Geçen hafta hayatın uğultusundan kaçıp saklandığım köyden dönerken limon bahçelerini anlatmak istiyordum. Dalında unutulup kurumuş olduğu halde bahar güneşinin ılık şefkatiyle gülümseyen limonların insana dertleri nasıl unutturduğunu, deliliği benzersiz romanlarla anlatan bir yazarla tarif etmeye çalışacaktım. Belli ki yine Türkiye’de yaşadığımı unutuvermişim.
Burada yaşarken ölümün anlamsızlığından ziyade, nedensiz ölümü sıradanlaştıranların aldırmaz tavırları canımı sıkıyor. 2010 yılında, üç kuruş para kazanmak için her sabah işe giderken sevdikleriyle hiç dönmeyecekmiş gibi vedalaşan insanların ölmesinin kader olduğunu söyleyebilen bir başbakanla, kendi siyasi duruşunun kurbanı olduğunu bildiği halde ‘kaderine kırgın’ taklidi yapan eskimiş bir siyasetçinin yönettiği bir ülkede limon bahçelerinin güzelliğini anlatmaya müsaade etmiyor hayat maalesef.
Zola, maden işçilerinin dramını 125 yıl önce yazdı...
Böyle zor zamanlarda sığınılacak en sağlam yer yine edebiyat. Birkaç gün önce yazıya hayatını adamış usta bir yazar, Çetin Altan ölümün bir kader olmadığını her zamanki zarif ve ironik üslubuyla hepimize hatırlattı. Çaresizliği, yoksulluğu, sosyalizmi, cesareti, korkaklığı, para için alçalmayı en iyi anlatan romanlardan biri olan Germinal’den bahsediyordu. Tek bir cümleyle yaşadığımız sefaleti anlatıyordu aslında: “Emile Zola, maden işçilerinin hayatını ve ilk grevleri nasıl başlattıklarını anlatan romanı 1885’de yazmıştı.” Bu cümleyi okuduktan sonra insanlığın varabildiği o ‘çağdaş’ yeri biraz düşünmek gerekiyor hakikaten. Yüz yirmi beş yıl sonra insanlar hâlâ yerin dibinde çalışırken ölüyor ve sadece gazete haberi olup hemen unutuluyorlar artık.
Romancı, bilim adamı gibi olmalıdır...
Zola, bilindiği gibi meşhur Dreyfus Davası’yla da hatırlanan bir yazar. Hayatın incelikli ayrıntılarını, insanın duygularını sırlı bir aynadan yansıtarak yazmayı seven romancının daha çok bu yönüyle hatırlanması beni biraz üzüyor. Onun sanatı hayatın kendisinden daha zengin, renkli ve baş döndürücüdür sanki. Gerçi yaşarken fazlasıyla sevilen, herkesin ilgiyle okuduğu bir yazar olabilmişti ama bu davanın haklı şöhreti, onun yazarlığını hep biraz gölgede bırakmış gibi gelir bana. Romancının bir bilim adamı gibi gözlem yapması, karakterleri bir kimyacının belli nesneleri bir imbiğin içine yerleştirir gibi tasarlaması, ardından insanın yararı adına bu deneyin sonuçlarını not etmesi gerektiğine inanan Zola, birbirine bağlanan yirmi romanda tam da bu söylediğini yapıyor. Onun edebiyatıyla tanışanlar bilir. Eğer anlattığı hikâye ilginizi çektiyse, yolda her gün karşılaştığınız insanlardan daha gerçek olan derinlikli karakterlerini sevdiyseniz romanlarından öyle kolayca uzaklaşamazsınız. Mutlaka sonradan hatırlayacağınız izler bırakır. Hayatın dar, tozlu, labirentimsi sokaklarında umudunu hiç kaybetmeden dolaşmak gibidir onunla uzun süren yolculuklara çıkmak. İnsanın en karanlık, acımasız, vahşi yanını size gösterip mutluluğun yaratılabileceğini hatırlatır her fırsatta.
Düşmanlarını çok kızdırmıştı...
Germinal’de de bunu yapıyor aslında. Maden işçilerinin zor hayatı ve ezilen bir sınıfın mücadelesi gibi pek çok okura hiç de ‘eğlenceli’ ve çekici gelmeyecek, politik mesajları itibarıyla klişeleşmeye müsait hikâyeleri yaşadığı döneme ve topluma dair olağanüstü gözlemlerle besleyerek hayatın kendisinden daha çekici hale getiriyor. Onu klasik yapan da bu özelliği bence. Tolstoy için hayat mimarı derler. Ben bu tanımın Zola’ya da çok yakıştığını düşünüyorum.
Bu kitabı yazmadan evvel maden ocaklarına inip elindeki not defteriyle onlarla konuştuğu, daha yakından tanıyabilmek için meyhanelerde sohbet ettiği söyleniyor. Çıktığı anda büyük tepkilere yol açan, özellikle zenginlerin okuduğu gazetelerin sert dille eleştirdiği roman, başarısını edebiyatını fikirlerine kurban etmemesine borçlu sanırım. Sosyalist olmayan bir yazarın yoksulların yaşam biçimlerini, çaresiz kaldıklarında ahlakı nasıl da kolayca unuttuklarını, açlıktan ölen insanlar için siyasetin hiç önemli olmadığını, burjuvaların kaba ikiyüzlülüğünü, aldırmazlığını, adalet için büyük bedeller ödemenin ne demek olduğunu, vicdanlı olabilmenin önemini tarafsız bir bakışla anlatması, hayatın sahici yüzüne bu kadar gerçekçi bir üslupla dokunması belli ki düşmanlarını çok kızdırmış. Malum Dreyfus davası, Fransa’da gelecekte daha önemli değişimlere de yol açacak biçimde toplumu ikiye bölmüştü. Hatalarını yalanlarla kapamaya çalışan orduya kafa tutmak hiçbir dönemde kolay olmasa gerek. Peki, o dönemde orduyu yönetenlerin, Zola’yı sürgüne gönderenlerin ismini bilen var mı? Has edebiyatı biraz da bu yüzden seviyorum işte, biz faniler gidiyoruz, o bütün sihriyle, gücüyle, varlık sebebiyle yaşamaya devam ediyor...
Gerçeklerden resim gibi romanlar yaptı...
Yazmak için ailesini hayal kırıklığına uğratarak okulu terk edip bir yayınevinde çalışmaya başlayan Zola’yı hayatı böylesine şehvetle anlatmaya iten en güçlü dürtünün ne olduğunu bu yazıyı yazarken düşündüm ve kendi cevabımı buldum; gerçeği merak ediyordu o. Bozulmamış, el değmemiş, pek çok yazarın olduğu gibi anlatmaya cesaret edemediği gerçeği sözcüklere dönüştürmek gibi özel bir tutkusu vardı. Bir orospunun hayatını anlattığı Nana’yı yazarken yüksek sınıf fahişelerini, Germinal’i yazarken maden işçilerini ve onları küçümseyen burjuvaları, Meyhane’yi yazarken ‘alt sınıfın’ eğitimsiz insanlarını anlatmak, kendisine benzemeyen ötekilerin hayatından roman yapmak onu her şeyden çok heyecanlandırıyordu sanırım. Huzurlu bir hayatı seven yazarın evde ne yaşadığını kimse bilemez ama evlilik hayatını parçalamak pahasına hizmetçisi Jeanne’la iki çocuk yapıp, karısıyla yaşamaya devam etmesinin de ‘ötekilerin’ hayatına duyduğu o tuhaf zaafın rol oynadığını düşünüyorum doğrusu.
Claude Berri’nin senaryosuyla, renkleriyle, Zola’nın yakın dostu Cezanne’nın tablolarının hatırlatan resimleriyle romanın ruhuna sadık kalarak uyarladığı filmi izlemeyenlerin ve henüz romanı okumamış olanların tadını kaçırmamak için çarpıcı finalinden bahsetmek istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim; “bu kapitalizmin ağzını burnunu kırmak istiyorum” diyen anarşist yazar dostumun bile ürpereceği türden bir sona okuru nefessiz bırakarak hazırlıyor Zola. Üstelik de roman boyunca kırılgan, imkânsız bir aşk hikâyesinin büyülü anlatımından hiç taviz vermeden yapıyor bunu...
Burjuvalardan nefret edenler...
Çözümün demokratik seçimlerle değil, anarşizmle, yakarak, yıkarak geleceğine inanan nihilist kahramanı Souvarin’e “sizler hiçbir zaman gerçek sosyalist olmayacaksınız, elinize para geçtiğinde o küçük burjuva kalabalığına katılmak isteyeceksiniz” dedirten yazar, burjuva hayatının sahte, yozlaşmış değerlerini de keskin cümlelerle eleştiriyor. Onlarca farklı karakter büyük trajedilerle akan geniş bir hikâyenin içinde hayatın acımasız yanlarını tartışırken, yazarın bir Tanrı gibi kendisini bütün sınıfların, değerlerin, ideolojilerin üzerinde görebilmesi Zola’yı benzersiz kılıyor bence.
İnsanı bazen derin bir merhamet duygusuyla, bazen acımasız bir baba, bazen de tutkulu bir âşık gibi anlatan Emile Zola, kaderini insanların gerçek hikâyelerini kurgulayarak değiştirdi. Germinal’i okuyanlar maden işçilerini örgütleyen Etienne’nin kasabayı terk ettiği günü gerçekçi bir şairin, aydınlık bakışıyla hatırlıyor ve muhtemelen sözcükler yaşadığı sürece de hatırlayacak: “Birbirlerini çok iyi tanıyacaklar, yasalar izin verince de sendikalar aracılığıyla birleşecekler ve sonra güçlü bir dayanışmanın ardından, birkaç bin aylağın karşısında milyonlarca insanın oluşturduğu emekçi ordusu durumuna geldiklerinde de yönetime el koyacak, söz sahibi olacaklardı. Şimdi nisan güneşi gökyüzünde, doğum sancıları çekerek toprağı ısıtarak bütün ihtişamıyla parlıyordu... Toprağın o verimli bağrından hayat fışkırıyordu... Arkadaşları yüzeye yaklaşmışlar gibi çok daha etkili biçimde vuruyorlardı kazmalarını artık. Canlılık veren, her yanından gençliğin fışkırdığı o sabah, gökyüzünde alevler saçan güneşin altında yüzen ova bu uğultuları barındırıyordu içinde. Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde yavaş yavaş, simsiyah, intikamcı bir ordunun tohumları atılıyor ve bu ordu, yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atmaya devam ediyordu”.
Başkanını kaset skandalıyla bulabilen ‘halk partisinin’ umut rüzgârları estiren yeni prensi Kemal Bey ve bir günde onu sevmeye karar veren ilkeli ‘yoldaşları’ ordunun hatalarını da sert bir dille eleştiren Zola’nın işçilerin zorlu hayatını anlattığı romanları okumuşlar mıdır acaba? Yoksa aniden çok mu umutlandım?
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:32:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!