Cami avlusundaki loş ışık yüzünden kadın eşindeki değişikliğin ve suskunluğunun farkına varamamıştı. Bunu ancak cami avlusunun doğu kapısında ki sağlı sollu aydınlatılmış Çeyizciler Sokağına çıktıklarında fark edebildi. Eşinin önüne geçip sağ elini göğsüne dayayıp “Dur bir dakika!” diyerek onu sokağın tam ortasında durdurdu.
Sokakta bir iki silah ve telefon satıcısı dışında, büyük çoğunluğun çeyiz eşyası satan dükkânlardan müteşekkil olduğu için bu sokağın resmi adını kimse bilmiyordu. Herkes bu sokağı, “Çeyizciler Sokağı” olarak biliyordu ve tariflerinde de öyle adlandırıyorlardı.
Adam mecburen sokağın ortasında durdu. Eşi gözlerinin içine baktı. O ise konuşmadan yüzünü yana çevirdi. Hemen yan tarafında bir çeyiz dükkânında neredeyse raflardaki bütün iç çamaşır kutularını tezgâha indiren orta yaşında ki kadın dikkatini çekti. Kadın, ısrarla tezgâhtar gence, eliyle en üst raflarda ki yeni kutuları işaret ediyordu. Genç kutulardaki çıplak kadın resimlere bakmamaya dikkat ederek işaret ettiği kutulardan birini kadına uzattı. Kadın resimleri iyice inceledikten sonra beğenmemiş olacak ki, üst raflardan başka bir kutuyu daha işaret ederek indirmesini istedi.
Kadın kocasını adeta sarstı.
-Ne bakıyorsun, o kutulara! Görmüyor musun? Hepsinde çıplak çıplak karılar.
Adam oralı bile olmadı bakmaya devam etti. Kadın daha bir sert çıkıştı.
-Kendine gel daha yeni camiden çıktın!.
Eşini büyük bir hışımla durduran kadın bu sefer yürümesi için onu itekleye itekleye yürümeye ikna etti. Adam yürüdü ama yine de konuşmadı. Anlatamadı eşine, tezgâhtar çocuğa o kutuları indirten kadının az önce cami kapısında kendisine bir ton ağır küfür ettiğini. Adam yürümeye başlayınca kadında artık konuşmayı bıraktı. Podyum Sokağına kadar sessizce yürüdüler. Bereket versin sokak fazla kalabalık değildi. Yoksa eve gitmek için arka sokaktan dolanmak zorunda kalacaklardı.
Podyum Sokağın, 523 Nolu resmi adını da İlçe de pek kimsenin bildiği yoktu. Yazın Kızıltepe’nin 50 derece ağustos sıcağında bile, sahip olduğu doğal klima özelliğinden dolayı esen serin meltemiyle insanı ferahlatan, yüksek binaların arasında kalan ve özgürlük meydanının nefes aldığı sokaklarından bir tanesiydi. Çeyizciler Sokağı ile de karşılıklı Özgürlük Meydanını ortadan kestiği bir sokağın iki parçası gibiydiler. Kendisi Özgürlük meydanının güneyinde, Çeyizciler ise Kuzey cephesinde yer alıyordu.
Podyum Sokağın, serinliğinden olacak ki, sokağın sağlı sollu kenarları Aziz Ustanın çay içmeye gelen yaşlı ve olgun müşterileriyle dolup taşar. Müşterilerin olgun ve saygın kişilerden olmasına rağmen bir bayan için oradan geçmek her zaman sıkıntılı olmuştur. Zaten sokağı geçtikten sonra kadınların, podyumda yürüyor hissine kapıldıkları içindir ki sokağın gayri resmi ismi “Podyum Sokak” olarak kadınlar arasında dilden dile dolaşarak adeta tescillenmiştir.
Podyum sokakta ki olan evlerine nihayet yetişmişlerdi. Kadın:
-Neyin var, camide seni üzen bir durum mu oldu? Yoksa sende namazı karman çorman eden imama mı kızgınsın?
-Hayır! Dedi ve arka cebinde ki zarfı çıkarıp eşine uzattı.
***
Selam,
Ben Kadriye,
"Kadir Gecesi"'nde doğmuşum diye adım Kadriye. Dediklerine göre: “Erkek doğsaydım” adım “Kadir” olacaktı. İyi ki erkek olarak gelmemişim dünyaya. Zaten daha doğmadan adım tartışma konusu olmuş. Kadir için, isim olmaz demişler, dini bütün allame komşularımız;
“Başına mutlaka Abdul eklemek gerekiyormuş" diye tutturmuşlar.
Neyse ki kız doğunca, sanki Allah’ın kulu değilmişim gibi Abdul problemi de otomatikman ortadan kalkmış… Kadriye ile yetinmişler.
İkinci erkek çocuk arayışları doğumumdan üç gün sonra da annemin vefatı ile sona ermiş oldu. Zaten doktorlar ebeveynlerimi uyarmışlarmış. Zeynep ablamın doğumundan sonra, annem için bir doğumun daha intihar anlamına geldiğini iyicene tembihlemişler ama bizimkiler bir erkek çocukla yetinmek istememişler. İkincinin ardına inatla düşmüşler, Allah’ta her seferinde kız çocuğu göndermiş işte, Abdullah’tan sonra evin yedinci ve son çocuğu olarak ben aileye katılmışım.
Üç günlük anne sütünden sonra hep ikiz doğuran keçimiz, ikizleriyle beraber, beni de on iki ay boyunca emzirmiş. Bazen bir şeyde ısrarla inat edince bana Kadriye yerine Keçiye diye çıkışanlarda olmadı değil. Ama ben Kadriye’yi de Keçiye’yi de çok seviyorum.
Şaşırmiş durumdasınız!
Bunu biliyorum.
Bu mektupta neyin nesi?
Tanımazsınız da beni, ama ben sizi tanıyorum. İntiharlardan dönüp gelmişim buralara 20 gündür sizi izliyor araştırıyorum. Polis değilim, olsam da fark etmez biliyorum.
Önceki düşüncelerimden intihara yeltenecek kadar hayal kırıklıkları yaşadım. Çok toyum bu düşüncede nefesiz kaldım boğuluyorum.
Abdullah ağabeyimin üzerinde hak hukuk gözeten daha radikal ve devrimci birini tanımıyordum. Dayılarımın annemi, dolaylı olaraktan da bizleri, dedemin mirasından mahrum etmek için vekâletname istemelerine, sert çıkışmış ve annemiz kadın diye hakkını kimse yedirtmeyeceğini yüksek sesle suratlarına haykırmıştı. Unutamıyorum. Böyle biricik bir ağabeyim olduğu için kendimi şanslı ve ayrıcalıklı görüyordum. Ağabeyimin bu çıkışı üzerine bizleri çizen dayılarıma karşılık 7 kız kardeş ağabeyimize vekâlet vererek hukuk mücadelemizi onun şahsında sembolleştirdik.
Neticede annemin hakkı olan mirası aldık ama ağabeyim bu sefer kız olduğumuz gerekçesi ile bize zırnık koklatmadı. Peşinen vekâleti verdiğimiz için de yapacağımız bir şey kalmamıştı. Ama O gönlümüzü almak için Çin mallarının satıldığı milyon dünyası dükkânlardan bize birer hediye almıştı. Üniversite okuyorum diye bana da yolladığı “Che Guevara” tablosunu hala saklıyorum. Dedemden bana Che tablosundan başka bir şeyin miras kalmadığını öğrendiğimde her şeye ve insanlara olan inancımı tamamen yitirdim. Özellikle devrimci ayaklarına olanı…
İntihara karar verdiğim gecede “Ayşe Apo Dağdan İnenler” kitabınız elime geçti, bir oturuşta okuyup bitirdim. Şimdi düşünüyorum da intihar etmiş olsaydım ne çok şey kaçırmış olacaktım. İslam’a merak sardım. Başladım araştırmaya...
Ne çok şeyh, ne çok dergâh dolaştım, bilemezsiniz? Samimi olanlar çok cahil demeyeyim de, çok boştular. Samimiyetlerinden başka verecekleri bir şeyleri de yoktu, bilgili olanlar ise samimiyetsiz, yüzleri nursuz, doktor periskopu gibi durmayan elleri, kilitlenen gözleri ve zemzem diye bir Yeşilçam Gazozu içirmedikleri kaldı.
Tiksindim.
Bu dini öğrenmem için önüme ciltler dolusu binlerce kitap serdiler. Kesintisiz okusam ömrüm bitirmeye yetmeyecek. Allah’ın dini bu kadar mı karma karışık, kara kara düşünmeye başladım. Bundan da ters bir şeyler var ama çözemedim. Bir şeyi sorduğumda bana cevap olarak; şu âlim, şu mezhep imamı, şu ustad, şu hoca, şu, şu, şu kişi böyle söylemiştiler. Ya ben bu dinde Allah’ın ne söylediğini merak etmekteyim bunu bana bir türlü söylemiyorlar söyleyene de rastlamadım.
Yatsı namazını 13 rekât değil de 4 rekât kılıyorum diye neredeyse beni aforoz edecekler. Allah’a 4 rekât borcum varken bunlar %325 faizle bana 13 rekât olarak ödetmek istiyorlar. İslam’da faiz haram değil mi? Faize abdest aldırtmışlar diye ödemem mi gerekiyor? Ödemiyorum!.. Sünnetse, insanlara gülümsemekte sünnettir. Niye hiçbiriniz gülümsemiyorsunuz?
İki gündür kavga ediyorum misafir kaldığım KCF evindeki ablalarla. Bana bu halde camiye gidemezsin, namaz kılamazsın ve kitaba da asla dokunamazsın. Çünkü “Sen Necis’in” diyorlar.
Oysa hiçbir zaman bu vakitlerde olduğum kadar ne duygusal, ne de saf ve temiz olarak kendimi bu denli duru ve Allah’a daha yakın da hissetmedim.
Akıl etmez artık düşünmez misiniz? Diye bizlere binlerce kez soran Allah’ıma: Aklım almıyor, Ya Rab, almıyor işte! Düşünemiyorum!...
Nasıl beni, zevk ü sefası ya da yaptığı tecavüz sonucu cünüp olmuş biri ile beni aynı kefeye koyabiliyorsunuz. Bu görevi sen yüklemedin mi? Omuzlarıma. Sen necis bir görev vermezsin biliyorum. Ve biliyorum tevbe-28’de kimlere “necis” dediğini de. Ve biliyorsun o necislerden de olmadığımı.
Yarın Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlı. Hak tecavüzcüleri hepsi huzurda bin ayı ceplerine indirecekler ama Kadriye gitmeyecek, sebep? Allah kendisine kutsal bir görev yükledi diye. Wallahi de gideceğim, Billahi de gideceğim. Gideceğim için KCF'li ablalar beni evden kovacaklarını biliyorum. Allah’ta kovar mı?
Sanmıyorum.
“Ya Rab, Hasta ziyaretlerini ısrarla teşvik eden Sen! Nasıl oluyor da? Hastalığımı veren! Hastayım diye, beni kitabından uzak, huzurundan kovuyorsun. Aklım almıyor?! Kitabı bırakmıyor! Gitmiyorum işte! Bu gece Kadir Gecesi…”
Uzaktan da olsa sizi tanımak güzeldi.
Selam ve Dua ile...
Kadriye
***
Kadın yüksek sesle okuduğu mektubu eşine uzatırken:
“Seninkilerden biri...” dedi.
Ah Kadriye! Keşke peygamberimizin de Musa’nın Harun’u gibi bir kardeşi olsaydı da. En azından dönerken ona kızacaktı. Ben yokken niye izin verdin bu hurafelere diye. Ama şimdi bana kızacak! Bana…
Samiri’nin buzağısı Allah ve elçisi adına hurafeleri ardı ardına böğürürken gel de sessiz kal. Yapabilir miyim?
Kadın üzüntülü bir ses tonuyla konuştu:
“Bu mektupları artık biriktirmezsen diyorum, bak söylemedim ama geçen gün hırsızlar kapımızı, kurcalamışlardı.” Adam gülümsedi.
“Birikmiş ödenmemiş faturalarımızdan başka çalınacak neyimiz var ki, bunun için de endişelenmen ve korkman da yersiz.”
“Yooo, endişelenmem çalınacak bir şeyimin olmasından değil, olmadığını sende biliyorsun. Asıl biriktirdiğin mektup ve yazılar beni korkutuyor. Ya onları çalsalar, Bu mektuplarda, insanların özel hayatlarına ait bilgileri var. Çoğunun belki mutlu birer yuvası vardır. Başkalarının eline geçerse o insanlar zarar görmez mi? Biliyorum edebi ve tarihi değerleri vardır. Ve senin için çok ta önemlidirler. Ben öldükten sonra birileri yayınlar diyorsun. Ama bu mektup ve yazılar, Kafka’nın mektupları değildir ki kolayca yayınlanabilsinler, yüzyıl geçse de yine olay yaratırlar.
Adam dolaptan el yazması mektup ve yazılarının olduğu dolu dolu koliler çıkardı. Eski kolileri bir bir boşaltı odanın tam ortasına. Diplerinde ne çok sararmış mektuplar vardı. Hepsi de zamanında göz nuruyla ona yazılmıştı. Kimi aşk, kimi nasihat ve kimi de tehdit mektuplarıydı. Okurken aralarında/zamanında hiç okumadığı zarfları açılmamış mektuplara da rastladı.
Gözlerini kapatarak onları bir bir yırtmaya parçalamaya başladı. “Meryem” adını verdiği el yazması hikâyesini eline aldı. Eşi bu hikâyeyi asla imha etmeyeceğini biliyordu. O bu hikâye ve kahramanları için; “Köyümün tarihi, aslı ve keremi, leyla ve mecnunu, Ferhat ve şirinidir.” diyordu.
Ali ve Muhammed’in kızı Fatima için 20 yıl önce kaleme aldığı “Meryem” hikâyesini eşi de birkaç kere okumuştu. Ali ve Muhammed ölmüş olmasına rağmen zihniyet ölmemişti. Bu yüzden bu çalışmasını yayınlamamıştı.
Öldükten sonra yayınlansın diye kapağına not düşmüştü. İşte el yazması Meryem’i parçalamaya başlayınca, bunu hiç beklemeyen eşi işin ciddiyetini kavradı ve korkmaya başladı. Gerisin geri ufak adımlarla ondan uzaklaşmaya çalıştı. Cinnet geçiriyor olabilirdi. Zaten camiden geldiğinden beri bir tuhaftı.
En ilginci, inanılır gibi değil, kolilerden kendisine yazılmış 6 küsur sayfadan oluşan bir aşk mektubu da çıktı. Nasıl okumadan atmıştı dolabın dibine, hayret etti kendi kendine.
Teravih namazlarını bıraktı ve yırtmadığı bir tek o mektubu günlerce soluksuzca okudu…
Ne kadar da çok seviyormuş kendisini hayran kaldı yazılanlara. Anladı ki o da hala onu çok seviyormuş, eşinden de saklamıyordu. Bazı sayfalarını ona bile okutuyordu.
Yıllar önce kendisine gelen çekirdekli mektuplardan sonra, kendini bir bütün olarak halkına bağışlamıştı. Bu bağışlamadan sonra, sana ne, sana ne? Sorularına çokça muhatap olmaya başlamıştı. "Keşke bende birileri gibi bana ne diyebilseydim, diyemiyorum işte. Çünkü yokum ben..." diyordu.
Selametle
Mahmut SEMEN
Kızıltepe
10 Nisan 2012
Mahmut Semen
Kayıt Tarihi : 8.2.2019 13:43:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!