Avucumuzda kırdığımız ceviz kabukları gibi kalplerimiz. Niyet; öncelikle tüketmek, sonra da kullanmak. Hayatı pazarlıklarla yaşayan bir insan sürüsü oldu toplum, insanlık, ya da adı her neyse… Ben isim bulmakta zorlanır oldum artık. Standartlara bağlanmış bir yaşamın, dama taşlarından olmak değildi belki niyetlerimiz ama, kırdık işte yaşamı ve yüreklerimizi. Avuçlarımızda biriken kanları temizlemek için, deli ırmaklara koştuk. Tüm akan suyu bencilce kullandık, zaman aktı gitti ellerimizden kanla birlikte. Tüketmek, yakamıza yapışan bir hastalık oldu. Kurtulmadık, kurtulamadık. Hatta, hoşumuza bile gitti aksine. Kendimizi her nerede gördüysek, büyüklendik. Burunlarımız kaf dağının zirvesindeki kokuyu aldı sadece. Ya ayağımıza çarptı diye, itelediğimiz taşların göz yaşları?
Bencilliğe imza attı ben i adem, hayatımızın en ölümsüz eserlerini bıraktığımızı sandık faniliğimizi unutup. Böbürlendik, gururlandık, başkalarına güldük ve kendimize güldürdük insanları. Ya da adları her neyse onları…
Hayat avuçlarımızda kırılırken, biz saçmasapanlaşan benliklerimizin peşinde koştuk, koştuk. Ter içinde attık kendimizi toprağa. Çok geç olduğunu farketmeye bile geç kalmışlığımızla vurduk taşlara ellerimizi. Küskün taşlar, ayaklarımızla itelediğimiz taşlar, pişmanlıklarımızı sessizce izleyen taşlar. Sükuta duran alem, affa açık mı?
Kelimelerin geçmediği bu dar boğazda, öyle acemiydik ki beklerken. Bir ayna olsaydı orada, kendimizden nefret ederdik şüphesiz. Hepimizin kaçtığı şey, kendi yüzlerimiz. Başka gözlerde, hatta yüzlerde aradığımız ne? Avuçlarımızın içinde kalan kırıklarla ne yapacağız şimdi? Ya da, sen sor kendine şimdi. Ne yapacaksın kırıklarını?
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla