Kadını İçerden Konuşturan Bir Yazar: Hüs ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Kadını İçerden Konuşturan Bir Yazar: Hüsnü Arkan

Ege’nin yazları pek sakin olmayan bir köyünde, akşamın alacalı renklerinden soyut bir tablo yapmaya çalışırken dinlemiştim o şarkıyı. Söyleyen adam tanıdıktı, onu yıllardır dinliyorduk ama bizi yazdığı sözlere aşina kılan başka türlü bir ruh iklimi vardı. “Eksik bir şey mi var hayatımda” sorusuyla dalıp gitmek, aileden birinden mektup almaya benziyordu. Sonra, Kalksam duraktan dolmuş gibi/ Arka koltukta unutulmuş gibi/ Terliklerimle gelsem sana/ Sonunda aşkı bulmuş gibi diyordu. Öyle kendiliğinden mırıldanıyordu sanki. Onu dinleyip hatırlarımda kaybolduğum gece yazdıklarım, tesadüfen ilk kitabımın ilk yazısı oldu. Şimdi o yazıya bakarken o günkü halimi de görüyorum. “Şarkıyı, denizin yarılmış incir rengi olduğu uysal saatlerde, sonunda ne olacağınıza, ne aradığınıza, ne bulacağınıza aldırmadan dinlerseniz, sonunda o ‘aşkı’ bulmuş gibi hissedersiniz” yazmışım. Kim bilir neler düşünüyordum, içim dalgalanıyor muydu, hayallerim beni sağlam mı tutuyordu yoksa şarkıyı yazlık sinemadan ayaklarını sürüyerek dönen tasasız bir çocuk gibi mi dinliyordum, bilmiyorum. Ters dönmüş tek bir terliğe bakıp kendim için üzülmüş müydüm? Ne tuhaf, yazının zaman katmanları içinde yazanı kendine yabancılaştırarak değiştirmesini seviyorum.

İlk romanından beri dilinin yumuşak tınısını, sözcüklerinin ahenkli buluşmasını önemsediğim için kıpırtılı bir merakla takip ettiğim Hüsnü Arkan, beni yine uzun bir ‘iç yolculuğa’ çıkardı. O yolda çocuk olma fırsatını sonsuza kadar kaçırmış arkadaşlarımın iç çekişlerini duydum. İnanmadıklarının gölgesinde sırf öyle icap ettiği için öyle yaşayan ihtiyarları gördüm. Hayatını değiştirmekten ürküp ‘konforunun’ berbat sıkıntısına katlanmak zorunda kalan adamları teselli ettim. Bu ülkenin ‘iyileşeceğine’ samimiyetle inandığı için kendinden hiç düşünmeden vazgeçenlerle sohbet ettim. Derin hayalkırıklığının ortasında sahici olmayı beceren, hiç vazgeçmeyen, bir kadının ‘eksik aşk’ hikâyesiyle uyanıp gözlerimi dünyaya yeniden kocaman açtım. Başka bir kadına hayatına istediği gibi sahip çıkamadığı için kızdım. Ama bütün bunların ötesinde aynamda gençliğimin hatalarıyla yüzleştim. Uzun uzun çocukluğumun solgun yüzüne baktım. Biraz oyalandım oralarda. Çoktandır çekmecelerde kuru yapraklar misali çıtırdayan sepya aile fotoğraflarımda gezindim. Pişmanlıklarımı şefkatle okşadım. Tanrı’nın unuttuğunu sandığımız hikâyeleri, yazarların sezgileriyle kabaran anlatma coşkusuyla anlatmasına bir kez daha hayran oldum.


Toprak kokan bahçelerde...

Hüsnü Arkan’ın son romanı Mino’nun Siyah Gülü’nde, farklı zamanların içinden süzülen hikâyeleri, birbirlerine dolanan kaderlerle ustalıkla buluşturmuş. 60’lı yıllarda bir kasabada başlayan ‘yasak bir aşkın’ heyecanı ve burukluğuyla Ege’nin benzersiz coğrafyasında dolaştırdığı okura, 12 Eylül sonrasının karanlık atmosferini de en çıplak ve acımasız haliyle gösteriyor. Doğrusu kahramanlarının eksik kalan hikâyelerinden ziyade, kadınlara muhteşem bir ‘iç ses’ hediye edebilen üslubu çarptı bu defa beni. En çok bu romanını sevdim. Hikâyeleri, acılaşan duygu kırılmalarına, buğulu atmosferine, çaresizliğine rağmen şafak vakti aydınlık bir avluya çıkan insanın huzuruyla kuşatıyor. Yazarın berrak, sinematografik, sadeliğiyle büyüleyen anlatımıyla kendinizi bir bağ evinin bahçesinde buluyorsunuz mesela.

Hikâyenin anlatıcılarından Zehra, yıllar sonra döndüğü evde beş yaşındaki fotoğrafını görüyor. “Kahvaltı masasının üzerinde leylaklar açmış. Halam kollarını göğsünde birleştirmiş. Kameraya bakmıyor, başka yere bakıyor. Hasan’la baktığı ben de onun baktığı yere bakıyoruz.... Bir raviyeye turfanda domates dilimlenmiş. Bahçeden toplanmış çarlistonlar henüz küçücük. Bir ay sonra yere eğilirler, dallar kırılır. Çaydanlık mum ocağının üstünde, dumanını görebiliyorum.... Hava toprak kokuyor; halam kahvaltıdan önce yeri göğü sulamış. Akasyanın, çamın, leylağın, güllerin yaprakları pırıl pırıl... Bu bizim ve kedilerimizin sabahı işte...! Her şey yerli yerinde.. Kulaklarımız, kedilerimiz, doymak bilmezliğimiz... Gümüşler parlatılmış. Hiç kullanılmamış yaşmaklar, yalnızca bir iki kez giyilmiş gece elbiseleri, iğne oyası masa örtüleri sandıklarda. Yün pamuk ve yataklar, yorganlar yüklükte. Kapılar açılmış, geçmiş kokuyorlar.”

Gösterdiği, koklattığı, atmosferin üstüne başka bir yapı inşa eden bu roman, lirik anlatımıyla ‘sandık içi’ kokmuyor, aksine geçmişi ayrıntılarıyla hatırlayanların vicdan ve gurur yarasını bugünün bakışıyla sağaltıyor. Upuzun, meşeden bir bahçe sofrasında, sabahın berrak ışıklarıyla parlayan incir, şeftali, gül, sakız, çilek reçellerini seyre dalmıyorsunuz sadece; yazar size o sofraların giderek tenhalaşan yalnızlığını da hissettiriyor.


Kadının iç sesiyle yazabilmek

Sıkıntılı gündeme birkaç günlüğüne de olsa ara verdiğiniz tatil günlerinde, teker teker sahneye çıkıp ‘eksik hayatlarının’ ıssızlığını samimiyetle hikâye eden kahramanlara eşlik edin isterdim gerçekten. Ben roman boyunca kendimi hepsinin yerine koydum; cılız, güçlü, korkak, cesur, utangaç, iddialı sesleriyle onları utanmadan sorguladım hatta yargıladım. Rüyalarına sızıp okura söylemediklerini gizlice öğrenmeye çalıştım. Bir gün boyunca birbirlerini uzaktan sevebilen, ‘yalnızlıklarıyla’ çoğalan bir ailenin önemli bir ferdi gibi hissettim. Ve itiraf etmeliyim ki bütün kadınlar arasında en çok kitaba ismini veren Mino’yu yani Münevver Hanım’ı sevdim. O yaşadığı sürece çok sevmediği babasına bakmak zorunda kalmış, özgürlük talebi yüzünden asker abisinden dayak yiyen, bir adamı sevmek için aynı evde yaşamak, onu sahiplenmek mecburiyetine kendini hapsetmeyen, mutluluğu ‘resimde’ bulan çok özel bir kadın. İyi bir yazar elbette kadınların geniş duygu dünyasını da iyi anlatabilir ama onları sahici sesleriyle konuşturabilmek öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Romanında ironik bir biçimde kullandığı Madam Bovary’nin yazarı Flaubert gibi yazarken ancak ‘onun’ ruh elbisesini giyerek okuru ikna edebilirsiniz. Arkan bunu o kadar iyi yapıyor ki, içinde yaşattığı öteki kadınları merak ediyorsunuz gerçekten.

Bir kasabada hayatın uğultusundan, memleketin siyasi çalkantılarından uzak büyüyen Mino’nun, kimselere benzemeyen ‘çatlak’ sesi, sevgiyi, ahlakı kendi ölçüleriyle tartan dik duruşundan etkilendim belki, bilmiyorum. O, darbeler arasına sıkışmış insanlardan farklı. Kırk yıl boyunca sevdiğiyle arasına inatçılığını, inançlarını koyan; aşkın aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu söyleyen Münevver Hanım’ın mektuplarını okurken zor koşullara rağmen kendisi kalabilen o kadınlardan hâlâ çok olmadığını düşündüm: “Bazen öyle oluyor. Yanımda kalmanızı istememe rağmen, dilim tersini söylüyor. Sizi kırınca sizinle eşit olacakmışım duygusuna kapılıyorum. Belki bir deli doktoruna görünmeliyim.... Ne yazık ki ben bir kuzukulağı yaprağı değilim. Akide şekeri de değilim. Benden istediğiniz, aşinası olduğunuz tadı alamayacaksınız. Öte yandan söylediklerimde doğruluk payı da vardı. Siz tam bir korkasınız. Ortada kalırım diye korkuyorsunuz. Yalnızlıktan korkuyorsunuz. Özgür yaşamayı deneme gücünüz yok. Tanıdığınız bütün kadınlar benim gibi olsaydı, ne yapardınız bilmiyorum. Şimdi yıldızları seyredeceğim, dünyalı! Gecenin merdivenine oturup. Hiçbir şeye sahip değilmişiz gibi...”

Hiçbir şeye sahip değilmiş gibi, aidiyet hissini paramparça ederek, topluma sırtını dönerek yaşayabilmek zordur, çok zordur. Sevdiğini kaybedeceğini, zaten hiç sahip olmadığını bilip, onu ölü bir kuş gibi içinde taşıyarak yola devam etmenin ıstırabı emsalsizdir. Öyle birini tanıyacağı günü bekleyen ve bu fırsatı taammüden kaçıranlarla dolu bu dünya. Nedeni de basit, insan başkasından önce yapabilecekleriyle ilgili kendi tahayyül sınırlarını zorlamaktan korkar çünkü.


Faydalı bir ayrıkotu gibi...

Arzularının ateşiyle yanıp yok olmaktan korkanların aksine, kaybetmekten korkmayanların cesaretiyle yaşayan Münevver Hanım, düzen yanlısı insanları aklıyla küçümsüyordu. Faydalı bir ayrıkotu gibiydi o: “Herhangi bir şeyin kolaylıkla yok edilebildiği, bir şeyin yerine başka bir şeyin kolaylıkla konulabildiği, (siz koyamıyorsunuz ve bu durum size olan saygımı sadece arttırıyor) çoğu zaman inciten ama nefret uyandırmayabilen hareketlerin coğrafyasında yaşıyoruz. Bazen uzakta kalıyoruz., birbirimizi anlayamayacak kadar ayrı yerle düşüyoruz. Yakınlaşmamız da icap etmiyor aslında. ‘Ben sizi uzaktan seveyim. Siz beni yakın bilin!) .... Lüzumsuz yakınlıkların yaralayıcı olduğunu herkesin bilmesi icap etmiyor değil mi? Cüceler bilsin, yeter.” Sevdiği kadına hep ihanet ettiği duygusuyla eksilen Cahit Bey’in aksine insanların alıştığı hayatı hak ettiğine inanan Münevver Hanım’ın hayalî varlığı, bana gerçeklerden daha ‘gerçek’ geldi.

Siz böyle hayatlar sadece romanlarda, filmlerde mi olur sanıyorsunuz. Ya da şöyle sorayım; bu romanda olduğu gibi yakınlarınızın çocuklarını devlet asmış ya da sokak ortasında yok yere vurmuş olabilir. Vaktiyle memleketi kurtardığını sandığınız adamların aslında gözünü kırpmadan evlatlarını ölüme yollayabildiğine tanık oldunuz. Darbeler arasında sürüklenen insanlar yaşama sevincini yitirdi. Siz oradaydınız veya size anlatılan o hikâyelerin kaçınılmaz uzantısı olarak dünyaya geldiniz. Ama bütün zorluklarına rağmen hayatınız aslında sizin tercihlerinizle daralıyor ve genişliyor. Bunu iyi biliyorsunuz. O halde Münevver Hanım neden var olmasın?

Bu romanı okuduktan sonra siz de benim gibi gözlerinizi sıkıca yumup beş yaşınıza döneceksiniz belki. Artık oradasınız, sevdiğiniz bir ağacın altında. Gün, kızıl saçlarını salmış usulca toprağa çöküyor. Bugünden oraya baktığınızda yakın sandıklarınızın uzak, uzak sandıklarınızın yakın olduğunu göreceksiniz muhtemelen. Üzülmeyin, buna hep biraz çocuk kalarak büyümek diyoruz. Sonra o ağaca bakıp Zehra gibi şaşıracaksınız. Kocaman sandığınız ‘hayat ağacı’ küçücükmüş meğer. Ayşe gibi sona yaklaşırken ‘bir narı ikiye böler gibi gülen genç kadın yüzlerini’, rahmetli annenizin, babanızın, yakınlarınızın mutlu, kederli yüzlerini göreceksiniz. Ölüm döşeğinde sizle yakınlaşabilen birini hatırlayacaksınız. Yirmi yıl gecikmiş bir mektup almış gibi sevdiğinizi sandığınız kişinin ‘o kişi’ olmadığını idrak edeceksiniz belki. Korkmayın sakın. Hüsnü Arkan eğilip kulağınıza fısıldadığı merhametli cümleleriyle sizi iyileştirecek: “İnsan sonuna kadar umutlu olabiliyor. Umut bir çare değil ama galiba çareden daha büyük bir şey.”

(Mino’nun Siyah Gülü, Hüsnü Arkan, Kırmızı Kedi Yayınları)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan