapışıyor, çıkmayınca kıyamet koparıyor. Peruğun bakımını da ben yapardım. dizimi katlar üstüne geçirirdim, maniler şiirler söyleyerek.

Giderek şişmanlıyordu. 6-8 beden birden büyüdü. Kıyafet alış verişi eziyete dönüşmüştü. Koltuk altı lenf bezleri alındığından kolda ödem birikmiş, diğer koldan 6 cm kalınlaşmıştı. Bedenine uyan kıyafetin kolu olmuyordu, kolu olanın bedeni büyük geliyordu. Kızıyordu küsüyordu almadan eve dönüyorduk. Sonra reglan kollu kıyafetleri keşfettik. Yarasa kesim de derler.

"Ben ölürsem evlenir misin? " diye sordu bir gün. Hiç düşünmeden evet dedim, hem de daha kırkın çıkmadan. Amacım arkasından ne gelecek onu öğrenmekti. Siz erkekler hep böylesiniz zaten, Belki de ayarlamışsın sen şimdiden. Bu sözlerinin karşısında yutkundum. Ben marmara depreminde 43 saat enkazda kalmıştım. 5 yaşındaki oğlumun üvey babadan dayak yediği halüsinasyonlarla daldığım uykulardan uyanıyordum. Bunu anlattım. 5 aylık bebeğimiz var, üvey ana eline mi bırakacaksın; ? Bırak şu ölüm düşüncesini ve bir daha da açma. Sustu. O gece başka bir şey konuşmadan yattık. Ama uyuyamadım, o da uyumuyordu eminim. Gecenin bir yarısında kalkıp balkona çıktım. Elimde bir kağıt önümde kalem.

Sen Bana Hep İyi Geliyorsun

Ne zaman kendimle baş başa kalsam
Senli düşlere dalıyorum
Bitmesini hiç istemediğim bir rüya gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman sıkılsam seni düşünürüm
Ellerinden tutup mor dağlara çıkarım
Kar sürerim yüzüne
Sevgili için koparılmış kır çiçeği gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman daralsam seni düşünürüm
Omzuna dayarım başımı
Buzlarımı eriten yanıklarımı serinleten nefes gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman artsa ağrılarım seni düşünürüm
Anamın titrek sesiyle can demesi
Babamın şefkatle okşaması
Yaralarıma merhem gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman özlesem seni düşünürüm
Hayranı olduğum yıldızla resim çektirmek
Sevdiğim kişiyle sevişmek gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman öfkelensem seni düşünürüm
Birbirine geçer dişlerim
Kızgınlığıma bebek gülmesi gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman endişelensem seni düşünürüm
Öldü diye sana koşarken
Burnunun bile kanamadığını görmek gibi
Sen bana hep iyi geliyorsun

Ne zaman kendimle baş başa kalsam
Sensiz oluyorum
Beni sensiz bırakma
Sen bana hep iyi geliyorsun…

Bu şiiri sabah kalktığımda komidinin başına koydum. Kahvaltı sofrasını hazırladıktan sonra işe gittim. Eve geldiğimde gözyaşlarıyla parlayan gözlerinde bambaşka bir ışıltı ile karşılamıştı beni.

4 ncü ve Son Bölüm
Tıpta Hastalık yoktur, hasta vardır.
Kanser vakası gerek hasta ve gerekse hasta yakınlarınca çok sayıda cephede verilen bir savaştır. Doğru tutum ve davranışlarla her cephede kazanılabileceği çoğu kimse tarafından ispatlanmıştır. Bu savaşta kazanmak demek yaşam kalitesini düşürmemek, çekilen acıları azaltmaktır. Bunun nasıl sağlanacağına ve moralin nasıl yüksek tutulacağına küçük bir katkı olsun diye kaleme aldığım yaşadıklarımızı, doğrularımızı, yanlışlarımızı, öğrendiklerimizi hasta, hasta yakınları ve ziyaretçiler için üç ayrı grupta özetlemek istiyorum.

I - Hasta;
1. Canlı varlıklar temelde "hayatta kalmak" "canlı varlıklarını devam ettirmek" ister. İnancımıza göre de insan ömrünü uzatmak veya kısaltmak mümkün değil. Ölümü her canlı tadacaktır. Bu yüzden ölümü hiç düşünmemek, siz olmasanız yokluğunuzdan en fazla olumsuz etkilenecek olanları düşünerek yaşama tutunmayı amaç edinin. Ama bu sizin önceliğinizi ve öndeliğinizi alt sıralara düşürmemelidir.
2. Tedavi sürecinde doktorların aynı hastalığın aynı evresinde bile kişilere göre farklı tedavi uyguladığını gördük. Çünkü her insanın bünyesinin uygulanan tedaviye cevap vermesi veya tepki göstermesi farklıdır. O zaman anladık ki, tıpta hastalık yoktur, hasta vardır. Bu nedenle iyi niyetle bile alternatif tedavi yöntemleri önerileri yapanların veya diğer hastaların söylediklerini uzmana danışmadan uygulamamak gerektiğini öğrendik. Böylelikle olumsuzlukların etkisi de sıfıra yakın bir hale dönüşüyordu.
3. Çok zorunlu kalınmadıkça doktor değiştirilmemesi de önemlidir. Çünkü hastayı başından beri takip eden bir doktorun tedavi sürecindeki sıkıntılara yaklaşımı daha kolay ve kısa yoldan müdahale etmesi mümkündür. Aksi halde hep yine baştan alınmak zorunluluğu doğabilmekte, bu da unutulmaya çalışılan sıkıntıların, acıların tekrar tekrar yaşanmasına zemin hazırlayabilmektedir. Ayrıca çok tetkik yaptırmaktansa gerekli olanları yaptırmak hastanın çekeceği acıyı sıkıntıyı azaltır. Sağlık kurumunun finansörü, sponsoru olma rolünü oynatmalarına izin vermeyin.
4. Dün geçti gitti. Yarının da garantisi yok. Ne dünü değiştirebilirsiniz, ne de yarını kontrol edebilirsiniz. Bu yüzden sadece bu günü, anı yaşayın. Hayatın tekrarı yok yoktur.
5. Hayatınızda inisiyatifi başkasına kaptırmayın. Size gerek fiziksel ve gerekse duygusal katkısı olmayan kişilerin hayatınıza müdahale etmesine izin vermeyin. Özgürlük istediğini istediği zaman yapmak değil, istemediğini istemediği için yapmamaktır. Bu yüzden istemediklerinize “HAYIR” diyebilmeyi alışkanlık haline getirin.
5. Alışkanlıklar dikiz aynası gibidir, hep geriyi gösterir. Alışkanlıklarınızı değiştirip yüzünüzü ileriye döndürün.
6- Geçmişi bir kitap gibi kullanın, arada bir sayfalarını karıştırın, eviniz gibi yapıp üstüne oturmayın.
7 – Bir çok insan hayatınn büyük bölümünü olduğundan farklı görünebilmek için heba eder. Kendiniz olun ve kendinizi sevin. Eğer siz kendinizi sevmiyorsanız başkaları neden sevsin?
8- Her davranışında başkalarının onayını arayan kimseler hayatın bir çok güzelliğini iskalar. İçinizden geleni içinizden geldiği an ve içinizden geldiğince yapmaktan çekinmeyin. Neşeli ve eğlenceli olun, gerektiğinde mizahi bir yaklaşım sergilemekten çekinmeyin. Başkalarının yaptıklarına attığınız kahkaha ödünç alınmış bir neşedir. Kendi neşenizi yaratın. Sosyal etkinliklere katılmakla kalmayıp, kendiniz düzenlemeye bakın. Bende hala iş var duygusu bu şekilde pekişir.
9- Hayatınızı bir para kazanma denemesi olarak kullanmayın. Mucize, enerjinizi korkularınıza değil rüyalarınıza verdiğiniz zaman başlar. Hayallerinizi gerçekleştirebileceğiniz hobiler seçin. Mesela hayatınızda elinize hiç fırça almamş olsanız bile resme yönelin. Kemoterapi görmüş dağlar, ecüş bücüş insane figürleri de çizseniz, olmuyor, başaramıyorum demeyin. Attığınız her fırça darbesi hayata tutunma çabanız olacaktır.
10- Günleriniz bir biriniz tekrar olmasın. Her yeni bir gün insanın beynine ve yüreğine yatırım yapmasıdır.
11 – Mevlana der ki; aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır. Sizinle aynı duyguyu paylaşanlarla yani duygudaşlarınızla diyalog kurun.
12- Cennete gitmenin iki yolu vardir:
1.Gerçekten öldüğünüz zaman
2.Gerçekten yaşadığınız zaman

II – Hasta yakınları;
1- İnsanlar, biyolojik, sosyal, ve psikolojik bir varlık olarak bir takım ihtiyaçları olduğu ortaya çıkmıştır. Davranışlarında bu ihtiyaçları tatmin etme isteği ve içgüdüsü vardır. İnsan ihtiyaçları ise aşağıdaki şekilde sıralanmıştır. Bu sıralamayı hasta için uyarlarsak;
Fizyolojik İhtiyaçlar: yeme-içme, barınma, uyku
Güvenlik: Korunma, tekrar Hastalanmama, yalnız kalmama
Ait olma ve sevgi; Şevkat-kabul görme,sevilme
Saygı ve takdir edilme, Prestij
Kendini gerçekleştirme, Başarma,Yaratma
Hastanın ihtiyaçlarını bu sırayla ve tümüyle özenle karşılayın.
2- Kararlara katılmasını sağlayın, aldığı kararların hasta için önemini kavrayın ve bunu sürekli göz önünde bulundurun. İsteklerine saygı duyun, kestirip atmayın. Onu rahatlatın. Duygu ve düşüncelerini açık ve net bir şekilde ifade etmesini sağlayın. Müdahale etmeden dinleyin. Hastanın davranış değişikliklerinde övgüde bulunun. Onunla somut, içten ve dolaysız konuşun. Konuşmalarına farklı anlamlar yüklemeye veya çıkarmaya çalışmayın. Bol bol soru sorarak hastanın kendisini, duygu ve düşüncelerini ifade etmesini sağlayın. İletişim kanallarını hep açık tutun. Onu dinlerken konuşma sırasının kendinizi gelmesini beklemeyin, onu gerçekten dinleyin.
3- Hastanın bulunduğu ortamın fiziksel özelliklerini hastanın görüşünü de alarak uygun şekilde düzenleyin. Özgür olma, zevk alma, eğlence ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak sosyal etkinliklere katılmasına olanak sağlayın.
4- Dünyada Asıl Sorun: İnsanların yaradılış özellikleri değil; ilişkide olduğumuz kişilerin neyin yokluğunu çektiklerine aldırmayışımızdır. Sorun çıktığında sorumluluğu siz üstlenin. Yanlışlarınızı, hatalarınızı söyleyin. Sorun çıktığında sorun önceliklendirme yaparak asıl kaynağına ulaşın. Beş kez art arda “NİÇİN” sorusu sorularak sorunun kaynağına, yine beş art arda “NASIL” sorusu sorularak çözümün bulunması ideal bir yöntemdir. Çünkü sorunlar önem ve aciliyet bakımından eş öncelikli değildir. Kaynak sorunlar arasında en öncelikli olan % 20 sinin çözümü, görünür sorunu % 80 çözüme kavuşturur.
5- Hastanıza, kendisini her zaman ve her koşulda değerli ve özel olduğunu hissettirin.
III – Ziyaretçiler;
İnsan sosyal bir varlıktır, dolayısıyla her zaman insana ihtiyaç duyar. Hasta ziyaretine giden her ziyaretçi büyük bir olasılıkla tanıdıktır ve iyi niyetlidir. Ancak bazen kaş yaparken göz çıkardıklarının da farkında olmuyorlar. Bu yüzden ziyaretçilerin şu hususlara dikkat etmesi önemlidir.
1- Hasta ziyaretinden önce hastanın uygun olup olmadığını teyit edin. Çat kapı yapmayın. Ziyaretinizi kısa tutun. Ziyaretinizde hastadan hizmet beklemeyin. Yanında sırf muhabbet olsun diye moralini bozacak yanlış örneklemelerden sakının. Açık sözlülükle patavatsızlık aynı şey değildir.

2- Hijyene önem verin. Kanser hastasına dokununca, ya da ziyaret edince size bulaşmaz, kendinizi ondan değil, hastanın bünyesi, bağışıklığı zayıfladığından her hangi bir enfeksiyona karşı hastayı kendinizden koruyun.

3- Kanser tedavisi gören, kortizonlu ilaçlardan dolayı ödem barınağı haline gelen, saçlarını, kaşlarını bir süreliğine sürgüne gönderen birisine uzaylı muamelesi yapmayın.

Yazımı bir şiirimle noktalamak istiyorum.

Kanser

İşe her gün mutlu gelip giderken
Meme de kitleyi fark etti erken
Muayene cihaz biyopsi derken
Çekilenler meğer acı değilmiş

Tanı kondu eşim meme kanseri
Hıçkırık başladı hüzün konseri
Düşündük acaba kimin eseri
Baktık ki kimsenin suçu değilmiş

Çapı iki santim aşaması üç
Göğsün gitmesine alışmak çok güç
Kitle mi meme mi doktor dedi seç
Katlanmak herkesin harcı değilmiş

Kemoterapi arası sürdü üç hafta
Toz tuttu tabaklar mutfakta rafta
Kırılıp dağıldı her bir tarafta
Eşyalar o kadar cici değilmiş

Kucağında bebek güzel kokulu
Sekti öğrencimin dersi okulu
Kolda iğne başta peruk takılı
Dökülen sadece saçı değilmiş

Işın seansları aylarca sürdü
Sonrasında yüzler sevinci gördü
İki kür kalmıştı bitmişti dördü
Katlanmak insanın gücü değilmiş

Hormon tedavisi sırada daha
Acılar sızılar kalkmıştı şaha
İsyan, sitem dua ettik Allaha
Üzülen tek ana bacı değilmiş

Bal, nar ve ısırgan gene yenilsin
İyi gelir bana bunlar denilsin
Ama doktorlara mutlak gidilsin
Buna çare hoca hacı değilmiş

Başa gelir ise zordur ayrılık
Dökülse de saçlar değişmez kılık
Uğraşın umudun sonu hep sağlık
Ne kader ne de baş tacı değilmiş

Sevgili bayanlar hiç utanmayın
Yalnız yaşlılarda çıkar sanmayın
Uzmanlardan başka söze kanmayın
Korktuğumuz kadar öcü değilmiş

Geç kalınca virüs kalkar atağa
Acılar çektirir bağlar yatağa
Gözyaşı ve hüzün çöker otağa
Hiçbir şey sağlıktan feci değilmiş…

Hastalara sağlık, sağlıklılara mutluluk, mutlulara huzur, huzurlulara imkan, imkanlılara başarı dileklerimle…

25 Eylül 2016

Rahim TAŞ

Rahim TAŞ
Kayıt Tarihi : 25.9.2016 03:45:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Rahim TAŞ