Başını boynu bükük bezgin bir ihtiyar gibi yavaşça çevirirken çok uzaklardan geçen balıkçı motoru misali tıpırdayan pervanenin önünde kıpırdamadan öylece durup kitapların eprimiş sırtlarına bakıyorum. Ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Beni gizlice kuyunun dibine çeken ellerin hayatın ritmini daha da ağırlaştırdığını hissediyorum. Okumak, yazmak, yemek, konuşmak her türlü yaşamsal eylem fikrinden çabucak yoruluyorum. Bunu tropikal iklimleri andıran havanın nemiyle izah etmek mümkün mü, emin değilim. Yıpranmış bilincim de pek yerinde değil galiba, zihnim tuhaf hayallerle delik deşik olmuş. Rüyalarına giren varlıklarla konuşan uyurgezerler gibi düşle gerçeklik arasında uzun bir seyahate çıkmış gibiyim. Sonsuza dek uyuma arzusu, iri ve ağır bir hayvan gibi vücudumun üstüne boylu boyunca uzanmış sanki. Kütüphanede omuz omuza duran yazarlara bakıyorum. Yazılarıyla, hayal güçleriyle, dostluklarıyla, tutkularıyla, bazen kıskançlıklarıyla birbirlerine dokunan binlerce suret hayaletler gibi dans ediyor.
Alaycı ifadelerini görebiliyorum, hiç de masum değiller. Yüreklerinin karanlıkta kalan kısmını açıp kurcalasam günahlarla, ihanetlerle, zaaflarla, yasak arzularla, okuru kolayca kandırabilen korkunç ‘masallarla’, kristal duygu parçacıklarıyla, şehvetin, kibrin, bencilliğin, hoyratlığın en korkunç halleriyle karşılaşacağımı biliyorum. Nedense ‘becerikli yalanlara’ hiç tahammülüm yok bu aralar. Zekice kurgulanmış hikâyeler okuyacak mecalim de kalmamış. Hayatımı insan denilen mahlûkatı anlamaktan, o tuhaf türün uğultusundan uzak, geleceği geçmişte yaşayan meczuplar gibi sessizce tamamlama hayalleri kuruyorum. Hayır, bildiğimiz anlamda bir yorgunluk değil bu, sadece hayata dair algılarım keskinleşiyor, bir noktada asılı kalıyor sonra akşamüstü ışıkları gibi usulca zayıflayıp kırılıyor. Biriktirdiği yağmurları kendine saklayan simsiyah bir bulut olduğumu sanıyorum. Olur ya bazen, öyle durmak ve zamanla birlikte iplik iplik çözülüp yeryüzüne akmak istersiniz. Ansızın bastıran hiddetli yağmurun çinko damları döven çıtırtısını, caddelerin ıssızlığını parçalayan kuşların cıvıltısını, sarı sıcak duvarlarda yankılanan tiz çocuk çığlıklarını, odanın içinde kanat çırpan mavi kelebeğin son çırpınışlarını yavaşlatılmış bir filmin kareleri gibi duymaya başlarsınız. Öyle yumuşak bir halsizlik hissi işte... Ya da umut edecek bir şey kalmayana kadar sakince durup beklemek belki de. Upuzun bir dalgınlık hali...
Lorca’yı da etkilemişti...
Yine de yazmam gerekiyor değil mi, illa doldurulması gereken ‘boşluklar’ var bu hayatta. Ben dursam dünya durmuyor. Her içgüdüsel eylemin bir vakti olması gerektiğine inandırmışız kendimizi bir kere. Yazmanın, sevişmenin, konuşmanın, yemenin, uyumanın, eğlenmenin, hatta ağlamanın... Anlamsız geliyor zamanın ve koşulların belirlediği o sınırların içine hapsolup kalmak. Hiçbir şey söylemediği sanılan ama sade ve pırıltılı birkaç cümlede insanı, tabiatı, şefkatle, mütevazı bir bilgelikle kucaklayan ‘ketum’ yazarlara sığınmak istiyorum böyle durgun zamanlarda. Serin çam ormanlarının ortasında, kaplumbağaların kuru tıkırtısını, ceylanların titrek adımlarını ve o kırılgan ozanların soğuk dereler gibi şıkırdayan cümlelerini dinleyerek uykuya dalayım mesela. Biliyorum en iyi onlar görür puslu ruhumu. Gerçeklikle düşler arasında dolaşan melekler gibidirler çünkü. Sözcüklerden yaptıkları ışıklı peteklerle sokulurlar rüyanıza. Dalıp gittikleri derin uykulardan sarsarak uyandırırsanız bir daha asla aynısını yazamazlar. O pek narin ‘yabanilerin’ en esaslılarından birisi Juan Ramon Jimenez’dir.
Modern İspanyol şiirinin kurucularından olan Endülüslü şair, Lorca gibi kendisinden sonraki önemli ozanları da etkilemişti. En çok okunan ve bilinen kitaplarından birisi Platero ile Ben (Bir Endülüs Ağıtı) , Madrid’den doğduğu kasaba Moguer’e döndüğünde anlattığı kır hayatıdır. Onun diliyle sıradan bir taşra hayatının asla sıradan olmadığını ağıtının neşeli ve aynı anda acılı olabilen melodisinden anlarsınız. Kilise kulelerini, geniş tozlu avluları, baharatlı sokakları, ak badanalı evleri, kapı eşiklerinde oturmuş sevgilileri, boğucu havalarda gölgeden gölgeye koşturan çocukları, alçak damları, şenlikleri, denize eğilen okaliptüs ağaçlarını, güz ışıklarını, çam fıstıklarını sükûnetle kuşatılmış bir dil zenginliğiyle anlatır eşeği Platero’ya.
Tanrı armağanı kuşlar...
Gençliğinde resim yapmaya da tutkun Jimenez’i okurken, incecik fırça darbeleriyle resmedilmiş büyülü bir resmin içinde dolaşırsınız. Işıl ışıl parlayan üzüm bağlarını, altın tozuna batmış ovaları, öğle sonrası uykularının mavimsi mahmurluğunu, sabah neşesiyle gülümseyen uçarı bulutları, evlerin duvarlarını saran küflü yosunları kalp gözünüzle hissedersiniz. O vakit eşeğinin yularından tutup dolunayın solgun ışığının altında, ölü bir kuşu gül ağacının dibine gömmek ve baharda beyaz bir gül olarak dirilişini izlemek için ozanın merhametli mısralarıyla kaybolursunuz: “Tanrı armağanı kuşlar; öyle bizim gibi belli bayram günleri falan yok! Tabiatın, gerçeğin değişmez özgürlüğünde, bayram çanlarının onlar için belli belirsiz bir sevinçten başka hiçbir anlamı yok. Alınyazılarında hiçbir zorunluluk bulunmayan, insan denen köleye korkular salan yüceliklerden, derinliklerden uzak, kendi törelerinden başka töre tanımayan bu kuşlar kardeşlerimdir benim, canım kardeşlerim.” Sadece kuşlar değil, tabiatta gördüğü bütün varlıklar, çocuklar, ölülerin dul karıları, aç köpekler, çanlar herkes, her şey onun arkadaşıdır.
Hayatın kımıltısız anlarında saklı incelikli ayrıntılarını onun ‘ağıtıyla’ dinlemek rahatlatır: “Saatler durgunluk içinde geçer. Dünyada savaş yoktur; ırgatlar, düşlerinin en son uzantılarındaki bir gök gürültüsüyle derin uykudadırlar. Bir duvarın dibinden sessizce geçenler arasında, belki de sevgililer, gözler içinde eriyen gözler vardır. Çiçeklenen fasulye tarlalarından kasabaya doğru, açık yürekli ince duygulu delikanlılığı andıran hoş kokulu esintiler gelir. Sabahın dördünde, ay ışığıyla yeşile bürünmüş buğday tarlaları, rüzgâr altında iç çekerek dalgalanır. Cırcırböceğinin bütün gece uzayıp giden türküsü artık yitmiştir.” Sessizliğin içinde birbirine çarpan ahşap rüzgârgülleri gibi duyuyorum onu her okuduğumda...
Edebî suskunluğa gömüldü...
Şiiri esneterek, anları genişleterek tasvir ediyor gördüklerini Nobel ödüllü Jimenez. Juan Ramon, hayatını babası gibi uykuda öleceği endişesiyle geçirmiş. Ona “yarın görüşürüz” dediklerinde, “bakalım, yarın ben nerede olacağım” diye cevap veriyormuş. Böyle dedikten sonra huzur içinde şiirlerine dönüyormuş. Benim sevdiğim deneme yazarlarından Enrique Villa-Matas, onun Nobel ödülü aldıktan sonraki trajik finalini anlatıyor: “Karısı, sevgilisi, âşığı, sekreteri Zenobia’nın ölümünden sonra ödülü yere atıp çiğner. O günden itibaren tam bir edebî suskunluğa gömülecek ve asla başka bir şey yazmayacaktır. Artık yalnızca Zenobia için yazdığını dünyaya haykıracaktır. Zenobia ölünce her şey ölmüştür. Artık tek bir satır yazmayacaktır. Yeraltındaki bir hayvanın suskunluğu vardır onda. Ve son olarak kendini ve edebiyatını reddetmek için o unutulmaz cümleyi söyler; ‘Benim en iyi eserim, eserlerimden pişmanlık duymak olmuştur’.”
Bunu ilk okuduğumda büyük bir şairin, yazarın edebî hayatını böyle acımasızca bıçaklaması, eserlerini küçümsemesi içimi burkmuştu doğrusu. 1956’da Nobel ödülü aldığı sırada Zenobia gittiğinde o da hayatının sonuna yaklaşıyordu. Onu daha genç yaşında kaybetseydi yine bu kadar kararlı ve cesur olabilir miydi bilmiyorum ama artık onu daha iyi anlıyorum. Hiçbir koşulda kopmayan o müthiş bağ, artık onun duyamayacağı tek bir mısra yazmasına engel olacak kadar güçlüyse, yine böyle korkunç bir sessizliğe gömülecekti muhtemelen. Sağlam bir sevginin alışkanlıkla, güvenle, tutkuyla örülen duvarını yıkmaya bazen edebiyatın gücü bile yetmiyor. Zaten kendisi de Zenobia’nın ardından iki yıl sonra gözlerini kapadığı güzelliklere veda etmişti.
En iyi eseri kendisiydi...
Platero ile Ben’de öteki benliği olan eşeğinin sonunu yazdı Jimenez: “Hiç tasalanma Platero, seni La Pina’daki meyve bahçesine, çok sevdiğin kocaman çam ağacının dibine gömeceğim. Yaşamın huzuruna yakın olacaksın. Yanı başında küçük oğlanlar oynayacak, küçük kızlar alçak iskemlelerinde dikiş dikecek. Yalnızlığın bana söylettiği şiirleri duyacaksın. Portakal bahçelerinde çamaşır yıkayan kızların türkülerini işiteceksin, kuyu kovalarının zincir şıkırtısı senin sonsuz rahatlığını dolduracak, yenileyecek.”
O arzuladığı gibi doğduğu kasaba Moguer’de çok sevdiği meyve bahçelerine bakan mezarında uzun zamandır dinleniyor. Zenobia yanında mı bilmiyorum ama birbirlerinin kulağına yaşarken olduğu gibi ıssız yaz gecelerinde Endülüs ağıtları fısıldadıklarına eminim. Belki Jimenez, sedeften oyma çakısıyla çamfıstıkları kıran çocuk halini düşünüp, ırgatları, yoksul çocukları, dul kadınları, kimsesiz eşekleri, kırlangıçları iyimser mısralarıyla teselli ediyordur hâlâ. Bence onun en iyi eseri, kendisiydi. Yeteneğindeki Tanrısal sihri, insanın, tabiatın, sonsuzluğun ayrıntılarında ve sevdiği kadına sonsuz bağlılığında keşfetti.
Ben bu boğucu yaz sıcaklarında Zenobia’yı, Jimenez’i ve yazının gücünü bile yenen aşklarını düşünüyorum. Sıcak bir rüzgâr doluyor odanın içine, göz kapaklarım ağırlaşıyor birden. Şairin anlattığı mavi kelebeklerden biri konuyor omzuma. Ya da ben öyle sanıyorum...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:22:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/j-r-jimenez-le-dussel-bir-seyahat.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!