Juan Rulfo’nun Meksika’sı Ve ‘Pedro Páramo’

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Juan Rulfo’nun Meksika’sı Ve ‘Pedro Páramo’

Biraz sonra kambur bir ağaç gibi bükülen sırt ağrılarınla birlikte uzandığın sedirden doğrulmaya çalışacaksın. Yatakta oylanmanın tadını çıkaramıyorsun. Uykunun mahmurluğu geceden bilincine sızan rüyalarına karışmış. Hep oracıkta kalmak, bir sineğin vızıltısıyla hayatı öylece seyretmek istiyorsun. Tavanın küflü lekelerine, parkenin çatlaklarına, yorgun bacaklarına bakakalıyorsun. Güne başlamak için bir neden arıyorsun kendince. Müphem saatlerin tekinsizliği seni yıldırıyor. Yastığın, saç diplerin havanın nemiyle büsbütün ıslanmış. Kalkıp tavandan boş bir kuş yuvası gibi sarkan ahşap pervaneyi çalıştırmak istiyorsun. Beyhude, mecalin yok. Olduğun yere yığılıyorsun. Köpek havlamaları, martı çığlıkları seni kışkırtmıyor artık. Özgürlüğünü harcayamıyorsun çünkü. Her gün bir öncekinin aynısı sanki... Uyuşukluk, bıkkınlık, uykusuzluk, kayıtsızlık, güvensizlik seni hayallerinden uzaklaştırıyor. Hayatına yabancılaşmanın sebebini yanlış yerlerde arıyorsun. Yanından çağıltılı bir nehir uğultusuyla akıp giden insanların yorgun yüzlerinde, esnafın kavruk çığlıklarında, seni boğan sıkıcı kitaplarda, hatırlamaya çalıştıkça anlamını yitiren düşlerde, kalabalık havaalanlarında, garlarda, gece yürüyüşlerinde şahit olduğun sokak kavgalarında, açık unuttuğun televizyondan yankılanan tiz seslerde saklı değil.

Yaşlanmadan eskimenin garip huzursuzluğunu taşıyorsun içinde. Yaz sıcaklarında çiseleyen yağmur bile canını sıkıyor. Gök kubbe silkinip kendini şöyle bir bıraksa sen de gevşeyeceksin. Varoluşunu reddeden bakışların da değişecek belki. Yalnız bir uyurgezer olmaktan kurtulacaksın. Görebildiklerinin hakikatini idrak etmek için ihtiyacın olan o değişimle nerede karşılaşacağını bilemezsin. Bir gün sahafta bulduğun kitabın arasından çıkan kimsesiz bir mektup senin kıpırtısızlığını yenecek, kimbilir? Ya da anlam veremediğin işaretlerin şifresini, ölümü, yalnızlığı, kendi ışıklı karanlığının içinden geçirerek gösteren bir yazarla tanışacaksın ansızın. O vakit etrafındaki varlıkların daha önce göremediğin derinliklerini algılayacaksın. Hayır, mucizevî bir değişimden bahsetmiyorum. O korkunç bir aldanıştır. Sen soluk alıp verişini başkalarının nefesinde duyacaksın. Kendini sürekli dürten ruhtan kaçamazsın ama korkma; ölüm bilincinin sıkıntısı, karşılıksız bir aşkın ıstırabı, anne özleminin yanık izleri, haksızlığın isyanı bazen başkalarının sessiz kelimelerinde teselli bulur. Başka hikâyelerin seni korunaklı kılan güvenli iç dünyana sızmaya çalışmasına direnme. Dondurulan ânın halka halka genişleyen manasıyla yolculuk ettiğin hayatlarda, kendininkine benzer ne çok ıstırap olduğunu görüp şaşırırsın.


Márquez’in ustası...

Hadi kaldır o kapağı artık. Adımların, yamuk parke taşlarında kendi ayak seslerinin yankılanmasını dinleyen başka bir adamınkine karışıyor, duyuyor musun? O yıllar sonra annesinin köyünü ziyarete gelmiş, bak neler anlatıyor: “Comala’ya babamı aramaya geldim; dediklerine bakılırsa burada oturuyormuş, Pedro Páramo adında biriymiş. Annem dedi ki, hakkımız olmayan şeyleri istemeye kalkma. Yalnız bana vermesi gerekip de vermediği şeyleri iste. Bizi böyle unutmasının hesabını sor ondan.” Sen bunları okurken birkaç kırlangıç masmavi göğü yararak geçiyor. Köyün girişindeki tepede oturup sıcakta tüten ovaya, yaprakları kımıldamayan ağaçların yalnızlığına bakıyorsun. Biraz sana, biraz bana benziyorlar ama dur hemen acıma bize. Hafızasına kaydettiklerini kamerasıyla, benzersiz anlatımıyla sonsuz kılan Meksikalı yazar-fotoğrafçı Juan Rulfo, sana düşle gerçeğin sürekli yer değiştirdiği acayip bir hikâye anlatacak biraz sonra.

