Kalbimdeki Zehir (roman)

Seyit Burhaneddin Kekeç
1567

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Kalbimdeki Zehir (roman)

Oyun oynadığı otomatiğe var gücüyle vurdu. “Ulan şerefsiz alet bir seferde ver be! Bugün 500 Euro’mu yedin beş kuruş vermedin. Ne şerefsizmişsin, şerefsizin malı.” Hırsla otomatiğin start düğmesine sert bir yumruk vurdu. Otomatik yine boşa döndü. “Allah’ım deli olacağım ya” diye iç geçirdi.

Kenan hiç bir şey yemeden çıkmıştı evden. Aslında Hollanda’nın doğusunda bir şehirde oturuyordu. Eşi ve bir kızı burada yaşadığı için dün akşam gelmişti buraya. Gece eşi ve kızıyla güzel vakit geçirmiş ama sabahleyin eşi Rumeyza ile kavga etmişlerdi.

Evden hırsla çıkmış doğruca kahvehaneye gitmiş yakın bir pizzacıdan pizza siparişi vermişti. Pizzasını beklerken bir 20 Euro bozdurmuş şans denemek için otomatiğin başına geçmişti. Otomatik başlangıçta biraz puan vermiş daha sonra sayı verecekmiş gibi naz yapmaya başlamıştı. İki bölmeye jackpot düşüyor ama üçüncü bölmeye bir türlü düşmüyordu. “ Ne gıcık makinaymış ya” diye söylendi. Otomatik verdiği sayılarla birlikte 20 Euro’yu da yemişti. Pizzası bir türlü gelmek bilmiyordu. Bir 20 Euro daha bozdurup otomatiğe attı. Bir kahve söyledi. Kahvenin yanına bir sigara yaktı. “Aç karnına da içilmiyor zıkkım” diye mırıldandı. Yine otomatiğin start düğmesine basmaya başlamıştı ki pizzası geldi. Sayıları otomatiğin üzerinde bırakıp kahve içmekten de vazgeçip pizzasını yemek için masanın yanındaki sandalyeye oturup bir kola söyledi.

Yemek yerken düşünmeye başladı. Evliliğinin ilk yıllarını hatırladı. Sabah beşte işe gitmek için erkenden kalkardı. Eşi o saatte uyuyor olurdu. Kenan sabah vardiyası çalışırken Rumeyza gece yatmadan önce eşinin işyerinde yemesi için sefer tasına yiyecek koyar sonra da eşinin kahvaltı yapması için masaya bir şeyler hazırlar öyle yatardı. Kenan’da sabah erken kalktığında bunları yer işine giderdi. Bu rutin bir gelenek halini almıştı. Bu duruma Kenan da alışmıştı. Hey gidi günler diye iç geçirdi Kenan.

Kenan pizzasını yerken derin derin düşünmeye dalmıştı. O gençliğe ilk adımını attığı yılları hatırlamaya çalışıyordu. Bir anda yıllar öncesine gidivermişti.

Okul yeni bitmişti ama sürekli bir işte çalışmıyordu. Özel istihdam bürosu vasıtasıyla bir fabrikada iş bulmuş çalışıyordu. Hollandalıların uitzendbüro adını verdikleri özel istihdam bürosu ne zaman işçiye ihtiyaç duysa onu çağırır 3-5 ay çalıştırır sonra işlerin yoğunluğu bitince de onu bir anda işsizler ordusunun içerisine atıverirdi. Bazen altı ayı doldurduğu zamanlar oluyordu. İş imkânı var ise kısa vadeli iş kontratları aldığı da oluyordu. Kontrat aldığında sanki iş yerinde kendisine kadro verilmişçesine seviniyordu. Çünkü işyerinde dahi günlük yaşamda insanların arasında olduğu gibi sınıf ayrımı yapılıyordu.

Uitzendbürodan(Özel İstihdam Bürosu) çalışanlar köle gibi çalıştırılıyorlardı. Fabrikada hangi bölümde işçiye ihtiyaç varsa o bölüme gönderiliyor ses çıkarmadan kendisine verilen görevleri yapmaları isteniyordu. Benim mesleğim şu ben bu iş için işe alındım filan geçerli mazeret değildi. Özel İstihdam Bürosundan çalışan insanlar her gün işlerine acaba bugün nerde çalışacağım merakı içerisinde gidiyorlardı. Birde günlük iş erken bitecek olursa . Özel İstihdam Bürosundan çalıştırılanlar evlerine gönderiliyor o günkü kazançları o gün çalıştıkları saate göre yani düşük ödeniyordu. . Özel İstihdam Bürosu işçisi demek Avrupa’nın göbeğinde Tom amca olmak demekti. Yani gayrı resmi kölelikti. Hemen hemen istisnai durumlar haricinde hiç bir fabrika kolay kolay hiç bir Özel İstihdam Bürosu işçisine kontrat filan vermezdi. Fabrikada altı ayını dolduran işçi yasalar gereği üç ay dinlendirilir sonra yeniden işe alınırdı. Bu şekilde bir işçi aynı fabrikada en fazla üç yıl çalışabiliyordu. Bu süre sonunda fabrika ya o işçiye kadro vermek zorunda kalacak ya da bir daha geri almamak üzere Özel İstihdam Bürosu vasıtasıyla çıkış verecekti. Her giden işçinin yeri hemen bir başka yeni gelen sistemin köleleriyle dolduruluyordu.

Kenan yıllarca özel istihdam büroları aracılığı ile çalışmaktan bıkmıştı. Ertesi günü çalışıp çalışmayacağının garantisi olmadan yıllarca stres içerisinde çalışıp durmuştu.

Kenan, yavaş yavaş yemeğini yerken bir yandan da mazinin yapraklarından dökülen anılar beyninde yeniden canlanıyordu. Kenan ergenlik ve gençlik dönemlerimde yaşadığı zorlukları hatırladı. “Ne yıllardı ama” diye düşündü.

Okul yıllarında yaptığı sorumsuzluklar yüzünden tahsilini tamamlayamadan okuldan ayrılmak zorunda kalmıştı. Kenan’a göre öğretmenler Kenan’a kafayı fena halde takmışlar, yabancı olduğu için ayrımcılık yapmışlardı. Okuldayken bazı Hollandalı öğrencilerin ‘Pis Türk” diye hitap etmeleri yüzünden birçok kez okulda kavgaya karışmıştı. Nedense öğretmenler Hollandalı öğrencilerin ‘Pis Türk’ sözcüklerini duymuyorlar ya da duymazdan geliyor her defasında da Kenan suçlu bulunuyordu. Bu kavgalardan birinin sonucunda okulun disiplin kuruluna gönderilmiş ve okuldan uzaklaştırılmıştı. Okulda uğradığı ayrımcılık yetmezmiş gibi ailesi içerisinde ve yetiştiği Türk toplumu içerisinde iki kültür arasına sıkışıp kalmıştı. Türk toplumunun esneklik kabul etmeyen gelenek ve göreneklerini sanki dinin içerisinde varmış gibi yaşamalarını kabullenemiyor bu yüzden de en başta kendi ailesiyle ters düşüyordu. Babası her defasında “gâvur olacak bu velet” diye Kenan’a kızmıştı.

Hollanda toplumu içerisinde yetişmiş olmasına ve Hollandacayı ana dili Türkçeden daha iyi konuşmasına rağmen Hollandalılar tarafından kabul görmüyor sık sık Hollandalı arkadaşları tarafından ekiliyordu. Bu ise Kenan’da Hollandalılara karşı kalbinde bir kin beslemesine neden oluyordu. Hollandalı çocuklar ile Türk çocukları arasında aynı büyüklerde olduğu gibi farkına dahi varılmadan kutuplaşmalar oluşmuştu.

Zaten Hollanda toplumu içerisinde misafir işçi olarak adlandırılan Türk işçiler zamanla ülkelerine dönmeyip ailelerini de yanlarına almaya başlayınca sorunları da yanlarına almış oldular. İlk önce dil sorunu yaşamaya başlamışlardı. İlk gelenlerden dil sormadan hatta onlara dil öğretmek yerine onlarla iletişimi yeminli tercümanlar aracılığı ile kuran Hollanda bürokrasisi onların çocukları da Hollanda’ya gelince problemin büyüklüğünün farkına varmışlar özel dil kursları açmışlardı. Bu kurslar semt evlerinde dahi verilir olmuştu. Dileyen herkes bu kurslara gidiyordu. Ama okul için gerekli dil bambaşkaydı. Belki Hollanda toplumu içerisinde ilk 10-15 yıl içerisinde ne yabancı işçiler ne de onların çocukları tepki çekmemişti. Ama 1980’li yıllarda başlayan ekonomik krizle pek çok insan işsiz kalınca krizin suçlusu yabancılar oluvermişti. Dolaysıyla sokakta ve okulda yabancı çocukları hep bir dışlanmışlık içerisinde yaşamaya başlamışlardı. Yeniden başlayan yeni ekonomik kriz toplum içerisindeki yabancı düşmanlığını su yüzüne çıkarmıştı.

Türkler evlerinde kendilerini en kolay ifade edebildikleri dil olan Türkçe konuşuyorlardı. Hollandalı çocuklar ise doğdukları andan itibaren evlerinde Hollandaca konuşulduğu için doğal olarak anadillerini beşikten öğrenmeye başlayarak okul hayatına atılıyorlardı. Okula başlayan her yabancı çocuk otomatik olarak bir Hollandalı çocuktan Hollandacası dört yıl geri olarak başlıyordu. İşin tuhaf yönü ise dil geriliği olan Türk öğrencilerinden de Hollandalı çocukların gösterdiği başarının aynısının bekleniyor olması idi. Bilim adamları ana dilini iyi öğrenen çocukların Hollandacayı öğrenmelerinin daha kolay olduğunu söylüyor olmalarına rağmen hükümet ana dil derslerinin okullardan kaldırımasında ısrar ediyordu. Okuldaki dil yetersizlikleri yüzünden pek çok Türk çocuğu düşük seviyeli meslek okullarına gidiyorlardı.

Kenan’da bu eğitim sisteminden üzerine düşeni yaşamıştı. Kenan daha 4 yaşındayken babası okula çağrılmış ve oğlunun zekâ seviyesinin diğer çocuklardan geri olduğu için derslerde başarılı olmadığı söylenmişti. Kenan’ın babası ‘Nerden çıkardınız” diye sorduğunda ise ‘Söylediklerimizi anlamıyor’ cevabını almıştı. Sinirlenen Kenan’ın babası, “Asıl geri zekâlı olan sizlersiniz. Bu çocuk bu yaşına kadar evde sadece Türkçe öğrendi. Tek kelime Hollandaca bilmeyen bir çocuğun sizi anlamasını nasıl bekleyebilirsiniz” demişti. Kenan’ın babası belki de kendi hatalarını okula ve öğretmenlerine bulma kolaylığına kaçmıştı. Dört yaşına basan Kenan’ın Hollandaca öğrenmesi için hiç bir çaba göstermemişlerdi. Sonuçta ilk iki yılı Kenan çift dikiş okumuştu. Okul haricinde aldığı ekstra logopedi (Hollandaca) dersleriyle dilini geliştirdikten sonra ancak normal eğitimine başlayabilmişti. Kenan hayata iki yıl gecikmeli başlayabilmişti.

Bu arada Hollanda’da bir gettolaşma başlamış bunun neticesinde Hollanda eğitim terminolojisine siyah-beyaz okul kavramı girmişti. Bunun ana nedeni Türk ailelerinde çalışan sadece erkekti. Ama Hollandalılar karı koca açalışıyorlardı. Yani onlarda bir eve iki maaş girerken Türk toplumunda sadece bir kişi çalışyordu. Ve genelde de düşük ücretli işlerde çalışıyorlardı. Bir başka nedeni ise işsiz aileler sosyal ödenekle geçinmek zorunda olmalarıydı. Bu nedenle Türk kökenli aileler düşük ücretli kiralık evleri tercih ediyorlardı. Doğal olarak Hollanda’da pek çok şehirde Türk mahalleleri oluşmuştu. Ekonomik kriz nedeniyle bir anda dışlanan Türk toplumu, cami cemiyetleri ve kültür dernekleri etrafında birleşerek Hollanda’da kendi küçük Türkiyelerini oluşturmuşlardı. Selamlaşma dışında ve mecbur kalmadıkça Hollandalılarla konuşmaz olmuşlardı.

Kenan, işte bu ortam içerisinde eğitim hayatını tamamlamaya çalışmış ama maalesef pek çok Türk çocuğu gibi eğitim hayatını yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Yaşının küçük olması nedeniyle düşük maaşla çalışacağı için ilk dönemlerde iş bulma sıkıntısı yaşamamıştı. Bir iş yerinden diğer iş yerine koşturup durmuştu. Yirmi yaşına yaklaştığında babası onu bedelli olarak askere göndermek yerine Türkiye’de askerliğini yapması taraftarı olmuştu. 15 ayda askerliğini yapıp gelirdi. Askerlik için ödeyeceği bedeli evlenmesi için kullanabilirlerdi. Kenan buna çok kızmıştı. Kenan askerde geçireceği 15 ayı hayatından çalınmış zaman olarak görüyordu. Hükümet yurt dışındaki işçileri için bir kolaylık düşünmüş ve bedelli askerliği çıkarmıştı. Kenan’a göre birinci nesil adını verdikleri ilk gelenler çok paragözdü. Hatta pek çok istikbal vaat eden Türk genci ailelerinin bu paragözlülüğü yüzünden okullarından olmuş istikballeri karartılmıştı. Birinci nesile göre çocukları okuyup da adam mı olacaklardı sanki.

Kenan bu düşüncesinde pek de haksız sayılmazdı. Türk toplumunda baba genelde fabrikada çalıştığı için işine gidiyor işten sonra evinin alışverişinden sonra kahveye giderek kâğıt oynayarak vakit geçiriyordu. Pek çoğunun yeterli Hollandacası olmadığı için bürokratik işleri için çevrelerindeki en yakın dil bilen kim var ise ondan yardım umuyorlardı. Pek çoğunun çocuğunun kaça gittiğinden hangi okula gittiğinden haberi bile yoktu. Bazen yılda bir kaç kez yapılan ebeveyn toplantılarına bile yanlarına tercüman bulamadıkları için katılmıyorlardı bile.

Türk ebeveynlere göre çocuklarının bir an önce bir fabrikaya girip iş hayatına atılmaları yani para kazanmaları daha iyiydi. Artık hiç bir aile oğullarını kendileri evlendirmez olmuştu. Toplum içerisinde farkına varılmadan bir kural oluşuvermişti. Evlenme çağına gelen ve evlenmek isteyen genç ancak çalışıp evlenmek için gerekli parayı biriktirdikten sonra evlenebilirdi. Bu para da evin reisi baba olduğu için onda birikirdi. Bu sayede evlatların kazançlarıyla Türkiye’de bir kaç ev sahibi olmuş aileler çoğunluktaydı ama tapular hep babanın üzerindeydi. Sanki babanın malı kim içindi? Baba ölünce mal mülk çocuklara kalmayacak mıydı? Ama bu daha sonraları çocuklar arasında benim malımdı senin malındı kavgasına dönecek ve kardeşler miras yüzünden kanlı bıçaklı hale geleceklerdi.

Kenan babasıyla askerlik konusunda ters düşmüştü. Babasını evi terk etmekle tehdit etti. Babası küplere bindi. ‘Terk edeceksen defol, görünme gözüme’ dedi. Kenan bazı kişisel eşyalarını toplayıp evi terk ederken annesi gözyaşları içerisindeydi. Babası, “Bu kapıdan çıkarsan bir daha bu eve giremezsin” tehdidini savurdu. Kenan oralı bile olmadı. Evi terk edince nereye gideceğini düşündü. Birkaç arkadaşı aklına geldi. Önce niyetlendi sonra babasının daha çok kızacağını hatırlayıp vazgeçti. İlk gün bir otele gitti. Ertesi gün işyerinde arkadaşlarına durumu söyledi. Bir arkadaşı ona pansiyon tavsiye etti. Onun tanıdığı bir pansiyon vardı. İşten çıkışta birlikte pansiyona gittiler. Pansiyoncu anahtar parasını ve ilk aylığı peşin istiyordu. Bir kaç arkadaşı yoklayarak parayı tedarik edip pansiyoncuya ödedi. Daha sonra oteldeki eşyalarını alıp pansiyona bıraktıktan sonra babasının evinde kalan eşyalarını almak üzere bir arkadaşının arabasıyla birlikte babasının evine gitti. Şansına babası da evdeydi. Babası onun döndüğünü sanarak, “Bu kapıdan çıkarsan bir daha dönemezsin demedim mi sana” diye gürledi. Kenan, “Merak etme dönmedim sadece eşyalarımı almaya geldim” dedi. Odasına çıkıp eşyalarını toplarken annesi yanına geldi. “Yapma yavrum, gitme kurban olduğum. Babanın siniri saman alevi gibi birazdan söner.”

Kenan kararlıydı,
- Anne beni merak etme ben kalacağım yeri filan ayarladım. Zaten bir iki aya kalmaz kiralık eve de çıkarım.

- Yapma oğlum nasıl düşünmem. Dünden beri aklım başımda değil. Bütün gece seni düşünüp durdum. Gözüme dirhem uyku girmedi. Hem babanın öyle konuştuğuna filan bakma. Oğlanın üstüne fazla mı gittik ne diye mırıldanırken duydum.

- Onu beni evden kovmadan önce düşünecekti. Ok yaydan çıktı bir kere. Geriye dönmem artık.

Konuşurken eşyalarını da toplamıştı. Anasının elini öptü ama annesinin gözyaşlarına aldırmadan eşyalarını aldığı gibi babasının evinden ayrılmıştı. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği evden ilk ayrılışıydı. Ama artık kuş kanatlanmış ve kendi kanatlarıyla uçabileceğini ispatlama zamanı gelmişti. Eşyalarını pansiyona taşıdı.

İlk günler biraz zorlandı. Daha sonra yavaş yavaş alışmaya başladı. Bu arada arkadaşları onu yalnız bırakmıyor her gün ziyaretine geliyorlardı. Zamanla bu ziyaretler pansiyondaki diğer pansiyonerleri rahatsız etmeye başlayınca Kenan kiralık bir eve çıkmaya karar verdi. Gidip sosyal konutları kiralayan ev bürosuna yazıldı. Bir kaç hafta geçmeden ev çıkmıştı. Büyüklüğüne küçüklüğüne pahalı ya da ucuz oluşuna aldırmadan hemen evi kabul edip kiraladı. İş saati dışındaki ilk haftasını evini düzenlemekle geçirdi. Baba evinden yatağını getirdi. İkinci elden düşme bir gar dolap, koltuk takımı, fırınlı ocak buzdolabı çamaşır makinesi ayarladı. Bunlar için bankadan kredi çekti. Çalıştığı için kredi alırken bir sorun yaşamadı. Alacaklarını aldıktan sonra elinde hala bir miktar parası kalmıştı. Gidip eksik olan televizyonunu aldı. Kalan parayla da pansiyonu kiralarken aldığı borçlarını kapadı.

Rahatlamıştı, hem kimseye borçlu kalmamış hem kendi evi olmuştu. Ama bu kez de geleni gideni eksik olmuyordu. Hafta içi çalıştığı için gelen giden fazla kalmasa da hafta sonu olduğu zaman ev tıklım tıklım oluyordu. Hatta bazen gelenler yatıya kalmaya da başlamıştı. Hafta sonları mangal yapıyorlar mangalın yanında alkol almaya da başlamışlardı. Alkolü genelde misafirler arada bir tek atarız diye getiriyorlardı. Ama bu sonraları basbayağı rakı masasına dönüşmüştü. Gelenler temizliğe de yardım ettikleri için Kenan zorlanmıyordu. Daha sonraları vakit geçirmek amacıyla evde arkadaşlar arasında iskambil oyunları oynamaya başlamışlar zamanla bu kumara dönüşmüştü.

Başlangıçta Kenan kazandığı için gözüne hoş görünmüştü. Ama bir süre sonra kayıp etmeye başlamış arkadaşlarına kumar borcu olmuştu. Bu yüzden oyunlara seyirci olmaya başlamıştı. Kumar partilerinde miktar büyümeye başlamış bazı arkadaşları yanlarında getirdikleri esrarı da içemeye başlamışlardı. Kenan itiraz etti. “Ben evimde esrar içirmem” dedi. O zamanda esrar içenler ona bir teklifte bulundular.

- Arkadaş oynadığımız her oyunun saati için sana bir miktar para ödeyelim. Biz buna mano diyoruz. Her oynanan oyunun bir saati için oyunda dönen paranın %10’nu biz sana verelim ama sende bizim yediğimize içtiğimize karışma.

Kenan zaten borçlanmıştı. Biliyordu ki her ne kadar itiraz ederse etsin arkadaşları bir şekilde içmeye devem edeceklerdi. Bari üç beş bir şey alır borçlarını kapatırdı, kabul etti. Kısa zamanda borçlarını kapattı. Hatta para biriktirmeye başlamıştı ki yine kumara oturdu ve yine kaybetti. Kaybetmekle kalmayıp üstüne üstlük yine borçlandı. Devamlı kaybetmenin verdiği üzüntü ve hırsla hem alkol almaya başlamış arada bir de esrar içmişti. Esrarı içtikçe onun verdiği yalancı keyifle ve sahte cesaretle yine kumara oturmuş borcu daha da katlanmış ödenemeyecek hale gelmişti. Artık arkadaşlarını istese de evden kovamaz hale gelmişti. Çünkü onlara olan kumar borcu bir hayli büyüktü.

Kenan’ın evinde dönen kumar partileri diğer aileleri de zor duruma sokmuştu. Aileler çocuklarını Kenan’dan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Hatta bazı anneler önce Kenan’ın annesine gidip Kenan’dan şikâyetçi olmuşlardı. Fakat böyle kötü meziyetleri oğluna yakıştıramayan Kenan’ın annesi, “Benim oğlum öyle şeyler yapmaz” diyerek itiraz etmişti.

Bu şekilde bir sonuca gidemeyeceklerini anlayan aileler bu kez Kenan’ın Babası Mustafa efendiye şikâyetlerini ilettiler. Mustafa Efendi duyduklarına inanamadı. Hemen o akşam oğlunun evine baskına gitti. Baskına vardığında gördüğü manzara karşısında şok olmuştu. Bağırıp çağırmıştı, Mustafa efendiyi karşılarında gören arkadaşları hemen kaçışmışlardı.
Çektiği esrarın etkisiyle kafası bulanık olan Kenan alkolünde verdiği sahte cesaretle babasına karşı çıktı.

- Sen bana karışamazsın, ben artık çocuk değilim. O evinden kovduğun günü de unutmadım. Bak şimdi sen benim evimdesin. İstersem ben seni kovarım ama babamsın, atamsın. Başımın üstünde yerin var.

Oğlunun o halini gören Mustafa Efendi alttan almayı uygun buldu.

- Yerim kumarbazların, alkoliklerin ve esrarkeşlerin yanı mı?

- Estağfurullah baba biz sadece kafa dağıtıyorduk. Bir arkadaşın yanında tesadüfen varmış. O içerken bizde dumanından etkilendik. Kumar oynadığımız filan yok. Sadece vakit geçirmek için arada bir kâğıt oynuyoruz sen onun üzerine geldin.

- Ulan eşek sıpası millet geldi seni şikâyet ediyor. Senin oğlun yüzünden evimizde huzur cebimizde para kalmadı diyorlar. Millet nerdeyse senin yanına gelmesin diye çocuklarını evlerine bağlayacak senin dediğin şeye bak.

- Aman göndermezlerse göndermesinler. Bende sanki kırmızı halı serip dört gözle onların gelmelerini bekliyorum. Gelmesinler daha iyi ya bende başımı dinlerim.

- Bundan sonra burada kumar oynandığını duymayacağım. Bir duyayım yaşına başına bakmam değneği aldığım gibi sırtında kırarım ona göre. Hemen buraya çeki düzen veriyorsun. Bir daha görmeyeceğim başka uyarmam.

Kenan babasının huyunu bildiği için alttan aldı.
- Peki, baba bir daha yapmam.

Mustafa Efendi Kenan’ı biraz daha azarladıktan sonra tatlı dille öğüt vermeyi de ihmal etmedi. Kenan verilen öğütleri duymuyordu bile. Nerdeyse uyuyacaktı. Mustafa Efendi oğlunun ayakta duramayacak halde olduğunu görünce,

- Hiç, kime söylüyorum. Söylediğim laflar bir kulağından girip öbüründen çıkıyor.

Orada daha fazla durmanın anlamsızlığını anlayan Mustafa Efendi Kenan’ı yatağına yatırıp evine döndü. Aldığı alkol ve içtiği esrarın etkisiyle uyuya kalan Kenan işe gidemedi. Zar zor öğleye doğru ancak uyanabilen Kenan koştura koştura işyerine gitmiş hasta olduğunu söylemişti. Onu gözleri kanlı ve şiş gören vardiya şefi “Geçmiş olsun, git evine dinlen” demişti.

Gece sabahlara kadar süren oyunlar yüzünden dengesi bozulan Kenan sık sık işe geç kalmaya başlamıştı. Kenan’ın evinde dönenleri fabrikada işçiler konuşurken kulak misafiri olan vardiya şefi öğrenmişti. Bir kaç işçiyle yaptıkları görüşmelerden sonra olanı biteni öğrenmişlerdi. Kenan’ın işe geç kalmadığı tek gün yoktu artık. Yine Kenan’ın işe geç kaldığı bir gün vardiya şefi Kenan’ı yanına çağırarak onu personel şefinin görmek istediğini söylemişti. Personel şefinin yanına giden Kenan işten çıkarıldığını öğrendiğinde şok olmuştu.

Bir an göğsünde bir boşluk olduğunu hissetti. Elleri iki yanında tonluk yük gibi geliyordu. Sanki vücudunu taşıyamaz haldeydi. Aletlerini nasıl teslim etti, eşyalarını nasıl toplayıp fabrikadan nasıl ayrıldı bilemiyordu. Şimdi ne yapacaktı? Dünya kadar borcu vardı. Eve gitti, hiç bir şey düşünmemeye çalışarak uyumaya çalıştı.

Babasının baskınından sonra bir kaç gün gelen giden olmadı. Tabii bu arada Mustafa Efendi ziyaretlerini sıklaştırmış her gün gelir gider olmuştu. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra kumarbazlar yine gelmeye başladılar. Ama bu kez oyunlarını salon yerine yatak odalarında oynuyorlar aşağıya en az iki nöbetçi bırakıyorlardı. Yatak odalarının camlarını ışık geçirmeyen kalın perdelerle örtmüşlerdi. Kumarbazlar Kenan’a alkol ve esrar yasağı getirmişlerdi. Tekrar olası bir baskında Kenan babasına karşı ayakta, dik, dinç ve ayık olmalıydı ki onlar oyunlarına rahatça devam edebilmeliydiler.

Mustafa Efendi geldiği zaman kapıyı açmadan hemen Kenan’a haber veriyorlar o da aşağı inerek kapıyı açıyordu. Aşağıda sadece 2-3 kişiyi kola içerken gören Mustafa Efendi hiç bir şeyden şüphelenmeden geri dönüyordu. Kenan’ın evi Mustafa Efendinin kontrolü altında olmasına rağmen şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Mustafa Efendi buna bir anlam veremedi. Bir hafta sonu erkenden arabasıyla oğlunun evinin sokağına gitti. Oğlunun evine yüz metre uzaklıkta arabasını park edip evi gözetlemeye başladı. Bütün gün boyunca arabada sabırla bekledi. Gireni çıkanı gözetledi bir süre sonra da oradan ayrıldı. Akşam saat on civarında arabasıyla oğlunun evinin önüne gidip arabayı park edip kapıyı çaldı. Kapının açılması epey bir zaman aldı. Kapıyı açan yine Kenan’dı.

- Oooo baba yine mi sen? Buyur hoş geldin.

- Ne o rahatsız mı ettik beyefendi.

- Estağfurullah baba o nasıl söz, ev senin evin.

İçeri girdiğinde 3 kişiyi gören Mustafa Efendi şaşırmıştı. Gözlemlerine göre evde 12 kişi olması gerekiyordu. Ama salonda 3 kişi vardı.

- Sadece üç kişi misiniz?

- Evet baba, üç kişiyiz kim olacaktı daha.

- Şimdi anlarız diyen Mustafa Efendi hole geçerek yatak odası merdivenlerine yönelince Kenan ve arkadaşları birden telaşlandı.

- Hayrola baba napıcan yukarıda?

- Ev senin demiyor muydun? Evimi gezeceğim bakayım kaç odaymış, büyüklüğü nasılmış bir göreyim.

- İyi de baba ev gezmek için vakit biraz geç değil mi?

- Ev gezmenin zamanı olmaz. Hem lamba diye bir şey var değil mi?

Oğlunun ve arkadaşlarının itirazlarına aldırış etmeden yukarı çıkan Mustafa Efendi yatak odalarında gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmüş, küplere binmişti. “Bre densizler bre izansızlar ne halt ediyorsunuz burada” diye öfkeyle bağırınca herkes yine darmadağın olmuştu.

Herkes gidince oğlunu karşısına alıp bağırıp çağırmadan konuşmayı denedi. Kenan işten çıkarıldığını ve borç batağı içerisinde yüzdüğünü babasına söyleyemedi. Babasını sonsuz bir sukut içerisinde ne yapacağını bilememezliğin verdiği çaresizlikle dinledi. Babası epey bir süre nasihat daha etti. “Bak oğlum Bir insanın varlığı yokluğunu aratıyorsa var sen o insanları hayatından sil. İnan kaybeden sen olmayacaksın. Bundan emin olabilirsin. Bu akşam buradaki arkadaşlarının hayatında olmaması senin için daha iyi olur”. Mustafa Efendi biliyordu ki anlattıkları oğlunun bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Sözlerinin sonunda, “Allah’ım kulaklarından önce yüreği sağırlaşan insanlardan sana sığınıyorum” deyip evden ayrıldı.

Son sözü Kenan’ı çok etkilemişti. Ama kendisini o kadar çaresiz hissediyordu ki. Ne konuşacak bir can arkadaşı ne de onu anlayacak bir dosttu vardı. “Güneşe gölge doğramakmış çaresizliğin adı” diye mırıldanmıştı babasının ardından…

Kenan ertesi günü işsizlik ödeneği için müracaat etti. Oradan yakın olan kahveye gidip bir arkadaşının yanına oturdu. Onun evinde kumar oynayan aynı zamanda da esrar çeken bir arkadaşı Kenan’ın düştüğü çaresizliği biliyordu.

Kenan’a

- Biraz konuşabilir miyiz?

- Tabii olur, buyur otur. Ne içersin, çay kahve?

- Burada olmaz gel açık havada yürüyelim hem konuşur hem de hava alırız.

- Peki, öyle olsun.

Kenan’la arkadaşı kahveden çıktılar. Bir süre konuşmadan yürüdüler.

-Bak Kenan senin durumunu az çok biliyorum. Seni bu borçtan kurtaracak bir teklifim var.

- Hâyır, ola, nasıl kurtaracaksın beni bu borç batağından.

- Teklifime hemen itiraz etme, iyice düşün ondan sonra kararını ver.

- İnsanı merakta bırakma da söyle neymiş teklifin.

- Bak arkadaşım senin durumunu biliyorum. İşini kaybettin, üstüne üstlük bir dünya kumar borcun var. Bunları babana da diyemiyorsun.

- Ya uzatma da saadete gel, teklifin nedir?

- Teklifim şu, gel senin evinde ot yetiştirelim.

- Ot mu?

- Evet ot

- İyi de ben otdan motdan anlamam ki. Nasıl yapacağım.

- Bak Kenancığım ot için gerekli malzemeyi sana ben bulacağım. Gerekli elektrik tesisatını, filtreyi filan ben getireceğim. Parayı da yarı yarıya kırışırız. Tamam mı?

- Nasıl yani bütün rizikoyu ben alacağım sen benimle yarı yarıya mı paylaşacaksın? Olmaz öyle şey. Senin ki düpe düz fırsatçılık.

- Peki, %60’a %40 olsun.

- Bütün rizikoyu ben alacaksam %80 isterim. O da zor durumda olduğum için kabul ediyorum. Peşin peşin söyleyim borcum bitince de sen sağ ben selamet.

- O zaman 65’e 35 olsun. Suyunu çıkartma. Hem merak etme senin borcunu kısa sürede sıfırlarız. Onun için bu işi en az bir buçuk yıl yapacağız. Bir buçuk yıldan önce caymak yok.

- Tamam anlaştık.

- O zaman malzemeleri bu gece senin evine getiririm. Gerekli elektrik tesisatını ben çekerim. Su ve filtreyi de yapar gelecek hafta kısmetse ilk fideleri dikeriz.

- Tamam, o halde bu gece ben malzemeleri getiriyorum.

Akşam görüşmek üzere deyip ayrıldılar.

Adı Altan olan arkadaşı o gece sözünde durmuş malzemeleri getirmişti. Ertesi gün hemen elektrik sayacının altındaki mührü kırarak çatı ve yatak odalarına kaçak elektrik tesisatı çekti. Daha sonraki günlerde lambaları ve her odaya filtre ve gerekli su malzeme işlerini de hallettiler. Hafta başı gibi gece ilk fideleri diktiler ve beklemeye geçtiler.

Artık Kenan evde fazla bulunmuyordu. Sık sık babasının evine gidiyor hatta bazı akşamlar babasıgilde kalıyordu. Böylece babasının evine sık sık kontrole gelmesini önlemiş oluyordu. Böylece günler su gibi akıp geçti. Aradan yedi hafta bir zaman geçmiş diktikleri fideler büyümüş ilk ürünü toplama zamanı gelmişti.

Yedi hafta sonra ilk ürünü topladılar. Arkadaşı ürünün satışını üstlendi. Şehirde caffeschoop işleten bir Türk’le anlaşarak malı satmıştı. Yaklaşık beş kilo ürün elde etmişlerdi. İlk ürünü satıp parayı ellerine aldıklarında iş paylaşmaya geldiğinde Altan, “Bak Kenan paranın % 65 senin tamam ama getirdiğim malzemenin de %65’ni karşılaman lazım. Yoksa iş adil olmaz. Bunun için ilk üründen malzeme paramı alırım”.

Altan, yirmi bin Euro’dan Kenan’a beş kuruş vermeden bütün parayı alıp gittiği gibi Kenan yine biraz borçlu kalmıştı. Kenan çaresiz susmak zorunda kalmıştı. İkinci ürün aldıklarında Kenan’ın eline hatırı sayılır para geçmişti. Bu parayla borçlarının bir kısmını kapattı. Aradan bir buçuk yıl geçmişti, şansları yaver gidiyor her iki ayda bir hasat alıyorlardı. Kenan borçlarından kurtulmuş biraz da para sahibi olmuştu. Ot yetiştirirken yavaş yavaş da otun bağımlısı olmaya başlamıştı.

Başta anlaşılan süre dolduğunda Kenan artık bırakmak istediğini söyledi. Altan’da anlaşmaya sadık kalacağını söyleyip malzemeleri ne yapacağını sordu. Kenan da şu an için artık ot yetiştirmeyi düşünmediğini isterse malzeme parasının % 65’ni öderse malzemeyi Altan’a verebileceğini söyledi. Altan, “Malzeme parasının tamamını ödeyemem. O zaman sen benim % 35 hakkımı al malzemeler senin olsun. Hem benim hakkımö sanin hakkına göre daha az tutar. Sıkıştığında da elinde malzemen olduğu için yine ekim yapabilirsin.” dedi. Kenan öneriyi kabul etti. Altan’ın % 35’ni ödedi.

Tabii bu arada babası-annesi ve kız kardeşi Nurdan yaz dönemlerinde Türkiye’ye tatile gitmişlerdi. Bu tatilde de Mustafa Efendi hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı. Kızını gören beğenenlerden bir kaç dünürcü çıkmıştı. Kızını kimseye vermek istemezken nasıl olduysa birine nasip deyip evet demişti. Nurdan’ı nişanladılar. Daha sonra ise resmi nikâh işlemleri tamamlandı. Bir yıl sonra da düğün yapmak için anlaştılar.

Türkiye’de bunlar olurken Hollanda’da babasının baskısından kurtulan Kenan ot yani kenevir yetiştirmeye devam ediyordu.

Aradan bir kaç ay geçti. Kenan borçlardan kurtulmuştu ama yine kumara bu kez para otomatiği oynamaya başlamıştı. Kısa sürede biriktirdiği paralar suyunu çekti. Çaresiz yine ot yetiştirecekti.

Bu arada Kenan’ın kardeşi Nurdan evlenmiş ve eşini de Hollanda’ya getirmişti. Kenan hem kardeşinin ev işlerine yardım ederken diğer yandan da eniştesine yardımcı olmaya çalışıyor çevreyi tanıtıyor ve onun bürokratik işlemlerinde tercümanlık yapıyordu.

Aradan yaklaşık üç yıl kadar zaman geçti. Kenan bu arada bol bol ürün aldı ve bunları satarak büyük paralar kazandı. Bu kez parasına sahip çıkmıştı. İlk iş olarak askerlik bedelini ödemişti. Üç yılın sonunda elinde çok büyük miktarda para vardı. Hatta istese ev bile satın alabilirdi ama bu kadar parayı nasıl kazandığını ne devlete ne de babasına izah edemezdi.

Artık yakalanmadan bu ot işine son vermenin zamanı geldi diye düşündü. Son bir kez daha dikti, ürünü sattı. Daha sonra bir daha yapmamak için yatak odalarındaki tesisatı söktü tavan arasına kaldırdı. Fakat tavan arasındaki tesisata dokunmadı.

Yine yaz gelmişti, babası Mustafa efendi izine memlekete gideceklerini söyleyerek Kenan’ın da onlarla gelmesini istedi. Kenan da sıkılmıştı. Bir değişiklik olur anlayışıyla kabul etti. Kenan babasıgille Türkiye’ye tatile gitti. Tatilde Kenan Rumeyza’yı gördü. Âşık oldu ve annesine onunla evlenmek istediğini söyledi. Annesi durumu babaya iletti. Baba gerekli araştırmalardan sonra oğlunu karşısına alıp konuştu.

-Bak oğlum tamam evlenme çağın geldi de geçiyor. Evlendirelim ama Hollanda’da olanları unuttum sanma. Evlendikten sonra elin kızını oraya götürüp de rezil rüsva edeceksen hiç evlenme daha iyi. Ne elin kızının başını yak, ne de bir olan sorunumuzu ikiye üçe belki de dörde çıkart. Ailene babalık yapabileceksen evlen yoksa evlenme daha iyi. Bana kalsa sen evliliğin sorumluluğunu üstlenecek düzeyde değilsin daha. Yani bir süre daha bekle derim.

- Baba eninde sonunda evlenmeyecek miyim? Rumeyza temiz bir kız, gönlüm de kaydı. Gerisini sen bilirsin. Ha masraftan korkuyorsan biraz birikmişim var. Kendi düğünümü yaparım ben.

- Nasıl biraz birikmişimiş o. Hem birazcık hem de düğününü yapacak kadar? Senin birazcığın farklı galiba. Ya da sen birazcıkla düğün için gerekli paranın arasındaki farkı bilmiyorsun.

Kenan ayağa kalkıp odasına kadar gidip geldi. Babasına bir tomar para uzattı. Kenan biriktirdiği paranın dörtte birini veriyordu babasına. Paranın dörtte üçünü kendisine ayırmıştı ama babasına o paradan bahsetmedi.

- Baba benim birazcığım işte bu. Düğün için yeterli olsa gerek diye düşünüyorum.

Şaşkınlık içinde paraya bakan Mustafa Efendi,

- Oğlum nerden buldun bu kadar parayı? Kumar parası filan değil, değil mi?

- Yok baba, bunlar kumardan kurtarabildiklerim. Bunca yıl çalıştım. Onları har vurup harman savurmadım. Kara günler için lazım olur diye saklıyordum.

- Oğlum senin ölçülerin bayağı bir farklıymış. Peki, madem istiyorsun gidip isteyelim.

Görücü işini, söz kahvesini, nişanı, nikâhı ve düğünü altı hafta içerisinde halletmişlerdi. Şimdi Hollanda’ya döndüklerinde vize işlemlerine başlayacaklardı.

Kenan Hollanda’ya döndüğünde büyük bir sürprizle karşılaştı. Altan, Kenan’ın ot dikip Türkiye’ye gittiğini düşünmüş Kenangilin gidişinin beşinci haftasında mahsul alırım umuduyla Kenan’ın evine girmeye çalışırken Kenan’ın komşusu tarafından görülmüştü. Daha arka bahçeye bakan mutfağın kapısının kırdığı camından içeri giremeden kaçmak zorunda kalmıştı.

Gelen polis evden bir şeyin çalınıp çalınmadığını kontrol amacıyla eve girince tavan arasındaki kurulu tesisatı ve malzemeleri bulmuştu..

Kenan Hollanda’ya döndüğünde komşularından olan biteni öğrenmişti. Polis hemen en kısa zamanda onu karakola bekliyordu. Çaresiz gitti. Ona, o malzemeleri ne zaman aldığını ne zamandan beri yaptığını filan sordular. Kenan malzemelerin ikinci el olduğunu ve tesisatı yeni çektiğini şayet babasının zoruyla izine gitmemiş olsaydı ilk üretimini yapacağını ama buna fırsat bulamadan polis tarafından bulunduğunu söyledi.

Polis her ne kadar inanmamış olsa da elinde kesin kanıt olmadığı için ceza veremeyeceklerini fakat malzemelere el koyacaklarını, elektrik sayacının mührünün kırılmış olmasından dolayı durumu elektrik kurumuna ve evin de ev bürosuna ait olması dolayısıyla da ev bürosuna da haber vereceklerini buralarda yaşayacağı sorunlara hazırlıklı olması gerektiğini belirtti.

Ev bürosu durumu öğrenmiş ve evi hemen boşaltması için ihbarname göndermişti bile.

Elektrik bürosu ise tesisatın ne zaman çekildiğini bilmediklerinden dolayı üç bin Euro ceza keseceğini belirtmişti. Cezaya itiraz etmeden hemen ödemiş ama evden atılmaya engel olamamıştı.

Çaresiz eşyalarını baba evine taşıdı ve adresini de yine babasının evine aldı. Uzun bir süre boyunca aynı ev bürosundan ev kiralayamayacağını biliyordu artık. Hemen diğer ev bürolarına yazıldı.

Bütün bunlar olup biterken babasının yine hiç bir şeyden haberi olmamıştı. Evin anahtarlarını da ev bürosuna teslim ettikten sonra yorgun argın baba evine geldi.

Babası onu evinde görünce yine kalmaya geldiğini sanmıştı. Bir şey de konuşmadı zaten. Kenan babasının yanında fazla kalmadan odasına çıktı. Baba hanımına seslendi.

-Yine nesi var bu oğlanın. Yüzünden düşen bin parça.

-Ben nereden bileyim bey. Bana bir şey anlattığı mı var.

-Neyse yakında kokusu çıkar. Anlarız nasılsa.

Kenan odasına çıktığında yatağa uzandı. Kısa sürede o kadar güzel şeyler yaşamıştı ki başına gelen bunca kötü olaylara aldırmıyordu bile. Gözünün önüne Rumeyza geldi. Kalbi bir kuş gibi pır pır ettiğini, kalbinin göğsünden fırlayacakmışçasına attığını hissediyordu.

Rumeyza’nın o kocaman iri gözlerini düşündü. O bir çift göze bir ömür boyu hayran hayran bakıp o gözlerde boğulmayı istiyordu. Rumeyza ile evlendi evleneli dünyayı tozpembe görüyor kendisini bulutların üzerinde uçuyor hissediyordu.

Kenan’a her şey bir başka güzel bir başka hoş görünüyordu. Ne zaman Rumeyza’yı düşünse kendini sarhoş gibi hissediyordu. Rumeyza’nın teninin kokusu Kenan’ın ayaklarını yerden kesiyor bulutların üzerinde uçuruyordu. Midesine kramp giriyor, dudakları kuruyor aklı karışıyor sözcükler dilinde yerlerini karıştırıyordu. Nereye baksa sanki halüsinasyon görüyordu. Her yerde Rumeyza vardı. Duyduğu her ses sanki Rumeyza’nın sesiydi.

Türkiye’den döndü döneli Kenan sudan çıkmış balık şaşkınlığındaydı. Gözünün önünde Rumeyza ile yaşadığı o kısa anlar canlanıyordu. Sanki bir şey gelip tam göğsüne saplanıyordu. Bu anlarda nefes almakta zorlanıyor yutkunamaz bir hale geliyordu. Geldi geleli içi buruk ama anlaşılmaz bir halde gözleri hep buğuluydu. Bu halde birisine yakalanmak korkusuyla insanlardan kaçıyordu. Hiç âdeti olmadığı halde bir kâğıt kalem bulup bir şeyler karalamaya başladı.

Hoş geldin

Hoş geldin canımın içi, gözümün nuru
Susuzluktan çöl olmuş gönül haneme hoş geldin
Bereketinle geldin yuvama
Hoş geldin gören gözüm, duyan kulağım
Hoş geldin nefesim
Hoş geldin hayatımın anlamı, hayatı sebebim
Hoş geldin doğan güneşim, geceme doğan mehtabım
Hoş geldin yaşama sevincim
Hoş geldin bereket timsali Nisan yağmurum
Gözlerin Temmuz güneşi gibi
Yakıyor hem ruhumu hem ahiretimi
Hoş geldin tüm çiçekleri özünde toplayan gülüm
Hoş geldin ruhuma giydiğim sevgim
Hoş geldin geçmişim geleceğim
Hoş geldin doğum günüm, bayramım
Hoş geldin üzüntüm, umudum, sevincim
Hoş geldin sütümdeki kaymağım
Hoş geldin çayımdaki demim, sigaramdaki nikotinim
Hoş geldin hayatım merhaba varlığım
Hoş geldin dünyam, yıldızım uzayım
Hoş geldin rüzgârım, yağmurum, gökkuşağım
Hoş geldin ezberimdeki şiirim, dilimdeki nakaratım
Hoş geldin özümdeki varlığım
Hoş geldin hayatımı zorlaştıranım, kolaylaştıranım
Basitleştirenim imkânsızlaştıranım
Hastalığım, çığlığım
Arının milyarlarca çiçekte aradığı bal özüm
Kelimelerdeki letafetim
Hal ve tavırlardaki nezaketim
Ârım, namusum şanım şerefim, onurum
Yokluğun yüreğime zulüm
Sensiz her anım sürgün
Senden ayrı kaldığım her gün ölüyüm
Sana sığındım, kana kana sevgi içmek istiyorum
Asırların hasreti var ruhumda
Dizlerinde uyuyarak dindirmek istiyorum
Merhaba özüm, hoş geldin...

Yazmayı bıraktığında kendi yazdıklarına kendisi de inanamıyordu. Bunları ben mi yazdım dedi kendi kendine. Madem başladım bir de mektup yazayım bari diye düşündü. Kalemi tekrar eline alarak yazmaya başladı.

Merhaba Rumeyza

Beni hiç tanımadığım iklimlere çektin. Daha önce hiç tatmadığım ve tanımadığım duyguları yaşattın. Senden önce bomboş olan dünyamı varlığınla doldurdun. Bomboş geçen hayatıma bir anlam katıp mana kazandırdın.

Bu satırları sana ben mi yoksa içimde sayende doğan çocuk mu yazıyor bilmiyorum. Çünkü senden önce hesap yapmak haricinde elime kalem almış değildim. Bugünse içimde, heyecanlı mı heyecanlı coşkulu kabına sığmayan bir çocuk var. Yüreğimde anlamsız bir heyecan dinmek bilmeyen ve her gün biraz daha şiddetlenen bir özlem var. Senden önce özlemenin bu kadar güzel olduğunu da bilmiyordum.

Şarkıları türküleri eğlenmek amacıyla dinlerdim. Seninle anladım ki her türkü yaşanmış bir gerçeğin meyvesi. Seninle birlikte türkülere saygı duymasını öğrendim.

Ben hayal kurmasını da bilmezdim. Maddiyata teslim olmuş ruhum sayende sevgi denen asalet karşısında beyaz bayrağı çekmenin huzurunu yaşıyor. Sayende sevmenin güzelliği ile tanıştım. Sevmenin insana neler kattığını bizzat yaşayarak öğreniyorum.

Duvarların ancak senin resimlerinle daha güzelleştiğini görüyorum. Kalbime doldurduğum sevginle dünyaya daha farklı bakabiliyorum. Yarınlara giden yoluma meşale oldun. Yolumu aydınlatıyor ruhuma güzellik katıyor bana güç veriyorsun.

Bu gece duygularım firari. İçim kıpır kıpır. Ruhum bulutların üzerinde ruhunla dans ediyor. Aşkınla sarhoşum yokluğunla bedbaht ama kavuşma umuduyla hayat doluyum. Gecemi gündüze bağlayan her geceye minnet doluyum. Gece uykularımda gündüz hülyalarımdasın. İşte sana böylesine hasret doluyum.

Anlamsız geçerken ömrüm, kalbimi delen bakışların gönül bahçemde ihtilal yaptı. Ne hasreti bilirdim senden önce ne feryadı. Taşlaşmış kalbimi pamuğa döndürdün. Şimdi her gün hasretinle yanıyorum.

Şimdiye kadar kimse bana aşkında bir matematiği olduğunu söylememişti. Sayende aşkın matematiğini de öğrendim. Ey sevdiceğim, hayatı sebebim. Beni kendinle toplayabilirsin. Bir artı bir eşittir bir yani iki beden tek ruh. Beni kendinle çarpabilirsin. Bir çarpı bir eşittir sen ne kadar istersen. Yani sevgimizi, aşkımızın meyveleri çocuklarımızla çoğaltabiliriz. Beni kendinle bölme, iki bölü bir eşittir biz. Çünkü bölünen her parçamda sen olacaksın, bil. Beni senden çıkartmaya sakın kalkma, iki eksi bir eşittir sıfır. Yani ben sensiz bir hiçim...

Sevmeyi sevdim gözlerinde. Ben olmayı istedim dudaklarından çıkan her kelimede. Hasretin olmayı istedim her gece. Ruhunda fırtınalar koparmayı isterdim ömrünce. Gülüm, ben sende seni sevmeyi sevdim...

Yüreğim dantel işlemekte. Umutlarımı hayallerimi işliyor ilmek ilmek sevdaya dair motifler üzerine. Yüreğim coşuyor, sevdan nur oluyor aydınlatıyor ruhumu. Yaşama sebebim oluyorsun. Bir ressam olup seni çizmek istiyorum tualin sınırlı yüzeyine. Senin eşsiz güzelliğini tuale aktarmanın imkânsızlığı ve renklerin seni ifade etmekte yetersiz kalacağını anlıyor vazgeçiyorum. Bütün ukalalığımla şiir yazıp dile getiremediğim duygularımı açığa vermek sana sesimi duyurmak istiyorum ve haykırıyorum, seni seviyorum...

Sevmenin aslında hasret okyanusuna dalmak olduğunu anladım. Manasız, karanlık ömrümün güneşi oldu gözlerin. Yüreğimde duygular, dilimde kelimeler hapis. Yüreğimde mevsimler sana göre ayarlanmış. Öylesine ateşlerde ki yüreğim dinlemiyor beni. Bir sarhoş cesareti ve bütün çaresizliğiyle haykırıyor yüreğim, seni seviyorum...

Satırlarıma hüzünle son verirken ömrümü ve gönlümü sana açmanın mutluluğunu yaşıyorum. Özlemlerimizin bir an önce bitmesi duasıyla sevgimle kal.

Eşin Kenan

Kenan yazdığı mektubu şiirle birlikte bir zarfın içerisine koydu. Sonra zarfın kapağını diliyle yalayarak yapıştırdı. Kenan ne yazdığı mektuba ne de şiire inanabiliyordu. Demek ki aşk bambaşka bir şeymiş. Sen nelere kadirsin ey aşk deyip yatağa uzandı. Pembe düşler içerisinde sabahı etti.

Uyandığında henüz erkendi. Hemen yabancılar bürosuna gidip evlendiğini beyan edip gerekli evrakları teslim ederek aile birleşimi için işlemleri tamamladı. Bundan sonra yapılacak hiçbir şey yoktu. Rumeyza’ya aile birleşimi için gerekli vize müracaatını yapmıştı. Beklemekten başka yapabileceği iş yoktu.

Aradan bir ay geçmişti ki yabancılar polisinden aile birleşimi müracaatının işsiz ve gerekli miktarda geliri olmadığı için iptal edildiğine dair mektup aldı. Morali bozulmuştu. Hemen bir işe girmesi gerekiyordu hem de kadrolu ya da en az bir yıl kontratlı bir iş.

Halen hatırı sayılır miktarda parası vardı. Döner dükkânı olan bir arkadaşının yanına gidip kendisini kontratlı olarak yanında gösterip gösteremeyeceğini sordu. Arkadaşı, Kenan’a malum nedenler dolayısıyla güvenip güvenemeyeceğini kestiremiyordu.

Kenan kısaca ona durumunu anlattı. Onu kesinlikle hiçbir zarara uğratmayacağını hatta bir yıl için kendisine ödenmesi gereken maaşı bir seferde eline sayacağını söyleyince arkadaşı ikna oldu. Kenan arkadaşına yirmi beş bin avroyu peşin olarak ödedi. Arkadaşı ona her ay asgari ücretten biraz fazla şekilde maaş olarak ödeyecekti. Bu sayede arkadaşı da kendisi için ödediği masrafları vergiden düşeceği için bir kazanç sağlayacaktı.

İlk maaş kağıdını ve iş kontratını da evraklar içerisine koyan Kenan bir ay sonra aile birleşimi için müracaat etmek üzere yine yabancılar polisindeydi. Bu kez işleri rast gitmiş ve eşine gerekli vize verilmişti. Kenan bir yıl kendi parasıyla kendi maaşını ödeyecekti ama bu arada bir iş arayışına da girmişti.

Kenan’ın devamlı baba evinde kalması babasının dikkatini çekmişti.

-Oğlum madem kendi evin var neden kendi evinde kalmıyorsun diye sordu bir gün Kenan’a.

Kenan yine yalana başvurmak zorunda kaldı.

-Baba, ben evi izin öncesinde ev bürosuna geri teslim ettim. İçindeki eşyaları da satmıştım. Düğünde kullandığımız paranın bir kısmı onun parasıydı.

-Yani bundan sonra burada kalacaksın öyle mi. Haydi hayırlısı bakalım. Ne yaptın vize işlemlerini, tamamladın mı?

-Evet, bitti baba. Yakında vize için başkonsolosluktan mektubu alırlar herhalde.

-Bak oğlum evlenmeden önce bir şeyler yaşadın. Biz bunları gençliğine verip unutuyoruz. Ama bundan sonra bu tür şeyler tekrarlanmasın. Bak dün birdin yarın iki Allah da nasip ederse öbür gün üç-dört olacaksın. Bundan sonraki hatalarında sırf sen değil eşin çoluğun çocuğun da toplumun gözünde kötü olacaklar. Zaten biz sayen de yeterince kötü olduk. Bizi düşünmedin ama bundan sonrasında eşini ve doğacak çocuklarını düşün ona göre hareket et.

Kenan babasının nasihatlarını sessizce dinledikten sonra sadece onaylar şekilde başını salladı. Babasının haklı olduğunu biliyordu. Geçmişi hatırlamak bile istemediği için sessiz kalmayı yeğlemişti.

Birkaç ay içerisinde Rumeyza vizeyi almış Hollanda’ya gelmişti. İlk zamanlar kutlama amaçlı birçok gelen giden olmuştu. Artık gelen giden de azalmaya başlamıştı. Arada bir Kenan'a ne zaman kendi evlerine taşınacaklarını soruyordu. Kenan’da her seferinde, “Hayatım ev bürosuna yazıldım. Ev çıkar çıkmaz kendi evimize taşınırız ama önce bir ev çıkması gerekiyor.” Rumeyza sabretmesi gerektiğini öğrenmişti. Zaten uysal bir kişiliği vardı. Kayın validesine ve kayın pederine elinden geldiğince saygılı davranıyor bu haliyle de onların sevgisini kazanıyordu.

Aradan birkaç ay geçti. Kenan’ın babasının evine yakın bir yerden ev çıkmıştı. Derhal kabul ettiler. Kenan elinde olan parasıyla evi çok güzel şekilde restore ettirip eşyalarını almıştı.

Baba evinden sadece elbiselerini alarak yeni evlerine geçtiler. Bu kez hayırlı uğurlu olsuna bir sürü gelen giden olmuştu. Ama Rumeyza mutluydu. Eşine elinden geldiğince iyi davranıyor onu kendi evinde huzurlu hissetmesi için elinden geleni yapıyordu.

Günler bir su gibi akıp gidiyordu. Rumeyza semt evinin açmış olduğu dil kursuna yazılmıştı. Derslerini titizlikle takip ediyor kısa sürede Hollandacayı öğrenmeye çalışıyordu. Öğretmenleri de Rumeyza’dan memnundu. Kısa sürede günlük alış verişini yapabilecek şekilde Hollandacasını ilerletmişti.

Kenan ise bir kahvede kaçak iş bulmuştu. Mecbur olmadıkça dönerciye gitmiyordu. Rumeyza’nın oturumunu alabilmek Kenan’a bir hayli tuzluya maal olmuştu. Ama mutluydu bu da her şeye değer diye düşünüyordu.

Kenan çalıştığı kahvede gece çalışıyordu. İnsanlar kahveye gece kumar oynamaya geliyorlar o da bu kumarcılara servis yapıyordu. Bol bahşiş aldığı için şikâyet etmiyordu. Ama Rumeyza geceleri yalnız kaldığından şikâyetçi olmaya başlamıştı.

Kenan da Rumeyza’ya, “Hayatım resmi olarak bir dönercide çalışıyor göründüğüm için başka bir işe bakamıyorum. Kontratımın süre bitimine doğru iyi bir iş bakacağım. Olmadı bir meslek kursuna gider bir meslek öğrenirim. Sen sadece sabırlı ol.”

Kenan’ın kontratının süresi dolmuştu. Artık resmi olarak bir iş aramaya başladı. Bir arkadaşı bizim fabrikada işçiye ihtiyaç var. Ama özel istihdam bürosundan alacaklar. Çalışmak istersen müracaat etmeni tavsiye ederim demişti. Kenan hemen müracaat etmiş işi kapmıştı.

Kenan’ın gençlik yıllarının tam tersi bir şekilde huzurlu ve mutlu bir hayatı vardı. Elindeki yirmi beş otuz bin avro kadar parası kalmıştı ve bundan kimsenin haberi yoktu. İşe başlayınca gidip sıfır bir araba aldı. Parayı nereden buldun diye soranlara kredi çektim dedi.

Babası da önce kredi ile araba almasına kızmıştı ama en azından eskisi gibi kumar oynamasından filan iyidir. Hem bizim de işimize yarar diye oğluna bir şey dememişti. Kenan otdan kazandığı son parayı da arabaya yatırmıştı. İyi mi yapmıştı kötü mü yapmıştı kendisi de bilmiyordu.

Bir gün işten geldiğinde evini ve eşini farklı bulmuştu. Evde alışılmışın dışında bir süs vardı. Evde mumlar yakılmıştı. Kendi kendine, “Acaba farkında olmadan ben bir şey mi kaçırdım diye düşünmeye başladı. Evlilik yıldönümleri değildi. Ne kendisinin ne de eşinin yaş günü de değildi. Peki, bu hazırlık ne için diye düşünmeye başlamıştı. Sonra dayanamayıp sordu,

-Hayatım ben farkında olmadan bir şey mi kaçırdım. Ne senin ne benim yaş günüm. Evlilik yıldönümümüz de değil. Ben neyi kaçırıyorum Allah aşkına söyler misin?

-Bir şey kaçırdığın yok aşkım tam tersine birlikte yakalıyoruz.

-Neyi yakalıyoruz?

-Mutluluğu bir tanem mutluluğu.

-Ben o mutluluğu seninle evlenerek çoktan yakaladım. Bunun için sana müteşekkirim hayatım. İyi ki varsın ve iyi ki hayatımdasın. Seni çok seviyorum ve ömrümün sonuna kadar da seveceğim.

-Ben de seni seviyorum aşkım. Sana söz sen beni sevmekten vazgeçmedikçe seni her şartta sevmeye devam edeceğim. Ama beni aldatmaya kalkarsan benden vazgeçtiğini hissedersem bir saniye yanında durmam bunu da bilmiş ol.

-Seni aldatmak mı? Senden vazgeçmek mi? Allah yazdıysa bozsun. Seninle öyle mutluyum ki. Senden önce ben ne kadar karanlık bir dünyada yaşıyormuşum şimdi daha iyi anlıyorum.

Rumeyza salonun lambasını söndürdü. Daha sonra müzik setini açtı. Kenan eşinin hareketlerini gözünü kırpmadan takip ediyordu. Müzik setinde slov bir parça çalıyordu. Hemen gidip eşinin belinden kavrayıp dans etmeye başladılar. Dans ederlerken Kenan eşinin gözlerinin içine bakarak,

Gökyüzünde mehtap
Yeryüzünde sen
Hanginiz hanginizi kıskandırıyor bilemem
Bülbüller sana âşık olmuş şakıyor
Güller seni kıskanmış dalında soluyor
Gökyüzünde mehtap değil gözlerin parlıyor
Bülbülleri kıskandıran o berrak sesin
Bana unutamayacağım şu cümleyi fısıldıyor
Seni seviyorum...

Seni düşünmek seni yaşamakmış diyor kendimi kandırıyorum.
Sesin kulaklarıma dolmadan
Ellerin ellerimi tutmadan
Gözlerinde kaybolmadan
Dudaklarından aşk şarabını tatmadan seni yaşamanın yalan olduğunu anlıyorum…

O kadar zaman olmuş ki sevdiğim biriyle yağmur damlaları altında ıslanmayalı. Sevgi yağmurlarını özledim. İyi ki hayatımdasın ey sevdiğim…

Duyduğu güzel cümlelerden Rumeyza adeta büyülenmişti. Bu mutluluğun gerçek olamayacak kadar güzel olduğunu düşünmeye başlamıştı. Kenan’ın gözlerine öyle bir baktı ki Kenan adeta yüreğinin titrediğini hissetti. Kenan o gözlerde sanki sarhoş olmuştu. Titreyen sesiyle, “Sahi seviyor musun beni Rumeyza?”

Rumeyza,

-Sevdiğimi biliyorsun. Hem ben sana senin tahmin edemeyeceğin kadar mecburum. Hem mecbur olan bir ben değilim. Bir başkası da sana mecbur.

-O da nereden çıktı. Kimmiş bana mecbur olan bir başkası.

-Merak mı ettin? Tamam, o halde seni daha fazla merakta bırakmayım. Açıklayacağım ama önce gözlerini kapayacaksın.

Kenan gözlerini kapatırken Rumeyza Kenan’ın kollarından sıyrılıp mutfağa gitti. Hazırlamış olduğu pastanın üzerine bir bebek figürü yerleştirmişti. Pastanın üzerindeki mumları yakıp salona doğru yürürken eşine seslendi,

-Sakın gözlerini açayım deme, sürprizimi bozarsan bu geceyi ağzından burnundan getiririm ve geceyi de salondaki kanepede geçirirsin ona göre.

-Ooooo bu kadar tehdidin üzerine istesem de açamam. Haydi, gel artık çok merak ettim dayanamayacağım.

Rumeyza pastayı getirip yemek masasının üstüne koydu. Eşinin elinden tutup masanın yanına getirdi.

-Artık gözlerini açabilirsin.

Kenan gözlerini açtığında şaşkındı. Pasta ve üzerindeki minik bebek heykeli beyninde bir şeyler çağrıştırıyordu ama anladığının doğru olup olmadığını Rumeyza’nın teyit etmesi lazımdı.

-Ne, ne yani şey mi? Doğru mu anlıyorum?

Diye kekeledi.

-Doğru anlıyorsun hayatım. Yakında baba olacaksın. Ben gibi çocuğumuzla sana mecburuz.

Kenan kendisini bir tuhaf hissediyordu. Heyecanlı ve içi kıpır kıpırdı. Hemen Rumeyza’ya sıkıca sarıldı. Ne kadar sıktığının farkında bile değildi. Rumeyza’nın ikazıyla kendine geldi.

-Yavaş yavaş, daha doğmadan beni de çocuğunu da öldüreceksin.

-Özür dilerim hayatım. O kadar sevindim ki ne diyeceğimi ne yapacağımı bilmiyorum. Şu an dışarı çıkıp baba oluyorum diye bas bas bağırasım var. Beni o kadar mutlu ettin ki anlatamam. İyi varsın iyi ki hayatımdasın ve iyi benimsin. Seni bana veren Allah’ıma sonsuz şükürler olsun.

-İyi ki sen de varsın ve iyi bizim babamızsın. Kızım da ben de seni çok seviyoruz.

-Kız mı? Nereden biliyorsun kız olacağını?

-İçime öyle doğuyor, sanki kız olacak.

-Amaaan ne olursa olsun yeter ki sağlıklı olsun da.

-Haklısın hayatım, yeter ki sağlıklı olsun da kızmış oğlanmış fark etmez.

Sonra birlikte pastanın üzerindeki yanan mumları üfleyerek söndürdüler. Birbirlerine pasta yedirdiler. Ama Kenan çok heyecanlıydı. Yerinde duramıyordu. Hemen Türkiye’ye Rumeyza’nın anne-babasına telefon etti. Hal hatır sordu biraz konuştular. Sonra,

-Aslında ben size bir müjde vermek için aramıştım ama bu müjdeyi Rumeyza’nın vermesi daha doğru olur. Telefonu ona veriyorum.

Rumeyza annesine hamile olduğunu söyledi. Türkiye’de de bir bayram sevinci yaşanıyordu. Telefonu kapattıklarında Kenan, “Haydi annemlere gidip onlara da söyleyelim” dedi. Pastanın kalan yarısını alıp Kenan’ın anne ve babasıgile gittiler. Kenan’ın babası kapıyı açtığında Kenan koşarak babasına sarıldı. “Baba gözün aydın dede oluyorsun dedeeeee” dedi.

Kenan’ın sesini duyan Kenan’ın annesi Melahat Hanım kapıda belirdi. Onun da yüzünde gülücükler vardı. Evlerinde tarifsiz bir mutluluk kalplerinde tarifsiz bir heyecan başlamıştı. Baba’da anne de hem oğullarını hem gelinlerini öperek tebrik etmişlerdi.

Kenan işine dört elle sarılmıştı. O eski Kenan gitmiş yerine bambaşka bir Kenan gelmişti. Bu yeni Kenan’dan herkes memnundu en başta da Mustafa Efendi tabii…

Günler su gibi akıp geçiyordu. Melahat Hanım gelininin elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyi bırakın hiç bir iş yaptırmıyordu. Erkek evlattan olacak ilk torun olacağı için gelininin üzerine titriyordu. Kendi evinin işini yaptıktan sonra gelininin evine gidiyor gelinin evinin işlerini yapmaya kalkıyordu. Bundan rahatsız olan Rumeyza akşamdan bütün işlerini görüyor kayın validesine yapacak iş bırakmıyordu.

Mustafa Efendi her fırsatta gelinine canının bir şey isteyip istemediğini soruyordu. Markete ya da manava gittiğinde mevsimine göre meyvelerin en güzellerini elleriyle seçip gelinine getiriyordu.

Günler su gibi akıp geçiyordu. Rumeyza’nın karnı büyümüş gebeliği artık iyice belli olmuştu. Artık sonbahar gelmişti, ağaçlar yapraklarını döküyor tabiat ilkbahara için hazırlanmak için derin bir uykuya dalmak üzereydi. Ama Kenanların evindeyse adeta ilkbahar yaşanıyordu. Kenan’ın nur topu gibi bir kızları olmuştu. Bebeğe aile büyüklerinin de rızası alınarak Özlem ismi verilmişti.

Kenan’ın yeni hayatı bir rutin üzerine oturmuştu. Mutlu bir yuvası vardı. Anne-babası onları sıklıkla ziyaret ediyor torunlarıyla bol bol vakit geçiriyorlardı. Bir süre sonra Kenan hayatın monotonlaştığından şikâyet eder olmaya başlamıştı. Yani Kenan’a rahat batar olmuştu.

Bir gün arkadaşı Tarık ailesiyle oturmaya geldiler. Hanımlar kaynaşmış kendi aralarında sohbet ederken Kenan, “Haydi biraz dışarı çıkalım. Hem biz biraz açılmış oluruz hem de bayanlar rahat hareket ederler” dedi. Tarık ve Kenan yakın bir kafeye gidip bara oturdular. Tarık bir bira Kenan’da viski kola sipariş etti. İçeceklerini yudumlarlarken Tarık bilardo masasını görünce, “Var mısın bir maça” dedi. Kenan, “Olur ama ben o kadar iyi bilmiyorum, en azından senden biraz öğrenmiş olurum” dedi.

Tarık ve Kenan üç top bilardo oynamaya başladılar. Ama Kenan gerçekten bilardoyu Tarık kadar iyi bilmiyordu. Kısa sürede Tarık Kenan’a fark atmıştı. Bu arada Tarık iki bira Kenan’da iki viski kola daha içmişti. Tarık çakır keyif bir hale gelmişti. Geride kalmış olmanın da sıkıntısıyla Kenan,

-Abi ben bu işi beceremiyorum. İstersen sen kendi kendine antrenman yap. Ben şu otomatikte bir şans deneyeceğim.

-Kenancığım sıkıldınsa eve de dönebiliriz. Bence para mara atma şu otomatiğe. Paran cebinde kalsın.

-Nasıl istersen onu yaparız kardeşim. Sadece bir yirmi avro şans deneyeceğim. Verirse ne ala vermezse çeker gideriz.

-Peki, sen bilirsin.

Kenan otomatiğe bir yirmi avro attı. Otomatikte her dönüş en az yirmi centti. Bu miktarı bir, iki ve ya dört avro da yapabiliyordu. Otomatikte yer alan meyve figürleri dönüyor onların durdukları sıralamaya göre ya kazanıyor ya da kaybediyordu. Otomatiği bir avroya ayarladı. Sonra basmaya başladı. Bir kaç kez boş döndü. Sonar ufak bir miktar kazandı. 20 avroyla yaklaşık on-on beş dakika kadar oynadı. Otomatikte şansı iyi gitmemiş hepsini kaybetmişti. Göz ucuyla Tarık’a baktı. Tarık bilardoya dalmıştı. Ona fark ettirmeden bir 20 avro daha attı. Bir akaç el döndükten son otomatik 120 sayı vermişti. Kenan bir kaç el daha bir avrodan bastıktan sonra oynama miktarını iki avroya çıkardı. İki kez daha bastı. Bu sırada Tarık’ta bilardoyu bırakıp yanına gelmişti.

-Nasıl gidiyor, kazanıyor musun bari?

Kenan attığı ikinci 20 avroyu söylememişti, bilinsin de istemedi.

-Arada bir veriyor. Şunu iki iki oynayayım. Verirse verir vermezse gideriz. Kenan otomatiği iki avro oynamaya başladı. Bir kaç kez boş geçti. Daha sonra iki yüz puan verdi. Kenan bir kaç kez daha 2 avro bastı. Daha sonra otomatiği dört avroya çevirip dörder avro oynamaya başladı. Otomatik bir kaç oyunda sekiz yüz sayı vermişti. Kenan, “Kısa günün karı deyip” otomatikten kazandığı parayı döktürdü. Yüz altmış avro kazanmıştı ama bunun kırk avrosu kendi parasıydı. Kenan aldığı bozuk paraları kasaya tümletmeye götürdü. Bu arada da hesabı ödedi. Eve dönerlerken bir dönerciye uğrayıp herkese dürüm döner aldılar. Eve vardıklarında hanımlar televizyondaki diziye öylesine dalmışlardı ki geldiklerinden sanki haberleri olmadı ya da onlara ilgisiz davrandılar. Kenan,

-Hayatım gelirken döner dürüm aldık. Haydi, sende bize ayran yap hep beraber yiyelim.

-Tamam, canım, hemen hazırlarım ben şimdi. Ama dizinin en heyecanlı yerindeyiz. Birazdan reklama girecek, o zaman yapsam olur mu? Rumeyza’yı Tarık’ın eşi de destekledi. Ama demeye kalmadı diziye reklam arası verilmişti bile. Rumeyza ayranları hazırladı. Yemeklerini yediler sofra kalktı ama televizyondaki reklam hala devem ediyordu. Artık televizyonlarda film arası reklam değil reklam arası dizi oynatılıyordu. Dizi tekrar başladığında kimseden ses çıkmıyordu. Herkes hipnotize edilmiş gibi televizyon ekranlarına kilitlenmişti. Kimseden ses çıkmıyordu.

Bu durum aslında aile oturmalarının tipik şekli haline gelmişti. İnsanlar birbirlerinin ziyaretine gidiyorlardı ama hal hatır sorduktan sonar herkes televizyon ekranlarına kilitleniyordu. Hatta televizyon kanallarında oynayan dizilere göre misafirliğe gidilecek aileler seçiliyordu. Çünkü hangi aile hangi diziyi seyrediyor artık herkes az çok biliyor ve o gün seyredilecek diziye göre misafirliğe gidiliyordu.

Başka kanallarda oynayan diziler ise internet üzerinden daha sonra seyredile biliyordu. Bayanlar bu konuda şanslılardı. Çünkü onlar gündüz de seyredebiliyorlardı ama erkekler bu konuda biraz şanssızdı. Ya gece dizinin tekrarını seyrediyorlar ya da yine gece yarısı internet üzerindeki dizi sitelerinden kaçırdıkları dizileri seyrediyorlardı. Bu durum aile yapısının da yavaş yavaş çökmesine neden olmaya başlamıştı.

Aile ilişkileri artık sekteye uğramaya başlamış insanlar kendilerini bir yalnızlığa hapsetmeye başlamışlardı. Biraz abartılı olacak ama aynı ev içerisinde yaşayan eşler birbirlerini unutur hale gelmişlerdi.

Dizilerin yanı sıra internet üzerindeki sosyal paylaşım siteleri müthiş bir rağbet görmeye başlamıştı. Kendini eşine beğendirmek için uğraşan eşlerin yerini sosyal paylaşım sitelerinde daha fazla beğeni toplama peşinde koşan insanlar almıştı.

Bu sosyal paylaşım sitelerinde yazılıp, çizilenler söylenenler aslında herkesin bildiği ama yapamadığı şeylerdi. İnsanları yazılıp çizilenlere özendiren şey ise yazıp, çizip söylediklerini yaşamadıklarının farkında olmalarıydı. Güzel paylaşımları gerçek hayatta farkında olarak yaşayanlar başarıya ulaşırken farkına varmadan yaşayanlar hayat treninin arkasından bakıyorlardı...

İnsanlar yedikleri yemekleri giydikleri elbiseleri hatta bazen en mahrem resimlerini bu sosyal paylaşım sitelerinde paylaşır olmuşlardı. Normalde bir insanın evini gözetlemek ayıp sayılır hatta kavga nedeni olurdu ama insanlar sosyal paylaşım siteleriyle yirmi dört saat birbirlerini gözetler hale gelmişlerdi. Hatta bir televizyon kanalında başlayan yarışma formatında insanlar bir eve girerek bütün gün boyunca kameraların gözetimi altında yaşıyorlar ve bu televizyondan canlı yayınlanıyordu.

Gerek teknolojinin gerek internet ve gerekse televizyon kanallarının bu kadar gelişmesi toplumu geriletmeye başlamıştı. Teknoloji ve sosyal medya ne kadar gelişiyorsa toplum da kendi kültüründen kopmaya başlamıştı.

İnsanlarda artık ego had safhaya ulaşmıştı. Aslında insanlar yaşadıkları anın güzelliklerini kaçırır olmuşlardı. Oysa bugünü kaçıranların yarınlara hangi umutlar besleyeceği başka bir konuydu. İnsanların hayatı hep umuda umutlanmakla geçiyor olmuştu ama kimse bunun farkında değildi…

Aileler evleriyle eşyalarıyla otomobilleriyle bir birlerine nispet etmeye başlamışlardı. Artık insanların ne istedikleri değil de el alemin ne istediği ne dediği daha çok önemliydi. Filanca filan marka arabaya biniyordu kendilerinin ondan geri kalan ne yanları vardı. Neden onların da olmasındı gibi bahanelerle toplum çok hızlı bir şekilde tüketim toplumu haline getirilmeye başlanmıştı. İnsanlar en son çıkan telefon modellerinin sahibi olmayı sanki bir üstünlük olarak görmeye başlamışlardı.

İnsanların sahip oldukları ilim, genel kültür ya da karakter yapısı toplum içerisindeki yerini belirlemez olmuştu. İnsanların toplum içerisindeki yerini sahip oldukları maddi varlıkları belirliyordu.

Toplumda amaçlar ve araçlar yer değiştirmişti. Allah yeryüzündeki her şeyi insanların mutluluğu için bir araç olarak yaratmışken insanlar bunları amaç haline getirmişlerdi. Bir ev bir araba insanların hedefleri halini almışlardı.

Toplumun bu derece dejenerasyona uğraması artık korkutucu bir hal almıştı. Artık insanlar birbirlerine sevdikleri için değil sanki mecbur kaldıkları için katlanıyorlardı. Bir menfaati olmadan kimse kimsenin kapısını açmaz olmuştu.

Toplumda farkında olmadan sınıflar oluşmuştu. Artık Avrupa’daki Türk toplumunun da bir burjuva sınıfı vardı. İşveren Türkler bu kısmı oluşturuyordu. Para bunlarda olduğu için nereye gitseler özellikle de medya mensupları bunların peşindeydi. Çünkü verdikleri reklamlarla medya araçlarını sponse ediyorlardı. Bu kesimdeki insanlar toplum içerisindeki en yalnız insanlardı. Bu insanlar bir şeyi unutuyordu. Yalnızlığın tahtıydı zirve. Ve zirvede olan insanlar dertlerini sorunlarını bir başkasına ne söyleyebilir ne de kimseden yardım isteyebilirlerdi. Zirvedekiler kendi yalnızlığında beden mezarına gömülen insanlardı…

Daha sonra bir akademisyenler sınıfı oluşmuştu. Yüksekokul okuyan gençlerin oluşturduğu bir kesimdi. Bunlar arasında bekarlık son derece yaygındı. Çünkü kimseyi kendi seviyelerinde görmediklerinden dolayı ve gerekse kriterlerine uyacak insanların çok az olmasından dolayı evlenmeye korkuyorlardı. Bunlar da toplumun gelişmesine yardımcı olmak amacıyla bazı sivil toplum örgütleri oluştursalar da aslında kendi reklamlarının peşinde koşan ve kendilerini pazarlamaya çalışan insanlar olmuşlardı.

Daha sonra esnaf kesimi ve işçi kesimi sınıfları kendiliğinden oluşmuştu. Toplumdaki bu sınıf ayrımı sadece cami ve cenazelerde ortadan kalkıyor bireyler ancak buralarda birbirlerinin insan olduklarını hatırlıyorlardı. Büyüklerin anlattıkları bazı gerçek olaylar sanki başka yüzyılda yaşanmış bir olay ya da inanılması imkânsız bir hikâye gibi geliyordu yeni nesile.

Bu dejenerasyondan Kenan ve Rumeyza’da farkında olmadan nasiplerini almışlardı. Artık ikisi de farkında olmadan kendi yalnızlıklarında boğulmaya başlamışlardı.

Rumeyza her gün annesiyle görüntülü olarak konuşuyor hasret gideriyordu. İnternet üzerindeki chat imkânı olan radyolara takılıyor eşiyle konuşamadığı sorunlarını hislerini duygularını hiç tanımadığı insanlarla konuşuyordu. Bir defasında insanlara nasıl güvenip de konuştuğunu soran birisine, “Nasılsa gerçek hayatta karşılaşmayacağım. En azından bu şekilde içimdeki sıkıntılarımı atıyorum” demişti.

Kenan ise sosyal medya ve dizi sitelerinin müdavimi olmuştu. İşten gelince bazen dışarı çıkıyor biraz içtikten sonra otomatiğe takılıyordu. Farkında olmadan yavaş yavaş eski Kenan’a dönüşmeye başlamıştı.

Otomatik oynadıkça kaybetmeye de devam ediyordu. Kahvede geceleri kumar da oynanıyordu. Kenan da bazen kumara takılıyor bazen kazansa da genelde kaybediyordu. Bazı aylarda maddi sıkıntıya girdiği de oluyordu.

Bir gün Rumeyza Kenan’la konuşmaya karar verdi. Kenan yine geç saate eve girdi. Rumeyza beklemişti onu, onu beklerken kanepeye uzanmış uyuya kalmıştı. Kenan onu kanepede görünce usulca uyandırdı.

-Rumeyza haydi hayatım kalk yatağımıza gidelim.

Rumeyza uykulu gözlerini yumuk elleriyle ovuştururken,

-Hangi yatağımızdan bahsediyorsun Kenan? Yatağımız mı kaldı? Vakte bak neredeyse sabah oluyor. Bu saate kadar evli bir insanın dışarıda olması ne kadar doğru?

-İyi de evde olsam sanki senin yüzünü mü görüyorum. Kendi evinde kocası yüzünden seyredemediği diziyi kadın gelip benim evimde izliyor. Kendi evimde düpe düz yabancı gibi yaşıyorum. Evde kimse olmasa bile internete takılıyorsun. İnternete ayırdığın zamanın binde birini bana ayırmıyorsun. Evimde huzur arıyorum. Sen bana evde huzur vermezsen ben de huzuru dışarıda aramak zorunda kalıyorum.

-Bulabildin mi bari aradığın huzuru. Ben ne yapıyorum da sana huzur vermiyorum. Buraya ilk geldiğim günlerde senin geçmişini bana anlattıklarında inanmamıştım. Benim eşim melek gibi bir insan o kumarla uyuşturucuyla işi olmaz demiştim. Ama son aylarda sanırım sen eski günlerine dönüyorsun. Her gün gözünün önünde soluyorum. Bir gün de bir sıkıntın bir derdin var mı diye sordun mu?

-Ne soracağım Rumeyza, yediğin önünde yemediğin arkanda. Evinde bir eksiğin gediğin mi var? Aç mısın açıkta mısın? Sana elimden gelen her şeyi vermeye çalıştım. Senin mutluluğunla mutlu olmaya çalıştım. Ama ya sen? Her gün komşun Adviye Hanım evimin içinde. Benden çok onun yüzünü görüyorsun. Gündüz kadınlar bir aradasınız bari akşam olunca bana biraz zaman ayır. Ne mümkün hanım efendinin beyi başka diziye bakıyormuş da kendi dizisini seyretmeye her akşam bize geliyor. Ben mecbur muyum ona katlanmaya? Artık buna dur demenin zamanı geldi. Sen söylemezsen ben kovarım onu bu gidişle.

-Ya tamam, belki haklı olduğun taraf var ama tanrı misafirine de git diyemem ki. Elin kadını şuradan çıkıp geliyor, ne diyebilirim ki?

-Bu akşam müsait değiliz diyebilirsin mesela.

-İyi de bu sefer küser bir daha da gelmez. Benim burada kimim var? En azından onunla günümü geçiriyorum. Bir gün de beni dışarı çıkardığın mı var? Düpe düz gönüllü hapishane burası. Bunaldım artık, bunu birazcık olsun gör!

-Ooooo sende mazeret bol. Ben kendime vakit ayırabiliyor muyum da sana vakit ayırayım. Görmüyor musun evden çıkıp işe, işten eve geliyorum.

-Ya ne demezsin, sabahın bu saatinde işten mi geliyorsun kumardan mı? İnkâr gelme kumar oynadığını duydum. Hem eve icra geldi. Sağlık sigortası primleri ödenmemiş. İcradan kâğıt geldi. Beş gün içinde ödememizi istiyorlar. Yoksa faiz binecekmiş.

-Dert etme sen onu ben hallederim. Dalgınlığıma gelmiş, unuttum. Hem kumar oynadığımı nereden çıkardın?

-İsmini söyleyemeyeceğim biri seni kumar oynarken görmüş karısına söylemiş. Hatta esrar ve içki de çekiyormuşsun.

-Kim o şerefsiz? Bir de millete iftira atıyor. Sen onu bir söyle hele, kim onu söyleyen? Ben hesabını sormasını da bilirim.

-Bir o kalmıştı, milletle kavga etmediğin. Kenan mutlu bir evliliğimiz vardı? Ne oluyor bize? Biz neden bu durumdayız? Senin de hatan var benim de. Artık kendimize bir çeki düzen verelim.

-Tamam verelim, önce sen şu Adviye hanıma söyle de evimizin içine bu kadar girmesin. Bu tartışmayı daha fazla uzatmayalım. Yatıp uyumam lazım. Öğlen işe gidicem.

Kenan yavaş yavaş yukarı çıktı. Üzerini değişip yatağına uzandı. Beyni meşguldü, uyumakta zorlanıyordu. Zor da olsa uyudu. Rumeyza’nın onu dürtüklemesiyle uyandı. Giyindi elini yüzünü yıkayıp kahvaltısını yapıp işe gitti.

Akşam evine geldiğinde yine Adviye Hanım evdeydi. “Hoş geldiniz” deyip yemek masasına oturmadan önce televizyon kumandasını alıp bir tartışma programını açtı. Aslında hiç sevmezdi ama sırf Adviye Hanıma gıcıklık olsun diye yapmıştı. Adviye Hanım, “Kenan dizi seyrediyorduk. Bitmesine az kaldı, ondan sonra seyretsen” dedi. Kenan daha da içerlemişti. Ne yüzsüz kadın diye düşündü. “Kusura bakma Adviye abla bu tartışma programının tekrarı yok. Bunu kaçırmamak için eve erkenden geldim. Sen dizinin tekrarını nasılsa seyredersin ama bunu kaçırmak istemiyorum”. Adviye Hanım seyredemeyeceğini anlayınca müsaade isteyip kalktı.

Rumeyza,

-Ayıp ettin ama Kenan. Dizinin bitimine az bir şey kalmıştı. Ne olurdu sanki dizi bittikten sonra açsaydın programını?

-Yooo, ayıp filan etmedim hatta geç bile kaldım. Bundan sonra böyle evime erkenden gelirim istediğim kanalı izlerim. Hanım efendi rahatsız oluyorsa gelmesin.

Kenan bu akşamı takip eden diğer günlerde de aynı şeyleri yaptı. Adviye hanım artık istenmediğini anlamıştı. O da bu kez başka bir yol buldu. Akşam olunca Rumeyza’yı ve Özlemi alıp Rumeyza’nın kayınvalidesi Melahat hanımlara gidip orada dizi seyretmeye başladılar. Mustafa Efendi de rahatsız olmaya başlamıştı ama elinden bir şey gelmiyordu.

Bir süre sonra bu dizi seyretme işi sıraya girdi. Bir akşam Rumeyzalarda bir akşam Adviye hanımlarda bir akşam da Melahat hanımlarda seyretmeye başladılar. Kenan üç gün de bir de olsa sıra kendilerinde olduğu akşam yine istediği kanalı açıyor milletin isteğine kulak tıkıyordu.

Artık Kenan’ın annesi Melahat Hanım da katılıyordu onlara. Bir kaç kez Kenan’a bir şey diyecek oldu. Kenan, “Kahveye mi gideyim anne? Gidip içip içip kumar mı oynayayım? Kendi evimde de mi rahat edemeyeceğim?” deyince çaresiz o da susmuştu. Susmasına susmuştu ama bu kez de evde tek başına kalmaya başlamıştı. Akşam oldu mu Rumeyza ya kayınvalidesine ya da komşu Adviye hanımlara gidiyor gece on ikiye doğru eve geliyordu.

Kenan bir Cuma akşamı işten geldiğinde annesini ve Adviye hanımı yine evinde buldu. Rumeyza yemeğini masaya hazırlamıştı bile. Kanalı değiştirecek oldu hemen annesi araya girdi. “Ölümü öp eğer değiştirirsen. Evde baban seyrettirmiyor burada sen. Ben nasıl seyredeceğim” deyince Kenan çaresiz katlanmak zorunda kaldı. Yemeğini yedi koltuğa oturdu. Rumeyza çay getirdi. Çayını yudumlarken bu defa da gerek Adviye Hanım olsun gerekse annesi olsun dizi hakkında yorum yapmaya başladılar. Dizinin senaryosunu sanki kendileri yapmış gibi resmen dizi oyuncularına nasihat etmeye kalkıyorlardı. Kenan, “Anne onlar sizi duymaz. Senarist nasıl yazdıysa öyle oynuyorlar. Boşuna konuşuyorsunuz. Susun da diziyi izleyelim” dese de bayanları susturamadı. Baktı olmayacak, ”Ben çıkıyorum deyip” kahveye gitti.

Kahvede yine oyun vardı. Önce bir viski kola söyledi. Sonra otomatiğin arkasına geçip önce bir on avro attı. O bitince yirmi avro daha attı. Cebinde parası bitmişti. Kahveciye ben geliyorum otomatikte kimse oynamasın deyip en yakın para çekme otomatiğine gidip iki yüz elli avro çekti. Maaşı yeni gelmişti. Kahveye döndü otomatiğe elli avro daha attı. Yarım saat sürmemişti ki elli avro da bitmişti. O sırada kumar masasından Kenan’a seslendiler. “Kenan oynamak istersen masada yer açıldı. Coşkun oyunu bırakıyor istersen onun yerine oturabilirsin.” Kenan, “olur” dedi.

Masada Teksas Poker adını verdikleri oyun oynanıyordu. Herkese kapalı iki kart dağıtılıyor sonra yere önce üç kart açılıyor oyuna girenler masaya para sürüyor ya da elindeki karta göre oyuna girmiyorlardı. Daha sonar yere iki kart daha açılıyor oyuna girenler ellerindeki kartlarına göre ya para sürüyor ya da “Bop” diyerek para artırmadan masadaki paraya oynayacaklarını beyan ediyorlardı. Genelde blöf yapan çok oluyordu. Oyundaki para miktarı az olursa genelde görüyorlardı. Ama miktar yüksek olunca herkesi bir düşünce alıyordu. Oyundaki parayı artıranlar genelde oyuncuları kaçırmak için yüksek miktarda para sürüyorlardı. Bazen yakalanınca da büyük kayıpları oluyordu.

Kenan sabaha kadar poker oynadı. Şansı yerindeydi bütün gece boyunca kazanmıştı. Sabaha doğru kalkmak istedi. Oyundakiler itiraz ettiler. “Kazanıp kaçmak yok. En az bir saat daha oynayacaksın. Bir saat sonra istediğin yere git” Kenan çaresiz kabul etti. Kenan kartlarına bakıp oyundan uzak durmaya çalışıyordu. Verilen sürenin bitmesine on dakika kalmıştı. Kenan kendisine verilen kâğıtlara baktı, Maça Papazı ve Maça onlu vardı. Sırası gelen masaya on avro atıp oyuna katılıyordu. Oyun açılışı on avro idi. Oyuna masadaki beş kişi de girmişti. Yere üç kart açıldı. Maça ası ve maça sekizli ile sinek as vardı yerde. İlk konuşan yirmi avro daha dedi. Ondan sonraki “Ben yokum” deyip kartlarını attı. Bir sonraki varım deyip yirmi avro attı masaya. Kenan kararsız kalmıştı. Yerde iki maça vardı. Elinde de iki maça vardı. Yere daha iki kart açılacaktı. Bunlardan birisi maça gelirse masadaki parayı kazanabilirdi. Kenan bu yirmi artı otuz daha dedi. Kendinden sonraki masaya elli avro atarak oyuna girdi. Sonra sırasıyla sordular. Oyuna üç kişi girmişti. Paralar masaya koyulduktan sonra masaya iki kart daha açıldı. Yere karo as ve maça yedili açılmıştı. Kenan rengi yakalamıştı. Heyecanını belli etmemeye çalıştı. Kendinden önceki “Bop” dedi. Kenan, “Yüz daha” dedi ve masaya yüz avro attı. Kenan’dan sonraki var dedi masaya yüz avro daha attı. Sıra yine “Bop” diyene gelmişti. O oyuncu, “Yüzünüzü gördüm artı resttim” deyip önündeki tüm parayı saymaya başladı. Para sayması bittiğinde “Yani sekiz yüz elli daha” dedi. Kenan heyecanlanmıştı, “Rölans deyip düşünmeye başladı. Kendisinde renk vardı. Rakiplerinin ellerini düşünmeye çalıştı. Ama öyle bir kâğıt dağıtılmıştı ki ortadaki kâğıtlar her çeşit versiyona müsaitti. Kenan önünden sekiz yüz elli avro saydı masaya attı. “Bu senin sekiz yüz ellin artı benim kendi restim. Kenan önündeki parayı saydı. “Beş yüz seksen daha” dedi. Kenan’dan sonraki oyuncu varım deyip önce sekiz yüz elliyi masaya beş yüz sekseni de ayrı koydu. Diğer rakibin tüm parası sekiz yüz elli olduğu için üçü de sekiz yüz elliyi girmiş Kenan ve diğer oyuncu beş yüz seksen avroları yani toplam bin yüz altmış avroyu ayırmışlardı. Kenan ve beş yüz sekseni gören oyuncu dört bin altmış için oynarken diğer oyuncu iki bin dokuz yüze oynayacaklardı. Oyunu ilk restini süren kazanırsa iki bin dokuz yüz alacak kalan bin yüz altmışı da Kenan ve diğer oyuncudan hangisinin kartı iyiyse o kazanacaktı.

Paralar sayıldı sonra bin yüz altmış ayrı konuldu. Herkes aynı anda açsın denildi. Kartlar masaya açıldı. Kenan’ın sanki heyecandan kalbi duracaktı. Kenan’dan sonraki oyuncuda iki papaz vardı. Yerde de iki as olduğu için asdoper yakalamıştı. Kenan’ın yüzü güldü. Kenan’ın elinde renk vardı ve renk doperi geçerdi. Bir sonrakinin elinde de renk vardı ama kart sıralamasına bakıldığında Kenan’ın elindeki papaz rakibini geçtiği için oyunu Kenan kazanmıştı. Kenan masadaki parayı kazanmıştı.

Masadaki parayı önüne çekerek hem saydı hem kâğıt paraların büyüklüklerine göre sıraya dizdi. Sonra masaya bahşiş olarak elli avro bıraktı. “Bugünlük müsaadenizi rica ediyorum beyler. Verdiğiniz süre zaten dolmak üzere. Ben gidecektim siz tuttunuz sayenizde dünya kadar para kazandım. Teşekkür ederim. Rövanşını bir başka akşam yaparız. Herkese hayırlı sabahlar”. Restini verenlerden biri Kenan’ın yanına gelerek bin avro borç vermesini istedi. Parası bittiği için oynayamayacaktı. Kenan, “Abi biliyorum çok kaybettin ama benim de bir ödemem var. Sana bin değil de beş yüz vereyim. Paran olunca ödersin tamam mı?” Adam çaresiz razı olmuştu.

Adama beş yüz veren Kenan doğruca evine gitti. Rumeyza yine koltukta uyuyakalmıştı. Olabildiğince korkutmadan Rumeyza’yı uyandırdı,

-Haydi, kalk yatağımıza gidelim.

-Saat kaç?

-Saat sabahın altısı

-Saat sabahın altısı ve sen daha yeni mi geliyorsun evine? El insaf be adam el insaf.

Kenan yeni bir kavganın eşiğinde olduğunu anlamıştı. Sessiz kalmayı yeğledi.

-Yine kumar oynadın değil mi? hem kendine hem bana hem kızımıza yazık ediyorsun Kenan. Haram paradan kimin yüzü gülmüş söyler misin? Bak icradan kâğıt geldi sen hala kumar oynuyorsun. Bir daha yaparsan babama söylerim.

Baba lafını duyan Kenan biraz irkildi. Babasından çekiniyordu.

-Hayatım kumar oynamadım. Oynayanları seyrettim. Hem maaşım da gelmiş. Sen şimdi şu icradan gelen mektubu ver ben yarın hallederim. İlk işim internet bankacılığı yoluyla ödemek olacak. Hatta getir şimdi ödeyeyim. Rumeyza mektubu getirdi. Kenan cebinden akıllı telefonunu çıkartıp sağlık sigortası primini yatırdı. Sonra cebinden iki yüz avro çıkartıp Rumeyza’ya verdi. Al hayatım bunla kendine bir şeyler al. Epeydir seni ihmal ediyorum. Erken kalkarsam çarşıya beraber çıkarız geç kalkarsam sen başka zaman kendine bir şeyler alırsın.

-Bu kumar parası değil mi? İstemiyorum ben bu parayı. Kumar parasını sakın evime sokma. Evimin betini bereketini kaçırma. Çocuğumun boğazından haram lokma geçirmem ben.

-Yahu hayatım dedim ya maaşım yeni geldi. Akşam iki yüz elli avro çekmiştim. Bu o para. İnanmazsan göstereyim.

Kenan akşam ki çektiği iki yüz elli avroyu internet bankacılığı aracılığıyla cep telefonundan gösterince Rumeyza inandı ve parayı alıp teşekkür etti.

Günler böyle geçiyordu ama Kenan’ın evinde huzur bir kere bozulmuştu. Artık her akşam Adviye Hanım Kenangile Melahat Hanımı da alarak geliyor ve geç saatlere kadar dizi izliyorlardı. Melahat hanımdan dolayı Kenan hiç bir şey diyemiyor onlar gelince Kenan kahvenin yolunu tutuyordu.

Kenan oynamak istemese de şeytan dürtüyordu. Bazen kazansa da genel de kaybediyordu. Eve döndüğünde Rumeyza ile her zaman ki günlük kavgalarını yapıyorlardı. Ama artık Rumeyza’nın canın atak etmişti.

Kenan pizzasını ne zaman yediğinin farkında bile değildi. Yıllar gözlerinin önünden sanfi film şeridi gibi geçmişti. İçinde bir pişmanlık bir acı vardı ama kendisini de bir o kadar çaresiz hissediyordu. Tekrar otomatiğin başına döndü.

Hafta sonuydu ve Kenan elinde yüklü bir miktarla kahveye gelmişti. Ama bu para bankadan kredi olarak alınmıştı, yani borç parayla otomatik oynuyordu. Gece geç saatlere kadar oynamaya devam etti. Otomatik bazen vermişti ama genelde kaybetmişti. Otomatiği bıraktığında bin avro zarardaydı. Daqha sonra yeni başlayan kumar masasından onu çağırdılar. O da gelen davete olumlu cevap verdi, kredi çektiği parayla kumar masasına oturuyordu. İş yerindeki arkadaşlarıyla bir kaçakçılık işi yaparak para kazanmayı düşünmüşlerdi ama o işi de ellerine yüzlerine bulaştırmışlardı. Kalan parayla zararı kapatmak amacıyla kumar oynamayı düşünmüştü. Aldığı alkolün de tesiriyle elinde avucunda ne varsa kaybetmiş üstüne de yüklüce borçlanmış ve borç senedi imzalamıştı. Her şeyini kaybetmiş bir halde evin yolunu tutmuştu.

Eve girdiğinde Rumeyza yine kanepede uyuyakalmıştı. Onu uyandırmadan yatak odasına gitmenin doğru olacağını düşündü. Salon kapısını açık bırakıp sessizce parmaklarının üzerinde merdivenleri tırmanmaya başlamıştı ki alkolünde etkisiyle merdivenlerden yuvarlanıp düşmüştü. Düşme esnasında çıkan gürültü Rumeyza’nın uyanmasına neden oldu. Eşini alkollü bir halde karşısında gören Rumeyza, alkollü olarak eve gelen Kenan’a içinde biriken bütün hıncını döktü.

-Yeter artık yeter ya. Bir gün değil üç gün değil her gün aynı şey. Ben artık katlanamayacağım.

-Sus hatun sus çocuğu uyandıracaksın.

-Çocuğunu düşünsen bu hallere düşmezdin Kenan. Beninle evlenebilmek için ne diller döktün hatırlıyor musun? Benim ne günahım vardı da bana bunları yaşatıyorsun. Kenan, sen kendini olduğundan nasıl farklı gösterirsin. Ben sana güvendim. Ben seni sevdim de geldim buralara. Ben geleceğimi emanet ettim sana. Oysa senin her şeyin yalanmış. Mektubunda yazdıklarını hatırlıyor musun? Bana umudum yarınlarım demiştin. Ama sen benim yarınlarımı çalmakla kalmadın kendi yarınlarını da çalmışsın. Ben sana güvenmekten seni sevmekten başka ne yaptım. Bak sana gül gibi bir evlat da verdim. Haydi, ben kendimden de geçtim. Yavrunun rızkını nasıl kumara gömersin? Nasıl yaparsın bunu bize? Hiç mi yüreğin sızlamaz. Parayı kumara basarken yavrun Özlem hiç mi aklına gelmiyor?

-Bu sabah değil Rumeyza. Bu sabah üzerime gelme. Zaten canım sıkkın. Dünya kadar para kaybettim. Bu sabah üzerime gelme.

-Ooooo beyimiz her haltı yiyecek biz üzerine gitmeyecekmişiz. Doğru ya şehzademiz padişah oğlu. Kimse ona karışamaz tek kelime edemez. O ne güzel dünya be! Yok öyle yağma beyefendi, madem evlendin madem çocuk yaptın üzerine aldığın sorumluluklarını da yerine getirmesini bileceksin. Benim ne günahım vardı da kanıma girdin buraya getirdin o zaman? Yukardaki sabinin ne günahı vardı da bu günahkâr dünyana getirttin. Bizim ne günahımız vardı da bizleri günahkâr dünyana ortak ediyorsun?

-Yaptık bir hata işte daha üzerime gelip durma. Görüyorsun ki alkollüyüm. Alkolden hiç bir şey düşünemedim. Şeytan kanımda canımda beynimdeydi sanki. Oyna kazanacaksın diyordu beynimin içinde. Ben kaybettikçe alkol geliyordu önüme. İçtikçe oynuyor oynadıkça kaybediyordum. Şeytan öylesine istila etmişti ki beynimi, ne Özlem’i ne seni düşünebiliyordum. Ben kendimi kaybetmişim, sonunda bir de borç senedi imzaladım. Her şeyimi kaybettim. Hiç bir şey düşünemiyorum. Sen haklısın, düşüncesizce yarınlarınızı çaldım. Ama yemin ediyorum ki mektuplarımda yazdıklarım yalan değildi. Ben seni ben gibi sevdim. Ne yaptımsa da bu yüzden yaptım.

Kenan, hemencecik durumunu düzeltebilmek amacıyla iş arkadaşlarıyla giriştiği işi kısaca Rumeyza’ya orada anlatıverdi. Rumeyza duyduklarına inanamıyordu.

-Sevme Kenan, sen ne beni ne de kızını kendin gibi sevme. Çünkü sen kendini bile sevmiyorsun. Kendini sevmeyen biri karısını kızını kendisi gibi sevse kaç yazar. Çekip kumara yatırdığın hatta kumarda kaybedip imzaladığın senet yeminle gözümde değil. Canın sağ olsun, çalışır biraz da sıkışır öderiz ama senin kumarın hiç bitmiyor. O kumarbaz arkadaşlarından kurtulmadığın sürece de bitmeyecek. Kumardan kim hayır görmüş bana gösterebilir misin? Ben seni af ettikçe sen aynı hataları yapmaya devam edeceksin. Ben seni af etsem Özlem beni af etmez.

-O daha bebek, hiç bir şeyden anladığı yok. Neden af etmesin ki?

-Sen sarhoşsun Kenan. Daha ne dediğimi ne demek istediğimi anlayamıyorsun. Şu an tartışmanın bir anlamı yok. Lütfen git yat uyu artık. Sanki daha kötü şeyler olacakmış gibi bir his var içimde. Ama sakın seni af etmemi bekleme.

-Af etmezsen etme. Ne yapayım istiyorsun, canıma mı kıyayım? İstediğin bu mu? Tamam, o halde istediğini yapacağım.

Kenan gerçekten çok sarhoştu. Ne yaptığını ne ettiğini bilmiyordu. Hem kredi çekmiş o krediyi kaybettiği gibi üstüne de o yetmezmiş gibi bir de kumar masasında borçlanmıştı. Silahlardan arta kalan bir el bombası kalmıştı. Onu sakladığı yerden çıkartıp,

-Tamam, bundan böyle kurtulacaksınız benden. Hem ben ölürsem senden de hiç kimse bir şey isteyemez. Reddi miras yapar borçları kabullenmezsin.

-Saçmalama Kenan, kaldır onu. Çoluk çocuğun var, bir kaza maza olur patlar hepimiz birden ölürüz.

Rumeyza bir türlü Kenan’ı ikna edememişti. Hemen Kenan’ın eniştesi Burhan’ı aradı.

-Burhan abi yetiş! Kenan hepimizi öldürecek! Ne olur hemen gelin. Kenan çok kötü, laf söz dinlemiyor. Telefonda anlatamam, ne olur hemen gelin.

Burhan, Kenan’ın eniştesi oluyordu. Öğle vardiyasında çalışmıştı. İşten gelmiş banyosunu yapıp yemeğini yiyip yatağa uzanmıştı ki telefon gelmişti. “Hayda bu da nereden çıktı şimdi. Kenan durup dururken ne diye karsını çocuğunu öldürmeye kalksındı” diye düşündü. Eşine seslendi,

-Nurdan, galiba abinle yengen kavga etmişler. Rumeyza telefonda yalvararak beni çağırıyordu. Ben bir gidip geleyim.

Nurdan duydukları karşısında şaşırıp kalmıştı.

-Neden kavga etmişler ki. Bende seninle geleyim. Belki benim de bir yardımım olur. Hem kız yeni uyudu. Sabaha kadar da uyanmaz.

-Peki, sen bilirsin. Haydi, gel bakalım.

Burhan’la Nurdan Kenan’ın evine vardıklarında açık kapıyla karşılaştılar. İçeride ise trajedik bir manzara vardı. Rumeyza kucağında kızı olduğu halde tir tir titriyordu. Rumeyza olup biteni kısaca özet geçti hemen.

-Burhan abi elinde bomba var. Hem kendini hem bizi öldürecekmiş. Cinnet geçiriyor olmalı.

Burhan hemen Kenan’ın yanına gidip koluna yapıştı.

-Deli misin aslanım sen. Bunlar için insan canına mı kıyar? Para dediğin ne ki, bu gün var yarın yok. Haydi, ver şimdi o bombayı. Bak karın da kızın da korku içerisinde. Yazıktır günahtır haydi ver o bombayı.

-Git yanımdan Burhan, vallahi çekerim pimi sizde bizimle birlikte pisipisine ölmeyin.

Bütün bunlar olup biterken Kenan’ın kankisi Salih’te kapıdan göründü. O da ne olup bittiğini anlamaya çalışırken Rumeyza ona da kısa bir özet geçti. O da nasihat etmeye kalktı ama Kenan’ın nasihat dinleyecek hali yoktu. O durmadan, “Gidin, gidin yoksa çekerim bombanın pimini” deyip duruyordu.

Burhan hemen mutfağa gidip bir bardak su aldı. Kenan’ın yanına geldi. Kenan ona bakıp gayrı ihtiyari güldü.

-Ben kaç kadeh içtim bilmiyorum. İçki içen adama su mu verilir.

-İç diye vermiyorum. Bırak o bombayı da şu suyu yüzüne dök. Vücudundaki negatif elektrik bir gitsin. Sen de kendine gel.

-Ya beni bir rahat bırakın. Gelmeyin yanıma vallahi çekerim pimi.

Bu noktada Burhan da bayağı sinirlenmişti.

-Sen fazla oldun artık. Pimi mi çekeceksin. Çek ulan, haydi çek.

Kenan bir elinde bomba diğer eli ise bombanın piminde

-Çekemem mi sanıyorsun. Bak vallahi çekerim billahi de çekerim.

Bunun üzerine Burhan kendinden beklenmeyecek bir şey yaptı. Kenan’ın kolunu iki koluyla birlikte sarmaladı.

-Tamam, ulan çekeceksen çek. Ölürsek de beraber kalırsak da beraber. Hem unutma ölürsek kardeşini dul yeğenini de yetim bırakırsın. Bu günah da sana yeter.

“O zaman rahat bırakın beni, gelmeyin benimle” deyip bombanın pimini bir anda sinirle çekti.
Sol elinde bombanın pimi vardı. Sağ eliyle de el bombasının mandalını sıkı sıkıya kavramıştı. Mandalı bıraktığı an havaya uçabilirlerdi.

-Kenan, abiciğim gel şu pimi yerine geri tak. Elinden düşer, parmağın kayar hepimizi havaya uçurursun. Haydi, o pimi yerine geri tak.

-Taksam bile patlama tehlikesi hala olabilir.

Salih, “Ne yapacağız o zaman?”

Burhan, “Abim sen o pimi yerine tak. Sonra birlikte ormana gidelim. Gözümüzün seçebileceği bir aydınlıkta bombayı atarız. Patladı ne ala, patlamazsa bombayı alır döneriz. Hem arabada bir el lambası olması lazım.”

Kenan bir türlü ikna olmuyordu. Arada sırada parmağım uyuştu deyip el bombasını bir elinden diğer eline alıyordu. Asıl tehlike de burada doğuyordu. Sarhoş olduğu için hata yapma ihtimali yüksekti. Bir buçuk saat kadar dil döktüler. Sonun da ikna etmeyi başardılar.

Kenan elini mandaldan çekmeden bombanın pimini tekrar yerine taktı. Sonra yine elini mandaldan çekmeden Burhan’ın arabasına binip ormana gittiler. Kenan bombayı kaybetmek istemediği için öyle uzağa fırlatmadı. Her biri kendisine bir ağacı siper alıp beklediler. Allah’tan bomba patlamamıştı. Patlasaydı üçü de mutlaka yaralanırlardı. Çünkü Kenan bombayı en fazla 10 bilemedin 15 metrelik bir mesafeye atmıştı. Bombanın patlamadığını gören Salih hemen gidip bombayı kaptı. Kenan geri istedi ama Salih, “Ayıldığın zaman gel al” deyip vermedi.

Eve döndüklerinde Nurdan Rumeyza’yı sakinleştirmişti. Kızları Özlem de annesinin kucağında uyuyup kalmıştı. Eve geldiklerinde Salih sabah işe gideceğini söyleyip “müsaadenizle” deyip gitti. Ortama bir süre sessizlik hakim oldu. Sessizliği Kenan’ın hıçkırıkları bozdu. Bir süre daha ağlayan Kenan bir süre sonra sızıp kalmıştı. Rumeyza kalkıp bir battaniye getirip Kenan’ın üzerine örttü. Daha sonra Burhan’a ve Nurdan’a teşekkür üstüne teşekkür etti.

-Siz gelmeseydiniz biz sabahı görmezdik. Allah razı olsun. Allah ne muradınız varsa onu versin.

-Sen onu bunu bırak da kendinde misin onu söyle. Biz evimize gitsek bu kendine geldiğinde aynı sorunu yaşar mısınız?

-Sanmıyorum abi, o alkolün tesiriyle yaptı bunları. Ayık olsa zaten yapmazdı. Bu gece ne geldiyse başımıza hep bu alkolün yüzünden oldu.

-Sahi olayın aslı astarı nedir?

-Abi bunlar fabrikadan da birkaç arkadaş bir araya gelmişler. Hepsi de bankadan 50 bin avro para çekmişler. Sonra o parayla gidip Belçika’dan silah almışlar. Sonra da bunu götürüp Rotterdam’da satmaya çalışırlarken adamlar silahları alıp kaçmışlar. Hani biz bunu Rotterdam’daki hastaneden almaya gitmiştik ya. Meğer bunlar oraya silah satmaya gitmişlermiş. Adamlar da Kenan’ın başına vurup bayıltıp silahlarla beraber kaçmışlar. Yani silahları kaptırmışlar. Kenan’da silahtan artan para varmış. Bari zararı telafi edeyim diye gitmiş kumara oturmuş. Kumar oynarken bir iki bardak içki içmiş. Kenan bu, iki bardak içkiyle durur mu? İçmiş de içmiş, içtikçe de kaybetmiş. Sonra buna senet filan imzalatmışlar. O kafayla buraya nasıl geldi ben de bilmiyorum.

-Allah akıl fikir versin başka ne deyim. Hele bir yarın olsun. İşe gitmeden uğrarım ben. İstersen Nurdan burada kalsın.

-Gerek yok abi, sağ olasın. Bunun yarın akşamdan önce de uyanacağını sanmıyorum. Yarın iş yerini arar hasta olduğunu söylerim.

Rumeyza’nın gerçekten sakinlediğini gören Burhan ve Nurdan evlerinin yolunu tuttular. Zaten gün ağarmak üzereydi. Burhan da uykusunu almalıydı ki yarın işine gitsindi.

Kenan kendine geldiğinde gece olan bitenleri hatırlayıp kendi akılsızlığına isyan ediyordu. Bir de kumar masasında 17 bin Euro borçlanmıştı. Onu nasıl ödemeyi düşünüyorsun diye sordu Rumeyza.

Kenan bir süre durdu, sonra birden gözleri parladı.

-Arabayı satarım, daha birkaç yaşında araba.

-İyi de kimse ona o kadar para vermez ki. Araban etse etse en fazla 12-13 bin eder. Geçen ay arabaya vurmasaydı o komşu bu gün nereden baksan bir 18-20 bin ederdi ama şimdi vermezler o parayı.

-Onlar, daha onu aldıklarına dua etsinler.

O gün öğleye doğru Kenan gitti. Akşama doğru Rumeyza’ya telefon etti.

-Hazırlan akşama seni sinemaya götüreceğim. Dün sinirlerin gerildi. Hem sinemadan önce dışarda bir akşam yemeği yeriz.

-Herif sen delirdin mi? Ne yemeği ne sineması? Dünya kadar borç açtın başımıza şimdi kalkmış bir de dışarıda yemek ve sinema diyorsun. Delirdin mi sen?

-Ya hatun sen ne yapacaksın. Ben hallettim o borçları. Hem onu kutlayacağız.

-Ne hallettin mi, nasıl?

-Üzümünü ye bağını sorma sen.

-Madem istiyorsun, peki senin dediğin gibi olsun. Ben hazır olurum akşama.

Akşam üzeri Kenan eve geldi. Üstünü değişti, hazırlanmış olan Rumeyza’yı da alarak şehrin tanınmış Türk Restoranlarından birine gittiler. Akşam yemeğinde fazla konuşmadılar. Yemekten sonra arabalarına atlayıp sinemaya gittiler. Önce arabayı otoparka park ettiler. Sonra Kenan parkmetre ödemesini banka kartıyla yaptı. Daha sonra sinemaya gidip bir komedi filmine iki kişilik bilet aldılar. Film bittiğinde pek beğenmemişlerdi ama bunlar morallerinin bozuk olmasına verdiler. Evlerine gitmek için arabalarının yanına vardıklarında arabanın yerinde olmadığını gördüler. Arabaları çalınmıştı.

Kenan hemen polisi aradı. Polis gelip tutanak tuttu. Daha sonra da Kenan ve eşini evlerine kadar bıraktı. Kenan, polisten aldığı evrakları sigortaya gönderdi. Arabası kasko sigorta olduğu için arabanın değerini kâğıt üzerindeki günlük değer üzerinden ödemek zorundaydılar.

Aylar önce bir akşam Kenan, işten evine gelmiş arabasını evin önüne park edip evine girmişti. Bir süre sonra evin önünde bazı sesler duyulmuştu. Ne olduğuna bakmak isten Rumeyza’ya Kenan, “Ya ayıptır akşam akşam komşu mu gözetlenir. Belli ki bir şey var. Sanki dinlesen anlayacaksın. Kapat perdeyi de ayıp olmasın” demişti. Ama ertesi gün işe gitmek için arabasının yanına vardığında arabasına arka taraftan vurulduğunu gördü. Ne yapacağını bilemedi. Aklına akşam ki olay geldi. Komşusunun arabasına baktı. Komşusu iş yerinin arabasını kullanıyordu. İşyeri arabasının ark tarafında da hasar vardı ama kendi arabasının rengi yoktu. Bir de Arabanın temizlenmiş olduğu dikkatini çekti. Hemen komşusuna gidip akşam arabasına birisinin çarptığını ama kendisinin bilmediğini söyledi. Komşusuna olayı görüp görmediğini sordu. Komşusu hiç bir şeyden haberi olmadığını söyleyerek, “Acele etmem lazım işe geç kalıyorum. Size iyi günler” deyip Kenan’ı başından savdı. Kenan olayı komşusunun yaptığını anlamıştı. Akşam tartışan komşuların konusu da kendisiydi bunu da anlamıştı. Gidip diğer komşulara da olayı görüp görmediklerini sorduğunda hepsi ağız birliği etmişçesine görmediklerini söylemişlerdi. Belki de Kenan ömründe ilk defa dışlanmışlığı ve yabancı düşmanlığını iliklerinde hissetmişti. Her şey gün ışığı gibi ortadaydı ama bir tek şahidi yoktu. “Yazıklar olsun” dedi içinden. Lanet okudu ama elinden bir şey gelmiyordu. Allah’tan kasko sigortası vardı arabasının. Oraya müracaat edecekti ama işe geç kalıyordu. Polis çağırıp rapor tutturması gerekiyordu ama zamanı yoktu. Nereden bakılsa 3-5 bin Euroluk hasar vardı ama zamanı olmadığı için polis raporu tutturmamış, sigortaya da haber verememişti.

Ama şimdi otomobil çalındığı için araba sıfır gibi sayılacak parasını tam alacaktı. Eğer bulunursa da hırsızlar vurmuş diyecekti.

Aradan on gün geçmemişti ki Kenan’ın banka hesabına on sekiz bin dokuz yüz Euro ödeme yapıldı. Kenan ilk iş olarak kumarda imzaladığı kâğıdı aldı. Kalanıyla da işe gidip gelebilmek için ucuzundan ikinci el bir araba aldı.

Kenan bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltme yoluna gitmişti. Arabasının çalınmasını kendisi ayarlamıştı. Polonyalı bir hırsızlık çetesiyle anlaşıp kendi arabasını çaldırmıştı. O akşamda Rumeyza ile özellikle sinemaya gitmişti ki arabasının çalındığına şahitler bulunsundu. Her şeyi düşünmüştü. Her şey de Kenan’ın planına göre yürümüştü.

Ama iş arkadaşlarıyla giriştikleri kısa yoldan çok para kazanma umuduyla yaptıkları iş batmıştı. Arkadaşları Kenan’ı suçluyor silahları onun dikkatsizliği yüzünden kaptırdıklarını söylüyorlardı. Aslında silah işin de de Kenan ve diğer dört arkadaşı kullanılmış sadece birisi hem parasını hem de dört kafadarın silahlar için ödediği iki yüz binden elli bin avrosunu almıştı.

Kenan’ı çıkmaza sürükleyen olay bir tuzaktan başka bir şey değildi. İş yerinde beraber çalıştıkları Leon her seferinde hayatın ne kadar acımasız olduğundan ve hayat şartlarından şikâyet edip dururdu. Bir pauzede arkadaşlarıyla aynı masada otururlarken Leon yine,

-Bu fakir hayattan kurtulmanın bir yolunu biliyorum ama çok biraz tehlikeli.

“Nasıl kurtulacakmışız ki” dedi Kenan.

-Den Haag’da bazı tanıdıklarım var. Bunların bazı insanlarla irtibatları var. Bunlar buradan bulabildikleri kadar silahı toplayıp bu adamlara satıyorlar. Bu adamlar da yurt dışına özellikle Afganistan, Irak, Suriye ve bazı Afrika ülkelerine bazen de ambargo uygulanan ülkelerde satıyorlar. Dediğim gibi biraz tehlikeli. Fabrikadan ve silah tüccarlarından silah alamıyorlar, çünkü hepsi kontrol altında. Adamlar silahları takip edebiliyorlar. Belçika’da bir dostum vasıtasıyla silah kaçakçılığı yapan bir adamla tanıştım. Den Haag’dakilerden haberi yok. Benim yapmam gereken ilk başta ufaktan başlayıp kazandıkça işi büyütmek. İlk etapta en az İki yüz elli bin avroluk silah almam gerekiyor çünkü adamların en ufak partisi bu. Bu parti zamanla silahların çeşidine göre artacak tabi. Biz ilk etapta tabanca ve el bombası türü şeyler alıp Den Haag’daki adamlara satıp paramı alacağım. Nerden baksan yüzde yüz kar elde edeceğim de İki yüz elli bin avro az gibi görünse de büyük para. Nereden bulacağım kardeşim ben bu parayı.

Kenan ve masadakiler bir süre birbirlerine baktılar. Sanki aynı anda aynı şeyi düşündükleri birbirlerinin gözlerinden okunuyordu. Pauze bitmek üzereydi. Herkes bir birine kolay gelsin deyip işlerinin başına yöneldiler. İşten sonra Kenan, Sertaç, Sercan ve Orkun bir araya geldiler. Leon’un dediklerini uzun uzun tartıştılar. Leon’a güvenebilirler miydi? Kimse bir şey diyemedi. Yapmak isteseler 250 bini toplayabilirler miydi?

Sertaç, “Aslında 250 bin büyük para değil. Beşimiz gidip ayrı ayrı 50’er bin Euro kredi çeksek beşimizin ki 250 bin eder. Adam başı 50 koyup 100 kazanmış oluruz da bu adama güvenebilir miyiz? Bu adam 5-6 aydır bizimle çalışıyor. Herkes gibi gidip geliyor ve biz bunun hakkında hiç bir bilgiye sahip değiliz. Ne kadar güvenebiliriz?

Orkut, “Arkadaş onu bunu bilmem adam doğru söylüyor. Altta kalanın canı çıksın bir sistemde yaşıyoruz. Çalışmakla ne uzuyor ne kısalıyoruz. Ancak karnımızın doyduğu gözümüzün gördüğü ile kalıyoruz. Bu nasıl bir şeydir ya. Önümüzdeki yaz hanım tatile gitmek istiyor. Uçakla gitmeye kalksak çocuklarla beraber en az iki bin avro uçak bileti tutuyor. Arabayla gitmeye kalksam araba külüstür. Orada eşe dostta rezil oluruz. İyi bir araba da nereden baksan 15-20 binden başlıyor. Valla siz he derseniz ben bir kumar oynarım. Kazanırsam tatilim bedavaya gelir gider bir de Türkiye’den yazlık bir ev alırım. Kaybedersem de kumar der geçerim. Ama sizi bilemem tabii.”

Sercan, “Aslına bakarsan doğru söylüyorsun da kaybedersek 50 bin de çok büyük para abicim. Şahsen geri ödemem beni çok zorlar. Gerçi Orkut’un tuzu kuru sayılır. Hanımı da çalışıyor kendi de ama ben öyle değilim. Elli bini geri ödemem yıllarımı alır. Hem sonra hanıma nasıl izah ederim. Çok iyi düşünmemiz lazım.”

Sertaç, “Arkadaşlar 50 bin herkes için büyük para. Siz iyice düşünün. Biz bu adamı bir denememiz lazım. Bakalım dürüst mü, güvenilir mi? Bunu bir sınava sokalım. Babam anlatırdı, eskiden Kayseri’de bir esnaf yanına çırak alınca mahsustan sağa sola ya para koyarmış ya da düşürür gibi yaparmış. Çocuk parayı bulur geri verir zaten dürüst derler ona güvenirlermiş. Yok, parayı cebe atıp görmedim derlerse çocuğa yol verirlermiş. Biz de böyle bir şey deneyebiliriz. Mesela birimiz bir miktar para düşürürüz. Ama bu meblağ ufak olursa geri verebilir. Ama adam başı 100 avro koyalım, 400 avro eder. Bu parayı Kenan onun göreceği şeklide düşürsün. Alır cebine atarsa biz sonra senin aldığını gördük der alırız. Ama söyleyip geri verirse de ona güvenebileceğimizi anlarız. Hepsi buna razı oldu. Herkes Kenan’a 100 avro verdi. Ertesi günü işyerinde buluşmak üzere ayrıldılar.

Ertesi günü işe başladılar. Kenan biraz sıkıntılıymış gibi görünüp cebinden telefonunu çıkartıyorken parayı düşürdü. Diğer üçü de gözleri para da Leon’un ne yapacağını gizliden gözetlemeye başladı. Leon’da görmüştü paranın düştüğünü. Ama acele etmedi. Çalışıyormuş gibi yapıp çevresini gizlice gözetlemeye başladı. Bir anda Sertaç’ın gizliden kendisini takip ettiğini hissetti. Gerçekten takip mi ediliyordu yoksa kendisine mi öyle gelmişti, bilemedi. Paradan habersiz davranmaya devam ederken Sertaç’ı da gizliden gözaltına aldı. Fakat tuhaftır bu kez de Sercan’le göz göze geldi. Gözleriyle bir selam verdi. Sonra işine devam etti. Kontrol altında olduğunun farkına varmıştı. Sonra parayı görmüş gibi yapıp paranın yanına geldi. Orada bulunanlara seslendi.

-Arkadaşlar biriniz para düşürmüş. Para kaybeden var mı?

Herkesin eli cebine gitti. Kenan hemen atıldı.

-Ya galiba ben telefonu çıkartırken düşürmüşüm. Bugün bir ödemem vardı. Onun için yanıma almıştım. Orada sekiz adet ellilik olması lazım.

Leon yerden aldığı paraya baktı.

-Evet, sekiz adet ellilik, buyur al arkadaşım. Dikkatli ol, bugün biraz sıkıntılısın. Bir derdin mi var?

-Teşekkür ederim, sağ olasın. Bizim dertsiz günümüz mü var. Bir arkadaştan ödünç almıştım onu verecektim.

Pauzede bir araya gelen arkadaşlar Leon’a yakalandıklarından habersiz Leon’un güven testini geçtiğine hükmettiler. İlk fırsatta Leon’ la silah işini konuşmaya karar verdiler. Kenan pauzenin sonuna doğru Leon’un yanına giderek müsait bir zamanında onunla konuşmak istediklerini söyledi. Leon’da işten sonra bir kafeye oturup konuşabileceklerini söyledi.

İşten sonra Leon ’la bir kafede bir araya gelen beş kafadar Leon’dan kafasında tasarladığı işi detaylı bir şekilde anlatmasını istediler. Leon’da aynı şeyleri tekrarladı. Beş kafadar adına Sertaç konuştu Leon’ la.

-Bak Leon biz senin bu kafandaki işi yapabiliriz. Ama kaybetme şansımız ne kadar. Nasıl güvenebiliriz.

-Nasıl varsınız? O kadar paraya nereden bulacaksınız? Kaybetme riski her zaman az da olsa var. Çünkü silah alacağımız ve silahı satacağımız adamları ben de tam olarak tanımıyorum. Tesadüfen tanışmıştım. Eğer siz bu iş de ciddiyseniz ben detaylıca araştırmaya çalışırım. Antwerpen’da ve Den Haag’daki arkadaşlarıma onları araştırmalarını isteyebilirim. Bizim adımıza isterseniz bir randevu yapar gider konuşuruz. Ama para konusunu nasıl çözeceğiz asıl mesele burada.

-Biz dört arkadaş bankadan ellişer bin avro kredi çekeceğiz. Ama kaybedersek mahvoluruz. Sonunda yuvalarımız dahi dağılabilir. Ama hepimizin de ciddi şekilde paraya ihtiyacımız var. Sen adamları bir araştırt. Biz de kredi için müracaatlarımızı yapalım. Sen gerekli araştırmayı yaptıktan sonra tekrar bir araya gelir konuşuruz. Ama sen de kendi payın olan elli bini koymak zorundasın. Sen de kredi çekebilirsin herhalde.

-Ya benim zaten yirmi binim var kalanını da kredi çekerim. Yeter ki siz kalan iki yüzü tamamlayıp getirin. Benim elli de ne var, ben onu hemen şimdi koyarım.

-Tamam, o zaman senden haber bekliyoruz.

Kafadarlar hemen müşterisi oldukları bankalara gidip kredi başvurusunda bulundular. Banka bunlardan bazı belgeler istedi. Aylık kazancını gösteren bir belge. Çalıştıkları yerde kadrolu olup olmadıklarını filan sordu. Maaş kâğıtlarının fotokopisi. Bunlar hemen hepsini bir araya getirip bankalarına sundular. Bir kaç gün içerisinde kredi onayı geldi. Kenan hariç hepsi de ellibin avroyu almışlardı. Sadece Kenan elli beş bin istemişti, elli beş bin krediyi de aldı.

Bir hafta sonra Leon onlarla konuşmak istediğini söyledi. Yine aynı kafede buluştular. Leon,

-Adamlar karanlık insanlar, sonuçta bunlar mafya. Bunlar güvenilir olmasa bu işi yapabilirler mi? Araştırmasını istediğim arkadaşım bana tanıştırdığı adamı kahveden tanıdığını ama araştırma yapamayacağını söyledi. Çünkü mafya bunlar araştırıldıklarını duysalar gelip beni sorguya çekecekler. Konu ortaya çıkana kadar anamdan emdiğim sütü burnumdan getirirler. Başka birisine sorsam onlar da aynı nedenden dolayı onları soruşturmaya yanaşmayacaklarını söyler. Onlardan mal almak sorun değil. Sonuçta paramız elimizde olacak. Malı alırsak ödeme yaparız alamazsak döner geliriz. Siz ne yaptınız, kredi alabildiniz mi?

-Bizim paralar hazır. Gelecek ay ilk taksiti bile ödeyeceğiz. Şu işi bir an önce bitirelim de daha fazla faiz ödemeden borcu kapatalım.

-Tamam, o halde, önce Den Haag’daki arkadaşımı arayayım da bize müşterileri ayarlasın. Gidip önce onlarla anlaşalım. Ne tür silah istiyorlar gidip konuşalım. Önümüzdeki hafta sonu için randevu yapayım ben. Kim kim gideceğiz? Beş kişi biraz dikkat çeker.

Sertaç,
-Ben sen ve Kenan gidelim. Üç kişiye de bir şey demezler sanırım.

-Tamam, ben randevu yapayım o zaman. Leon, Den Haag’daki müşteri bulacak arkadaşını aradı. Elimizde nar ve çeşitli meyvelerden var. Bunları elimizden çıkarmak istiyoruz. Müşteri ayarlayabilir misin? Gelip konuşabilir miyiz onlarla? Arkadaşı nar ve meyvelerin şifre olduğunu anlamıştı. Hiç bozuntuya vermeden “Tabi ki bulurum siz bu hafta sonu gelin konuşalım” dedi.

Hafta sonu üç kafadar müşterilerle bir sayfiye yerinde buluştular. Adamlar arkadaşlarıyla mangal yapıyorlardı. Bunlar da oraya varınca arkadaşı diğerlerinden ayrılıp yanlarına geldi. Hangi tür silah istediklerini ve bu silahlara parça başı verebilecekleri parayı söyleyerek bunlarda ne tür silah olduğunu ve kaça satacaklarını sordu. Bunlar silahların yakın zamanda ellerinde olacağını ama bunların parti olacağını bir seferde hepsini satmak istediklerini söyledi. Fiyat olarak da biraz pazarlık payı bırakarak 600 bin istediklerini söylediler. Adam, çok acil silaha ihtiyaçlarının olduğunu ama 600 binin de çok olduğunu söyledi. 500 bine zaten razı olan kafadarlar sıkı pazarlık sonucu parti malı 450 bine bırakmaya razı oldular. Bu da adam başı kırk bin avro kazanmak demekti. Orada adamların sundukları yemeklerden yedikten sonra neşe içinde geri döndüler.

Leon, Anwerpen’daki arkadaşını da aradı.

-Antwerpen’da gezmeye geleceğiz ama o toptancı arkadaşla da konuşmak istiyoruz. Biraz meyve sebze alıp bunu bizim oradaki bakkallara satacağız. Bize bir randevu alman mümkün mü?

Arkadaşından gelen cevap olumluydu. Üç kafadar hafta sonu Antwerp’e gidip adamla otoban kenarında bulunan restorantların birinde buluştular. Adam, “Silah kolay, o bizim elimizde olan bir şey. Sizin paranız var mı? Bir de ne tür silah istiyorsunuz? Bunlar paranın yanlarında olduğunu mümkünse malı alıp dönmek istediklerini söylediler.

-Hazırlarız ama zaman alır. Siz saat 15:30 gibi şu adrese gelin deyip bir kağıda yazılı adresi verdi. Size karışık çerez hazırlayacağız. Ama fiyatı biliyorsunuz. Bir sent aşağı vermem.

Adamla verdiği adreste saat üç buçukta buluştular. Adres meskûn bir yerdeki deponun adresiydi. Hafta sonu olduğu için de in cin top oynuyordu. Üç kafadar gittikleri dolmuşu arka arka depoya yanaştırdılar. Önce içeri gidip önce silahları gördüler. Hatta ellerine alıp incelediler. Kaleşnikofta vardı tabanca da vardı el bombası da vardı. Bunlar tahta sandıkların içerisindeydiler. Yanlarında getirdikleri parayı adamlara verdiler. Adamlar silahları dolmuşun içerisine yükleyip üzerlerine meyvelerle dolu kasaları koydular.

Bu arada Kenan merakından dolayı silah kasasından küçük bir el bombasını yürütmüş montunun cebine atmıştı. Aslında silah satan adamlar Kenan’ı görmüşlerdi ama satıp parasını aldıkları içinde kendilerini ilgilendirmediği için sessiz kalmayı yeğlemişlerdi. Kenan bombayı bir kağıda sarıp yanında parayı taşımak için getirdiği çantanın içine attı.

Hafta sonu olduğu ve vakit on yediyi geçtiği için millet evine doğru dönüş yolundaydı. Dolayısıyla trafik bir hayli yoğundu. Trafiğin böylesine yoğun olması onların da işine geliyordu en azından gümrükte arama ve bekleme filan yapmazlardı. Bekledikleri gibi de oldu. Gümrükte arama filan olmadan geçmişlerdi çünkü Avrupa Birliği ülkeleri arasında eskisi gibi sıkı bir kontrol yapılmıyordu. Sınırdan geçer geçmez dolmuşu Den Haag’a sürdüler.

Den Haag’a vardıklarında hava henüz kararmak üzereydi. Adamlar da bunları bekliyorlardı. Hemen kendi kamyonetlerini getirip dolmuştaki silahları kamyonetlere yüklediler. Sonra hem silahları denemek hem de ödeme yapmak için içlerinden sadece bir kişinin kendileriyle gelebileceğini söylediler.

Bu hesapta yoktu diye itiraz edecek oldular ama adamlar, ‘Madem öyle buyurun mallarınız geri yükleyin. Biz güvenliğimizi düşünüyoruz. Silahlarınızı bizim özel ses yalıtımı yapılmış yerimize götüreceğiz. Onlarla ateş edip test yapacağız. Test yapmadan para vermeyiz. Ya silahlar kuru sıkıysa? Ya da hatalı imal edilmişse? Elimizde mi patlasın yani…

Bunlar ne diyeceklerini şaşırmışlar üstelik içlerini bir korku kaplamıştı. Hatalı mal ve kuru sıkı silah olma ihtimali fena halde canlarını sıkmıştı. Sertaç, “Ben arabanın başında kalayım. İkinizden biri gitsin” dedi. Daha sonra Kenan’da “Ben de seninle kalayım istersen” dedi. Ama Leon, “Hayır ben gitmek istemiyorum. Bence sen git Kenan” dedi. Kenan’la Sertaç göz göze geldi. Sertaç sen git anlamında gözlerini kapatıp açtı. Çaresiz Kenan gidecekti.

Kenan adamların yanına vardığında adamlar önce Kenan’ın gözlerini bağlayıp kamyonetin kapalı olan dorsesine oturttular. Yahu zatenakşam karanlığı çökmüş dorse de kapalı bir de gözümü niye bağlıyorsunuz diye itiraz edecek oldu ama duyan bile olmadı. Yarım saat kadar gittikten sonra kamyon dorsesinin kapağının açıldığını duydu Kenan. Geldik mi demeye kalmadan kafasında bir acı hissetti. Kulakları zonkluyor başında müthiş bir ağrı hissediyordu, Kenan bayılmıştı.

Kenan gözlerini açtığında başında müthiş ağrı hissediyordu. Neredeyim diye etrafına bakındığında hastanede olduğunu anladı. Kendisine sorulan soruları duymuyor anlamıyordu. Şaşkın şaşkın etrafına bakınarak,
-Ne oldu bana, ben neredeyim diye sordu.

Bir hemşire kendisine, “Hastanede olduğunu kendisini bir yol kenarında baygın halde bulan bir vatandaşın ihbarıyla alıp hastaneye getirdiklerini söylediler. Kenan’a tomografi yaptıklarını ama korkulacak bir durum olmadığını sadece kafatasında çatlak bulunduğunu söylediler. Kenan’a “Kim olduğunu, ne oldu da bu hale geldiğini” sordular. Kenan “Hiç bir şey hatırlamadığını” söyledi.

Kenan’a üzerinden hiç bir şey çıkmadığını, soyulmuş olup olamayacağını” sordular. Kenan yine, “Hiç bir şey hatırlamıyorum” dedi. Bunun üzerine hemşire polise haber vereceklerini söyledi.

Durum polise intikal etmişti. Polis geldi aynı soruları sordu. Kenan, olan biteni yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştı ama korkusundan hiç bir şey hatırlamadığını söyledi. O an için polise nasıl bir yalan söyleyeceğini bulamamıştı. Sabaha kadar Kenan’ı uyutmayıp müşahede altında tuttular. Arada bir de bir şey hatırlayıp hatırlamadığı soruldu. Sabahleyin Kenan uyumuştu.

Akşama doğru uyandığında yanında eşi Rumeyza ve Burhan’ı görünce şaşırdı. Rumeyza, Kenan eve gelmeyince Kenan’ın eniştesi Burhan’ı aramış birlikte polise gidip kayıp başvurusunda bulunmuşlardı. Verdikleri eşkâl ile Kenan’ın eşkâli tutunca polis onları Den Haag’a yönlendirmişti Onlarda soluğu Den Haag’da almışlardı.

Kenan olanları hatırlıyordu ama yalan söylemek zorundaydı. Biz üç arkadaş gezmeye gelmiştik. Ben bir ara sigara almak için onların yanından ayrıldım. Sonra marketin bulunduğu sokağa girerken başına bir darbe aldığını gerisini hatırlamadığını söyledi. Sonra oradakilere, “Peki beni arayan soran olmadı mı” diye sordu.

-Hayır, sizi kimse arayan soran olmadı. Öğleden sonra eşiniz ve enişteniz olduğunu söyleyen iki kişi geldi. Sizi görünce hemen tandılar. Şimdi polis gelecek ve ifadenizi alacak. Ondan sonra evinize gidebilirsiniz. Ama en az beş hafta dinlenmelisiniz.

Daha sonra aynı şeyleri polise de anlattı. Polis bu kadarcık bir bilgi ile bir şey yapamayacaklarını söyledi. Olay yerini araştırmışlardı. Gören duyan olmamıştı. Polis, ”Olayın kaçırılma ve gasp olduğunu söyledi. Önce başına vurdukları sert bir cisimle bayıltılıp sonra kaçırıldığını ve soyulduğunu söylediler. Dolayısıyla somut bir bilgi elde edemediklerini bir şey hatırlarsa tekrar kendilerine bilgi vermesini istediler. Doktorların da izni varsa gidebileceklerini” söyledi.

Burhan, Kenan ve Rumeyza’yı evlerine bıraktı. Yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Onlar da teşekkür edip şimdilik bir şeye ihtiyacımız yok dediler.

Kenan evine girdiğinde ev telefonunun çaldığını duydu. Hemen koşup kendi açtı. Arayan Sertaç’tı. Heyecan içerisinde, “Oğlum kaç saat orada ağaç olduk. Ne oldu, parayı aldın mı? Neden yanımıza gelmedin?”

-Sertaç şu an konuşacak durumda değilim, soyuldum. Adamlar kafama sert bir şeyle vurup silahları da alıp kaçmışlar. Daha yeni hastaneden geliyorum. Sağ olsun eniştem taaa Den Haag’a gelip de aldı Yoksa hala orada olacaktım.

Sertaç, “Yeme şimdi beni, ne soyulması oğlum. Parayı almadın mı adamlardan. Bak parayı aldın da üzerine yatmaya çalışıyorsan o parayı sana yedirmezler aslanım. Azrail’in biz oluruz bilmiş ol.”

-İster inanırsınız ister inanmazsınız ama olan bu. İnanmazsan gel evime halimi gör. Başım sargı içinde, kafatasımda çatlak var. Doktor beş hafta rapor verdi. Yarın fabrikaya da hasta olduğumu bildireceğim.

Sertaç, Kenan’ın anlattıklarına inanmamıştı. Hemen diğer arkadaşlarının arayarak durumu onlara da anlattı. Hepsi de Kenan’ın paranın üstüne yattığına inanıyorlardı. Asıl işi tezgâhlayan Leon’du ama iş Kenan’ın başına kalmıştı.

Aslında silahı satan da alan da aynı dolandırıcı çetesinin elemanlarıydı Leon önce Kenan’ların güvenini kazanıp sonra Antwerpen’daki ve Den Haag’daki adamları ayarlamıştı. Birkaç gün sonra gidip Den Haag’dan kendi payına düşen avroları almanın hayalini kuruyordu. Hiç beklemediği şekilde işler Kenan’ın başına yıkılmıştı. Aradan birkaç ay geçince de işten çıkartılmıştı zaten. Hemen bir başka fabrikada umut satın alacak başka kerizler aramaya başlamıştı. Hiç kimse de kendisinden şüphelenmemişti.

Ertesi günü arkadaşları Kenan’ın ziyaretine geldiler. Yanlarında para taşımak için kullandıkları Kenan’ın çantası da vardı. Çantada bomba olduğundan habersiz çantayı Kenan’a verdiler. Kenan’ın o yaralı hali ve anlattıkları durumu açıklasa da kaybettikleri para çok büyük olduğu için kabullenmek istemiyorlardı.

Sercan, “Öyle ya da böyle parayı almak senin sorumluluğundu, bu senin hatan. Ya o parayı bulursun ya da en azından bizim paramızı ödersin. Ben anlamam arkadaş” deyip kalktı. Diğerleri de aynı fikirdeydiler ve onlar da paralarını istiyorlardı.

Kenan,

-Arkadaşlar inanır ya da inanmazsınız bu sizin bileceğiniz bir iş. Ben az daha canımdan oluyordum. Siz daha ne yalanından ne sorumluluğundan bahsediyorsunuz? Madem güveniniz yoktu beni değil de güvendiğiniz bir başkasını gönderseydiniz. Zaten yakında polis sizi de arayabilir. Kimle Den Haag’a geldiğimi sorduklarında sizin isminizi verip gezmeye geldiğimizi söylemiştim.

“İyi halt ettin diye” diye çıkıştı Sercan.

-Durup duruken ortalığı ne karıştırıyorsun aslanım. Tek başıma geldim deseydin ya

-Ne bileyim ya, zaten yaralıydım aklıma o an başka bir şey gelmedi.

Arkadaşları tartışmanın bir sonuca ulaşmayacağını görmüşler ve Kenan’ı yine tehdit edip gitmişlerdi. Bir süre sonra Kenan’ın isimlerini verdikleri arkadaşları polis tarafından aranmışlardı. Onlarda daha önceden söz birliği ettikleri için “Kenan’ın sigara almak için yanlarından ayrıldıklarını ama bir daha da yanlarına dönmediklerini” söylediler. Neden aramadıklarını ya da polise haber vermediklerini sorduklarında da, “Kenan’ın kendilerinden utandığı için yanlarında hovardılık yapamadıklarını düşündüklerini onun kendilerini ekerek çapkınlık yapmaya gittiklerini düşündükleri için polise haber vermeyi düşünmediklerini” söylediler.

Polis’in onları araması olan biteni sorması arkadaşlarını hem ürkütmüş hem de Kenan’a inanmalarını sağlamıştı ama olayda yine de Kenan’ı suçlu buluyorlar zararlarının Kenan tarafından karşılanmasını talep ediyorlardı.

Beş hafta boyunca bir daha da Kenan’ı rahatsız etmediler. Ama Kenan iyileşip tekrar işbaşı yapınca işyerinde kavgaya varan münakaşalar yaşandı. Pauzenin birinde Sertaç ve Kenan yumruk yumuruğa kavga ettiler. Fabrika olayı araştırdığında diğer arkadaşları Sertaç’ı haklı çıkaran ifade verdiler. Fabrikanın personel şefi de daha önce bir kaç uyarı cezası bulanan Kenan’a çıkış verdi.

Olayların iç yüzü aradan iki yıl geçtikten sonra gazetede yayınlanan bir haberle aydınlanacaktı.

İki yıl sonra birgün Sercan elinde bir gazeteyle koşarak Sertaç’ın yanına geldi. Heyecanla gazeteyi okuması için Sertaç uzattı. Sertaç okudukça, “Vay anasını” deyip sinkaflı bir küfür savurdu.

-Ulan biz Kenan’ın boşuna günahını almışız ya. Çocuk da bizim gibi kurbanmış, az daha bir de canından olacaktı. Hay Allah bir de bizim yüzümüzden işinden gücünden oldu. Bir de dünya kadar borcun altına girmişken. Şimdi acıdım çocuğa ya, Hay Allah…

Gazetede bir dolandırıcılık çetesinin çökertildiği haberi birinci sayfadan bir fotoğrafla verilmişti. Fotoğraftakilerin hepsi de Sercan ve Sertaç Kenan ve arkadaşlarını dolandıranlardı, aralarında Leon’da vardı.

Habere göre, kısa yoldan zengin olmak isteyenlere önce kaçak silahı ticareti yapma fikri yavaşça aşılanıyordu. Bu iş Leon’un du ve bunda da son derece başarılıydı. Daha sonra bu kişilere bozuk silahları satıyorlardı. Alıcı da yine kendi adamlarıydı. Silahları kendi yalıtılmış depolarında deneme bahanesiyle bir kişiyi yanlarına alıp daha sonra onu bayıltarak önce üzerinde ne maddi değeri olan ne varsa alıp sonra da yol kenarına atıp kaçıyorlardı. Sonra bu silahlar bir sonraki kısa yoldan zengin olmak isteyenler için kullanılacaktı. Dolandırılanlar yasa dışı iş yaptıkları için polis’e de gidemiyorlardı.

Ama nasıl olduysa dolandırılanlar kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlar iş birbirlerini yaralamaya kadar gidince iş polise intikal etmiş sonrasında da çorap söküğü gibi gelişmişti. En son olarakda polisler fabrikaya işçi gibi girmişler Leon’un tuzağına düşüyormuş gibi yapmışlar Belçika polisiyle yaptıkları eş zamanlı ortak operasyonla da suçüstü yakalamışlardı.

Gazetedeki haberi okuyan diğer kurbanlar da Kenan’a haksızlık yaptıklarını anlamışlardı. Üstelik Kenan’ın yuvası da dağılmıştı. Bununla da kalmamış, ayrılmış olmasına rağmen Kenan’ın eşi Rumeyza’ya da olmadık sözler söylemiş tehditlerde bulunmuşlardı. Hepsi de büyük bir vicdan azabı yaşıyordu ama olan olmuştu bir kere.

Kenan’a çıkış verilmesi durumunu daha da kötü hale getirmişti. Kenan hem çektiği krediyi ödemek zorundaydı hem de işinden olmuştu.

Ertesi günü işsizlik ödeneğine müracaat etti. Çıkış verilmesinde suçlu olduğu için alacağı maaşta yüzde otuzluk bir kesintiye uğramıştı. Yani Kenan bir de işsizlik kasası tarafından cezalandırılmıştı.

Bir akşam hiç sevmediği ama hanımların iyi arkadaş oldukları için katlanmak zorunda kaldığı adı Murtaza olan arkadaşı ailesiyle misafirliğe geldi. Murtaza kendi iş yeri olan varlıklı biriydi. Varlıklı olmasına rağmen bazı kötü alışkanlıkları da vardı. İçkisi kumarı olduğu gibi karısını da aldatan biriydi. Murtaza sohbet esnasında kumarın hangi kahvelerde oynandığını anlattı. Daha sonra o kahvelerin birinde oynadığı kumarı anlattı. Poker masasına beş yüz avroyla oturup onu nasıl yirmi bin avro yaptığını ballandırarak anlattı.

Kenan,

-Haydi canım sende, bir gecede o kadar parayı nasıl kazandın. Kimde varmış o kadar para?

-Oooo aslanım yirmi bin ne ki. Ben daha fazla kalamadığım için erken kalktım. Yoksa o yirmi bin ufak meblağ. Adamlar çanta dolu parayla gelip gidiyorlar. Yirmi bin onlar için çerez parası.

-Vay canına, demek asıl para kumarda dönüyor ha.

-Hem de ne para dönüyor. Bir gün şansını denemek istersen seni de götürürüm.

-Tamam, anasını satayım. Bu hafta sonu gidelim.

Hafta sonu gitmek üzere anlaştılar. Hafta sonu Murtaza Kenan’ı almaya geldi. Kenan, kredi parasından arta kalan 5 bin avroyu da alarak evden çıktı. Kahveye vardıklarında iki masada oyun oynayan insanlar vardı. Birinde okey diğerinde ise batak oynanıyordu. Selam verip içeri girdiler. Murtaza doğru kahvecinin yanına gidip yukarısının dolu olup olmadığını sordu. Kahveci oyun olduğunu ve dün geceden beri devem ettiğini söyledi. Murtaza Kenan’a göz kırparak kendisini takip etmesini söyledi.

Yukarı çıktıklarında altı kişinin poker oynadıklarını gördüler. Yaklaşık yirmi dakika kadar seyrettikten sonra oyunculardan biri, “Ben kesildim, benden bu kadar” deyip masadan kalktı. Murtaza oturup oturmayacağını sordu. “Buyur otur” dediler. Murtaza çok dikkatli oynuyordu. Oldukça da sağlamcıydı. Eline güzel kâğıtlar gelince önce ufaktan giriyor sonra bir anda oyundaki para miktarını büyütüyordu. Yarım saat içerisinde iki bin avro kazanmıştı.

Bu arada oyunculara durmadan içecek geliyordu. Genelde de alkollü içeceklerdi. Masaya içecek gelirken izleyenlere de istedikleri içecekler geliyordu. Murtaza kahveciye Kenan’ı göstererek, “Arkadaşımı boş bırakmayın, ne istiyorsa verin. Kendisi benim misafirimdir. Beni mahcup etmeyin” dedi. Kahveci, “Ayıpsın abi, senin misafirin bizim misafirimizdir” deyip Kenan’a ne istediğini sordu. Kenan bir meyve suyu istese de Murtaza, “Sen arkadaşıma bir viski kola ver” dedi. Kenan gerek yok dese de önüne gelen viski kolayı yudum yudum içti. Bu viski kola üç olduğunda Kenan hafif çakır keyif olmuştu. Kenan’ın önü içkiden yana hiç boş kalmıyordu.

Kâğıtlar dağıtılıp konuşmaya başlanınca Murtaza, “Bop” deyip masaya bir miktar para sürdü. Yanındaki, “Pas” dedi. Oyuna 2 kişi daha girdi. Herkes ne kadar kâğıt istediğini söyleyip atacağı kâğıtlar atıldıktan sonra Murtaza, ortaya “İki yüz” dedi ve o miktardaki parayı masanın ortasına attı. Sonraki adam, “bu senin iki yüzün. Üstüne de bin daha” dedi. Murtaza ’nın canı sıkılmıştı. Fena yakalanmıştı. Adamın eli ya gerçekten iyiydi ya da blöf yapıyordu. Ama konuşma sırası henüz kendisinde değildi. Üçüncü olan oyuncu bombayı patlattı. “Şu sizin bin iki yüzünüz artı rest” deyip önündeki bütün parayı masaya sürdü. Sıra Murtaza’daydı. “Rölans” deyip bir kâğıdına bir önündeki paraya bir de masadaki paralara baktı. Bir süre daha düşündükten sonra “Pas” deyip elindeki kâğıtları masaya attı.

Murtaza’dan sonra miktarı artıran oyuncu, “Restine varım, ne kadar restin?” diye sordu. Diğer oyuncu önündeki parayı sayıp, “Restim yedi bin altı yüz” dedi. Resti gören oyuncu önündeki paradan yedi bin altı yüz avroyu sayıp masaya attı. “Buyur restin, bol şans. Neyin varmış görelim”. Adam, “Ful onlu” dedi. Resti gören, “Geçmiş olsun, Elin güzelmiş ama yemez bendeki ful papaz” deyip elindeki kâğıtları masaya açtı. Kaybettiğini anlayan oyuncu kâğıtlara okkalı küfürler ederek ayağa kalktı. “Benden bu kadar, dün geceden beri 60 bin kaybettim. Bugün benim şanssız günüm. Daha fazla zorlamanın anlamı yok. Size bol şanlar” deyip masadan kalktı.

Oyuncu masadan kalkınca beş kişi oynamaya devam ettiler. Birkaç el sonra Murtaza Kenan’a göz kırparak

-İstersen masaya oturabilirsin

Kenan,

-Bilmem ki, hem benim yanımda o kadar fazla para da yok

-Ne kadar var

-Üç beş bin bir şey var

-Yeter ya hem kaybedeceğinin garantisi mi var. Belki kazanırsın, sıkışırsan ben destek çıkarım.

-Tamam, o zaman bir şans deneyelim bakalım. Ama masadan kalkmak istersem nasıl oluyor. Sonra kazandı da kaçtı demeyin.

Masadaki oyunculardan biri,

-Oyuna süre koyarız. Süre dolmadan kazanan kimse oyundan ayrılamaz. Kaybeden de keyfi bilir. Ne zaman isterse kalkabilir.

Diğer oyunculardan biri,

-Tamam, o halde her bir saat sonunda dileyen oyundan kalkabilir. Sana uyarsa buyur otur, bol şans.

-Tamam, kâğıtları dağıtın bakalım, herkese bol şans.

Diğerleri de bol şans dileyerek oyuna başladılar. Kenan çok dikkatli olmaya çalışıyordu. İlk ellerde kazanmaya da başlamıştı. Bir saat dolduğunda önünde on yedi bin avro civarında para olmuştu. Kenan içinden “Çok iyi para ama yetmez ki en az otuz kırk yapmam lazım. Yoksa kazandığım on iki bin yaramı kapatmaz diye düşündü. Bir saat dolduğunda kalkmak isteyen olup olmadığı sorulduğunda herkes oyuna devem ediyordu.

Kâğıtlar dağıtıldığında Kenan kâğıtlara baktı İki kız iki dokuzlu vardı bir de bacak vardı. Kenan oyuna girdi ve tek kart istedi. Gelen tek kartı gördüğünde bir anda kalbi sanki güm güm vurmaya başlamıştı. Gelen kart kızdı ve Kenan ful kızı yakalamıştı. Heyecanını göstermemeye çalışarak sıranın kendisine gelmesini bekledi. Kendisine gelene kadar masadaki pot bir anda yükselmiş beş bin olmuştu. Kenan’a sıra gelince Kenan önündeki parayı saydı, “Bu pot beş bin ve beş bin de ben artırıyorum” deyip masaya on bin avroyu koydu.

Herkes elindeki kâğıda bakıyordu. Kenan’ın blöf yapıp yapmayacağını ve oyun şeklini az buçuk çözmüşlerdi. Kenan’ın sağlamcı biri olduğunu anlamışlardı ama elindeki kâğıdı düşünüyorlardı. Kenan’ın elinin güçlü olduğuna kanaat edenler pas geçtiler. Sıra Murtaza’daydı ve Murtaza,

-Kazanacaksa arkadaşım kazansın, ben varım. Buyur bu da artırdığın beş bin artı masada biriken kadar yani yirmi bin de ben artırıyorum.

Bu sefer Kenan’ı bir düşünce almıştı. Potu artırmış oyuncuları kaçırmıştı ama Murtaza’da nereden çıkmıştı şimdi. Pas geçse on bini kaybetmiş olacaktı. Sürse önünde yedi bin avro parası kalmıştı.

-Restimi vereyim ama yirmi binim yok.

-Senin canın sağ olsun. İstersen restine oynarız istersen senet imzalarsın yirmi bine oynarız seçim senin.

Kenan alkolün de tesiriyle artık terlemeye başladı. Önce borçlarını düşündü. Masada şu an kırk bin avro para vardı. Resti ya da yirmi bini görürse altmış bine çıkacaktı. Ne borç kalırdı ne tasa. Ya bir de kaybedersem diye düşündü. Kâğıtlara baktı. Bu el insana binde bir gelirdi. Bu fırsatı kaçırmamalıyım diye düşündü.

-Tamam, getir senedi imzalayalım

Orada bir kâğıt üzerine Murtaza’ya 13 bin avro borçlu olduğunu beyan eden bir yazı yazıp altını imzaladı. Masadaki iki oyuncu da şahit olarak imzaladı.

Murtaza,

-Bol şans arkadaşım. Kaybedeceksem de arkadaşıma kaybedeyim, yabancıya gitmesin param. Bol şans, neyin var arkadaşım?

-Teşekkür ederim, sana da bol şans. Buyur önce sen elini göster, neyin var?

Murtaza bir süre sessiz kaldı. Masada buz gibi bir hava hakimdi. Herkes ikisinin de elini merak ediyordu. Herkesin gözü kâğıtlardaydı. Sessizliği Murtaza bozdu.

-Bak sana bir iyilik yapacağım. Gel masadaki parayı fifti fifti paylaşalım. Ne sen benim elime bak ne ben senin eline bakayım.

Aslında bu teklifle Murtaza Kenan’ı bir karakter testine sokmuştu. Onun açgözlü, fırsatçı olup olmadığına karar verememişti. Ne kadar güvenilir biriydi onu anlamaya çalışıyordu.

Murtaza’nın teklifine masadaki diğer oyunculardan itirazlar geldi.

-Siz bizi mi düdüklemeye geldiniz. Bizi oyundan kaçırtıp masadaki parayı mı paylaşacaksınız. Siz anlaşmalı mı oynuyorsunuz?

Murtaza,

-Tabii ki öyle bir şey yok. Ama ben arkadaşıma bir kıyak geçmek istedim. Madem öyle diyorsunuz ben zaten parayı atmışım. Kenancığım da kâğıdı imzalamış. Açalım ellerimizi ama ben Kenan’ın cevabını merak ediyorum. Var mısın paylaşmaya?

-Aslına bakarsan paylaşmaya varım. Ama madem yanlış anlaşılacak gerekeni de zaten yapmışız. Haydi, açalım ellerimizi de yanlış anlaşılmayalım. Bende ful kız var.

Herkes merakla Murtaza’nın kâğıdına bakıyordu. Oyun dışından biri kâğıda bakmak için uzanacak oldu, Murtaza hemen eline vurdu.

-Gazozuna oynamıyoruz burada. Masa dışından kimse karışmasın.

Murtaza gözlerini Kenan’ın gözlerine dikmiş ruh halini anlamaya çalışıyordu.

-Keşke elini açmakta bu kadar acele etmeseydin. Ben teklifimde ciddiydim Kim ne düşünürse düşünsün ben paylaşma düşüncesindeydim. Ama benim teklifim halen geçerli. Paylaşmak istersen yine da paylaşabiliriz. Kimse karışamaz çünkü oyun artık seninle benim aramda.

Bütün gözler Kenan’ın üzerine dönmüştü. Herkes merakla Kenan’ın ne diyeceğini bekliyordu.

Kenan bir an Murtaza’nın elinin kötü olduğundan dolayı paylaşmayı teklif ettiğine karar verdi. Sonra yoksa beni mi denemek istiyor diye aklından geçirdi.

-Paylaşmaya tabii ki varım. Sonuçta sen de benim bir arkadaşımsın. Madem öyle istiyorsun paylaşalım.

Masada oynayan oyuncular itiraz ettiler. “Siz zaten birlikte geldiniz. Bizi oyundan kaçırtıp masadaki parayı paylaşacaksınız öyle mi? Bizi keriz yerine mi koyuyorsunuz? Oynuyorsanız doğru dürüst oynayın, paylaşmanıza biz razı olamayız o zaman herkes parasını geri alsın.”
Aslında haklı olmasına rağmen kurallara da aykırı bir itirazdı bu. Çünkü eline güvenen oyuna girmiş güvenmeyende katılmamıştı. Ama işin içinde blöf yaparak diğer oyuncuları kaçırtmak da olunca diğer oyuncular da haklı oluyordu bu durumda.

Murtaza,

-Sanırım arkadaşlar bizim anlaşmalı oynadığımızı sanıyorlar ama durum hiç öyle değil. Gördününüz gibi Kenan biraz önce borçlanma senedeni dahi imzaladı. Anlaşmalı olsak imzalar mıydı?

Oyuncular ikna olmamışlardı. Ya herkes parasını geri alacaktı ya da ellerini açacaklardı. Kenan elini zaten açmış olduğu için herkes Murtaza’nın eline bakıyordu.

-Madem öyle istiyorsunuz ben de elimi açayım o halde. Dostum kusura bakma ben elimden geleni yaptım ama senin elin de güzelmiş. Ammaa maalesef deveden büyük fil varmış benim elimde ful as var.

Murtaza elini masaya açmıştı. Elinde üç tane as iki tane dokuzlu vardı.

Kenan’ın kafasından aşağıya kaynar kazan dökülmüşçesine titremeye başlamıştı. Gözleri kâğıtlara saplanıp kalmıştı. Kulakları zonklamaya gözlerinin önü kararmaya başlamıştı. Dili damağı kurumuş sanki yüreğine inme inmişti. Eli ayağı titriyordu.

Kenan zar zor önündeki paraları toplayıp “Benden bu kadar” deyip oyundan kalktı. Gidip yan taraftaki masaya oturdu. Elindeki paraları saydı. Yedi bin beş yüze yakın para vardı. Beş binini alıp götürüp Murtaza’in önüne koydu.

-Buyur burada beş bin var. Kalanını da en kısa zamanda öderim.

- Ne demişler, kumar borcu namus borcu. Ödeyeceğini ben de biliyorum arkadaşım. Acele etmene gerek yok. Ne zaman müsait olursan o zaman ödersin.

-Eyvallah

Kenan biraz daha oyun seyredip birkaç kadeh daha viski kola içtikten sonra müsaade isteyip eve gelmişti. Alkolün de tesiriyle kendisini bir çıkmazda görmeye başlamıştı. Arkadaşlarının getirdiği para çantasındaki bomba aklına geldi. Çantayı bulup bombayı aldı. Evden gidip intihar etmeyi düşünüyordu ama Rumeyza ile tartışmaya başlamışlardı. Tartışmanın sonunda malum olan olmuştu.

Bomba olayından sonra evde maddi kriz hissedilmeye başlamıştı. Aldığı işsizlik maaşı zaten cezalı ödendiği için giderlerine dahi yetişmiyordu. Ev kirasını da ödeyemedikleri için ilk uyarı geldi. Daha sonra sağlık sigortası prim borçlarını ödeyemez olmuşlardı. Kenan kaçak iş bulmayı denedi. Ama zaten küçük bir şehirde yaşıyorlardı ve çoğu işsiz, kaçak iş aramaya başlamışlardı. İşsiz kalanlar işsizlik maaşı alırken aynı zamanda yapacak işler bulup çalışıyorlardı. Bunu da işsizlik ödeneği aldıkları yerden gizledikleri için bir ek gelir elde etmiş oluyorlardı. Böylece kaçak iş terimi Hollandalı Türklerin hayatına girmiş oldu.

Bir süre sonra eski iş arkadaşları Kenan’ı sıkıştırıp tehdit etmeye başlamışlardı. Kenan çareyi Rotterdam’da oturan bir akrabasında buldu. Onun yanına gidip kendisine iş bulmasını istedi. Bu arada eşi Rumeyza’dan da anlaşmalı olarak boşandılar. Kenan bütün borçları üstüne alıp evi terk etti. Rumeyza ise eşinden ayrıldığı için belediyenin sosyal yardım kasasına müracaat etti. Kısa sürede maaşı bağlandı. Artık bir ekonomik bağımsızlık elde etmişti. Başka türlü bir çıkar yol bulamamışlardı.

Kenan bir özel istihdam bürosunda geçici olarak iş buldu. Önceleri akrabasında kalıyordu ama zamanla bir pansiyondan oda kiraladı. Artık hem işi hem başını sokacak pansiyon da olsa bir evi vardı. Bu arada Rumeyza ile sık sık telefonda görüşüyor ayda bir de olsa yanlarına gelip hafta sonları ailesiyle birlikte kalıyordu. Bir süre sonra Rumeyza’nın ikinci çocuğuna hamile olduğunu öğrendiğinde sevinse mi üzülse mi bilemedi. Özlem’in doğumuna ne kadar sevinmişti. Doğduğunda kurban kesmiş mevlit okutmuştu. Ama şimdi böyle kötü bir durumda sevinse mi üzülse mi bilemiyordu.

Rumeyza ise mutluydu. Olan bunca kötü olayın üzerine hamile olduğunu öğrenmesine sevinmişti. Kenan bir defasında “Hata mı ettik” diye sordu.

Rumeyza,

-Neden hata olsun. Ağılda doğan kuzunun derede rızkı bitermiş. Bana da biraz moral olur. Hem belediye iş ara diye sıkıştırıyor. Hamile olduğum için en azından doğuma kadar bir şey demezler.

Bu arada Kenan’ın eski arkadaşları bir kaç kez Rumeyza’nın yanına gelmişler Kenan’ı sormuşlardı. Rumeyza’da, ”Eşimden ayrıldım, bir alacak vereceğiniz ya da bir sorununuz varsa gidip Kenan’la halledin. Bir daha kapıma gelirseniz sizi polise şikâyet ederim” deyip başından savmıştı.

Kenan Rotterdam’a gitmekle eski iş arkadaşlarının baskılarından kurtulmuştu. Ama eşinden ayrı kalmasına çok içerlemişti. Bulduğu her fırsatta Rumeyza’nın yanına gidiyordu bol bol eşiyle ve çocuğuyla hasret gideriyordu. Sonra bu gidip gelmeler azalmaya başladı. Rumeyza hamileliğinin yedinci ayına gelmişti ama Kenan artık ne arayıp ne sorar olmuştu.

Kenan, Rotterdam’da bir başka sevdaya yelken açmıştı. Olan buydu ama Rumeyza’nın bu olup bitenlerden haberi dahi yoktu. Kenan artık telefon numarasını da değişmişti. Rumeyza sorduğunda telefonum kırıldı deyip yalan söylemişti.

Rumeyza ikinci çocuğunu da dünyaya getirdi. İsmini Rana koydu. Kenan çocuğunu görmeye geldiğinde elleri dolu dolu gelmişti. Özlem babasını gördüğünde çok sevinmişti. Babasının getirdiği oyuncaklara dalmış Kenan ise Rana’yı kucağına alıp hasret gidermişti. Kenan Rana’yı çok sevmişti. Onu görmek için en azından ayda bir gelmeye gayret gösteriyordu. Rumeyza, Kanan’a Rana’nın nüfus işlemlerini de Başkonsoloslukta halletmesi için baskı yapıyordu ama Kenan her seferinde çalıştığını zamanı olmadığını söyleyip buna başka mazeretler bulup erteliyordu.

Kenan, Rana’yı kendi nüfusuna kayıt ettirmediği için Rumeyza bulunduğu şehrin belediyesine gidip Rana’ya kendi kızlık soyadını vermişti.

Rumeyza baba bölümüne Kenan’ın ismini söylemesine rağmen memur kabul etmemişti. Memur, “Kabul edebilmesi için babanın kendisinin gelip çocuğun kendisinden olduğunu onaylaması gerekiyor. Ya da sizin gidip bir babalık davası açmanız gerekiyor. Mahkeme kararıyla yapılacak DNA testinden çıkacak sonuca göre mahkemenin kararı esas alınır. Bu durumda da babanın ismini buraya yazabiliriz. Kanunlar böyle olduğu için de şu an benim yapabileceğim bir yok” demişti. Rumeyza da çaresiz Rana’ya baba kısmı boş kalan bir nüfus cüzdanı çıkartmıştı.

Yaz geliyordu ve Rumeyza tatile babasının yanına gitmek istediğini söyledi. Kenan zorluk çıkarmadan, “Tamam, ben biletlerini ayarlarım” dedi. Kenan Rumeyza ve çocuklar için uçak biletlerini almış ve biraz da cep harçlığı vermişti. Rumeyza da boş durmamış dişinden tırnağından artırıp harçlık biriktirmişti.

Yaz geldiğinde Rumeyza çocuklar ile Türkiye’ye giderken görümcesi ve kocası Burhan’da arabalarıyla Türkiye’ye yollarına düşmüşlerdi. Tabii Kenan’ın annesi babası da bu yaz Türkiye’ye gidenler arasındaydı.

Bu yıl Türkiye tatili Burhan’lar için olaylı geçmişti. Burhan mahallenin gençlerini kırmayarak arabasıyla bir hafta sonu onları denize girmek için Mersin’e götürmüştü. Mersin dönüşünde ehliyeti olan gençlerden biri arabayı kullanmak istemişti. Ehliyetini de gösterince Burhan genci kırmamış arabayı kullanmasın izni vermişti. Ama Burhan yorgundu ve uykusu vardı. Burhan, “Ben uyuyacağım” deyip arkaya koltuğa geçti. Hemen de uyumaya başlamıştı. Gözlerini açtığında kendisini hastanede bulmuştu.

Arabayı kullanmak isteyen delikanlı mıcır yani taşlı yola girmişti. Ama mıcır yolun ne gibi tehlikelere gebe olduğundan hakkında yeterince bilgi sahibi değildi. Genç şoför viraja girdiğini anladığında süratini düşürmek için geç kalmıştı. Hemen frene köklemişti ama minik taşlardan oluşan mıcır yolda araba kaymış ve takla atarak şarampole yuvarlanmıştı. Arabada beş kişi vardı. Ama gel gör ki arka koltukta oturan delikanlı hem ani frenin etkisi hem de arabanın takla atması sonucu hayatını kaybetmişti. Burhan hafif sıyrıklarla atlatmıştı kazayı.

Ölen gencin yakınları hastaneyi birbirine katmıştı. Burhan’a tehditler yağdırıyorlardı. Burhan arabayı kullananın kendisi olmadığını anlatmaya çalışsa da dinleyen yoktu. Burhan’ın suçsuz olduğu polis kayıtlarına da geçmişti ama ölen ailenin vicdanına suçlu olarak geçiyordu. Burhan gelmeseymiş çocukları yaşıyor olacakmış. Oğullarını Mersin’e götürmese evlatları yaşıyor olacakmış. Bunlar Burhan’a dokunmamıştı. Sadece kader demişti.

Ama aile, madem götürdün arabayı neden acemi bir çocuğa teslim ediyorsun. Madem teslim ettin neden yanında durup onu uyarmıyorsun dediklerinde yüreğinin cız ettiğini hissetti. Ama kimse Burhan’a şoförün acemi olduğunu söylememişti. Kendisi bile gence güvenip uyumuştu. Yani kendi canını da tehlikeye atmıştı. Ama bunu çocuklarını kaybeden aileye anlatmak mümkün olmamıştı.

Burhan hemen bilet aldığı firmayı aramış dönüş tarihlerini değiştirip apar topar tatilden dönmüştü. Daha doğrusu kaçmıştı. Yanında getirdiği polis tutanaklarını sigortasına götürmüş hem ölen genç için hatırı sayılı bir tazminat almasını sağlamakla kalmayıp hem de o gencin ailesine bir miktar maaş bağlanmasını sağlamıştı. Ama bu yaptıkları Burhan’ın hissettiği vicdan azabını gidermeye yetmemişti.

Bütün bunlar olurken Kenan aşk yaşadığı adı Keriman olan kadının da hamile olduğunu öğrendi. Kenan kendisini iki kadın arasında sıkışmış gibi hissediyordu. Keriman, çocuğunu evlenmeden dünyaya getirmek istemediğini söyleyerek Kenan’ın kendisiyle evlenmesi için baskı yapıyordu.

Kenan, kadının haklı olduğunu biliyordu ama kadına kaç kez korunup korunmadığını da sormuştu. Keriman, her defasında korunduğunu bu nedenle de meraklanmaması gerektiğini söylemişti. Ama Kenan’ın korktuğu başına gelmişti. Aslında Keriman Kenan’ı kendisine bağlamak için böyle bir yolu seçmişti. İçinde hep bir terk edilme korkusuyla yaşıyordu. Eğer Kenan’dan hamile kalırsa kendisini terk edemeyeceğini düşünüyordu.

Rumeyza tatilden dönmüştü. Çocuklarını özleyen Kenan hasret gidermeye çocuklarının yanına geldi. Olan biteni öğrendiğinde Burhan’a da uğrayıp geçmiş olsun dedi. İki gün daha kaldıktan sonra tekrar Rotterdam’a döndüğünde Kerman’ı sinir krizleri içerisinde buldu.

Keriman hamilelik hormonlarının da etkisiyle kıskançlık krizine girmişti. Zaten evlilik dışı bir ilişki yaşadığını bundan dolayı gerek ailesinin gerekse çevresinin kendisine karşı tavır takındığından şikâyet ediyordu.

-Bütün bunlara rağmen ben senin çocuğunu taşırken beyimiz kalkmış tatilden dönen eski karısıyla kırıştırmaya gidiyor.

-Lafını bil de konuş, kırıştırmak da neyin nesi? O benim dinen hala karım ve çocuklarımın anası. Bu şekilde konuşamazsın.

-O senin dinen hala karın da ben neyin oluyorum. Bana neden dini de olsa bir nikâh kıymadın?

-İyi de senin şimdiye kadar öyle bir talebin olmadı ki. İsteseydin bir camiye gider dini nikâhımızı bir imama kıydırırdık. Bunu mu dert ediyorsun yani.

Dini de olsa nikâh lafını duyan Keriman bir anda yelkenleri indirmişti.

-Sahi kıydırır mısın? Yemin et, kıydırır mıydın?

-Ya neden kıydırmayım. Madem birlikte yaşıyoruz ve mademki benim çocuğumu taşıyorsun neden sana nikâh kıymayayım.

-Tamam, o halde en kısa zamanda dini nikâhımı kıydırmanı istiyorum.

Kenan bulunduğu semte en yakın bir Türk camiine giderek imamla konuştu.

İmam,

-Dini nikâhtan önce resmi nikâhınızı kıydırdınız mı?

-Yok hocam, eşimde bende duluz. Birlikte yaşamaya karar verdik. Bu yüzden dini nikâh kıydırmak istiyoruz.

-Hollanda’da bu tür beraberlikler normal görülüyor olabilir ama devletimiz bizden dini nikâh öncesi resmi evlilik cüzdanını görmemizi istiyor. Ancak resmi evlilik cüzdanını gördükten sonra dini nikâhınızı kıyabilirim. Aksi takdirde ben devletimizin yasaları nazarında suçlu duruma düşmüş oluyorum. Bu durumda bir şikâyet olursa mesleğimi dahi kaybedebilirim. Lütfen önce resmi nikâh akdinizi yaptırın daha sonra gelin seve seve dini nikâhınızı kıyarım.

-Hocam şimdi müracaatımızı yapsak resmi nikâh için gün almak aylar alır. Siz şimdi dini nikâh yapsanız ne olur ki?

- Dedim ya eğer biri şikâyet ederse bir daha imamlık yapamam. Lütfen mazur görün.

-Peki, anladım hocam. Hayırlı günler size.

Diyanete bağlı camii imamından beklediği yardımı alamayan Kenan bu kez Faslı vatandaşların yaptırdığı camii imamından yardım istedi. Faslı imam da, eşinin ya da eşinin vekâletini alan biriyle yanına gelmesini söyledi. Komşu Türklerden birisinden ricada bulunarak dini nikâh için eşinin vekâletini üstlenmesini istedi. Vekâlet alan komşuyla birlikte imamın yanına gittiler. İmam camii cemadatından iki kişi bularak onları şahit yaptı. Vekilden Mehir olarak ne istediğini sordu. Adam kadının Mehir olarak Türkiye’den ev alacak kadar bir bedel istediğini bunda yaklaşık 25-30 bin Euro olduğunu söyledi. Kenan şaşırıp kalmıştı. Böyle bir emri vaki beklemiyordu ama şimdi Faslılara karşı da mahcup olmamak vardı. Hem nasılsa gerçekten vermeyeceğim diye düşünerek hem de mahcup olmamak için “olur” dedi. İmam da şahitlerin huzurunda nikâh akdini gerçekleştirdi.

Dini nikâhla biraz da olsa gönlünü aldığı Keriman Kenan’ı adeta sahiplenmişti. Rumeyza’yı artık eski eşi olarak görüyor Kenan’ın eski eşinin yanına yalnız gidip gelmesine tepki göstermeye başlamıştı. Ne var ki Rumeyza’da artık Kenan’ın yanına dönmesini istiyordu. Kenan iki kadın arasına sıkışıp kalmıştı.

Kenan arada bir de olsa bir buket çiçekle Rumeyza’nın yanına çocuklarını görmeye gidiyordu. Bu zamanlarda Keriman kıskançlık krizlerine giriyordu. Yine böyle bir ziyaretlerinden birinden dönüşünde büyük bir kavganın kendisini beklediğinden habersizdi. Keriman, Kenan eve geldiğinde sudan bahanelere bile tepki gösteriyordu. Kenan’ın her yaptığı hareket gözüne batıyordu. Kenan daha fazla dayanamadı,

-Hayatım biraz ileri gitmiyor musun? Çocuklarımı görmeye gittiğim için bu kadar tepki göstermeni kusura bakma ama kabul edemiyorum.

-Hadi ya, kabul edemiyormuş! Neden beyefendi, biz burada neyiz? Biz kimin çocuğunu taşıyoruz? Oooh ne güzel, beyefendimizin bir eli yağda bir eli balda. Allah bilir arada başka hatunlar da vardır. Bilmediğimiz başka çocuklarınız veya bebek bekleyen başka hamile eşleriniz de var mı beyefendi?

-Yok artık, mübalağa yapmıyor musun Keriman? Ne başka kadını ne başka çocuğu? Ben seninle birlikte yaşamaya başladığımda eşimi ve çocuklarımı saklamadım ki. Sen benimle her şeyi bile bile birlikte oldun. Yanlış anlama ben seni suçlamak için söylemiyorum ama senin yaptığın da kıskançlıktan başka bir şey değil. Lütfen sakin ol da ağzımızın tadı bozulmasın.

-Rahatsız mı oldunuz beyefendi. Evet, eşini çocuğunu biliyordum ama ben seni eşinden ayrılmış olarak biliyordum. Bir elin yağda bir elin balda yaşamak istediğini bilmiyordum.

-La havle vela kuvvete, yapma Keriman. Onlar benim ailem, onları nasıl bırakırım. Rumeyza sırf benim için doğduğu yerleri terk etti. Anasını babasını bırakıp gurbete geldi. Ben onu nasıl terk ederim. Bazı hatalar yaptım evet ama benim hatalarımın acısını çoluk çocuğum çekmemeli.

-Öyle mi beyefendi, şimdi de hata mı oldum. Ben senin peşinde koşmadım, beni tavlamak için arabamın üzerini güllerle donatan sendin. Böylesine güzel bir komplimanı senin gibi bir öküz yapsın istediğini de aldıktan sonra hata desin. Oh be ne güzel, dünya sana güzel.

Kerman’ın haklılık payı vardı. Kenan, Kerman’ı gördüğünde beğenmiş onunla tanışmak için araya arkadaşlarını koymuştu. Daha sonrasında onu takip etmişti. Keriman bir alış veriş merkezine gitmişti. Kenan hemen bir çiçekçiden bolca gül almış sonra bu gülleri arabayı içerisine alacak bir çerçeve şeklinde yere sermiş daha sonra arabanın üstüne camına ve motor kapısının üstüne özenle yerleştirmişti. Hiçbir şeyden haberi olmayan Keriman arabasının yanına geldiğinde karşılaştığı sürpriz karşısında ağzı açık kalmıştı. Kimin yaptığını anlamaya çalışsa da anlayamamıştı.

Takip eden günlerde ise her gün arabasının ön camında bir gül bulur olmuştu. Bir gün yine arabasıyla markete gitti. Arabadan inip markete girerek arabasını gözetlemeye başladı. Gülleri kimin bıraktığını merak ediyordu. Kimdi bu gizli hayranı mutlaka öğrenmeliydi. Keriman arabasını gözlerken arabanın gözetlendiğinden habersiz olan Kenan yine bir kırmızı gülü ön cama yapıştırıp kaçacaktı ki, arkasından gelen sesle irkildi. “Demek o gizli centilmen sizdiniz?”

Kenan utançtan kıpkırmızı olmuştu. Daha sonra Keriman’la bir kafeye gitmişler birlikte bir kahve içmişlerdi. Kenan’la Keriman ilerleyen günlerde daha sık görüşmüşler birbirlerine olan ilgileri karşılıklı olarak artmıştı.

Kenan, Keriman’ı bir akşam yemeğine davet etti. Yemekte ikisi de alkol aldılar. Kenan kısaca özgeçmişinden eşinden ve kızından bahsetmişti. Ama detaylarına girmemişlerdi. Vakit ilerledikçe ikisi de alkolün etkisi altına girmişlerdi. Kenan, Keriman’ı evine bırakırken Keriman Kenan’ı içeri davet etmişti Eve girdiklerinde Keriman müzik setine basmış, slov bir müzik sesi odayı doldurmuştu. Kenan’a ne içersin diye soracaktı ki Kenan Keriman’ı kucakları arasına almış dans etmeye başlamışlardı. Gerek Kenan gerekse Keriman kendisini bulutların üzerinde hissediyordu. Bir anda Kenan ve Keriman’ın dudakları birleşti. Her ikisinin de göğüsleri körük gibi kalkıp iniyordu. Sabah olduğunda Keriman’da Kenan da içinde bulundukları manzara karşısında şaşkındılar. Keriman biraz utanmış kızı oynuyordu.

Kenan,

-Galiba alkolün etkisiyle ne yaptığımızın farkında değildik.

-Pişman mısın Kenan?

-Pişman olmasına pişman değilim ama sana dün akşamda söylediğim gibi benim sorumlu olduğum bir ailem var. Gel gör ki onlar başka şehirde bense burada yaşamak zorundayım. Ama seni görünce sana karşı da kayıtsız kalamadım. Dersen ki ailenden vazgeçme ama burada da benimle bir aile kur. Buna da varım, sahi beni böyle kabul eder misin?

Keriman, ailesinin zoruyla Türkiye’de ikamet eden kuzeniyle evlenmek zorunda bırakılmıştı. Daha sonra Keriman’ın eşi Hollanda’ya gelmiş ama Hollanda’ya fazlasıyla uyum sağlamıştı. Hatta öyle çabuk uyum sağlamıştı ki kısa süre sonra Keriman’ı aldatmaya başlamıştı. Eşini yakalayan Keriman kıskançlık krizlerine girmiş durumu anne-babasına anlatmıştı. Damatlarını uyaran Keriman’ın babası kızına, “Kızım her evlilikte böyle şeyler olur. Hem erkek adam, bir daha yapmaz”. Deyip kızının gönlünü alacak konuşmalar yapmaya çalışmışsa da eline yüzüne bulaştırmış Keriman’ı ikna edememişti.

Keriman hemen eşinden ayrılma işlemlerini avukatı aracılığı işleme koymuş ilk celsede de boşanmıştı. Keriman’ın eşi henüz sürekli oturum hakkını kazanamadığı için de yurt dışı edilmişti.

Babası kızının kendisini dinlememesine içerlemişti. Bu arada kardeşiyle de kötü olmuştu. Kardeşi oğlunun suçunu görmek yerine gelinine ve ağabeyine kızmıştı. Telefonda ağabeyi ile konuşurken, “Hem oğlumu götürdünüz hem de rezil edip gönderdiniz” diye sitem de bulununca Kerman’ın babası telefonda kardeşine ağzını açıp gözünü yummuştu. Hakarete maruz kalan kardeş de telefonu ağabeyinin yüzüne kapatmıştı. İki kardeşin arası artık bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmuştu.

Aslında gurbetçiler arasında yoğun olan akrana evlilikleri kurbanlarının arasına Keriman da katılmıştı. Hollanda’da yapılan bir araştırmanın sonuçları ise bir hayli düşündürücüydü. Bu araştırmanın sonuçlarına göre evlilik yoluyla Hollanda’ya gelenler arasındaki boşanma oranı yüzde altmış dörttü. Gerçi oranın bu kadar yüksek olmasının ana nedeni oturum alabilmek için yapılan sahte evliliklerdi ama boşanma oranı yine de çok yüksek çıkmıştı.

Keriman eşinden ayrılınca ailesinin yanına dönmedi, kendi evinde kalmaya devam etti. Bir süre belediyenin sosyal yardım kasasından yardım almış daha sonra iş bularak çalışmaya başlamıştı. Tabii bu arada babasını dinlemediği için onu da küstürmüştü.

İş yerinde çalışan arkadaşlarıyla çıkıyor gönlünce eğleniyordu. Artık anne-baba baskısı da üzerinden kalktığı için son derece serbest hareket ediyordu. Bazı akşamlar arkadaşlarıyla şehirdeki Türkü-Bara gidiyor eğleniyorlardı.

Bir akşam yine arkadaşlarıyla gittiği Türkü-Barda içmişler sonrasında bir erkek arkadaşının yatağında uyanmıştı. Keriman bir süre “ne yaptım ben” diye bunalıma girse de bir süre sonra arkadaşlarının etkisiyle normal hayatına dönmüştü. Artık ne eğlenmeye gidiyor ne de alkol alıyordu. Anlamıştı ki alkol aldığı zaman kısa süre de kendisini kaybediyordu. Alkol şişede durduğu gibi durmuyordu. Uzun süre sonra ilk defa Kenan’la çıkmış yine olan olmuştu. Ama bu kez Kenan kaçmıyor ona birlikte yaşamayı teklif ediyordu.

-Daha tanımıyorsun beni. Ben de seni tanımıyorum. Nasıl olacak bu iş?

-Bir birbirimize zaman verelim. Tanıyalım birbirimizi.

-Peki tamam, zaman verelim bakalım.

Bu şekilde başlamışlardı birlikte yaşamaya. Zamanla babası da Kenan’la yaşadığını öğrenmiş eve baskın yapmıştı. Fakat Kenan, “Niyetimiz ciddi, evlenmeyi düşünüyoruz” deyince babası,

-Önce evlenin sonra ne halt edecekseniz edin. Adamın elini kana bulamayın. Önce Kenan’ın üzerine yürümüş hatta Kenan’a yumruk bile atmıştı. Daha sonra kızının üzerine yürüdü. Ona da bir tokat attı. Keriman birden çok sinirlenmişti.

-Sen çok oldun artık baba. Ben o eski Keriman değilim. Ekmeğimi sen vermiyorsun. Kendi evimde dilediğim gibi yaşarım karışamazsın.

Bu sözleri duyan babanın gözleri dönmüştü. Kendini tutamadı bir anda iki tokat daha attı kızına. Keriman, hemen telefona sarılıp polisi aradı. Kısa süre sonra gelen polis Keriman’ın babasını tutuklamıştı. O geceyi nezarette geçiren baba daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere salı verilmişti. Yapılan ilk duruşmada da iki yüz kırk saat çalışma cezasına ve bir yıl içerisinde bir suç işlerse altı ay yatmak üzere hapis cezasına çarptırılmıştı. Zaten bir gece nezarette kalan baba bütün gece diğer çocuklarını ve karısını düşünmüştü. Ertesi gün salıverildiğinde ise Keriman’ı defterden silmişti. Onun için artık Keriman diye bir kızı yoktu.

Keriman korktuğu için polisi aramıştı ama babasının aldığı cezayı öğrenince de yüreği cız etmişti. Önce davasından vazgeçtiyse de dava kamu davasına dönüştüğü için babasının ceza almasına engel olamamıştı. Bundan böyle artık ne babasının evine gidebilirdi ne annesiyle ne de kardeşleriyle görüşebilirdi.

Babası her aklına geldiğinde yaşadığı pişmanlık yüzünden göğsünde sanki tonlarca ağırlık hissederdi. Annesini ve kardeşlerini çok özlemişti. Arada sırada evlerini aramış ama konuşmaya cesaret edememişti.

Aradan geçen zaman içerisinde yaralar sanki kabuk bağlamıştı. Kimse kimseyle görüşmüyordu. Sanki Keriman hiç doğmamış sanki unutulmuştu. Keriman bu şekilde ailesinden de kopmuştu. Artık sırtını yaslayabileceği bir tek Kenan vardı. Onu da kaybetmek istemiyor hatta kaybetmekten korkuyordu.

Aradan bir buçuk yıl geçmişti. Kenan kendi halinde işinde gücünde bir adam olarak görünmüştü Keriman’a. Ayda bir de olsa Annemi babamı görmeye gidiyorum deyip Rumeyza’nın yanına gidip geliyordu. Keriman bir seferinde, “Artık annen-babanla tanışma zamanım gelmedi mi?” diye sorduğunda Kenan, “Sabret, daha zaman var demişti.”

Kenan, Rana’nın doğumunu Keriman’dan gizlemişti. Çünkü Keriman Kenan’ı sadece çocuklarını görmeye gidiyor sanıyordu. Kenan’ı bir başka kadınla paylaşma düşüncesi Keriman’ı çileden çıkartıyordu. Kenan her gidişinde anne-babasının yanında kaldığını yani yalan söylüyordu Keriman’a

Keriman’a Rana’yı açıklamakta hayli zorlanmıştı. Keriman nihayet sonun da öğrenmişti. Keriman hamilelik hormonlarının da tavan yapmasıyla sinir krizleri geçiriyordu. Kenan’a tokat bile atmıştı.

-Ben artık senin yalanlarına katlanamıyorum anlıyor musun beni katlanamıyorum. Artık karar vermek zorundasın. Senin evin orası mı burası mı? Karar verene kadar bu evde duramazsın. Şimdi defol, eski eşine her şeyi anlat bir daha da boşuna beklemesin seni. Ya da bir daha bu eve gelme.

Deyip Kenan’a kapıyı göstermişti. Hafta sonu olduğu için Kenan arabasına atlayıp Rumeyza’nın yanına gitti. Kenan’ın yolculuğu üç saate yakın sürmüştü. Eşini gördüğünde sahte bir tebessüm etti. Ne edeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Rumeyza Rana’yı Kenan’ın kucağına vermişti. Rana’nın güzelliği, o masum bakışları Kenan’ın dilini bağlamıştı. Rumeyza Kenan için banyoyu hazırlamıştı. Kenan sıcak suyla duş aldı. Bu banyo Kenan’a da iyi gelmişti.

Rumeyza Özlem ve Rana’yı uyutmuştu. Aşağıda kanepede oturan Kenan’ın yanına geldi. Göğsünden bir mektup çıkardı. Kenan’a gösterip,

-Bu ne biliyor musun?

-Nereden bileyim.

-Hani yeni evlenmiştik de sen buraya geldikten sonra bana bir mektup göndermiştin ya. İşte bu o mektup. O kadar güzel yazmışsın ki okumaktan bıkmadım. Mektubu da gözüm gibi hala saklıyorum.

-Keşke en azından oradaki kadar masum kalabilseydim.

-Ne demek en azından oradaki kadar masum kalmak?

-Ya hayatım bunca yaşananlardan sonra daha ne kadar masum olabilirim ki. Çok çalkantılı bir dönemden geçtikten sonra seninle evlendim ben. O yazdığım mektubun her bir satırı doğruydu. Ben seni hayatımın merkezine yerleştirmiştim. Nasıl oldu bu kadar kirlendim bende bilmiyorum. Kendi hatalarımın sonuçlarına seni de ortak ettim. Hiç hak etmediğin bir hayatı yaşatıyorum sizlere. Bunun için senden ve çocuklarımdan özür dilesem de af edilmeyi hak etmediğimi biliyorum. Ama yine de af diliyorum senden.

-İşte burada haklısın Kenan. Bize hak etmediğimiz bir hayat yaşatıyorsun. Analı babalı yavrucaklara yetim hayatı bana dul kadın hayatı yaşatıyorsun. Çocukların seni affeder mi bilmem hatta ben bile af eder miyim artık bilmiyorum. Bu konuları konuşmayalım istersen. Konuşursak ikimizin de canı sıkılacak. Olanları unutmak hiç de kolay değil. Çünkü hala o olayların etkisini yaşıyoruz. Dilerim gerekli dersi alıp aklın başına gelmiştir.

Kenan, Keriman’ı anlatamayacağını bildiği için sessiz kalmayı yeğledi. Kenan bir gün daha kaldıktan sonra ertesi günü işbaşı yapacağını söyleyerek öğleden sonra yola çıktı.

Keriman’ın yanın geldiğinde Keriman koşarak Kenan’a sarıldı. Kenan’a hem kızıyor hem de sıkıca sarılıyordu.

-Salak, beni bu halde nasıl bırakıp gidersin? Benim senden başka kimim kaldı. Karnım burnumda, ha doğurdum ha doğuracağım. Beni böyle bırakıp nasıl gidersin. Seni nasıl sevdiğimi hala anlayamadın mı?

Derken sıkıca sıktığı yumruklarını Kenan’ın göğsüne vurup bir yandan da ağlıyordu. Keriman’ın yine sinirleri bozulmuştu. Kenan alttan alıp onu yatıştırmaya çalıştı. Keriman’a,

-Senden ayrı kalmak bana kolay mı geldi sanıyorsun. Sana hamilelik iyi gelmedi. Senin sinirlerin bozulmuş. Bende seni seviyorum aşkım. Artık ağlamayı kes bak sonra oğlumuza bir şey olursa seni asla af etmem.

-Oğlumuz mu? Oğlan olacağını nereden çıkardın. Sanki kız olursa sevmeyecek misin?

-Tabii ki seveceğim hayatım. Ama benim içime oğlan doğuyor. Bizim oğlumuz olacak.

-Sağlıklı olsun da ne olursa olsun ben razıyım.

“Amin” diye onu tasdik etti Kenan. Günler haftaları kovaladı. Keriman zor bir hamilelik süreci geçirdi. Bu sürecin çoğunu yatarak geçirmesi gerekmişti. Bu süre boyunca haliyle Keriman’ın en büyük yardımcısı Kenan olmuştu. Ama hamilelik süreci boyunca Keriman, Kenan’a “Beni ne zaman anne-babanla tanıştıracaksın?” diye sorup durmuştu. Kenan zor geçen hamilelik sürecini ve uzun seyahatin Keriman ve doğacak çocuk için tehlikeli olacağını söyleyip devamlı ertelemişti.

Keriman sürecin sonunda nur topu gibi bir erkek evlat dünyaya getirmişti. Keriman’ın ve Kenan’ın sevinçleri mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Hele ki doğan çocuğun erkek olması Keriman’ı anne–babasına anlatmasını kolaylaştıracağını düşünüyordu. Keriman ve Kenan yeni doğan bebeğe Yağız Efe ismini verdiler.

Keriman’ın hamilelik süreci boyunca Kenan Rumeyza’nın ve çocuklarının yanına çok az gidebilmişti. Gittiğinde de Rotterdam’daki hayatından hiç bahsetmiyordu. Çünkü Kenan, Keriman’ı Rumeyza’ya nasıl izah edeceğini bilmiyordu. Keriman yedi aylık olduktan sonra doğum yapana kadar Kenan ne anne-babasının ne de eşi ve çocuklarının yanına uğradı.

Keriman çocuk doğduktan sonra resmi nikâh için Kenan üzerinde baskı kurmaya başladı. Kendisine soyunu devam ettirecek bir evlat verdiği halde neden hala çocuğu ismine geçirmemişti? Keriman bir erkek evlat vermesine rağmen neden resmi olarak eşi görünmüyordu gibi sözlerle Kenan’a baskı yapıyordu. Kenan bu baskıların sonucunda Keriman’la Rotterdam Belediyesinde resmi nikâh kıydı.

Rumeyza yaşanan olaylardan sonra Kenan’ın arkadaşlarının baskılarından ve Kenan’ın arkada bıraktığı borçlardan kurtulmak için Kenan’dan Hollanda hukuku önünde boşanmıştı ama bu boşanma henüz Türk makamlarına bildirilmemişti. Yani Kenan ve Rumeyza Hollanda’da boşanmışlar ama Türk makamlarına göre halen eski eşleri ile evlilerdi. Bu nedenle Kenan ve Keriman ancak Hollanda’da evlenebilmişlerdi.

Bir hafta sonu akşama doğru Keriman’ı ve Yağız Efe’yi arabaya bindiren Kenan anne-babasının evine doğru yola koyuldu. Hesabına göre göre anne-babasının evlerine vardığında hava kararmış olacağından Rumeyza’da akşamları dışarı çıkmayacağı büyük ihtimalle de Adviye hanımı misafir edeceğinden Rumeyza ile karşılaşma ihtimalleri çok zayıftı. Bu yüzden seyahati anne –babasının evine akşamın ilk saatlerinde varacak şekilde ayarlamıştı. Tahmin ettiği gibi de oldu. Arabadan hızlı bir şekilde inip eve hızlı bir şekilde babasının evine girmişlerdi. Böylelikle Kenan kimseye görünmemeye gayret etmişti.

Akşamın ilk saatlerinde oğlunu kucağında bir çocuk ve yanında daha önce hiç görmedikleri bir kadınla gören Mustafa Efendi’ de Melahat Hanım şaşkınlıkla buyur etmişlerdi. Keriman önce Mustafa Efendinin daha sonra da Melahat hanımın ellerini saygıyla öptükten sonra bir kenara çekilmiş ve ayakta beklemeye başlamışlardı.

Bir Kenan’a bir çocuğa bir de Keriman’a bakan Mustafa Efendinin, “Geçin oturun” komutuyla Kenan kucağındaki çocukla üçlü kanepenin bir ucuna hemen yanına da Keriman ilişivermişti.

Kenan kısaca Keriman’ı tanıttı.

-Baba bu Rotterdam’da evlendiğim eşim Keriman. Kucağımdaki de torunun Yağız Efe.

Mustafa Efendi ve Melahat Hanım bir şok yaşıyorlardı. Ortaya bir sessizlik çökmüştü. İğne düşse sesi duyulacak gibiydi. Mustafa Efendi de Melahat Hanım da ne diyeceklerini bilememenin şaşkınlığı içerisindeydiler.

Mustafa Efendi önce genzini temizledi. Sonra zor duyulur bir sesle, “Nasıl oldu bu iş?” diye sordu.

Kenan gözlerini yerden kaldırmadan olayları biraz da kendi işine geldiği şekilde anlatma başladı.

-Baba biliyorsun buradan malum sebeplerle Rotterdam’a gittim. Orada bir süre Ahmet amcalarda kaldım. Bir iş bulunca onlara daha fazla yük olmamak için bir pansiyona taşındım. Keriman’la çalıştığım iş yerinde tanıştım. O da tek başına yaşayan yalnız bir bayandı. İlk sıralar benden çok kaçtı. Bir gün çalıştığım işyeri bana çıkış verdi. Bir süre işsiz kaldım. İşsiz kalınca pansiyonun parasını ödeyemediğim için oradan atıldım. Oradan atılınca tekrar Ahmet amcalara gitmeye utandım. Allah razı olsun Keriman bana kapısını açtı, iş buluncaya kadar beni misafir etti. Bana sahip çıktı. Tekrar iş buldum çalışmaya başladım. Ama bu sırada çevrede yayılan dedi kodular yüzünden Keriman’ın anne-babasıyla arası bozuldu ve Keriman’a küserek onu evlatlıktan reddettiler. Durum böyle olunca bende neden olduğum bu durumu düzeltmek ve çevrede dönen dedikodulara bir son vermek adına Keriman’la hem dinen hem de Hollanda kanunlarına göre evlendim. Bu evlilikten de bir oğlumuz oldu. Dünya gözüyle torununuzu ve gelininizi görün diye size getirdim.

Mustafa Efendi bir Keriman’a bir Kenan’ın kucağındaki bebeğe baktı. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemiyordu. Zor bela ağzından, “Ya buradakiler ne olacak?’ diyebildi.

-Ben de bilmiyorum baba.

-Oğlum sen daha Rana’yı nüfusuna geçirmemişsin şimdi kucağında bir bebek yanında bir kadınla geliyorsun. Ben ne diyeyim sen onu söyle? Sen benim yerimde olsan ne yapardın. Daha Rumeyza ile evlenmeden ben sana söylemedim mi? Altından kalkabileceksen evlen. Bir olan derdimizi 2-3 etme demedim mi? Şimdi bir olan derdimizi beş yaptın. Ben Rumeyza’ya ne diyeceğim. Türkiye’deki dünürlerin yüzüne nasıl bakacağım. Burada millete ne diyeceğim? Haydi, geç onları buradaki el kadar sabilerin yüzüne nasıl bakacağım?

Keriman, Mustafa Efendinin Rumeyza tarafını tutmasına çok içerledi. Yüreğine bir ağırlık oturdu. Rumeyza ismi kulaklarında yankılanmaya başlamıştı. Oysa ne umutlarla gelmişti buraya. Onlara soylarını devam ettircek bir torun sunuyor ama onlar hala Rumeyza tarafını tutuyorlardı. İçinde büyük bir kıskançlık fırtınası esiyordu. Gözleri doldu, ağlayacaktı ama ağlamamak için yumruklarını sıkmış dudaklarını ısırıyordu. Onun duygularından hissettiklerinden ne Kenan’ın ne Mustafa Efendi’nin haberi oluyordu. İçindeki güven kaleleri yıkılmış büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Mustafa Efendi’nin yanında çaresizlikten susuyordu.

Kenan ise tek kelime söylemeden suçluluk duygusu içerisinde gözlerini yere mıhlamış susuyordu. Mustafa Efendi devam etti,

-Sen nasıl bu kadar sorumsuz olabilirsin. Nasıl bu kadar kolay başka insanların günahına girebiliyorsun? Tamam, buradaki eşinle sorunlar yaşadın büyük bir borcun altına girip kaçıp gittin. Sahi o borçları ödedin mi? Ne oldu o borçlar? Burada karıştırdığın haltlar yüzünden arkadaşın olacak adamlar Rumeyza’ya demediklerini bırakmadılar. Kızcağız ancak polis çağırdı da öyle kurtuldu onlardan. Sen ödedin mi bari borçlarını.

-Şey baba, biliyorsun Rumeyza’dan boşanırken onu rahat bıraksınlar diye bütün borçları ben devralmıştım.

-Tabii sen alacaktın, borçları o kızcağız mı yaptı. Hepsi senin kumar borcun eşek sıpası. Akşam akşam beni kızdırma şimdi.

-Şey işte baba, ben Rotterdam’a gidip bir işe girdikten sonra bir schuld saniering (Borçları yapılandırma) dairesine başvurdum. Biraz orada sıkıntı çekmem o yüzden oldu. Borç yapılandırma dairesi bütün maaşıma el koydu. Bana sadece cep harçlığı verdiler. İşte Keriman’la tanışmam tam o sırada oldu. Sağ olsun bana çok yardım etti, destek çıktı. Borç yapılandırma bürosu işlerimi halletti. Yani borç morç kalmadı. Hiç kimse o borçlar yüzünden Rumeyza’yı rahatsız edemez.

-Sen borcu morcu boş ver. Geçen geçti de şu durumu ben Rumeyza’ya, onun anne-babasına konu komşuya nasıl izah edeceğim. Özlem’le Rana’nın yüzlerine nasıl bakacağım onu söyle. Sen nasıl bir insansın? İnsan nefsine biraz sahip olur ya. Menfaatlerin uğruna herkesi kullanıyorsun. İki gün sonra kucağındaki yavruyu bu kızcağızı bırakıp gitmeyeceğinin garantisini kim verecek?

Kenan, “Olur mu öyle şey baba, bunlar benim ailem” dedi. Bu söz üzerine Mustafa Efendi daha çok sinirlendi.

-Rumeyza neyin peki? Özlem, daha nüfusuna dahi kayıt ettirmediğin Rana neyindi?

Kenan diyecek tek kelime aklına gelmiyordu bu yüzden de gözlerini yere dikip susmayı tercih etti.

Melahat Hanımın ana yüreği ağır basmış Kenan’ın kucağından Yağız Efe’yi alıp hem sevip hem ağlamaya başlamıştı. Bu sefer Mustafa Efendi hırsını Melahat Hanımdan aldı.

-Şımartarak büyüttüğünün hali işte Melahat Hanım. Bunlar hep senin o ana şefkatin yüzünden oldu. Okulda, okuldan kaçtı benden sakladın, sigara içti benden sakladın, kumar oynadı benden sakladı. Uyuşturucu kullandı benden sakladın. Uyuşturucu yetiştirdi benden sakladın. Sonuçta böyle sorumsuz nefsinin esiri hiçbir işe yaramaz bir mahlûkat yetiştirdin. İnsan demeye dilim varmıyor. Hangi insan yapar bu senin oğlunun yaptıklarını. Gurur duy eserinle.

Yılların birikimiyle dolmuş olan Melahat Hanım Yağız Efe’yi Keriman’a uzatırken bu kez suskun kalmayacağının sinyallerini vermişti.

-Bey bunca yıldır susuyorum, hepsi senin korkundan. Okuldan kaçtığında sana söylesem çocuğu dövecektin. Kendimden biliyorum elinin ayarının olmadığını. Az mı dayağını yedim. Konu komşu morluklarımı görecek diye kadınlar arasında dahi başörtümü çıkaramadım, kısa kollu entari giyip oturamadım. Söyleseydim de çocuğu dövüyorsun diye elimizden mi alsalardı. Seni hapse atsalardı da oğlunu gâvurlar mı yetiştirseydi. Tamam, benim suçum var senden sakladım. Bir de neden sakladım diye kendine hiç sordun mu?

-Biz babamızdan böyle gördük. Bir gün birine mi muhtaç ettim sizi. Bir gün de haram lokma mı yedirdim size. Gün geldi on iki saat çalıştım, gece demedim gündüz demedim ekmeğimin peşinde koşturdum durdum. Ben arkamda sen varsın diye sana güveniyordum. Ben ekmeğimin peşinde koşturuyorum ama evde çocuğuma hanımım terbiyesini veriyor diye düşündüm hep. Meğer sana güvenmekle de ben hata etmişim. Meğer koynumda yılan beslemişim. Bir oğluna sahip çıkamadın be, yazıklar olsun sana!

Melahat Hanım bu sözlere dayanamamış hıçkırıklara boğulmuştu. Kenan yeni bir aile faciasına neden olmak üzere olduğunu gördü.

-Yaptıklarımdan dolayı annemin hiçbir suçu yok baba. Annemin bırak Hollandacası oku-yazması bile yok. O yüzden annemi hep kandırdım. Sen gece gündüz çalışıp aileni ihmal ettiğinin farkında bile değildin. Bunun suçunu anneme atamazsın.

-Ulan sıpa, ben koşturdumsa sizler için koşturdum. Bir gün de birinizi birine muhtaç ettim mi? Her yıl izninize gittiniz, orada arkadaşlarınıza hava atarken o harcadığınız paraların nerelerden geldiğini düşündünüz mü? Bir gün açlık çektin mi? Bir gün karanlıkta oturdun mu? Bir gün de soğuktan üşüdün mü? Biz elektriği bile kaç yaşımızdan sonra gördük. Kışları yakabilmek için çocukken hayvan pisliği toplayıp tezek yapardık. Gün gelirdi kuru ekmeğin yanına katık bulamazdık. Bunları siz yaşamayın diye buraya geldim. Benim çektiklerimi siz çekmeyin diye gece gündüz demeden çalıştım. Şimdi böyle mi teşekkür edeceksiniz bana. Bir insan suç işledi mi cezasını da görür. Biz babamızdan kemerle, kürek sapıyla dayak yerdik. Biz babamızdan böyle gördük. Yaptıklarımız yanlışmış öğrendik ama çok geçti. O kadarcık hata da benim olsun. Ne yapayım ben bu kadarını biliyordum. Benim senden önce çocuğum mu vardı. Ben ilk babalığı senle öğrendim. Ama bu benim yaptıklarım sizlere mazeret olamaz. Ben annene sana kızıma güvendim. Size güvenmeyip te kime güvenecektim ya. Siz milyon kez bana yalan söylediniz ben milyon kez inandım. Çünkü siz benim canlarımdınız, ciğerimdiniz. Benimde hayallerim vardı. Ama öyle bir hayat kavgasına girdik ki unuttuk hepsini. Ben hayallerimi umutlarımı sizlerde yaşattım. Benim yapamadıklarımı sizler yapacaktınız. Okuyacak adam olacaktınız. Herkes size saygı duyacaktı ben sizlerle gururlanacaktım. Ama dön şu yaptıklarına bir bak. Kaç kez başımı önüme eğdirdin. Evini kumarhaneye çevirdin insanların yüzüne bakamadım. Yıllarca ot yetiştirmişsin haberim olmamış. Camide insanlar konuşurlarken duymuş dünyam başıma yıkılmıştı. İşte o zaman anlamıştım Türkiye’de düğün için verdiğin paranın uyuşturucu parası olduğunu. Ben sizlere bunları hak edecek ne yaptım be oğlum.

Mustafa Efendi konuştukça sinirlenmeye sinirlendikçe sesi gür çıkmaya başlamıştı. Mustafa Efendinin sesine Yağız Efe uyanmış ağlamaya başlamıştı. Mustafa Efendi birden ayağa kalktı.

-Şimdi her nereden geldiyseniz oraya gidin. Benim senin gibi bir oğlum yok artık. Ölürsem ölüme bile gelmeyin. Haydi, şimdi çıkın gidin.

Melahat Hanım itiraz edecek oldu. Mustafa Efendi ona dönerek,

-Eğer istiyorsan sen de oğlunla birlikte gidebilirsin hanım. Artık sırtımdan vurulmak istemiyorum. Yüreğim de sırtım da nasır bağladı. Artık evimdeki hanımıma güvenmek inanmak istiyorum. Gitmek istiyorsan aha oğlun aha işte kapı işte yol. Yeterince başım yerde gezdim bundan sonra da gezmeye devam ederim. Napalım bu da benim kaderimmiş.

Kenan ve Keriman Mustafa efendinin bu sert tepkileri karşısında mecburen ayaklanmışlardı. Keriman tekrar el öpmek isteyecek olunca Mustafa Efendi yüzünü pencereye dönmüştü. Ne Kenan ne de Keriman Mustafa Efendinin elini öpebilmişti. Onları Melahat Hanım geçiştirirken,

-Ona zaman verin oğlum, sonuçta o da bir baba. Hem nur topu gibi bir de oğlun olmuş. Zamanla kalbi yumuşayacaktır. Ama asıl sen Rumeyza ve çocuklarına ne diyeceksin onu düşün.

Kenan ve Keriman Melahat Hanımın elini öpüp geri dönüş yoluna düşmüşlerdi. Bu gidişin bir daha dönüşü olmayacağını bir de birbirlerini göremeyeceklerini hiç kimse bilemezdi.

Yolda ikisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Keriman arabada arka koltuğa oturmuş acıkan Yağız Efe’yi emziriyordu. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Evlerine vardıklarında Keriman ilk defa eşinden ayrı yattı. Oğlunu alıp misafirler için her zaman hazır olan misafir odasında uyudu.

Mustafa Efendi zor durumda kalmıştı. Arada bir gelinin yanına uğruyor onların ihtiyaçlarını görmeye gayret ediyordu. Rumeyza ise ona saygıda kusur etmiyor hep baba diye sesleniyordu. Hepsinin de yüreklerinde bir gün Kenan’ın geri döneceğine dair bir umutla yaşıyorlardı.

O akşam Mustafa Efendinin bu umutları yıkılmış tamamen yok olmuştu. Bu olup biteni Rumeyza’nın öğrenmesinin de hakkı olduğunu düşünüyordu. Bunu Melahat Hanım aracılığı ile haber etmeyi düşündü. Ama Melahat Hanım söylemeye yanaşmadı. Hatta Melahat hanıma göre onun olan biteni öğrenmesine de gerek yoktu. Öğrenecek olursa bir daha torunlarını onlara göstermeyebilir hatta torunlarının başına bir babalık dahi getirebilirdi. O yüzden Mustafa Efendiye itiraz etmişti.

Ama Mustafa Efendi Melahat Hanımdan farklı düşünüyordu. Madem Kenan kendi kaderine bir başka yön vermişti bundan Rumeyza’nın da haberi olmalıydı. Eğer o da kendi hayatına bir yön vermek isterse bu da onun hakkıydı. Ne kendisi ne Melahat Hanım buna karışamazdı.

Günler günleri kovalarken Mustafa Efendinin gözleri uykuya hasret kalmıştı. Sofrada iştahlı olan Mustafa Efendi gitmiş zar zor iki lokma yiyen biri gelmişti. Kimseyle konuşmuyor, evden camiye camiden eve gidip gelirken ki düşünceli hali çevrenin dikkatini çekmişti. Birkaç arkadaşı nedenini sormuş ama Mustafa Efendi onlara da bir şey dememişti. En çok da Rumeyza’nın yanında sıkılıyordu. Sanki Rumeyza’dan utanıyordu. Onunla karşılaşmamak için elinden geleni yapıyordu. Bu durumu fark eden Rumeyza bir akşam üzeri çocuklarını da alıp Mustafa Efendilere geldi. Mustafa Efendi onu görünce odadan çıkmak için ayaklanmıştı ki,

-Eğer zamanınız varsa sizinle konuşmak istiyorum baba.

Mustafa Efendi kısa bir süre ayakta sessizce bekledi. Daha sonra usulca kalktığı koltuğa oturdu.

-Buyur kızım, bir derdin bir sorunun mu var?

-Baba, Kenan gitti gideli bizi her gün yoklar eksiğimiz gediğimiz olup olmadığını sorardın. Kaç gün oldu gelip gittiğin yok. Torunlarını çok severdin. Onları görmeden geçirdiğin bir günün olmazdı. Bilmeden bir saygısızlık mı yaptım. Bilmeden sizi kırıp üzecek bir şey mi söyledim. Eğer öyle bir şey yaptımsa çok özür dilerim. Ben de senin bir kızınım, hatamı af edemez misin?

Rumeyza’nın bu sözleri karşısında Mustafa Efendi duygulanmıştı. İhtiyarlığında verdiği duyguyla gözyaşlarını tutamadı. Mustafa Efendi titrek bir sesle gözlerini yere indirip konuşmaya başladı.

-Kızım bu güne kadar senden ne kırıldım ne gücendim. Aksine sen benim iftihar ettiğim ikinci kızım oldum. Ha kızım ha sen, benim için aranızda bir fark yok. Hatta benim yanımda sen ondan daha üstünsün. Ama oğlum Kenan yüzüden de sana bakacak yüzüm yok.

-O nasıl söz baba, olur mu hiç öyle şey?

-Oluyormuş kızım oluyormuş. Benim gibi bir baba ve de onun insan demeye bin şahit isteyecek bir oğlu olursa oluyormuş. Oğlum evlenmek istediğini söylediğinde ona iyi düşün aileni yönetebileceksen evlen. Yoksa bir olan derdimizi ikiye üçe dörde çıkartma demiştim. Seni gelin aldığım günden beri sana bir gün dahi gücenmedim. Bana gösterdiğin saygı ve hürmeti Allah şahidim benim çocuklarım göstermedi. Hal böyleyken benim eşek oğlumun yüzünden senin yüzüne bakamaz hale geldim. Sana gelip gitmeyişimin nedeni bu yüzdendir. Senden utandığım için yüzüne bakamayışımdandır.

-Estağfurullah baba, o nasıl söz. Kenan Rotterdam’a gitti gideli her gün kapımı çaldın. Benim olsun çocuklarımın olsun ihtiyaçlarımızı sordun. Allah şahit bir gün dahi elin boş gelmedin. Senin bu yaptıklarını benim öz babam yapar mıydı bilmiyorum. Hem bu gurbet ellerde benim sizlerden başka kimim var. Bana bir şey olsa yavrularıma bir şey olsa kimden yardım isteyeceğim. Allah utanacak iş vermesin. Sen neden utanacakmışsın? Kenan da en kısa zamanda döner inşallah. Bizde ailece o eski mutlu günlerimize döneriz inşallah.

Rumeyza’nın bu sözleri karşısında Mustafa Efendi, olanları daha fazla saklamanın Rumeyza’ya haksızlık olacağına hükmetti. Artık her şeyi anlatmanın zamanı gelmişti.

Mustafa Efendi ağlıyordu hem de çocuklar gibi elini yüzüne kapatmış ağlıyordu. Rumeyza, “Babacığım lütfen ağlamayın. Hem ortada ağlanacak bir şey yok ki” derken aklına birden kötü olasılıklar gelmeye başladı.

-Yoksa yoksa Kenan’a bir şey mi oldu da bizden saklıyorsunuz?

-Keşke olsaydı be kızım. Keşke boynu altında kalsaydı da beni senin karşında bu duruma düşürmeseydi. Allah verdi, Allah aldı der avunurdum. Ama ben şimdi sana ne diyeyim nasıl anlatayım ben de bilmiyorum.

-Ne diyeceksiniz, ne anlatacaksınız babacığım?

Mustafa Efendi, Kenan’ın iki hafta önce yaptığı ziyareti gözyaşları içerisinde Rumeyza’ya anlattı. Dinledikçe Rumeyza’nın gözlerinin önü kararmaya başlamıştı. Ayakta zor duruyordu. Yığılır gibi en yakın koltuğa adeta düşüverdi. Gözyaşları da bentlerini yıkmış sessiz sessiz kanamaya başlamıştı.

Mustafa Efendi sözlerinin sonunda,

-Bak kızım, ben Kenan’ı evlatlıktan reddettim ama sen hala benim kızımsın. Kenan’ın bu evde yeri yok. Zaten kendisini evimden kovarken de söyledim. Vasiyetimdir, ölürsem ölüme gelmesini istemiyorum, gelirse de almayın. Ama bu ev her zaman senin. Seni aha bu sol o yorulursa da bu sağ omuzumda taşırım. Sen beni baba bilip bana baba dedikçe sen ne istersen yaparım. Ama Kenan kendisine bir başka yol çizerken ben sana sen hep böyle kal diyemem. Bu en başta sana büyük haksızlık olur. Ama sen dersen ki madem o kendisine bir başka yol çizdi ben de kendi yolumu çizmek istiyorum dersen de sana bir şey diyemem yoluna çıkamam. Ama ne yaparsan yap bizi torunlarımızdan mahrum koma. Bak yine diyorum, beni baba bildikçe bu ev yine senin evin.

Rumeyza ne diyeceğini ne yapacağını bilmiyordu. Daha fazla dayanamayıp hıçkırıklarını ve gözyaşlarını özgürlüğüne salıverdi. Artık katıla katıla ağlıyor ve hıçkırıkları gittikçe daha da şiddetleniyordu.

Onlar konuşurken Melahat Hanım çocukları mutfağa götürmüş onlara bir şeyler yediriyordu. Rumeyza’nın hıçkırıklarını duyan Melahat Hanım da mutfaktan koşa koşa gelmiş gelinini o halde görünce her şeyi öğrendiğini ağlamıştı. Bir ana şefkatiyle gelinine yaklaşıp hemen yanına oturdu. Başını göğsüne yaslayıp sırtını sıvazlarken başını okşuyordu.

Zaman su gibi akmaya devam ediyordu. İnsanları değirmen gibi öğütürken en büyük düşman olan zaman şimdi onulmaz yaralar için en büyük ilaç oluyor yürek yaraları kabuk bağlıyordu. Ya da dışardan görene öyle geliyordu. Hem ne demişlerdi atalarımız, “Bilen bilir bilmeyen bilmez. İçi beni yakar dışı eli yakar”.

Günler geçtikçe ara sıra da olsa Mustafa Efendi Rumeyza’nın evine kadar geliyor ama artık içeri girmiyordu. Kapıdan torunlarını görüyor bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyor sonra dönüp evine gidiyordu. Mustafa Efendi yine torunlarını görmek için Rumeyza’nın evine gitmişti. Kapının önüne kadar gelmiş zile bacaktı ki içeriden Özlem’in sesini duymuştu.

-Anne babam ne zaman gelecek. Okulda çocuklar benimle alay ediyorlar. Mustafa’nın babası babamı Rotterdam’da görmüş. Yanında başka bir kadın bir de çocuk varmış. Dediğine göre o kadın babamın yeni karısıymış, çocukta oğlu. Yalan söylüyorlar değil mi anne. Babam bizi seviyor, o bizi terk etmez değil mi anne. Hem ben babamı çok özledim. Onu düşündükçe sanki kalbim acıyor. Sahi özlemek böyle bir şey mi?

İçeride ne olup bittiğini bilmiyordu ama Mustafa Efendi kapının hemen önüne yığılıp kalmıştı. Hıçkırıkları boğazında düğümlenmiş nefes alamaz hale gelmişti. Mustafa Efendinin elindeki çanta yere düşmüş içindeki meyveler kapı önüne dağılmıştı. Mustafa Efendi kalp krizi geçiriyordu ama çevrede onu görebilecek ne de duyabilecek biri vardı. Mustafa Efendi son nefesini gelinin kapısında kahrından vermişti.

Mustafa Efendi’nin naaşı yapılan ufak otopsiden sonra şehir hastanesinin morguna kaldırıldı. O gün Mustafa Efendinin evi taziye ziyaretçileriyle dolup taştı. Cami de Mustafa Efendinin ruhuna Yasin-i Şerif okundu. Yatsı namazını müteakiben arkadaşları yetmiş bin Kelime-i Tevhit hatmi yaparak sevabını Mustafa Efendinin Ruhuna bağışladılar. Ertesi günü Camii imamı tarafından yıkanan Mustafa Efendinin naaşı bir metal tabut içine kondu. Naaşın toprağa verilinceye kadar bozulmaması için tabutun içine özel bir gaz sıkılıp tabut kaynak yapılarak kapatıldı. Tabut Türkiye’ye vardığında naaş topraktan çıkartılıp cenaze namazı kılındıktan sonra toprağa verilecekti. Ama öncesinde Hollanda’da cenaze namazı kılınmış sonrasında Hollanda Diyanet Vakfının cenaze vakfı aracılığı ile Türkiye’ye gönderilmişti. Tabi Mustafa Efendi’nin kızı Nurdan damadı Burhan ve Melahat Hanım da Türkiye’ye gitmişti. Görümcesinin çocuklarına bakmak Rumeyza’ya düşmüştü. Babasının ölümünden Kenan’ın haberi olmamıştı. Aynı Mustafa efendinin vasiyetinde olduğu gibi Kenan cenazeye gelememişti. Aslında Kenan’ın baba evini o ziyareti son ziyareti olmuştu.

Eşinin ölümünün üzerinden birkaç geçmişti. Ama Melahat Hanım da inanılmayacak bir değişiklik olmuştu. Kocasının ölümünde Rumeyza’yı suçlu buluyordu. Mustafa Efendi Rumeyza’ya geldiğinde Allah bilir Rumeyza ne dedi de Mustafa Efendi Kalp krizi geçirmişti. Rumeyza bin türlü yeminle Mustafa Efendiyi görmediğini söylese de Melahat hanımı kendisine inandıramıyordu. Melahat Hanım Rumeyza’ya düşman kesilmişti. Rumeyza artık o şehirde huzur bulamayacağını anlamıştı. Bu yüzden başka bir şehre taşınmaya karar verdi. Hem iş imkânının geniş olması hem de Hollanda’da merkezi bir yer olması nedeniyle Utrecht’e taşınmaya karar verdi.

Utrecht’ten ev çıkması yılları almıştı. Bu geçen yıllar boyunca kayınvalidesinin birçok hakaretine suçlamasına maruz kalmıştı. Geçen zaman içerisinde Rumeyza ehliyetini almış ve bir fabrikada işe girmişti. Ama bu iş uzun süreli olmamıştı.

Bu arada Özlem ve Rana ilkokula başlamıştı. Özlem Kenan’ın soyadını taşıyordu ama Rana’yı Kenan nüfusuna kayıt ettirmemişti. Bu yüzden kızlık soyadına dönen Rumeyza kızına da kızlık soyadı olan Gülsever’i vermişti. Aradan bir buçuk yıl geçmiş nihayet Rumeyza’ya beklediği haber gelmişti. Bir buçuk yıldan beri Utrecht’teki ev bürolarına internetten kayıtını yaptıran Rumeyza yine internet üzerinden beğendiği bir evi kiralamaya aday olmuş çekilen kura sonucunda da ev kendisine çıkmıştı.

Rumeyza ev eşyalarını taşıyabilmek için hemen bir ev taşıma firmasıyla anlaşmıştı. Evi teslim aldığı gün çocukların okulundan izin alan Rumeyza yeni evinin temizliğini yapmış bir perdeciye de perde siparişi vermişti Perdeleri üç gün içerisinde takılacaktı. Hemen evine dönen Rumeyza ev eşyalarını paketlemiş eşyalarını taşınacak hale gelmesini sağlamıştı. Bunda çevre komşuların da büyük katkısı olmuştu. Rumeyza yolda karşılaştığı komşularıyla vedalaşıyor helalleşiyordu. Son gününde de şirket gelmiş eşyalarını yüklemişler birazdan yola çıkacaklardı. Kenan’ın kız kardeşi Nurdan onları uğurlamaya gelmiş yeğenlerini gözyaşları içerisinde öpüp koklayıp yolcu etmişti. Ama Melahat Hanım son kez olsun torunlarını görmeye dahi gelmemişti.

Rumeyza kısa sürede Utrecht’te alıştı. Bir süpermarkette kasiyer olarak işe başladı. Çalışırken çocuklarını bir kreşe bırakıyor işten sonra alıp evine gidiyordu.

Eşinin ölümüyle yalnız kalan Melahat Hanım iyice sessizliğe gömülmüştü. Zamanla elden ayaktan düşmeye başlamıştı. Aslında Melahat hanımın durumu pek çok yaşlıda karşılan bir durumdu. Eşini kaybeden yaşlılar yaşama arzusunu da kaybettiklerinden hemen elden ayaktan düşüyor bakıma muhtaç hale geliyorlardı. Bir süre sonra tek başına yaşayamayacağı anlaşılmıştı. Kızı da damadı da çalışıyordu. O yüzden mecburen bir bakım evine taşınmak zorunda kaldı.

Melahat Hanım burada kendisini daha çok yalnız hissetmeye başladı. Çevresinde dilini anlamadığı kültürünü bilmediği insanlar vardı. Hafta sonları kızının evine gittikçe biraz mutlu oluyordu o da kısa süreliğine. Melahat Hanım yalnızlık hissinin getirdiği duygularla psikolojik buhranlar geçirmeye başladı. Bu buhranların birinde geçirdiği kalp kriziyle de dünyaya gözlerini yumdu. Ve o da Türkiye’de, eşi Mustafa Efendinin yanındaki mezara gömüldü.

Aradan yirmi yıl geçmişti. Bu yirmi yıl boyunca Rumeyza’ya pek çok talipler çıkmış ama o çocuklarına babalık dayağı yedirmemek için hepsini reddetmişti. Özlem ve Rana serpilmiş büyümüş kocaman kızlar olmuşlardı. Özlem Utrecht’te tanıştığı bir Türk avukatla evlenmişti. Özlem evlenirken eşine tek şart koşmuştu o da evlerinin annesine yakın bir yerden olması şartıydı. Damat adayı kayın validesinin hikâyesini Özlem’den dinlediği için hiç itiraz etmeden razı olmuştu. Kısa zamanda düğünlerini yapıp dünya evine girmişleri. Özlem, eğitim hayatında büyük başarı göstererek Diş Hekimi olmuştu. Şimdilik bir başka diş doktorunun kliniğinde çalışıyordu ama en kısa zamanda kendi kliniğini kurmanın hayallerini yapıyordu.

Rana ise hukuk fakültesi ikinci sınıfına gitmektedir. O da ablası gibi annesinin neler yaşadığını bildiğinden onu mutlu etmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyordu. Ama Özlem’de Rana’da biliyordu ki annelerinin mutluluğu yine onlardan geçiyordu. O yüzden var güçleriyle derslerine çalışıp başarılı bir öğrenci olmaya çalışmışlardı.

Özlem eğitim hayatını tamamlamıştı ama bir de Rana eğitimini tamamlayıp avukat olabilseydi Rumeyza çok mutlu olacaktı. Ama Rana’nın avukat olmaktaki amacı daha farklıydı. Bir gün babasının karşısına çıkıp ondan hesap soracaktı. O hesap soracağı anın hayaliyle derslerine daha sıkı sarılıyordu.

Rana derslerinde başarılı olmak için çok çabalıyordu. Ama son zamanlarda her genç kızda olduğu gibi onun da kalp kapısını bir çalan Efe adında bir garson delikanlı vardı.

Bir akşam arkadaşlarıyla bir restorana yemeğe giden Rana telefonunu vestiyerde pardösüsünü giyerken unutuvermişti. O sırada oradan geçmekte olan Efe telefonu görmüş masaya yemek servisi esnasında Rana’nın elinde gördüğü telefonu tanımıştı. Aslında Efe, Rana’nın restorana girdiği ilk andan itibaren Rana’nın çekim gücünün dışına çıkamamıştı. Başka bölüme bakmasına rağmen hemen Ranaların masasına bakan arkadaşıyla yer değiştirmiş bütün gece onların hizmetine koşturmuştu. Elinden geldiğince onların konuşmalarına kulak misafiri olmuş Rana’nın okuduğu okulu dahi öğrenmişti.

Vestiyerdeki telefonu alarak Rana’nın peşinden koşmaya başladı. Fazla uzaklaşmadan Rana ve arkadaşlarını yakalamıştı. Rana’nın arkasından seslenerek,

-Bakar mısınız?

Rana ve arkadaşları hep birlikte geriye dönmüşlerdi. Rana garsonu tanımıştı ve birisinin bir şey unuttuğunu anladı ama bu unutanın kendisi olacağı aklına gelmez.

-Buyurun

-Sanırım telefonunuzu vestiyerde unutmuşsunuz.

Bütün telefonlar genelde bir birine benzediği ve gecenin de karanlığından olsa gerek telefonunu tanıyamaz. Daha doğrusu o telefonunu çantasına koyduğuna o kadar inanmıştır ki itiraz eder.

-Ben mi, sanmıyorum ben çantama koydum ama yine de bir bakayım.

Çantasını karıştıran Rana telefonunu bulamayınca şaşkınlıkla garsona ve elindeki telefona bakar. Garson daha pratik zekâdır. Rana’ya gülümseyerek,

-Çantanızı karıştırmak yerine telefonu elinize alıp açıp kapasaydınız zaten anlardınız. Sonuçta açmak için ya sizin parmak iziniz ya da şifreniz gerekecekti.

-Haklısınız ama ben telefonuma yanıma aldığıma o kadar emindim ki, bu benim için sürpriz oldu. Demek ki bende bir şeyler unutabiliyor muşum. Zahmet oldu size, çok teşekkür ederim.

-Estağfurullah.

Telefonunu alan Rana “İyi akşamlar” dileyip yanından ayrılırken Efe arkasından dalgın dalgın bakakalır. Efe kendi kendine, “İçimden bir his seninle daha çok karşılaşacağız diyor küçük hanım” diye mırıldanır.

Daha sonraki günlerde Efe sık sık Rana’nın okulunun civarında dolanarak Rana’yı takip etmeye bazen tesadüfmüş gibi yaparak karşısına çıkmaya başlar. Daha sonrasında bu karşılaşmalar sıklaşınca bir fırsatını bulup Rana ile tanıştı. Kendisini ekonomi okuyan bir üniversite öğrencisi gibi tanıttı Rana’ya. Daha sonraki günlerde bu tesadüfi karşılaşmalar sıklaştı. Rana’nın ders aralarında birlikte kahve içip arkadaşlıklarını ilerletti. Sonra ünlü bir Türk sanatçısının konserine birlikte gittiler. Bunu başbaşa yenen yemekler takip etti. Efe burada genelde bayanların uyguladığı bir kuralı uygulamıştı. Bu kural ‘Birisine ne kadar yakın olursan kafasını o kadar meşgul edersin’ kuralıydı. Bu kural etkisini kısa zamanda ikisi üzerinde de göstermişti. Birbirlerini görmedikleri zamanlarda sık sık telafon görüşmeleri yapıyor mesajlaşıyorlardı.

Bir gün Efe Rana’yı bir akşam yemeğine davet etti. Rana agendasına bakarak hangi gün müsait olduğunu söyledi. Ama Efe özellikle şehirde bütün restorantların kapalı olduğu Pazartesi akşamına denk getirmek istiyordu. O gün restorantlar kapalı olduğu için çalıştığı restorantta Rana’ya istediği gibi bir akşam hazırlayacaktı. O nedenle Efe gelecek hafta başı Pazartesi gününe Rana’yı ikna etmişti.

Efe pazartesi günü geldiğinde sabahleyin restoranta giderken çiçekçiye uğramış bolca gül almıştı. Birkaç gün öncesinden müzisyen arkadaşını aramış o akşam için ayarlamıştı. Restorantta birlikte çalıştığı ahçı arkadaşını ve garson arkadaşını o gün için özel olarak ayarladı. Özel günler için kullanılan kırmızı halıyı restoranın malzeme deposundan çıkardı. Pazartesi öğleden sonra restoranta giderek dışarıdaki merdevinlerden başlayarak oturacakları masaya kadar kırmızı halıyı yere serdi. Halının kenarlarını kırmızı güllerle donattı. Bir elektrikçi arkadaşına giderek beyaz bir karton üzerine led lambalarla “Hoş geldin Rana” yazdırdı. Bunu da restoranın hemen giriş kapısının üzerine astı. Rana ve Efe kırmızı halı üzerinden merdivenleri çıkarken lamba yanacaktı.

Rana’nın sevdiği müzik parçalarını araştırıp öğrenmişti. Müzisyen arkadaşına o akşam çalınmasını istediği müzik parçalarının isimlerini verdi. Kapıdan girdiklerinde “Kalbimin tek sahibine” parçasıyla karşılanacaklardı. Daha sonra sırasıyla “Al ömrümü koy ömrünün üstüne - Oy karagözlüm başımın belası – Sen benden gittin gideli” gibi slov parçalar birbirini takip edecekti.

Pazartesi günü akşamında şık bir takım elbise giyerek arkadaşından ödünç aldığı otomobille Rana’yı almaya gitti. Reorantın hemen önünde kırmızı halının başladığı yere kadar otomobille geldi. Arabadan hızla inerek Rana’nın kapısını açıp onun inmesine yardımcı oldu. Rana arabadan indiğinde ayakları kırmızı halıya basıyordu. Şaşkınlıkla merdivenlerden restoranta doğru uzanan ve üzeri güllerle kaplı kırmızı halıya bakıyordu. Efe otomobilin kapısını kapatıp Rana’nın elinden tutarak merdivenlerden yürümeye başladılar. Restoranın kapısına birkaç metre kala ışıklı tabela yandı. Rana tebessümle Efe’ye baktı. Yürümeye devam ettiler. Restoranın kapısından girmişlerdi ki birden kapının üzerinden bir gül yaprağı yağmuru başlamasıyla birlikte “Kalbimin tek sahibine” isimli parça çalmaya başlamıştı.

Efe restoranın ortasına kadar Rana’nın elinden tutarak gelir. Restoranın ortasına geldiklerinde Efe Rana’nın belinden tutarak dans etmeye başlar. Rana ve Efe göz göze dans etmektedirler. Slov romantik parçalar birbirini takip ederken Efe Rana’nın kulağına şiir fısıldama başlar.

Bata çıka bulandım yine
Üstüm başım her yanım aşk...

Kristalden süzülen ışık gibisin
Rengarenk...
Düşen yağmur damlası gibisin
Saf ve berrak...
Akvaryumda seyrettiğim balık gibisin
Hayata tutsak...
Bir bebek gibi
Sevilmeye muhtaç...
İçtiğim su, aldığım nefes gibi
Vazgeçilmez ihtiyaç...
Bir kuş kadar ürkek
Bir bahar kadar taze
Çiçekler kadar mis kokulu
Gecenin görünmeyen yüzü
Huzursun sen...

Şiirlerin biri bitiyor bir diğeri başıyordu.

Nar çiçeği gibisin
Nazlı ve narin
Kadife saçlarınla gül gibisin
Sevdanın timsali ama sevdaya adak
Papatya gibisin, sevda fallarına kurban
Sanki ben gibisin
Ben sana tutsak…

Sen her şeysin
Her şey sen
Güneş sen olup doğuyor
Esen her rüzgarda kokun var
Yağan her yağmur damlasındasın
Kelimeler sende buluyor anlamını
Şiirde kafiye
Müzikte ahenk
Doğadaki yedi renk
Hayatın anlamısın
Sen sevdasın...

Ve ben Nisan yağmuruyum
Ne kadar kaçarsan o kadar çok ıslanacaksın aşkımla
Gönül sahralarında vahayım
Geleceksin bana aşka susayan çatlamış dudaklarınla
Çünkü ben senim...

Efe, Rana gözlerinin içine bakarak; “Seni ilk gördüğüm anda tutuldum. Güzelliğine öyle bir kapıldım ki gündüz hülyalarımda gece rüyalarımı süsledin. Baktığım her yerde seni görüyorum. Ruhum seninle sarhoş. Sensiz olduğum her anımda sanki sarhoşum. Ben sende seni yaşıyorum Rana. İster al bu canı canına kat ister fırlat at yerlere ölüme terk et”.

Rana sarhoş gibiydi. Hayatında kendisini böylesine mutlu hissettiğini hatırlamıyordu. Yer ayaklarının altından kayıyor bulutların üzerinde dans ediyordu. Restoranın ortasında gençlerin dudakları birbirine kenetlenmişti. Rana yaptığının doğru mu yanlış mı olduğunu yargılayamıyordu bile. Bir büyünün rüzgarına kapılmış gidiyordu.

Yemeklerini ne zaman yediler ne zaman Efe’nin evine geldiler hatırlamıyordu bile. Uyandığında kendisini hiç bilmediği bir evin yatak odasında buldu kendisini. O sırada Efe elinde bir kahvaltı tepsisiyle odaya girdi. Tepside bir bardağın içerisinde bir gül yanında bir bardak portakal suyu bir tabak içerisinde bir parça peynir birazcık zeytin ve iki adaet tost vardı.

-Uyandın mı, günaydın aşkım.

Rana ne diyeceğini bilmiyordu. Şuursuzca, “Biz buraya ne zaman nasıl geldik?” diye sorabildi sesi titreyerek.

-Şaka yapmıyorsun değil mi? Ama sende haklısın, o kadar güzel bir akşamdan sonra evime geldik ya. Hatta sen hiç itiraz bile etmedin.

Rana, hatırlamaya başlamıştı. Gittikleri restoranı dans ettiklerini hepsini hatırlıyordu. Ama yemek sırasında hiç alışık olmadığı bir şey yapmıştı. Yemeğin yanında kırmızı şarap içmişler ve Rana’da bir yerden sonra ipler kopmuştu ve ondan sonrasını hatırlamıyordu.

Rana bir anda hıçkırıklara gömüldü.

-Efe bunu bana nasıl yapabilirsin. Ben sana güvendim, senin beni gerçekten sevdiğini sandım. Beni sarhoş ettikten sonra beni nasıl çirkin emellerine alet edebilirsin. Benim hayallerimi beni sevenlerin hayallerini nasıl yıkabilirsin. Senin sevmekten anladığın bu mu? Ben şimdi annemin kardeşimin yüzüne nasıl bakarım?

-Aşkım sen benim duygularımı geçici bir heves mi sandım. Dün ben sana ne dedimse sözlerimin arkasındayım. Seni deliler gibi seviyorum. Her ne yaşamışsak beraber yaşadık, hiç bir itirazın olmadı. Ben sandım ki…

-Ne sandın Efe? Beni basit bir kız gibi yatağa atıp sonra da kullanıp fırlatıp atacağını mı sandın?

-Hiç öyle şey olur mu Rana, yemin ediyorum seni deliler gibi seviyorum. Öyle ki senin için ölmeye razıyım. Eğer benim sorumluluk almaktan korkup seni yalnız bırakacağımı sanıyorsan yanılıyorsun. Hemen bir an önce evlenelim.

Rana evlilik sözünü duynca biraz olsun rahatlamıştı ama yine Efe’ye kızarak,

-Evleneceksek de böyle olmamalıydı Efe. Annemin benim için yıllardır kurduğu hayallerini yıkmadan, ana evinden o saflığın timsali beyaz gelinliğimle çıkarak bütün saflığımla gelmeliydim sana. Böyle kirlenmiş bir halde değil.

-İnan aşkım sen benim gözümde hala saf ve tertemizsin. Bu aramızda sır olarak kalacak ve kimse bilmeyecek. En kısa zamanda da evleniriz. Sen şimdi o güzel gözlerini sil kahvatını yap. Ben en kısa zamanda annemi dünürcü olarak size göndereceğim.

O sırada Rana’nın telefonu çalar, arayan annesidir. Annesi o gece Rana’nın ders çalışmak için arkadaşında kalacağını sanmaktadır. Rana telefonu açıp annesine yine yalanlar söylemek zorunda kalır.

O gün Rana için oldukça kötü geçmiştir. Bütün gün ne yüzü gülmüş ne ders dinleyebilmiştir. Ama bütün gün boyunca aralıklarla Efe telefonla Rana’yı arayarak moralini düzeltmek için konuşmalar yapar.

Efe de yaptığından pişmanlık duymaya başlamıştı. Evet Rana itiraz etmemişti ama itiraz edecek ne hali ne de gücü vardı. Kızcağız gecenin ve şarabın etkisiyle sarhoş olmuştu. Belliydi ki şarabı da ilk kez onunla içmişti. Kızcağızın bu halinden resmen faydalanmıştı. Ama bunu yapıp yapmamayı da çok düşünmüştü. Çünkü Rana gibi yüksek tahsil yapan bir kız kendisi gibi garson biriyle evlenmezdi. Rana ile evlenebilmenin başka yolunu kendi kafasında bulamamıştı. Bu yüzden de Rana’nın sarhoş halinden istemeye istemeye faydalanmıştı. Ama Efe gerçekten çok seviyordu Rana’yı öyle ki uğruna canını verecek kadar.

Efe, Rana’yı okuluna bıraktıktan sonra annesini arayıp bir kızı sevdiğini onunla bir an önce evlenmek istediğini söyler. Annesi,

-Dur oğlum bu ne acele? Bir araştıralım, bakalım kimin nesi kimin fesi bu kız? İyi mi kötü mü araştırmadan evlenilir miymiş? Yangından mal mı kaçırıyorsun sen?

-Ya anacığım bu kız üniversite okuyan saf tertemiz bir kızcağız. Babası yok, annesi iki kızını da okutmuş. Ablası diş doktoru Rana’da hukuk fakültesinde okuyor. Senin garson oğluna hukuk okuyan kızı veriyorlar da sen daha ne araştırmasından bahsediyorsun. Bırak sen onları araştırmayı dua et onlar bizi araştırmasın. Yoksa babamın yediği naneleri bir öğrenirlerse ben bu kızı rüyamda bile göremem. Sen hazırlığını yap bu haftasonu gidip kızı isteyelim.

-Oğlum nerede oturuyor bu kız, ailesi nereliymiş?
-Anne kız ve ailesi Utrecht’e oturuyor. Ben bu kıza vuruldum tamam mı. Yani sen istesen de olacak istemesen de olacak!
-Adı ne demiştin kızın?
-Rana
-Annesinin babasının adı ne?
-Ya anne ahiret sorusu sorup durma bana. Dedim ya kızın babası yok, annesinin adını bilmiyorum. Daha sonra öğrenir dünürcü gitmeden söylerim. Sen hazırlan ben hafta sonu erkenden gelir seni alırım. Cumartesi bende kalırsın Pazar sabahı da seni evine bırakırım yine.

-Evlenmek istiyorsun tamam anladım da oğlum hangi parayla düğün yapacaksın? Var mı paran pulun, biliyorsun baban elimizdeki avucumuzdaki her şeyi kumarda kaybetti. Düğünü, nişanı nasıl hangi parayla yapacaksın.

-Ya her şeyi yokuşa sürmeyi de ne kadar seviyorsun. Söyle kocan olacak adama da tek oğlunun düğününe de yardım etsin bir zahmet. Sonuçta onun soyunu devam ettireceğiz. Bari bu kadarcık olsun babalık görevini yerine getirsin. Hem söyle kız istemeye o da gelsin. Bari yalandan da olsa haberi olsun da gelmezse de kendisi bilir yine de.

-Tamam, ben babana ulaşıp söylemeye çalışırım. Sen kız tarafına haber ver bakalım ne diyecekler.

-Tamam orasını ben hallederim. Siz hafta sonuna hazır olun yeter. Masraftan filan korkmayın, çiçeğini çukulotasını ben hazırlarım.

Efe annesiyle görüştükten sonra hemen Rana’yı arayarak hafta sonu kendisini istemeye geleceklerini söyler.

Artık bu evliliğe mecbur olan Rana annesinin uygun bir anını kollamaya başlar. Akşam yemeğinde, sofranın toplanmasında bulaşıkta annesine yardım eder. Sonra bir çay demleyip annesiyle televizyonun karşısına geçerler. Rumeyza televizyondaki diziye dalıp gitmiştir. Rana annesine, “Anneciğim seninle bir şey konuşmak istiyorum” der.

-Acelen yoksa diziden sonra söyle. Çok heyecanlı bölümüne geldi dizi.

-Anne onun heyecanlı olmayan bölümü mü var Allah aşkına. Her bölümde yoktan bir heyecan yaratıp millete seyrettiyorlar işte.

Kızından kurtulamayacağını ve onun halinden bir şey olduğunu anlayan Rumeyza televizyonu kapatıp kızına döner.

-Anlat bakalım ne anlatacaksan, beni de merakta bıraktın.

Önce lafa nasıl başlayacağını düşünen Rana başını yerden kaldırıp merakla kendisini süzen annesine,

-Şey anne, görüştüğüm biri var. Bu hafta sonu ailesi gelip hem seninle tanışıp hem de beni istemek istiyorlar.

Kızına dünürcü geleceğini duyan Rumayza’nın birden rengi atar. Kızlarını büyütüp evlendirme hayalleriyle hayatın her türlü yüküne göğüs germiştir ama kızını da bu kadar erken evlendirmeyi düşünmemektedir.

-Kızım eninde sonunda biriyle evleneceksin tamam da daha erken değil mi? Bari üniversiteyi bitirip ablan gibi altın bileziğini koluna taksaydın.

-Anneciğim bende biliyorum ama karşı taraf tanışıp adını koymakta ısrar ediyorlar, ama tabi yine de de sen bilirsin. Sen ne dersen o olur anneciğim.

Rumeyza, kızını bir süre sözdükten sonra,

-Söyle bakayım sen seviyor musun bu delikenlıyı?

Rana’nın yanakları al al olmuştur. Utancından başını yerden kaldıramaz. Rumeyza hanım cevabını almıştır.

-Anlaşıldı, şimdi söyle bakalım kimmiş benim kızımın kalbini çalan delikanlı.

-Adı Efe.

-Ne iş yapıyor?

-Hem okuyor hem de bir restorantta garsonluk yapıyor.

-Aferin delikanlıya, hem okuyor hem çalışıyor. Bak bunu sevdim işte. Annesi babası kimlermiş?

-Valla onu ben de bilmiyorum, geldiklerinde birlikte tanımış olacağız. Ama bildiğim kadarıyla annesi babası Rotterdam’da oturuyormuş galiba. Efe buraya okumaya gelmiş.

-Peki anlat bakalım nasıl biri bu Efe, nerede nasıl tanıştınız?

Rana yine utanmış yanakları ala al olurken gözlerini yere indirmiştir. Rumeyza yapacak bir şey kalmadığını anlamıştır. Ama yine de bu evliliğe karşı çıkmaktadır.

-Kızım ben senin okulunu bitirmeden evlenmeni istemiyorum. Çevremizde evlendiği için okulunu bırakan o kadar çok genç kız var ki. Bunların arasına senin katılmana gönlüm razı değil. Bu evliliğe kesinlikle karşıyım. Okulun bitmeden önce seni gelin etmeyi düşünmüyorum. Önce diploma sonra evlilik.

Rana annesine hak vermiyor değildi ama evlenmekten başka çaresi kalmadığını annesine nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Sesini olabildiğince kısarak “mecburum anne” diyebildi.

Rumeyza’nın aklına binbir düşünce geldi bir anda. Kızının bir hata yapmış olabileceğinden korkarak, “Ne demek mecburum, yoksa siz bir halt mı karıştırdınız?”

Rana gözyaşları içerisinde olanı biteni annesine anlatmak zorunda kaldı. Rumeyza duydukları karşısında sinir krizleri geçiriyor vücudu zangır zangır titriyordu. Sinirle kalkıp odanın içinde gezinmeye başlamıştı. Rana daha lafını tamamlamamıştı ki yüzüne iki tokat yedi.

Rumeyza sinirden ağlıyordu.

-Ben sana hiç mi bir şey öğretemedim. Her akşam yatmadan önce ablana sana kaç defa öğütler verdim. Hiç mi biri aklına gelmedi. Oysa sana dair ne hayaller kurmuştum. Bugünlere kadar yemedim yedirdim giymedim giydirdim. Birgün de bir arkadaşınızdan geri mi kaldınız? Sizin her ihtiyacınızı karşılamak için yeri geldi iki işte birden çalıştım. O da yetmedi evde örgü, oya işleri yapıp sattım. Sizin bir eksiğiniz oldu mu? Bana böyle mi teşekkür edecektin.

Rana yediği tokattan sonra annesinin yanında durursa daha vahim şeyler olacağını düşünerek odasına kaçtı. Kendisini yatağına atıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Tam bu sırada Efe’den telefon geldi. Rana, Efe’ye annesine her şeyi anlattığını annesinin sinir krizleri geçirdiğini söyledi. Efe, isterse Rana’yı gelip alabileceğini hatta birlikte yaşamayı teklif etti. En kısa zamanda da nikah için belediyeye başvurumuzu yaparız dedi.

Rana, “Zaten bir hata yaptım bu hatayı telafi etmek yerine annemin rızası olmadan seninle yaşamaya başlarsam bu annem için ikinci bir yıkım olur, bunu yapamam. Eninde sonunda annemde evlenmemizin en doğru alduğunu anlayıp onay verecektir. Sen benden haber bekle” dedi.

Rumeyza bütün gece uyumadı. Gece boyunca mazinin tozlu yapraklarını araladı durdu. Rana’nın doğuşunu, kayınpederini kayın validesini Hollanda’da yaşadığı acı tatlı anıları bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.

Sabaha doğru gün ağarmadan kalktı abdest aldı. Sabah namazını kıldıktan sonra bol bol Allah’a dua ederek kızı ve kendisi için Allah’tan af edilmeyi diledi. Göğsünün tam ortasına bir ağırlık gelip oturmuştu. Nefesleri düzensizleşmişti. Kalktı pencereyi açıp odayı havalandırdı ama nefeslerini düzene sokmaya kafi gelmemişti.

Kalkıp su ısıtcısıyla bir bardak su ısıttı. Sonra bir papatya çayı alarak suyun içerinde sallandırdı. Bardaktaki su koyulaşınca çayını alıp salona geçti. Yudum yudum çayını içtikçe sakinlemeye ve olaya çözüm aramaya başladı. Sonra evlenmelerinden başka kendisi de çare bulamamıştı. Allahtan kızının erkek arkadaşı kaçmamış sorumluluğu üzerine alarak evlenme teklif etmişti. Yoksa çeverede duyduklarını hatırlayınca “Allah’ım sana sığınıyorum, kızımı sen koru” diye dua etti.

Bütün gece uyku uyumuyan Rana’da gelip salondaki koltuğa ilişiverdi. Annesinin yüzüne bakamıyordu. Gözlerini yere çivilemiş öylece duruyordu. Gözlerinden bütün gece ağladığı belli oluyor. Rumeyza kızını sözdü. Kızını öyle görmek onu da çok üzmüştü. Yavaş yavaş konuşmaya başladı.

-Madem olan oldu çaresiz evleneceksiniz. Bu sağda solda duyulmadan hemen gelip istesinler o zaman. Bu konuda kimseye tek kelime etmeyeceksin hatta ablana bile. Bu bizim aramızda sır olarak kalacak. En kısa zamanda da nikahınız kıyılır evlenirsiniz. Ama tekrar söylüyorum evlendim diye okulu bırakmak yok. Bu konuda bana söz vereceksin. Dünyanın binbir türlü hali var. Kocana güvenip de okulu bırakmak yok.

-Sana söz veriyorum anneciğim. O diplomayı alıp sana getireceğim. Ama ne olur affet beni anne. Yüzüne bakmaya senden özür dilemeye bile utanıyorum. Ama sen benim annemsin senden hiçbir şey saklayamam ben. Bu yaşattıklarımı hiç hak etmedin. Sırf bunun için ben kendimi kendim bile af edemezken senden af etmeni istiyorum. Biliyorum ki senin ana yüreğin benim üzülmeme dayanamaz.

Sonra olduğu yerden kalkıp annesinin önünde yere çöküp annesinin ellerine kapandı, ağladı ağladı ağladı…

Rumeyza da ağlıyordu, elleriyle kızının saçlarını okşadı. Uzun süre konuşmadılar. Gün ağarmıştı, açık olan pencereden yoldan geçen araçların sesleri geliyordu. Rumeyza kızının saçını okşarken tane tane konuşmaya başladı.

-Bak tekrar söylüyorum bu aramızda sır kalacak, ablana dahi söylemeyeceksin. Bu hafta sonu gelip istesinler seni. Ben eniştene söyleyeyim de onlarda anne-babasını alıp gelsinler. Hem dünürlerin de burada olması iyi olur. Evliliğin için yarım ağızda olsa onlara da sorup hatırlarını almak lazım, Sonra gönül mönül koyarlar durduk yere bir de küslük çıkmasın ortaya.

-Peki anne sen nasıl istersen. Müsaade edersen ben şimdi okula gitmek için hazırlanayım.

-Eğer sınavın filan yoksa sen de bugün okula gitme. Gözlerinden seninde bugün uyumadığın anlaşılıyor. Git biraz uyu dinlen sende.

-Yok anne ben gideyim hem Efe’le konuşayımda o da ailesine söylesin. Akşam erken gelir dinlenirim.

“Peki kızım sen bilirsin” derken kızını süzen Rumeyza yaşadığı yılları hatırlayarak gözleri dolar. En azından yavrularının kaderi gülsün istemektedir. Bunları düşünürken ağzından kısık sesle, “Rabbim bizi Allah’tan korkan kuldan utanan iyi insanlarla karşılaştırsın” cümlesi dökülüverir.

Rana kısık sesle “Amin” derken Rumeyza’da bu amine katılmıştır. “Amin”

Her iki tarafta da yoğun bir hazırlık başlamıştır. Rumeyza hanım evi baştan sonra temizler, bayramlık perdelerini takar. Misafir kalabalık olacak düşüncesiyle konu komşudan sandalye ayarlar.

Diğer tarafta Efe’nin annesi kocasını arayarak oğlunun söylediklerini kelime kelime söyler. Son olarak da “Eğer baba olduğunu unutmadınsa, babalık vazifeni yapmak istiyorsan istemeye gel. Gelmeyeceksen de sen bilirsin” der.

Hafta sonu gelmiştir. Rumeyza hanım konu komşularının da yardımıyla sarmalar tatlılar börekler yapmıştır. En güzel elbiseleriyle misafirlerini karşılamaya hazırlanmıştır. Özlem ise Rana’yı gündüzden alıp bir kuaföre götürmüş saçlarını başlarını makyajlarını güzelce yaptırmışlardır. Kuaförden sonra Özlem arabayı kendi evine sürmüştür. Kardeşine çok güzel bir abiye takım almıştır. Ablasının bu sürprizi karşısında Rana duygulanır gözleri dolar. Ama araya giren Özlem, “Aaaa, kızıcam şimdi, ben minik cimcimeme bir elbise almışım çok mu? Nesine ağlıyormuşsun bunun” derken aslında kendisi de ağlamaklı olmuştur.

Ablasının sürpriz hediyesini giyen Rana bir peri kızı güzelliğindedir. Onu gören Özlem duygusallaşıp gözyaşları içerisinde kardeşine sarılır. Bir süre öyle kalan iki kardeş Özlem’e gelen telefonla kendilerine gelirler. Özlemin eşi Vedat nerede kaldıklarını sormaktadırlar. İşlerinin bittiğini arabaya yürüdüklerini söyleyip evden çıkarlar.

Eve vardıklarında Özlemin eşi ve eşinin anne babasının geldiğini görürler. Ama kızlarının güzelliklerini gören Rumeyza duygusallaşmış gözyaşlarına hakim olamamıştır. Onu bu halde gören Vedat’ın annesi de duygusallaşmış o da ağlamaya başlamıştır. Vedat ve babası ne oldu şimdi bunlara deyip birbirlerine bakarken Vedat’ın annesi, “Aman siz erkek milleti değil misiniz? Ne anlarsınız kadınların ruh halinden” diye çıkışır.

Rumeyza hanım hazırlıkları son bir defa denetlemek için mutfağa girmiştir.
Bu esnada kapının zili çalar, belli ki gelen erkek tarafıdır. Evin erkeği olmadığından misafirleri karşılamak Vedat ve babası Orhan Beye düşmüştür. Mutfağa antreden girilmektedir. Misfirler ve onları karşılayanlar yüzünden antre dolduğu için Rumeyza hanım mutfaktan çıkamaz kısa süre hapis kalır. Bu süre içerisinde Orhan Bey ve Vedat kendilerini misafirlere tanıtmışlar onları salona buyur etmektedirler. Misafirler salona geçip tam oturcakları sırada Rumeyza salondan içeri girer. İçeri girmesiyle Orhan Bey, “İşte Rana kızımızın Annesi Rumeyza Hanım da geldi” der.

Rumeyza ismini duyan damadın babası olduğu yere mıhlanmıştır. Gözlerini Rumeyza’dan ayıramaz. Başı döner gözlerininin önü kararır arkasındaki kanepeye yıkılırcasına düşer. Onun oturuşundan kanepe bile geriye doğru sürüklenir.

Rumeyza da Kenan’ı tanımıştır ama damadın nesi olduğunu bilmemektedir. Ama elinde çiçek olan damat adayının, “Ne oldu baba neyin var, betin benzin bir anda attı, iyi misin?” sorusuyla kızını istemeye gelenin eski eşinin oğlu olduğunu anlar. Onun da beti benzi atmıştır. Bilmeden kardeş kardeşle aynı yatağa girmiş olduğu gerçeği Rumeyzayı zor duruma sokmuştu. Gözlerinin önünün karardığını hisseti. Rumeyza, bir anda yere yığılıp kaldı.

Kenan, Rumeyza’ya bakakalmıştı. Karşısında eski eşi ve kendisini onun uğruna terk ettiği karısı Keriman ve oğlu Yağız Efe vardır.

Herkes Kenan’a ne oldu diye düşünürken Rumeyza’nın bayılmasının şaşkınlığı içerisindedir. Özlem ve Rana “anne diye atılıp annelerinin hemen yanına gelirken Vedat kolanyayı kapmış ama kime yetiştireceğinin şaşkınlığını yaşamaktadır.

Kenan eline dökülen kolonyayla yüzünü sıvazlarken gözü yanar ama yüreğinin yangını daha büyüktür. Annesini ayıltmaya çalışan kızları Özlem ve Rana’ya bakar bir de Rumeyza’ya bakar. Yıllar Rumeyza’yı yıpratmıştır ama hiç değiştirmemiştir. Rumeyza’nın kendine gelmeye başladığını gören Kenan, Rumeyza’la karşılaşmaya ne yüreğinin ne de gücünün yetmeyeceğini anlar. Panik içerisinde “Bu iş olamaz” deyip hızla yerinden kalkıp ayakkabısını giydiği gibi dışarı çıkar.

Yıllar Kenan’ı da yıpratmıştır. Saçlarına kırlar düşmüş biraz kilo almış içtiği alkolün tesiriyle de teni biraz kararmıştır. Aradan geçen zaman içerisinde Kenan, adeta atasözlerinin boşuna söylenmediğinin ispatlamaya çalışmıştır. “Can çıkar huy çıkmaz atasözünü doğrularcasına bir süre sonra yine aldığı alkol sonucunda kumar masasına oturmuş o zamana kadar biriktirdiği ne varsa hızla kaybetmeye başlamıştır. Onun kumarına katlanamayan Keriman boşanma yolunu seçmek zorunda kalır. Ayrılmasına rağmen Kenan’dan da vazgeçememiştir.

Bu arada Yağız Efe de büyümüş yüksek Mavo (lise) son sınıftadır. Ama Yağız Efe okulda yaptığı yanlış arkadaş seçimlerinin kurbanı olmuştu. Yakışıklı olan Yağız Efe okuldaki arkadaşlarının giyim kuşamlarından bol para harcamalarından etkilenmiştir. Arkadaşlarına, “Aslanım sizlerin anne-babası da benimkiler gibi orta halli insanlar. Siz nasıl oluyor pahalı arabalara binip marka elbiler giyebiliyorsunuz?” diye sorduğunda arkadaşları, “İstersen sana yardımcı oluruz ama ağzını sıkı tutman şartıyla” demişlerdi. Yağız Efe de onlara, “O konuda sorun yok. Biz gerektiği zaman çenemizi sıkı tutmasını da biliriz” demişti.

Yağız Efe bir süre Belçika’ya Almanya’ya uyuşturucu kuryeliği yapmıştı ama farkında değildi. Birinde az daha polise yakalanacaktı ama ucuz atlatmıştı. Uyuşturucu taşıdığını bir kaza sonucu taşıdığı paket yere düşüp patlayınca öğrenmiş ondan sonra da bir daha yapmamıştı.

Daha sonra bir loverboys çetesine dahil olmuştu. Bu çete yakışıklı genç delikanlılara bol paralar veriyor onların lüks içerisinde yaşamalarını sağlarken okullarındaki ya da çevrelerindeki kızları tavlamalarını istiyordu. Genç kızları tavlayan gençler kızları sarhoş ederek koyunlarına giriyor bunları filme alarak kıza şantajda bulunup kızları pazarlamaya başlıyorlardı. Bu tür gençler ailelerin başların bela olmuşlardı. Kaçıp kurtulmak isteyen kızlara çektikleri filmleri ailelerine göstermekle tehdit ediyorlardı. Kurtuluş yolu bulamayan pek çok genç kız intihar yolunu seçmişti.

Yağız Efe, Mavo’yu (lise de diyebiliriz) bitirmiştir. Yüksek tahsil için Utrecht’e taşınmıştır ama bir süre sonra okulda gördüğü ayrımcılıklara katlanamadığı için gerek öğrencilerle gerekse zaman zaman öğretmenleriyle yaptığı tartışmalar kavgaya kadar uzayınca okuldan atılmıştı.

Okuldan atıldığını ailesine söyleyemediği için Utrecht’te bir iş bulup çalışması gerekirken bir loverboys çetesinin içine düşer. Çete içerisinde bir süre her şey Yağız Efe’den saklanır. Yağız Efe’ye bol imkanlar sunulur, lüks arabalarla gezdirirler. Amaç, onu lüks hayata alıştırıp kızları tuzağına çekmesini kolayca istemektir. Bir süre bu lüks hayat içerisinde yaşayan Efe bir gün merak içerisinde arkadaşına sorar.

-Ya Allah razı olsun günlerdir beni arabanızla gezdiriyor marka hediyelerle gönlümü alıyorsunuz. Her şey için müteşekkirim ama bunları neden yapıyorsunuz? Kara kaşım kara gözüm için değil herhalde.

-Üstüne bastın dostum ayağını kaldır. İşte tam da bunun için yapıyoruz.

-Nasıl yani?

-Bak arkadaşım yakışıklı delikanlısın. İstediğin kızı rahatça tavlayabilir onun koynuna girebilirsin. İşte senin yapman gereken tek şey bu. Kızları tavlayıp onları kendine mecbur bıraktıktan sonra onlara istediğini yaptıracaksın.

-Ya kusura bakmayın ama benim zekam yeterli değil galiba halen ne dediğinizi anlayamadım. Bu kızları kendime mecbur bırakıp da ne yaptıracağım.

-Bak dostum sen bir kızın koynuna girerken videosunu çekersin. O kız senin koynuna girmişse hele ki bu bir bir Türk kızıysa zaten sana mecburdur, ailesine de söyleyemez. O kıza borcum harcım var kredi çekemiyorum deyip kredi çektrirebilirsin. Parayı sen alırsın borcu kız öder. Yanaşmazsa görüntülerle tehdit edersin. O zaman tıpış tıpış istediğini yapar. Parasız mı kaldın, kızı hemen pazarlarsın. Cebinde her daim paran olur. Çalışmak istemezse yine görüntülerle o kızı tehdit edersin. Daha nasıl anlatayım sana ben de bilmiyorum. Umarım anlamışsındır.

Efe duydukları karşısında adeta küçük dilini yutacaktır. “Ama, ama bu sizin yapıtığınız şerefsizliğin adiliğin pezevenkliğin ta kendisi. Birisi sizin kardeşinize yapsa siz ne yapardınız” diye cevap verir. Orada bulunanlardan biri hemen üzerine atlayıp iki yakasını toplayarak.

-Sen biçim konuşuyorsun lan bizimle. Kaç gündür bu nimetin zenginliklerinden faydalanırken bir şey demiyordun.

Efe sinirli bir şekilde yakasını tutan elleri yakasından söküp atarak,

-Bilseydim zaten yanınıza bile gelmezdim, midemi bulandırıyorsunuz. Benim sizinle işim olmaz, olamaz artık. Sakın ha bir daha beni ne arayın ne de sorun. Benim sizin gibi arkadaşım filan yok artık. Haydi bana eyvellah.

-Yok ya, çekip gitmeyi kolay mı sandın? Biz sana o kadar yatırım yaptık aslanım. Bunun karşılığını almadan bırakmayız seni.

-Öyle mi, haydi alabiliyorsanız alın. Yoluma çıkar üzerime gelmeye kalkarsanız hepinizi polise ihbar ederim. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Beni neyle korkutacağınızı sanıyorsunuz siz. Haydi buyurun kim beni engelleyecekse çıksın karşıma.

O zamana kadar arkadaş sandığı insanlara sırtını dönüp yürümeye başlar. Biri arkasından koşup yakalamak ister ama diğerleri onu omuzundan tutup engel olurlar. “Yolun başında öğrendiğimiz iyi oldu. En azından hakkımızda fazla şey öğrenmedi. Bırak gitsin uğraşmaya değmez”.

Bu şekilde loverboys çetesinden kurtulan Efe karnını doyurmak için şimdi çalıştığı restoranta girer. Yemeğini yedikten çevresine bakınırken camda yapıştırılmış olan “Eleman aranıyor” ilanını görür. Hesabı ödeyen Efe iş müracatını da yapar. Şartlarda anlaşırlar ve Efe restorantta çalışmaya başlar ve ta bugünlere kadar da çalışmaya devam derek gelir.

Rumeza ile karşılaşmamak için evi panik halinde terk eden Kenan hızla aşağı inmeye başlamıştır. Hatta asansörün gelmesini bile bekleyememiştir.

Bir süre şaşkın bakışlarla babasını izleyen Yağız Efe hemen kendine gelir ve babasının peşinden koşar. Apartmanın giriş kapısında babasını yakalar. Kenan oğlunun pelinden gelmesine aldırmayarak yürümesine devam eder. Ama Efe sırarcıdır, o da babasının peşinden yürümeye ve onunla konuşmaya çabalar.

-Ne demek bu iş olamaz? Sen istesen de olacak istemesen de olacak.

-Oğlum bu iş olamaz diyorsam olamaz. Ben istemişim istememişim önemli değil ama bu iş ben istesem de olamaz!

-Ama neden baba, neden olamaz? Biz birbirimizi deliler gibi seviyoruz. Şimdi sen istemiyorsun diye neden ayrılalım? Ya bir gün de baba ol da oğlunun mutluluğunu iste! Sen ne biçim bir insansın ya.

-Nedenini karıştırma, olamaz diyorsam olamaz.

-Baba, sen ister kabul et ister kabul etme ama biz evlenmek zorundayız. Çünkü biz Rana ile birlikte olduk. Senin anneme yaptığın gibi onu böyle ortada bırakıp kaçamam. Biz evlenmek zorundayız!

Kenan’ın kulaklarında “Biz birlikte olduk” cümlesi çınlayıp duruyordu. Gözyaşları içerisinde Kenan’ın üzerine yürüyüp şiddetli bir tokat atarak, “Ne yaptın sen?” diye bağırdı.

Bu bir kabus olmalıydı, her taraf kararmıştı. Sanki hiç bir şey duymuyordu. Gözyaşları içerisnde sokakta koşuyurdu. Durduğunda daha doğrusu yere yığılıp kaldığında nefes nefeseydi.

Bütün hayatı boyunca hata üzerine hata yapmıştı. O hataları, günahların en büyüğüne iki kardeşin aynı yatağa girmesine sebep olmuştu. Yıllarca hem Özlem’i hem Rana’yı ne aramış ne sormuştu. Yerden kalkarak yavaş adımlarla kanal kenarındaki banka oturdu. Bugüne kadar yaşadığı ve yaşattıklarıyla her türlü cezayı hak etmişti. Bunu kabul etmişti ama öz çocuklarının işledikleri günahın vebalini taşıyamayacağını hissediyordu. Yavaş adımlarla kanalın kenarına kadar geldi. Gecenin karanlığında kendini kanalın kirli soğuk sularına bıraktı.

Efe babasının kesinlikle karşı çıkmasına bir anlam verememiş Ranaların evine geri dönmüştü. Döndüğünde herkes Rumeyza’nın kendisine gelmesini bekliyordu. Rumeyza ayıkmış eline yüzüne sürülen kolonyalarla sakinleşirken kızlarına ne diyeceğini düşünüyordu. Olan bitenlere hiç kimse bir anlam verememişti.

Annesinin kendisine geldiğini gören ilk Özlem oldu.

-Ne oldu anne, neden bayıldın sen?

Rumeyza her şeyi anlatmanın zamanının geldiğini anlamıştı. Olayları en başından başlayarak gözyaşları içerisinde anlattığında Efe ve Rana’nın dünyaları başlarına yıkılmıştı.

Evde ağlamadık kimse yoktu. Keriman bile yıllar öncesine gitmiş kocasına Rumeyza’ya gitmemesi için yaptığı baskıları hatırladıkça bu aile faciasında kendi payının da olduğunu düşündükçe kahroluyordu.

Anlatılanları dinleyen Yağız Efe geldiği gibi tekrar sokaklara dönmüştü. Efe şuurunu kaybetmişti. Şuursuzca gözyaşları içerisinde bazen yürüyor bazen koşuyordu. “Allah’ım ben ne yaptım? Allah’ım bu büyük günahı nasıl işledim” diye söylene söylene koşarken çevresinden akan trafiğin farkında değildi. Anayolda delice koşan adama arabalar korna basıyorlar ama o hiç birini duymadan koşuyordu. Çok uzun sürmeden olan oldu. Efe hızla gelen bir kamyonetin altında kalıp pişmanlık ve vicdan azabı içerisinde son nefesini verdi.

Efe’nin son nefesini verdiği sıralarda Rana da kendinde değildi. Kardeş olduklarını öğrendiğinden beri hiç kimseyi görmüyor duymuyordu. Herkes Rumeyza ile ilgilenirken odadan ne zaman nasıl çıkmıştı kendisi de bilmiyordu. Asansöre binerek binanın son kat düğmesine bastı. Asansörle çıkarken hıçkırıklarla ağlıyordu. Asansör son kata vardığında kapısı açıldı. Asansörden son kata çıkan Rana binanın yangın merdiveni bölümüne geçip kendisini boşluğa bırakıverdi…

SON

©
09 – 09 – 2020
Enschede - Hollanda

Seyit Burhaneddin Kekeç
Kayıt Tarihi : 9.9.2020 20:32:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Seyit Burhaneddin Kekeç