Kadın ve Elma Şiiri - Nalân Çelik

Nalân Çelik
7

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Kadın ve Elma

Yanaklarımda rengi hiç solmayan
iki kızıl elma
gözlerimde onlarca şair bakıyorlar şaşkınlıkla
titreyen bedenime yayılan yangın
çıkıyoruz gözlerimdeki bitimsiz yolculuğa.

Biliyor musunuz…
ya da artık bilmelisiniz
sevmiyoruz şiirlerde meyveye ve çiçeğe benzetilmeyi
koparılmak, toplanmak, sulanmak
ya da ilk koparan olmak
duymak da istemiyoruz bu sözcükleri.

Bir tek biz yazabiliriz
bir tek ben yazabilirim
yanaklarımda olgunlaşarak yere hiç düşmeyecek
iki kızıl elmayı.

Siz gözlerimdeki şairleri dinleyin
siz gözlerimdeki ben’i dinleyin.

Nalan Çelik

Nalân Çelik
Kayıt Tarihi : 10.7.2007 18:26:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Oğul Gençay
    Oğul Gençay

    *

    Öyle bir tahakküm ve öyle bir saldırganlık var ki bu tavırda, ne zaman karşılaşsam, öncesine ve sonrasına bakmadan tırnaklarımı çıkarasım geliyor:

    Yani 'seni benzeteyim mi şimdi?' diye soruyor aslında. Üstünlük taslıyor.

    Bu soruyu sorarken, seni bozuk para gibi harcamaya niyetlendiği bir komplonun içine doğru çekiyor ve sanıyor ki bu sorunun karşısında hiç bir ademoğlu duramaz.

    Kişiliğine saldırmanın, hayat birikimini ve sağduyunu hafife almanın adı eleştiri.

    Ben buna yokum.

    Hele bir eleştir de gör bak ne oluyor!

    Ben bu kişiliği şunca yılda kan, ter ve gözyaşına bulanarak, sayısız fırtınanın içinden geçerek, burnum sürtüle sürtüle, yüreğim darala darala, özverilerde buluna buluna ilmek ilmek dokudum; senin ne haddine eserime dil uzatmak?

    Kaşım gözüm, boyum posum değil, ama kişiliğim benim eserim; birilerinin bir anlık zevki, narsist duygularının tatmini için ortalığa salıp şamar oğlanı gibi itilip kakılmasına seyirci kalmam onun.

    Şikâyetin mi var benden, cehennem ol git öyleyse! Zaten yalnızım, bundan daha fazla yalnız olamam ki!

    Böyle diyebiliyorsan ne mutlu sana.

    Eleştiriye tahammülsüzlük göstermek değil, asıl destursuz bağa girer gibi insanların program dosyasına dalıp orayı burayı kurcalamak, yani eleştirmek çiğlik. Eleştiriye kızmak ise hayatta kalma refleksi. Bundan daha doğal bir hakkın olabilir mi?

    Aforoz ettirme kendini! Dahası, aforoz etme tehditini gizli ya da açık, üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallandırmaya kalkanın da alayına bas kalayı.

    Benden sana abi tavsiyesi: 'Eleştiriye açık mısın?' diye sorana 'kapalıyım' de, noolucak? Sahiden de kapalı ol eleştiriye. Kendine söz söyletme. Eleştiri izinsiz format atma girişimidir; veri tabanına şifre koy, elini kolunu sallayan giremesin oraya. En ufak suçlamada hırçınlaş, bağır çağır, rest çek. Sana 'huysuz' diyeceklerdir; varsın desinler.

    Akıla ihtiyacın oldu da danışmadın mı dostlarına?

    Eleştiri yalnızca dosttan gelirse, ardında emek ve özen varsa bir anlam taşır. Ama dostun hası, zaten eleştirmez, sessizce durur yanıbaşında, sendelediğinde tutacağını bilirsin. Zaten gözünün içine bakarsın onun, kaşından gözünden anlam çıkarırsın.

    Ama daha az önce tanıştığın, ya da hasbelkader aynı ortamı geçici olarak paylaşmak zorunda olduğun bir dümbeleğin ne haddine seni eleştirmek? Ne emek verdi ki sana, şimdi hak iddia ediyor şahsiyetinin üzerinde?

    Kişiliğin senin payitahtındır, yamuk insanları sokma payitahtına. Kendine saygısızlık ettirme. 'Dil uzatma bana arkadaşım, sittir git!' de ona.

    Ciddi söylüyorum, de noolucak? Kabalıksa kabalık. Onunki ne peki?

    Eleştiri dediğin şey, aslında Katoliklerin günah çıkarma geleneğinin allanıp pullanıp röfle yapılmışı değil de ne? Eleştiri dediğin şey, aslında senin birikimini, kendinle barışık olma hakkını yok sayma küstahlığından başka ne?

    İnsanlara 'tamam, artık sen OLDUN, artık her istediğini eleştirebilirsin' diye geçerli sertifikalar veren bir akıl mektebi mi var? Densizin, budalanın 'eleştirmesini' engelleyen sağlam bir görenek mi var memlekette?

    Zaten dikkat et, en çok 'eleştirenler' de onlar. En çok alay edenler en bilgisizler, en çok yargılayan ve mahkûm edenler en sevgisizler. Lânet yağdırıyorlar dünyaya, suyumuzu havamızı kirletiyorlar.

    Fırsat verme onlara ödünç sözcükler ve çarpık bir zihinle gününü karartmaları için.

    Ne yapmış olursan ol bağışla kendini ve yoluna devam et. Ne yaparlarsa yapsınlar sana, onları da bağışla ve hafiflet içini. Ne eleştir başkasını, ne de kendini soktur eleştiri yılanına. Suçlamadan ve suçluluk hissetmeden yaşa hayatını.

    Uzun yıllar boyunca kafa patlattığın, bedel ödediğin bir konu açılır açılmaz yırtık dondan fırlar gibi ortaya atılıp seninle çene yarıştıranın eleştirisini dikkate alacaksın da başın göğe mi erecek? Nirvana'ya mı ulaşacaksın o sana saldırdı ve sen buna göğüs gerdin diye?

    Ahkâm kesebilmek için mutlaka Taptuk Emre'nin dergâhından mı mezun olunuyor? Ekrandaki 'manken' nik-neymli orospular, matbuattaki sevgiden yoksun köşe cellâtları bile yapabiliyor bunu, engelleyen mi var?

    Kimin haddine bizi eleştirmek?

    Ne günahımız olabilir ki?

    Eleştiri, içimizdeki müzmin suçluluk duygusunun istismar edilmesidir aslında. Eleştirenin kurbanından daha haklı ya da daha akıllı olduğunu değil, sadece daha düşmansı olduğunu gösterir eleştiri.

    Sana daha minicik bir bebekken annen ve baban tarafından atılmış sinsi bir kazıktır bu suçluluk duygusu. Hayatın boyunca (başta annen ve baban olmak üzere) birileri bunun rantını yer. Bilgisayar söylemiyle ifade etmek gerekirse, eleştirmeye pek meraklı kendini bilmez densizlerin elini kolunu sallaya sallaya girip çıkabildiği bir açık port'tur bu zaaf.

    'Anneler, sonsuz fedakârlıkları ve alttan alışlarıyla ele geçirdiler hayatlarımızı' demiştim Değişim Rüzgârı'nın bir sayfasında. Öyle oldu sahiden de. Açtıkları kredileri hiç bir zaman geri ödeyemedik. Ödeyemezdik de zaten, yarışa eşit koşullarda başlamamıştık.

    Ne olduğunu anlayamadığımız, sipariş etmediğimiz, belki de pek hoşnut kalamadığımız, kahrını çekip durduğumuz bir bedene hapsettiler bizi. Aslında sabaha karşı vuku bulan bir kazanın eseri olduk. Belki de içlerinden biri bir çocuk istemişti. Güce, iktidara, tanrı rolüne soyunmaya ve içini kemiren önemsizlik duygusuyla başetmeye ihtiyacı vardı belki. Gelecek korkusunu hafifletmek için bir parça teselliye, dayanacak bir bastona, yontacak bir tahta parçasına, yoğurup şekil verecek bir parça çamura ihtiyacı vardı.

    Hâşâ huzurdan, Allah olmak istiyorlardı belki.

    Etrafımızdaki konuşmaları birer ikişer seçmeye başladığımız ilk günlerden beri, ödenmesi mümkün olmayan bir borcun altına girdik topyekün ve tek tek. Ne yaparsak yapalım, annemizin ya da babamızın, kınayan, hoş gören, sonra gene kınayan, sonra gene hoşgören bakışlarındaki tahakkümün altında ezilmemeyi başaramadık.

    Aşık olacağımız kişiye bile onların gözleriyle baktık. Dağlara tırmandık, icatlar rekorlar zaferler peşinde koştuk, siyasete atıldık, besteler yaptık, best-seller yazarı olduk, onlardan aferin alabilmek için didindik durduk.

    Alabildik mi peki?

    Nadiren, ya da belki, çoğu zaman hiç.

    Yine de onların sonsuz 'iyiliğinin' yarattığı eziklik ve suçluluk duygusundan arınamadık. Boynumuzda tecil edilmiş bir lânetlenme cezasının yaftasıyla dolana dolana geldik buralara.

    Ondandır 'eleştiri' karşısındaki zayıflığımız ve ondandır eleştirilince dışarıdan renk vermesek bile içimizden bir şeylerin kopuşu.

    Çünkü her eleştiri bir küçücük lânettir ve yeterince lânetlenmişiz zaten; artık bol bol onaylanmaya, hoşlanıp beşlenmeye ihtiyacımız var.

    Çoğu zaman bir çift tatlı sözü esirgiyoruz birbirimizden; içimizden seviyor, bağırarak yeriyoruz. Övgü düşünceden sayılmıyor, ama sövgü fikir sayılıyor. Ne kadar muhalif ve muarızsan, konuşurken suratını ne kadar çok ekşitiyorsan, o kadar akıllı biliniyorsun bu gergin manevî ortamda.

    Biliyor musun, neden havlar sokak itleri sabahlara kadar?

    Korkudan.

    Neden kızar, gıcık olur insanlar bir şeylere ya da birilerine?

    O da korkudan.

    Korku dağları bekliyor; tanımlayamadığımız bakışlardan, akıl erdiremediğimiz fikirlerden, bize benzemeyen insanlardan, tadını bilmediğimiz yemeklerden, daha önce geçmediğimiz sokaklardan, dört ayaklılardan, sekiz bacaklılardan kuyruklulardan, kafadan bacaklılardan, değişik renklilerden, uzun saçlılardan, kitap okuyanlardan, rüzgârdan, yağmurdan, açlıktan, soğuktan, ama en berbatı, eleştirilmekten, yani onaylanmamaktan, geldiğimiz meçhule gerisin geri postalanmaktan korkuyoruz. Korktukça da sefil çomarlar gibi afkırıp, ürüp duruyoruz.

    Ondandır ekranların tartışma programından, tartışma programlarının da bağrışmadan geçilmeyişi.






    derkenar-n.şen

    Cevap Yaz
  • Hasan Tan
    Hasan Tan

    Ben'in yüreği paramparça...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Nalân Çelik