Yaşadıklarımın hangi yıla ait olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.Sanıyorum, ikinci veya üçüncü sınıfa gidiyordum.
Evimizin üst katındaki odada, annemim karyolada yattığını hatırlıyorum. Ve de annemin çok hasta olduğunu. Birdenbire mi hastalandı, yoksa yavaş yavaş mı ağırlaştı, bilmiyorum.Hani televizyonu açtığınızda, başlamış bir filmle karşılarsınız ya, işte onun gibi.Öncesi yok.Yani nasıl ve ne zaman hastalandığına dair bir şey hatırlamıyorum.Hareketsiz, öylece yatıyordu. Üzerinde iki yorgan, bir battaniye vardı. Başını dahi kalın bir örtüyle örtmüşlerdi. Demek ki annem üşüyordu. Yüzünün yalnızca bir kısmı görünüyordu. Oda kalabalıktı. Komşu kadınlar gelmişlerdi. Hiç kimse konuşmuyor, üzgün bir yüz ifadesiyle annemi izliyorlardı.
Annem ise, bir ölü gibi hareketsizdi. Ne kıpırdıyor,ne konuşuyor, ne de çektiği acıyı ifade edecek en ufak bir ses ya da belirti vermiyordu. Karyola duvar dibindeydi. Pencerenin önündeki sedirde oturuyordu kadınlar. Bazılarının gözleri yaşlıydı. Arada bir fısıltıyla konuşuyorlar, bir yandan da biz üç kardeşi izliyorlardı. Bizi izlerken, “Bu kadına bir şey olursa, çocuklar ne yapacaklar? ” sorusunu soruyor gibilerdi.
Ablam, kardeşim ve ben zaman zaman odaya girip çıkıyor, kadınların konuşmalarından, anneme ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Onların aralarında konuşurken ya da odaya yeni gelen birisine annemin rahatsızlığını açıklarken “kadın hastalığı” dediklerini duymuştum. Kadın hastalığı ne demek oluyordu? Bu hastalık sadece kadınlarda görülen bir hastalık olmalıydı. Yoksa neden “Kadın hastalığı” desinlerdi! Bir de erkeklerin, neden bu hastalığa yakalanmadıklarını merak ediyordum.Herkes ağız birliği etmişçesine suskundu.
Annemin hastalığından söz ederken, biz çocukların duyamayacağı şekilde konuşmalarından rahatsız oluyordum. Hasta olmak ayıp mıydı? Kadın hastalığı da bir hastalıktı işte. Kızamık gibi, kabakulak gibi. Çocukların hastalığından söz etmek ayıp olmuyordu da neden kadınların hastalığından söz etmek ayıp oluyordu? Merak ediyordum. Acaba annemin hastalığı neydi? Neden hasta olmuştu? İyileşecek miydi? Yoksa? ........... Annem hastaya da benzemiyordu. Oflamıyor, poflamıyor, öylece yatıyordu. Hiç sesi çıkmıyordu. Hasta gibi değildi de sanki ölüyor gibiydi Allah korusun.
Odaya dolan o kadar kadın, annem için hiçbir şey yapmıyordu. Sadece annemi ve de arada biz kardeşleri süzüyorlardı gözleriyle, o kadar. Bir de aralarında ağlayanlar oluyordu. Onları gördükçe, annemim hastalığının çok ciddi ve tehlikeli olduğunu anlar gibi oluyordum. Kadınların neden böyle amaçsız sedirde oturduklarını, neyi beklediklerini, annem için neden bir şeyler yapmadıklarını çok merak ediyordum. Kadınların arasında Tevhide Teyze vardı. Galiba bizim akrabamız oluyordu. Annem bu teyzeyi çok severdi. Sık sık ona giderdi ya da o bize gelirdi. Birçok konuda anneme akıl verirdi.Annemden yaşça oldukça büyüktü. İşte kadınların içinde en üzgün olan oydu. Devamlı gözyaşlarını siliyor, biz üç kardeşe acıyan gözlerle bakıyordu.
Daha sonra babamın beklendiğini anladım. Babam işi nedeniyle bizden uzaktaydı. Mudurnu’da, bazen de Mudurnu’ya uzak ve neresi olduğu bilmediğim yerlerde çalışıyordu. Babama annemin hasta olduğu haberini nasıl vermişlerdi, bilmiyordum.Telefon denen şeyin varlığından haberim vardı da, köyümüzde yoktu tabi o yıllarda. Köyümüze yakın bir çiftlikte oturan halam da gelmişti. Onu gördükçe, üzüntüm biraz hafifler gibi oluyordu.
Ne kadar beklendi, hatırlamıyorum. Babam bir jiple geldi köye. Köpekler koşturuyordu jipin arkasından ve çocuklar.Köye çok ender olarak taşıt geldiği için, taşıt sesini duyanlar pencerelerden bakıyorlardı. O yıllarda Mudurnu ile köyler arasında jipler çalışırdı. Bir de pikaplar. Şehre genellikle yayan veya at arabasıyla, atla, eşekle gidilirdi de, böyle özel durumlarda ve çok ender olarak jipler veya pikaplar imdadımıza koşardı.
Babam köye geldiğinde koşarak onu karşılayan, kucağına atlayan,bize neler getirdiğini soran üç kardeş; bir kenarda olanları izliyorduk. Babamın bize ne getirdiğini sormak bile aklımıza gelmemişti. Babam köye geldiğinde eli- kolu dolu gelirdi hep. O nedenle kendisini köyün girişindeki Pazar Kaşı’nda karşılardık. Fakat o gün bunların hiç birini düşünecek durumda değildik.
Annemi bir battaniyeye sarıp jipe bindirdiler. Zavallı anneciğim yürüyemiyordu bile.Jipin, köyün tozlu yollarında ilerlemesini izledik gözden kayboluncaya kadar. İçimden bir şeylerin eridiğini hissettim. İçimde eksilen, küçülen bir şey vardı.Boşalan yerine de, tarif edemeyeceğim acılar ve korkular dolmuştu.Ağlamak istiyordum ama ağlayamıyordum. Bir topak geldi, boğazımın ortasına oturdu. Ben nefes alıp verdikçe, o topak bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Tükürüğümü bile yutamıyordum.
Hiç kimse bize bir açıklama yapmıyordu. Kadınların annemin hastalığı konusunda açık açık konuşmamaları; sanki bizim de konuşmamızın, annemin hastalığının ne olduğunu sormamızın uygun olmadığı sonucunu doğuruyordu. O nedenle kimseye bir şey soramadım, sormadım.Biraz da inadımdan sustum.Ben sormadan birilerinin bir şeyler söylemesini bekledim. Hiç kimse bize, annemim hastalığı hakkında bir şey söylemiyordu. Hatta teselli etmek gereğini bile duymuyorlardı. Acaba bizim, annemizin hastalığını umursamadığımızı mı sanıyorlardı? Yoksa bizim üzülmemiz, annemin hastalığının ne olduğunu merak etmemiz,onları ilgilendirmiyor muydu?
Annemim gitmesiyle birlikte, kadınlar yavaş yavaş dağıldılar. Ellerini göğüslerinin üzerinde kavuşturan kadınlar, başları öne eğik, fısıl fısıl konuşarak çekip gittiler. Halam bizimle kaldı. Yalnız bu arada biz çocuklara şeker veren oldu. Kimdi hatırlamıyorum. Yalnız şunu hiç unutmuyorum: Ağzıma aldığım şekeri, belki de gerilen sinirlerimi boşaltmak istercesine, ya da şekerden hırsımı almak istercesine, dişlerimin arasında parçaladım. Katur-kutur sesler çıkararak yedim akide şekerini. Bizden birkaç yaş büyük olan biri, eliyle beni göstererek.”Aaaaaaaaa! Şuna bakın. Arpa yiyen atlar gibi ses çıkarıyor,” dedi. İşte o zaman yediğim şekeri kusmak geldi içimden. Teselli edilmemiz, okşanmamız gereken bir zamanda böyle alaya alınmak çok ağırıma gitti. Yediğim şekerden midem bulandı. Yediğime çok pişman oldum. Annem ölmek üzereydi, ben şeker yiyordum.Ne kadar aptal, ne kadar duygusuz bir çocuktum ben! Zaten bunun için o abla benimle dalga geçmişti. Ancak bu hissettiklerimden ve düşündüklerimden kimsenin haberi olmadı. Üzüldüğümün kimse farkına varamadı.
O zaman annemin hastalığı bana daha da ciddi geldi. Ya anneme bir şey olursa biz kardeşler ne yapacaktık? Annem evden gideli daha birkaç dakika olmuşken, başkası tarafında alaya alınmıştım. Peki, ya annem ölürse............Demek ki o zaman kimbilir bana neler yaparlardı. Masallardaki üvey anneleri hatırladım. Annem ölürse, babam bize bir üvey anne getirir mi diye düşünmeye başladım. Gözlerimin önünde hayali bir üvey anne belirmekte gecikmedi. Aynı masallardaki gibi. Kara, kuru, kazma dişli, patlıcan burunlu bir kadın. Babama gülen ama biz kardeşlere hep kaşlarını çatan üvey ana.Çocuklarını ormanda bırakıp kaçması için babayı zorlayan, o cadı masal kahramanı....
Bir de şunu hatırladım: Köyümüzde bir kadın öldüğünde ve iki çocuğu arkasında kaldığında annem bir komşumuza şöyle demişti: ”Bir çocuğun annesi öleceğine kendisi ölsün.”..... Çocuk aklımla, bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyordum.Yani; annesi ölen bir çocuk o kadar kötü anlar geçirir ki, böyle yaşamaktansa ölmesi daha iyidir....Annemin bu sözü aklıma geldikçe, annemden başka kendim için, ablam ve kardeşim için de üzülmeye başladım. Demek ki biz kardeşleri ileride çok kötü günler bekliyordu.Şunları geçirdim içimden:Bir çocuğun annesi öleceğine kendisi ölsün.Annesi hasta olacağına kendisi hasta olsun.Anneler nasıl olsa çok iyi bakarlar çocuklarına.
Annemim ilk haberini ne zaman aldık, bilmiyorum. Öyle sık sık Mudurnu’ya giden yok ki haber alalım. Telefonu yalnızca resimlerinden bildiğimiz için, sadece Mudurnu’ya gidip gelenlerden haber alabilecektik. Annemden haber almak için, Mudurnu pazarının olduğu bir Cumartesi günü, akşama yakın Pazar Kaşı’na gittik.(Biz çocuklar pazarcıların dönüşünü burada beklerdik. Pazardan dönen annemizin,babamızın bize getirdiklerini burada yemeye başlardık. Sanırım o nedenle Pazar Kaşı deniyordu bu karşılama yerine.) Pazara gidenlerin annemden bize haber getireceklerini düşünüyorduk.
Köyümüzde bir Selme Nine vardı.Ormandan kestiği odunları eşeğe yükler Mudurnu’ya götürür,satardı.Dul bir kadındı.Dilsiz bir kızı vardı.Herkes Samıt Kız derdi ona. Selme Nine’nin, eşeğine binmiş, köye gelmekte olduğunu gördüm. Yanında da Nuri Abi diye hitabettiğimiz biri vardı. Hemen Nuri Abi’ye seslendim:”Annem nasılmış, gördünüz mü? ” diye. O da “İyiymiş iyiymiş, bir-iki güne kadar gelecekmiş,” dedi. İçimin aydınlanmasına zaman kalmadan Selme Nine atıldı: ” Yok canım! ” dedi.”Daha çook yatacakmış hastanede.”... Çocuk aklımla; Nuri Abi’nin, biz üzülmeyelim diye yalan söylediğini, aslında Selme Nine’nin söylediklerinin doğru olduğunu anladım. Aynı zamanda Selme Nine’nin densizliğini, patavatsızlığını da. Akılsız kadın!
Oysa ki annemin sağlık haberlerine nasıl ihtiyacım vardı! Keşke Selme Nine de, Nuri Abi gibi yalan söyleseydi. İnanmak istediğim bir yalan olacaktı bu. O anda Selme Nine öyle sevimsiz geldi ki bana! Kara, kuru, çirkin bir kadın.Şimdiye kadar onun bu kadar çirkin, bu kadar sevimsiz olduğunu nasıl farketmemiştim! Hayal ettiğim, istemeyerek hayal ettiğim üvey annelere benziyordu. İşte o günden sonra Selme Nine’yi hiç sevemedim.Zaten bir gün beni azarlamıştı.Hem de birlikte silkeleyip yediğimiz dut yüzünden.Sevimsiz kadın!
Bize Hötdük Nine diye hitabettiğimiz bir akrabamız baktı günlerce.Annemin akrabaları uzaktaydı.Taa Elâzığ’da.Babaannemiz, babam küçükken ölmüştü. Yani bize bakacak ne babaannemiz vardı ne anneannemiz.Hötdük Nine oldukça yaşlıydı. Üçümüze de çok güzel baktı. Bizi hiç incitmedi. Her türlü yaramazlıklarımıza göz yumdu. Her ihtiyacımızı karşıladı. Ama bunlar bana yetmiyordu. Annemi çok özlüyordum. Eve geldiğimde annemim evde olmaması bana çok acı veriyordu. Ablam ve kardeşim ne hissediyorlardı, bilmiyorum. Aramızda hiç konuşmuyorduk annemle ilgili. Acımızı içimize gömüyorduk anlaşılan. Belki de birbirimize metanetli görünmeye çalışıyor, rol yapıyorduk. Belki konuşmaya cesaret edemiyorduk. İçimizden geçirdiklerimizi sadece kendimi biliyorduk.
Akşama doğru hava kararmaya başladığında bir gariplik çöküyordu içime.Odamızı aydınlatan gaz lâmbası ışığında büyüyen gölgeler, korkunç şekiller çiziyordu.Hele köpeklerin ulumaları yok mu! Tüylerim diken diken oluyor,sanki acı bir olayı haber veriyorlarmış gibi, köpeklerin ulumasından rahatsız oluyordum. Çünkü daha önce, büyüklerin “Köpek ulursa,ölen olur,” dediklerini duymuştum.Hem de kaç defa.Bir yanda da kendimi avutuyordum.İçimden; ”Köpek nasıl bilebilir birinin öleceğini? ” diye kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.
Günler sonra annemim iyileşmekte olduğu haberini aldık. Annem iyi olmalıydı ki, evde yapılması gereken önemli işlerin yapılması için haber gönderiyordu. O zamanlar, kışa girerken bir inek kesilirdi.”Beslik” denirdi bu kesilen hayvana. Kışın yemek üzere kıyma, kavurma yapılırdı. Biz de her yıl kışa girerken bir hayvan keserdik. Annem işte bu kesilen inekten yapılan kıymaların, kavurmaların bozulmaması için, onların yeniden kavrulması, tazelenmesi için haber göndermişti. Demek ki annem gerçekten iyiydi. Yoksa bunu nasıl düşünecekti!
Hötdük Nine yaşlı olduğu için, bu işi bir akrabamız A.... üstlendi. Evimizin bir odasında ocak vardı. A.....ocağı yaktı, başladı kıymaları kavurmaya. Odayı mis gibi bir et kokusu kaplamıştı. Ben sedirde oturuyordum. Kedi gibi sinmiştim bir köşeye. Mis gibi kokan kıymadan yemek istiyordum da, bunu bir türlü söyleyemiyordum. Belki kendiliğinden verir diye uzun bir süre bekledim. Hatta sokağa oynamaya bile çıkmadım bir umutla. Ama o hiçbir şeyin farkında değildi.İsteseydim verirdi belki ama cesaret edemiyordum istemeye.
Biraz sonra kardeşim geldi. Odaya girer girmez, “A.....Bana kıyma verin. Çok güzel koktu. Hem de benim karnım aç,” gibilerden bir şeyler söyledi.. A..........: ”Biraz sonra yemek yiyeceğiz,” diyerek kardeşimin isteğini geri çevirdi. O zaman annemi düşündüm. Şimdi annem olsaydı, koca bir tabağa kıymayı doldurur, üç kardeşi başına oturtur, biz “yeter” deyinceye kadar yedirirdi.
Kardeşim sessizce odayı terketti. Sanki umursamaz bir tavır takınmıştı.Annemin varlığında yaramazlık yapan çocuk sanki o değildi.Kuzu gibi sessiz bir çocuk olmuştu. Ama ben kahroldum. Karnıma mı desem, mideme mi desem ağır bir taş kondu sanki. Taşın ağırlığıyla bir yerlerimin ezildiğini hissettim. “Annem karşılaştığımız bu muameleyi görseydi acaba ne yapardı? ” diye sordum kendime. İşte o zaman annemim yokluğu daha da koydu bana.
Annem bir an önce iyileşip gelmeliydi.Yoksa biz çocukları kötü günler bekliyordu.Annem gerçekten doğru söylemişti:”Bir çocuğun annesi öleceğine kendisi ölsün” dü. Biz Hötdük Nine’den başka hiç kimseden içten yakınlık, ilgi görmüyorduk. Akrabamızdan bile. O zaman o akrabamızı da bir üvey anaya benzettim. “Ya anneme bir şey olursa. Ya bize üvey anne gelirse. Ya o üvey anne, masallardaki gibi kötülük yaparsa,” korkusu beynimi tırmalamaya başladı. Selme Nine’den sonra sevmediğim hatta kendisinden nefret ettiğim bir kişi daha vardı artık. O günden sonra o akrabamıza karşı duygularım hiç değişmedi. Onu her görüşte hep bu olayı hatırladım.Unutmaya, hafızamdan silmeye çalıştım ama başaramadım.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Babam bir gün annemi hastaneden getirdi. Kuşlar gibiydim. Annemin boynuna üçümüz birden atıldık. Annem solgun yüzüyle bize gülümsüyordu. Her birimizi doyasıya kucakladı. Evimizin sıcaklığı, neşesi de annemle beraber geri geldi. Sanki büyüdüm birden, giysilerimin içine sığazmaz oldum.Fakat annemin yeniden hasta olabileceği korkusunu, endişesini uzun süre üzerimden atamadım.Annemi evde bırakarak dışarı çıkıp oyun oynamak bile istemiyordum. Ayaklarım sanki yere değmiyordu. Annemim gelmesiyle, o üvey anne kabusları da uçup gitti.
Kâmuran EsenKayıt Tarihi : 9.5.2004 12:16:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

HARIKA BIR YAZI...
KUTLARIM SAYIN ESEN.......
Hem kaleme hem yürege saglik demekten baska:))))
TÜM YORUMLAR (3)