Doğup büyüdüğüm ilçem, bir dağın eteğine kurulmuştu. Küçük, şirin bir ilçeydi. İsmini eteğine kurulduğu dağın üstünde kalıntısı kalan tek kale ve kardeşi olan diğer dört kalenin birleşiminden almıştı. Yani Beşkale. Zamanla bu beş kaleden dördü yıkılmış, bir tanesi ayakta kalmıştı. Beşkale ismi Başkale’ye dönüşmüştü. Başkale tam İran sınırındaydı. Çocukluğumda ziyaret ettiğim bazı köylerimiz ile İran köyleri arasında sadece bir tel örgü vardı. İran köylerinde öten horozların sesi ile uyandığımız sabahlar da oluyordu bazen. Sınırdaki komşularımızla hısımlık bağları da oluşmuştu. Birçok evde İranlı gelinler vardı.
Başkale serin havası, soğuk sularıyla ülkemizin en yüksek yerleşim birimiydi. Bu yüzden burada kendimi hep ülkenin çatısında oturuyor gibi hissederdim. Bu durum nedense çok hoşuma giderdi. Bir gün öğretmenimiz derste “Başkale, Türkiye’nin en yüksek yerleşim birimidir.” dediğinde farklı bir gurur yaşamıştım sebepsiz.
Doğduğum ev, dağın eteğindeki mahalledeydi. Bu nedenle Kale Mahallesi olarak adlandırılmıştı... Bu mahalle tüm ilçeye hâkim bir konumdaydı. Mahallenin yaşlıları yokuş aşağı inerlerken veya yukarı çıkarlarken bir hayli zorlanırlardı.
Evimiz İki katlı, tipik bir Van Eviydi. Evimizin ahşaptan yapılma büyük bir kapısı vardı. Kapısında biri büyük biri küçük olmak üzere iki tokmak bulunuyordu. Büyük tokmak kaba tok bir ses, Küçüğü ise daha kibar bir ses çıkarırdı. Büyüğü ile kapı çalınınca kapıdaki kişinin bir erkek, küçüğü ile kapı çalınınca kapıdakinin bir kadın olduğu anlaşılırdı. Dış kapının hemen üstünde dışarıya doğru çıkık ahşap bir cumba vardı ki zamanımın büyük bir kısmı burada geçerdi. Bu cumbanın ahşap tabanına annem bir hasır sermişti. Burada oyun oynarken hasırın altındaki tahtada bir göz büyüklüğünde bir delik keşfetmiştim. Evin giriş kapısı tam da bu deliğe denk geliyordu. Kapıyı çalanlar cumbanın alt kısmında durdukları için pencereden görünmezlerdi, bu delikten baktığımda; kapıdakileri net görebiliyordum. Ahşap kapı büyük bir salona açılıyor, salonun sağında ve solunda iki büyük oda, odalarda da büyük ve küçük şömineler vardı. Büyük şömineler ısınma amaçlı kullanılıyordu. Bunalar yerden en fazla iki karış yüksekte olurlardı. Bu şöminelerde yakılan odunların evin içini aydınlatması, alevlerin ahenkli dansı ve yanan odunların cızırtısı, çatırtısı inanılmaz bir huzur verirdi. Titrek alevlerin sıcaklığı yüzünüzü adeta yalar geçerdi. Küçük şömineler ise yemek pişirme amacıyla kullanılıyordu. Bunlarda yerden yüksekliği yaklaşık bir metre civarındaydı. Burada pişen yemeklerin güzel kokusu mahalleyi sarardı. Odaların duvarında üzerlik denilen yöresel süsler bulunurdu. Üzerlik; kırlarda toplanan nohut büyüklüğünde bir bitkinin tespih taneleri gibi ipe dizilmesi ve aralarına renkli kumaşların yerleştirilmesi ile yapılan ve uçurtmaya benzeyen el yapımı yerel bir süs eşyasıydı. Bu süsün, evleri nazardan ve hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Sinüzit hastaları bu bitkinin tütsüsünü yapar derin derin koklarlardı. Ayrıca her evde olduğu gibi duvarda asılı, beyaz patiska üzerine rengârenk işlenmiş; kafası insan, ayakları ve kuyruğu yılan olan Şahmeran resmi vardı. Uzun kış gecelerindeki sohbetlerde şahmeran efsanesinin anlatılması kaçınılmazdı. Salonun orta sağ kısmında ikinci kata çıkan ahşap bir merdiven ve arkasında mutfak, kiler, banyo ve tuvalete açılan bir kapı vardı.
Alt kattaki odalar genelde misafirler için kullanılırdı. Üst kattaki odalar ise aile bireylerinin kullanım alanıydı. Ön giriş kapısının önünde yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde taştan yapılmış üst kısmı beton ile sıvanmış bir balkon vardı. Bu evde beton kullanılan sadece iki yer vardı. Birincisi geniş pencerelerin iç kısmı ki; bu alan bir boruyla dışarıya bağlanırdı. Bu pencerelerin bazıları aynı zamanda el yıkama lavabosu işlevini de yerine getiriyordu. El yıkamak için alt kata inmenize gerek kalmazdı. Bu derin pencereler aynı zamanda rengârenk saksıların da konulduğu alanlardı. Saksıların en gözdesi küpeli çiçeğiydi. İkinci alan ise; dış balkonun yüzeyi idi. Çünkü dışarda yağmura çamura en fazla maruz kalan yerdi.
Balkonumuzdan Başkale’nin tamamını görebiliyordum. Van’dan gelen ve keskin bir yol ayrımından sonra dümdüz olarak Hakkari’e doğru giden, etrafı buğday tarlaları ile kaplı olan yolu da görüyor; bu yoldan belirli saatlerde geçen şehirlerarası otobüsleri izliyordum. Kendimi o otobüslerin içinde hayal eder, şehir şehir dolaşırdım.
Evimizin önünde bir bahçe, bahçenin bir köşesinde tandır evi, bir köşesinde de kümes vardı. Bahçe duvarının çevresini sıra sıra dizilen kavak ağaçları ile zerdali ağaçları süslerdi.
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa
Bil ki seni düşünüyorum
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta