Mevsim kabuk değiştirme mevsimiydi yılanın
Çatır çatır çatlamaktaydı karnı
Güzelliğinden yorgun Parvati'ye adamıştı ciğerlerini
Gözlerini ikidir çalmıştı namlı hırsızlar
Üstelik oralara kış da gelmezdi
Münasebetsizin tekiydi kırmızı başlıklı kız
Büyükannesine yemek götürmesin diye yollara düşmüştü
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Hint masallarının serbest vezinle şiirleştirilmiş şeklini okumaktansa kendimize ait gerçek hikayelerin hece vezniyle şiire dökülmüşlerini okumayı tercih ederdim doğrusu. Bana pek yavan geldi.
Herkese hayırlı çalışmalar.
Konu bütünlüğü düşünülsede kutladım
KABUK DEĞİŞTİRME MEVSİMİ
Mevsim kabuk değiştirme mevsimiydi yılanın
Çatır çatır çatlamaktaydı karnı
Güzelliğinden yorgun Parvati'ye adamıştı ciğerlerini
Gözlerini ikidir çalmıştı namlı hırsızlar
Üstelik oralara kış da gelmezdi
Münasebetsizin tekiydi kırmızı başlıklı kız
Büyükannesine yemek götürmesin diye yollara düşmüştü
İçinde mor pabuçlarıyla benekli paltosunun özlemi
Ah ne zordur çocukluk karlarımızın erimesi
İkisinin karşılaşması müthiş oldu
Beş kuruşluk kuşları tükrük sokaklarının
Çıplakayak mabedindeki kutsal maymun
Ve yılan yılan olalı geçen beş bin mevsim
Böyle kıyamet görmedi
Zaten mevsim, kabuk değiştirme mevsimi.
Perihan Mağden
KIRK İKİ YAŞ SENDROMU
Erkekler de kabuk değiştirmeye öykünürler, yılanlar gibi. Onlar, kırk yaşına geldiklerinde fark ederler zamanın geçtiğini. Vakit ikindidir. Güneş tepeden batıya doğru süzüleli çok olmuştur. Neredeyse batacaktır ve onlar daha yerlerinde saymaktadırlar. Alelacele bir şeyler yapmak için kararlar almaya başlarlar.
En kısa zamanda değişmelidirler. Öncelikle iş, sonra araba, daha sonra da eş değiştirmeli, giderayak hayatın tadını çıkarmaya bakmalıdır.
Bu çağda evli erkek, olduğu gibi olamaz, bulunduğu yere sığamaz, bir arayış sancısı içinde kendisine daha fazla bakmaya başlar. Giyimine kuşamına daha da önem verir, saçına başına daha çok dikkat eder. Sinekkaydı tıraş olur, sık sık saçını kestirir, dökülmemesi için olanca gücünü sar feder, cilt bakımı yaptırır, etkileyici losyonlar, çekici parfümler kullanır.
Şiva da Parvati’yle hayatını birleştirmiştir. Birbirlerini severek evlendikleri halde yıllar sonra Şiva’nın da ikindi vakti gelmiş, yenilikler için kıvranmaya başlamıştır. Etrafına bakınır, aranır durur. Oysa hanımı hâlâ çok güzel ve alımlıdır ama o artık macera peşindedir. O zamana kadar canı ciğeri olan eşini gözü görmez hale gelir.
Aslında Şiva’nın da diğer çapkın erkekler gibi gözü daha önce de iki kere dışarıya kaymıştır. O zamana kadar iki kaçamağı olmuş, iki bayana gönlünü kaptırmıştır. Hem de sıradan değil, tanınmış kişilerdir bunlar ama yine de Parvati’nin elinden ucuz kurtulmuştur. Üstelik bu maceralar Antalya gibi üç mevsimi yaz, bir mevsimi bahar olan bir ilde yaşanmıştır.
Parvati akıllı ve uyanık bir kadındır. Kocasının yürüyüşünden anlamıştır ihanetini. Bunu kendisine bildirdiğinde, hatası yüzüne vurulan koca savunmaya geçmiş: “Ne münasebet!..” diye kükremiş, suçunu örtmeye çalışmıştır.
Aslında Parvati, bir çocuk kadar masum, güzel ve sevimlidir. Böyle ir adamla evlendiğine evleneceğine pişman olmuştur. Hayatının en mutlu ve kaygısız zamanı olan çocukluğuna dönmeyi arzulamaktadır içtenlikle. Hayatın yükü ona ağır gelmeye başlamış, ihaneti ise hiç hak etmediğinden kaldıramamıştır.
Münasebetsizlik etmemiştir, Parvati. İş icabı seyahatlere çıkması gerekmiştir. Kocasını ihmal de etmemiş, ekmeğinin peşinden gitmek zorunda kalmıştır. Onun için düşmüştür Anadolu’nun taşlı tozlu yollarına.
Küçük bir kız olduğu zamanlara hasret duymaktadır. O benekli kırmızı mantosunun altına mor pabuç giydiği zamanlara… O haliyle Kırmızı Başlıklı Kız’a benzerken yakınlarının kendisine “Kırmızı Başlıklı Kız!” diye seslendikleri günlere gittiğinde “Ne güzel günlerdi!” diye iç geçirmektedir.
İnsan ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, kolay kolay kurtulamaz çocukluk yanından. Hemen hemen herkesin, itiraf etsin ya da etmesin, içinde hiç büyümek istemeyen bir çocuk vardır.
İşte kışsız kentin kenar mahalle sokaklarında, Şiva ile Parvati karşılaşıverirler bir gün! Bu her gece Şiva ve Parvati heykellerinin giydirilip kuşatılıp, süslendirip püslendirilerek aynı yatakta yan yana yatırılmaları gibi bir buluşma, buluşturulma değil, korkunç bir sahnedir! Şiva’nın bu defaki ihaneti apaçık ortadadır. Üstelik entel dantel takımından da değildir yanındaki kadın, üç kuruşluk bir sokak kadınıdır!
Oysa Şiva’nın annesi abdestinde namazındadır. Abdestsiz yere basmayan bir kadındır. “Öyle bir aileden böyle bir insan nasıl çıkar?” diye geçirir içinden. Fakat o da az cadı değildir! Armut ağacından ayrı düşmez ki! Kocası da ona çekmiştir.
Kaynanası da ikiyüzlüdür. Oğlunu gördü mü ondan yana, gelinini gördü mü Parvati’den yanaymış gibi görünür. Ona ayrı, ötekine ayrı konuşur. Dost gibi görünen riyakârın biridir. Oğlu dururken gelininden yana olacak değil ya maymun! Oğlu da yılanın ta kendisi! Hem de en zehirlisi!
Öyle bir çıngar çıkarır ki kaynanası ana, Şiva koca olalı, öyle bir tepki görmemiştir!.. Şiva değil, Parvati kıyameti koparır!.. Dünya dahi yaratıldı yaratılalı öyle bir kıyamete tanıklık etmemiştir!
Zaten zaman değişiklik zamanıdır. Madem kabuk değiştirilmesi planlanmıştır, onca da en uygun zamandır. Derhal boşanma davasını açar, bir celsede ya da çekişmeli, her ne şekilde idiyse o şekilde o adamı boşar.
Şiva için Parvati çoktur. Klonlanmış gibidir hem de… Bin seksen Parvati feda olsun Şiva’ya! O erkek tanrıdır ya! Hem de adı üstünde “Yıkım Tanrısı!” Yıkım adamıdır o! Onun için vardır. Kıyameti koparması da beklenmektedir.
Artık iyi öğrenmiştir karısından kıyametin nasıl kopacağını! Dersini almıştır. Kıyamet koparmak oyuncak gibidir onun için artık. Ondan kolay ne vardır!
Erkeklerin küçük kıyametleri kırk yaşını geçer geçmez kopar. Bu birinci kıyametleridir. Saçları dökülmüş, göbekleri çıkmış, gözlük kullanır hale gelmişlerdir. Üstelik evlilikleri de monotonlaşmış, güya o nedenle güçten düşmüşlerdir. Suçu karlarına yüklerler. Sanki hâlâ ilk günkü gibidirler! Bu birinci ölümleridir.
İkinci kıyametleri de Elli yaşını geçer geçmez başlar. Antropoz denen bu dönemleri de ikinci ölümleridir. Üçüncü ve son ölümlerine kadar böyle iki kez ölür ölür dirilir, arada defalarca can çekişirler.
Şiva’dan da başka yok değildir. Boşuna kendisini tek sanıp tanrı ilan etmesin yani! Ondan da, Parvati kadar olmasa da tam yüz sekiz tane vardır.
Her iki taraf için de çok sayıda seçenek varsa, o kadar da yıkım olması gayet doğaldır. Mahkemelerde boşanma davaları yığılmış, hâkimler binlerce dosyanın altında kalmış.
***
Onur BİLGE
Bu şiir ile ilgili 3 tane yorum bulunmakta