Biliyor musun, kendisi büyülü gerçekçiliğin öncülerindendir. Márquez, Yüzyıllık Yalnızlığı yazmadan evvel Rulfo’nun tek romanı olan Pedro Páramo’dan etkilenmiş. Bir arkadaşı ona, “Sen yazdığını mı sanıyorsun, al bunu oku istersen” diye kitabı önüne atmış. Márquez kitabı defalarca okuyarak ezberlemiş. Hem sen sadece iki kitabıyla kendisinden sonra gelenleri, geleneğe bağlı bir akıma dönüştürebilmiş kaç yazar tanıyorsun? Don Kişot’tan sonra Latin Edebiyatı’nın başyapıtı ilan edilmesinin sebebini merak etmez misin hiç?

Yayımlandığı yıllarda anlaşılamayan novellanın savruk kurgusunu acımasızca eleştirenlere Fuentes esaslı bir cevap vermiş: “Rulfo, farklı bir şey yapıyor, farklı bir şey yazıyordu. Edebî yaratım, şiirin çoksesli dünyasına aittir. Mantığın tek sesli ölçütüyle değerlendirilemez. Mantıkta, olayların yalnızca bir tek anlamı vardır, şiirde ise birçok.”


Hayalet köyün sesleri...

Biraz sabret, Rulfo sana şehirlere göç ederken geride hayalet köyler bırakan işçileri, kötülüğün çaresizlikle maskelenmiş yüzünü, sevdiğin birinin gözüyle dünyayı seyre dalmanın buruk mutluluğunu anlatacak. Hikâyenin ölülerle konuşan kahramanı Juan Preciado çok benziyor yazarına. Rulfo’nun dedesi de Pedro Páramo gibi servetini başka yollarla elde ettiği için şeytanla anlaşmalı sayılırmış. Devrimden sonra göç etmek zorunda olan babası yedi yaşında öldürülmüş. On yaşında annesini kaybedince yetimhanede büyümüş. Kitaptaki Juan’ın annesinin kendi kendine mırıldanıyormuş gibi fısıldayan sesinden, bir zamanlar kuşlar gibi cıvıldayan çocukların hayalî gölgelerinden, ikindi vakitlerinde durgun havanın içinden yükselen ölü iniltilerinden nasıl büyük bir şiir yarattığına tanık olacaksın. İntikam duygusunun ıssız bir köyde “kaptan karası” dedikleri yosunlar gibi boşalmış evleri kuşattığını göreceksin. Rulfo, sana zamanın içinde çoğalttığı anları parçalayarak anlatacak hepsini.

Onunla balarılarının uçuştuğu avlularda dolaşırken, güvercinlerin yağmurun yerlerinden uğrattığı solucanları gagaladığını fark ettiğinde tabiatın insanı tamamladığı yeri farkedip bildiğin gürültülü hayattan kısa bir mola alırsın belki. Ama o kolayına rahat bırakmaz seni, zamanın dondurarak hatırlamanın bizi ne hale getirdiğini de gösterir: “Annemin bir resmi vardı gömleğimin cebinde, yüreğimi ısıtıyordu; annem de benimle birlikte terliyordu sanki. Eski bir resimdi, kenarları yırtılmıştı, ama bundan başka resmi yoktu bende. Mutfakta otlarla dolu bir kutunun içinde bulmuştum, bir daha yanımdan ayırmadım. Annem resim çektirmekten nefret ederdi. Resimler büyüde kullanılır, derdi, haklıydı belki; çünkü resim deliklerle doluydu, iğne delikleriyle. Yüreğe yakın bir yerde öylesine büyük bir delik vardı ki parmağınızı soksanız girerdi kolayca.”

Sen de parmağını oraya sokup, Juan’ın kayıp ruhuyla kendini keşfedeceksin, oyalanma artık çukurunda. Tekinsiz Comala’nın sokaklarında mersin ağaçlarının ılık rüzgârına kulak verdiğinde, duvarların oyuklarına sıkışmış başka hışırtılar, kahkahalar, sızlanmalar, iniltiler duyacaksın. “Kullanıla kullanıla aşınmış o sesler” seni kendi hakikatine taşıyacak. En beterinin ölmeden ölmek olduğunu kavrayacaksın. Rulfo sana bunları iç seslerle, bilinç akışıyla, monologlarla, zamanı istediği gibi durdurup, akıtarak, tersine döndürerek anlatacak. Kendini usulca teslim et ona...


‘Kırık bir aynadaki yüz’

Bir eleştirmen Pedro Páramo için “Kırık bir aynadaki yüzdür o” demiş. Onu okurken aklına şu soru gelecek muhtemelen; kimin gözlerini ödünç almak isterdin? Adalete, vicdana, merhamete, sevgiye kimin bakışlarıyla dokunabilirsin. Bunu bir düşün istersen. Juan, düşlerdeki gibi sezebileceği kelimeler duyuyor, havanın ılıklığında portakal kokan sessiz kelimeler. Sen korkmadan bakabilir misin aynadaki yüzüne. Bak oraya, yüzleşebilir misin korkularınla? İnsanları, borçları yüzünden evlendiği karısını hatta devrimi bile satın alan Pedro Páramo, çocukluk aşkı Susanna’dan bahsederken “kötülüğün” içinde bile yeşeren duyguları has edebiyatın sesiyle anlatacak sana: “Seni düşünüyordum, Susanna. Yeşil tepelerde, aşağılarda kalan köyün sesleri gelirdi kulaklarımıza, rüzgâr uçurtmanın ipini çekerdi. Rüzgâr nasıl güldürürdü bizi; ip parmaklarımızdan kayarken birbirimize bakardık; bir kuşun kanatları çarpmış gibi usulca kopardı ip. Kâğıt-kuş yukarılardan taklalar atarak düşerdi, toprağın yeşili içinde eriyene kadar saçaklı kuyruğunu sürürdü ardından. Dudakların ıslaktı, çiy tanelerini öpmüştüm sanki... Damlaların düşüşünü gözlüyordum Susanna, şimşeğin parıltısında her soluk bir iç çekişiydi, her düşüncem sen.”

Bu mırıltılı cümlelerin sahibi “sessiz yazar” Juan Rulfo, yazdıklarından memnun olmadığı için onlarca kitap yazamadı belki ama kötülüğüyle koca bir köyü zehirleyen insanın “kirlenmeden” önceki halini gösterdi sana. Feodal dünyanın tekinsiz ilişkilerinin anlatıldığı bir hikâyede, geriye dönüp insanın henüz bozulmamış sesini duyabilmek seni umutlandırmıyor mu?


Fotoğraflarındaki ses...

Çocukluk aşkının sevdiğini yok etmekten imtina etmeyen, kadını öldükten sonra bir koltukta iki büklüm yaşayan, tarlalarını yaktıran, herkese kötü davranan bir adamın çaresizliğini anlamaya hazır mısın? Edebiyat bazen inciterek iyileştirir insanı. Dünya büyük bir sahne olur. Bir karakter yaratarak kendini tamamlayan bir yazarın tek bir cümlesiyle hayata dönebilirsin. Sen de benim gibi yaşayan bir hikâyesin çünkü. Ve elbette aynı zamanda Juan’ın hayatı boyunca gömleğinin cebinde taşıdığı bir resimsin. Korkma ölü olduğu halde konuşabilen Juan, o resmin her gün dirilen hatıralarla yenilenmesinin sırrını anlatıyor.

Aynı zamanda usta bir fotoğrafçı olan Rulfo’nun durağan gibi görünen çok boyutlu Meksika fotoğraflarına bir bak. Sakın edebiyatıyla imgeleri arasında ilişki kurmaya çalışma. Oradaki huzursuz kıpırtıyı gör. Sırtı bize dönük köylülerine, kızgın ovalarda kuruyup kalmış ağaç köklerine, güneşle yıkanan tapınaklara, katedrallere, tekrar tekrar bak! Durağanlığın içindeki hareketi yakala. Fotoğraflarındaki sesi, kelimelerindeki resimleri gördüğünde bıkkınlığını yeneceksin. O vakit şafak sökerken Susanna gibi dünyanın paslı direklerinin gıcırdadığını duyacaksın. Bana değil, tarihten süzülen işaretlerin ebediyetine inan. Hadi kalk artık o sedirden, daha fazla oyalanma. Bütün hayatını anlam katmadan öylece izleyerek geçiremezsin. Ağaçların, kuşların, taşların, nehirlerin yaşantısı, isimleri ilgini çekmiyor mu, öyleyse o “kırık aynadaki” yüzüne bak, sen bir hayalet değilsin! Rulfo bize ölümün bir son ya da bir başlangıç olmadığını söylüyor. Az yazarak, az konuşarak, bembeyaz susarak yaşamış sanki. Zamanı bir göz kırpımı kadar kısacık bir ânın içinde esnetebilen yazarın vaktiyle bal, yonca ve taze ekmek kokan köyünü, geceleri ışıl ışıl yanan kerpiç evlerini görüyor musun? Sen oradasın işte, dilin, sessizliğin, parçalanmış zamanın hayatı mümkün ve sonsuz kıldığı her yerde...

(Pedro Páramoy, Juan Rulfo, YKY Yayınları, Çev. Tomris Uyar)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:38:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan