Bardan dışarı çıktığımda gözlerim dolmuş, hava kararmış ve yağmur ince melodili bir şarkı gibi yağıyordu. Ben önümü yağmurdan değil, göz yaşımdan göremiyordum. Sigara içmekten ciğerlerim ağrıyor, içtiğim alkolden midem bulanıyor ve Pınar'ı düşünmekten aklımı kaçıracak gibi oluyordum. İnsan en büyük hatayı, onu düşünmeyen birini düşünmekle yapar ve insan en büyük yenilgiyi terk edildiğinde değil unutulduğunda alır. Ben unutulduğumu yaklaşık bir saat önce, İstiklal caddesinin en ünlü barının ahşap masalarından birinde anladım.
Ellerimi bir bozuk para gibi ceplerime attım, yürüdüm. Düşündüm. Pınar ile geçirdiğimiz bir buçuk seneyi zihnimin almasına müsade ettim. Yaklaşık on dakikadır yürüdüğüm caddede birbirine girmiş yemek kokularını, parfüm kokularını, ter kokularını, ağız kokularını, baca kokularını, burnumun almasına müsade ettim. Yağmurun rüzgarla beraber olup saçlarımı dövmesine müsade ettim. Bakışlarımızın aynı noktada kesiştiği bir kaç çift mavi, yeşil, kahverengi ve siyah gözü, eşcinselleri, sarhoşları, sevgilileri, seyyar satıcıları, sivil polisleri gözlerimin içine almasına müsade ettim. Nasıl oluyordu bir buçuk yıldır her şeyin mükemmel gittiği bir ilişkide, beyaz ve sarı karışımı bir sabaha ''her şeyin için teşekkür ederim, hayatının her evresinde mutluluklar ve başarılar dilerim, bitti..'' mesajı ile uyanabilirsin. Bu zamana kadar her şeye müsade ettim, her şeyi kabullendim ama sadece bir mesajı kabullendiremedim kendime. Teknoloji böyle bir şey, yaşadığın onca anıyı, birlikte geçirdiğin onca zamanı, öpüşlerini, dokunuşlarını, gülümsemeni, üzülmeni bir mesaja sığdırıp sana iade edebiliyor. Teknoloji ilerledikçe insanlardan daha çok nefret ediyorum, Pınar hariç ona artık kin duyuyorum..
Yağmur şiddetini arttırmış, soğuğun burnumun deliklerinden beynime ulaştığını hissediyordum. Kendimi gözümün önüne gelen ilk kafeye attım ve şekersiz sade bir neskafe sipariş ettim. Kafe sıcaktı ve buzluktan çıkarılmış et gibi çözülmeye başladı iliklerim. İçeride en sevdiğim parçalardan birisi Yves Montand'dan Sous Le Ciel De Paris çalıyordu. Yandan örülmüş karamel rengi saçları ve misket büyüklüğünde ki ela gözlü garson kıza kahvemi getirdiği için teşekkür ettikten sonra, Kolombiya kokusunu içime çektim ve cehennem sıcağı kahvemden ilk yudumu Pınar'ı unutmaya başlamanın ilk adımı olarak aldım.
Bu mekana ruhum ısınmıştı. İlk defa geliyordum. Yıllardır İstiklal caddesine gelmeme rağmen burayı keşfetmemiş olmam bir cahillikti. İçeride sekiz tane meşe ağacından yapılmış masa, etrafıdan üçer adet farklı renklerde döşenmiş kadife koltuklar, masaların üzerinde çeşitli dergiler, duvarlarda Bob Marley, Marilyn Monroe, Neşet Ertaş posterleri ve insanların ruhlarını ve midelerini doyurulduğu bir servis bölümü mevcuttu. Genellikle genç ve yaşlı kesime hitap ettiği içeride ki pürüzsüz ve buruşmuş tenlerden anlaşılıyordu. Ama dikkat çekecek bir şey vardı; burada herkes gülüyordu, burada kimsenin yüzü asık değildi ve sanki içeridekiler birbirlerini doğduğundan beri tanıyordu.
Mekanın büyüsüne kendimi o kadar kaptırmıştım ki, pantolonumun cebindeki sigarayı çıkarmak için ayağa kalktığımda belimin masaya çarpmasıyla yere dökülen kahve bütün dikkatleri üzerime toplamış ve nedense onlarca insan arasından uzun farklarını yakmış bir kamyon gibi sadece duvar saati dikkatimi çekmişti. Saat; 22:55 di...
Harun Tolga Peker
Harun Tolga PekerKayıt Tarihi : 24.1.2013 00:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!