Tıpkı sanatın toplumları etkilediği gibi, toplumsal değişim de sanatı etkiler. Post modernizmin egemenliğini ilan edişini izleyen dönemlerde ve 11 Eylül’ü takiben, özellikle de Auschwitz’ten sonra artan güvensizlik duygusuyla kendini kendiliğine dayayan sanat, şiir sanatı da dâhil olmak üzere, yepyeni arayışlara girdi. Öyle bir zaman dilimiydi ki bu, güvensiz toplumlar ve bireyler kendilerine birer sığınak arıyordu. Sonuçta arayışlarını gerçek dünyanın dışındaki alternatiflerde buldular. Mistisizm ve inanç ögelerinin ön plana çıkması dönemin en belirgin özelliklerindendir. (Burada bir parantez açarak, şiirde mistik ve dinsel ögeleri başarıyla kullanan, kendi poetikasını oluşturabilmiş güçlü şairleri hariç tuttuğumu özellikle belirtmeliyim.) Mistisizm derken, Batı toplumlarında eksik kalan bir şeyleri tamamlamak adına farklı kültürlerde girişilen alternatif arayışlardan söz ediyorum.
Gelinen bu zaman aralığında birey toplum içinde yalnızlaşmış ve korkuyordu. Öte yandan şair de, başkaldırmanın gereklerini bildiği halde, kendini korunmaya muhtaç hissetmeye başladı. Toplum mühendisliği projeleri, sözü edilen psikolojiyi kolaylaştırmak yerine aksine zorlaştırdı ve yaygınlaştırdı. Sanat emekçisi, yabancılaşma-sürüleşme-aynılaşma süreçleriyle baş etmekle yükümlüyken, bilinçdışına zorla dayatılmış olan paranoya ile de savaşmak mecburiyetinde kaldı. Çoğu kez de yenildi ve teslim oldu. Böylece kültürel sermayesinin harcanmasına göz yumdu. Sanatın ve şiirin içine itildiği kısır döngünün temel nedenlerinden biri budur.
Sanat ne için var?
Bu soruyu sıkça sorar ve sonra da çeşitli yanıtlar ararız. Ama sanatın ana hedeflerinden birinin hayata yepyeni ve derinlikli bir bakış açısı, yorumlama yeteneği kazandırmak olduğunu da yadsıyamayız. Kısacası ‘sanat, insanı hayata dokundururken, düşüncede yeniliği yaratmaktır’ da denilebilir ki kitleleri peşinden sürükleyen, toplumda derin izler bırakan, ileriye doğru atılmış adımların toplamıdır. Ancak günümüzde sıkça rastlanıldığı gibi, sanatçı yaratma işlevini sanki korkularının arkasına gizlenmek, onlarla birlikte kapalı bir alana kısılmak zorundaymış gibi sürdürüyor. Kendisine bir tür oto sansür uyguluyor. Söylemek istediklerini, paranoyak duygulanımların da etkisiyle, sosyo-ekonomik-kültürel yapının yeni iklimine uygun bir tavırda, lafı evirip çevirip dolandırarak ve günlük gereksinimlere uygun bir biçimde söylemeye çalışıyor. Ya da tam aksi uçta konuşlanıyor; bir anlamda Gösteri toplumu (Guy Debord) ile özdeşleşip, sermayeyi de arkasına alarak daima ortalıkta olmak, medyatik bir figüre dönüşmek istiyor. Yaratma eyleminin kaderini adeta ısmarlama sanatın kucağına bırakıyor. Demek ki çevre faktörü ve sosyolojik koşullanmalar çok önemli.
Çocuklar büyürken sosyalleşme (sosyalizasyon) denilen bir süreçten geçer ve bu yolla kişiliklerinin temel yapısını oluştururlar. Sanat emekçisi için ise süreç hiç bitmez. Yaratmak ve etkilemek için özgür olmak, aynı zamanda özgün bir sanat ortamından hayat boyu beslenmek, özgül ağırlığını korumak zorundadır o. Oysaki günümüzde tam tersi gerçekleşiyor ve biçimlendirmesi gereken sanatçı biçimlendiriliyor. Özgün imgeler, bireylerde yarattıkları farklı çağrışımlarla farklı yorumlamalara yol açabilecekken, karşımıza çıkartılan kalıplaşmış ve simgeleşmiş imgeler (ki buna ‘biçimlendirilmiş imgeler’ de diyebiliriz) , artık eserin form, anlam ve biçemi ne olursa olsun, aynılaşmanın birer göstergesi, birer kanıtına dönüşüyor. Birileri hep aynı hikâyeleri anlatıp duruyor. Diğerleri ise dinliyor. Farklı hikâyesi olanlar bu işten karlı mı zararlı mı çıkıyor diye sorgulandığımızda, fark edilenlerin olduğu kadar çoğunun da hiç fark edilmeden yok olduğunu görüyoruz. Böylece sanatın varlık nedeni ve felsefesi çürüyor. Toplumsal yapılandırmalarla adeta çürütülüyor. Şairden konuşuyorsak eğer, o da varoluşçuluk sorunsalını evrensel bir dille sorgulayacağı, düşünce dünyasına yeni sayfalar ekleyeceği yerde kalemini derinlik öğesiyle özdeşleştirmeyi umduğu yeni moda mistik dalgalanmalara bırakıyor. Bir bakıma kolaycılığa kaçıyor. Örneğin, doğmalara, inanç sistemlerine veya dünyanın herhangi bir köşesinde filizlenen, kendisine tamamen yabancı olan hayat görüşlerine sarılıyor ki bugün şiirde giderek yaygınlaşmakta olan bir eğilimdir bu.
“Düşünüyorum.” Kuşkulanıyor ve sorguluyorum. “O halde varım! ”.
Düşünmüyoruz, o halde yok muyuz? Ne acıdır ki günümüzde, en azından birileri, korktukları ve sığındıkları ölçüde var! Bu durumda saf (pure) sanat ile sanatçı arasındaki gerçeklik ilişkisi zedeleniyor demektir. Masumiyetini hâlâ koruyan dar alanlar hariç yeryüzü ölçeğinde böyledir bu. Bilinçli şair ise, çevresinde inşa edilmekte olan hiper gerçeklik’ten (Baudrillard) kendisini kurtarabilmenin yollarını arıyor. Hâlâ cılız sesiyle, gün geçtikçe yapaylaşan, “ben yaptım oldu” mantığı ile ucuzlatılan; kodları yeni baştan yapılandırılan sanat sürümlerinin üstesinden gelme savaşı veriyor. Yeni sanat, yeni teknoloji, yeni sosyal yapı, yeni birey, yeni siyaset, yeni ama özünde arkaik olan kültür-sanat politikaları ve benzeri dayatmacı unsurlar, ne yazık ki sanatı hırpalayan baskın güç odaklarına dönüşüyor. Objektifi ekonomik arenaya çevirirsek eğer, görülüyor ki tüm gelişmelerin altında sınırsız tüketim eğilimlerini kışkırtarak küresel yoksulluğu körükleyen sömürü olgusu, küresel sermaye ve ekonomik tabanlı yeni kültür politikaları yatmaktadır. Böyle bir dünyada okuyan, düşünen, duyumsayan, çözüm arayan insanların işlevi nedir? Ya da var mıdır?
Her sosyal yapının temelinde birey ve kurumlar yatar. Bunlar toplumun arzularına aykırı, doğal değişim, devinim ve evrim süreçlerinin dışında; özellikle de geriye doğru dönüştürülür/değiştirilirse eğer, sosyal yapının dengelerinin bozulması kaçınılmazdır. Değişim ve dönüşüm süreçlerinin post modern ve üstelik çağdışı mühendislik projeleri ile dayatıldığı günümüzde ise tablo oldukça vahim gözüküyor. Çünkü çağımızda sosyal değişim – ki buna başkalaştırma da denilebilir - ekonomik ve siyasal sistemlerin çıkarları doğrultusunda manipüle ediliyor. Hal böyle olunca, herkesin birbirine benzediği, sığlaştığı, yalnızlaştığı ve korktuğu için kendisine sığınak aradığı bir dünyada sanat anlamını yitiriyor. Yaşamın gerçek savaşçıları artık yaşadıkları gibi düşünmeye başlıyorlar. Toplumdan aldıklarını eserlerine yansıttıkları için alışılmamışın yerini alışılmış alıyor. Öyle ki, tek mutlak gerçek olarak kabul ettiği ölümü dahi içine sindirebilen şair artık ölümden korkar oluyor. Sıradanlaşıyor. Algılaması bozuluyor. Aslında her şeyden korkuyor. Terörden, kanserden, zehirlenmekten, soluk alamamaktan, ününü yitirmekten, açlıktan, istikrarsızlıktan, işsiz kalmaktan… Nedeni ise, sistemin düşünen ve üreten insanı böyle yönlendirmesidir. Sistem, gönderdiği sinyallerle ona sürekli gözdağı veriyor, onu törpülüyor, onu öğütüyor. Kısacası, post modern toplumlara egemen olan belirsiz tehdit algılamaları şairi de yolundan saptırıyor. Onu yanıltıyor. O ki toplumun vazgeçilmez düşünce savaşçısı, güzel arayışçısıydı. Şimdilerde sanatın ve şiirin en temel gerçeği olan direnme zorunluluğunu unutmuş görünüyor.
Toplumsal kargaşanın geçerli olduğu dönemler, şiirin dengelerinin en çok bozulduğu zamanlardır. Değerler sisteminin kökünden sarsıldığı, paradigmaların altüst edildiği bu gibi hallerde bazen şiir de kayar ve yere düşer. Bazen de kaos sonuçlandığında eskisinden de güçlü olarak ayağa dikilir. Süreç ise genellikle bir tip sanatçıyı korurken, ek olarak iki tip sanatçı daha üretir; Sistemce muhafaza edilen ve her devirde hayatiyetini sürdüren gelenekçi statue quo’cular, sistemin önerdiği yeni paradigmayı ve yapay değişimi hiç sorgulamaksızın, olduğu gibi kabullenen uymacılar (konformistler) ve ilerici paradigmalar üreten tepkiciler. Şair, bu sacayağının neresinde duracağını iyi bilmesi gereken ama aynı zamanda kendiliğinin öznesi olmakla kalmayıp, toplumun da öznesi olabilen kişidir. Lukacs ve T. Eagleton gibi kuramcılar, ünlü düşünür Aristo’nun ‘insan toplumsal bir hayvandır’ savından hareketle kişinin içinde yaşadığı konjonktürün bir parçası olduğunu savunmuşlar, öz-biçim ilişkisini sıkça irdelemiş ve de kabul görmüşlerdir. Ancak şiir cumhuriyetinde işler biraz farklı yürür. Şair, diğer sanat emekçilerinden daha ön safta durarak, geometrik konumu itibariyle toplum kümesinin hem içinde, hem de dışında, ama kendiliğine dair öznel bir kümede pozisyon almalıdır. Elbette yaşadığı toplumla birlikte biçimlenen ve onu biçimlendiren kişidir, ancak hiçbir zaman yalnızca o toplum kümesine dâhil değildir. İkisine de hem ait olup, hem de toplumsal ve öznel kümelerin kesiştiği ortak alanda (içe ve dışa dönük ortak bir küme’de) yaşamayı bilendir. Böylece her iki kümeye karşı olan yükümlülüklerini de yerine getirmek mecburiyetindedir. Örneğin, kendiliğinden ödün vermeksizin sözünü evrenselleştirmek gibi… Var olma sorunsalını aşıp varoluşçuluk sınırlarını zorlamak gibi… Kendi derdini anlatmanın ötesinde, insana-hayata-aşka-insanlığın geleceğine dair değişik yorumlar getirmeyi olanaklı kılacak farklı bir dilde konuşma becerisine sahip olmak gibi…
Korkutulmasına izin verdiği takdirde ise elbette susacak, vazgeçecek ve yalnızlığa sürüklenecektir. Bu noktada, bireysel yalnızlığın yanı sıra sosyal yalnızlaşmadan da söz etmek sanırım yanlış olmaz. Şair dik, aykırı ve meydan-okur duruşuyla yalnızlığı zaten önceden seçmiş olan birisidir. Ancak onunla aynı dili konuşan, aynı tavrı benimseyen, aynı kaynaklardan beslenen fakat birbirinden farklı form, anlam ve biçemde yapıtlar meydana getirebilen, farklı teknikler uygulayan türdeşlere sahiptir. Günümüzde bu türdeşlerin, teslimiyet psikolojisi içinde, birer birer sığınma kampları’ na iltica ettiklerini; korku krallıkları tarafından üzerilerine salınan gözdağı salvolarına maruz kalarak kısır bir kabuk içine saklandıklarını, ya da popülarite, rating, imaj telaşına düşerek meydanlara fırladıklarını görmek şairi aynı zamanda küskünlük-kırgınlık da diyebileceğimiz sosyal bir yalnızlaşmaya iter. O artık öyle bir dünyada yaşamaya başlamıştır ki, slogan baskısı, imge bombardımanı ve kiç’leşme tehdidi altında icra etmeye çalıştığı sanatı toplumun gözünde seviyesini yitirmiş, aynı zamanda kıymeti bilinmez olmuştur. Dayatmacı ve yapay normlar, şairi-yazarı-ressamı-müzikçiyi, vb. tümden yalnızlığa hapsetmiştir. Kısacası, sanat emekçisi kimlik yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sorumluluk duygusu giderek aşınmakta, geleneğe düpedüz eklemlenmese de oradan beslenmeyi olanaklı kılacak, sanatını anlamlandırmaya yardımcı olacak kültürel birikimden uzaklaştırılmakta, böylece genetik yapısı dönüştürülerek sessizlik tanrısının tutsağı olma yolunda hızla ilerlemektedir. Çünkü sanat, günün koşullarına uygun olarak özünde taşıdığı bireşimci nitelikten, donanımdan kaynaklanan çözümleme yordamından uzak düşmüştür.
Sonuç olarak denilebilir ki yeryüzü ölçeğinde yaygınlaşan zoraki bu dönüştürme hareketinin (evrimsel değişim değil!) kitleler, bireyler ve dolayısıyla sanattaki yansımalarını izliyoruz. Yalnızca izlemekle kalmıyor, bu sürece yakından tanıklık ederek birebir içinde yaşıyoruz. Sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde tablo budur. Ancak susmanın dışında bir seçenek daha var. Mademki dünya değişiyor/değiştiriliyor, o halde sanatçı da zırhını daha kalınlaştırmak, oyunun yeni kurallarını anlamaya çalışarak, kendiliğinden ödün vermeksizin konumunu yeni baştan tarif etmek, sancılı bu süreçten en az zarar görerek çıkmak, verimliliğini sürdürmek ve dünyayı iyi yönde değiştirme hedefinden ödün vermemek zorundadır. Günün koşullarında, diğer sanat ustaları gibi şairin de dramatik bir sona sürüklenmesi gerçekten acı vericidir. Ama biliyoruz ki korkunun ecele faydası yok. O halde korunaksız, sığınaksız, şemsiyesiz de olsa çağa tanıklık etmeyi sürdürerek, tüm ağırlığıyla yaratmaya devam etmekten başkaca çıkar yol gözükmüyor.
Unutulmamalı ki yalnızca ağırlığı olanın izi kalır.
Yalnızca ağırlığı olanlar iz bırakır.
Kül bir alfabenin son satırlarında bile olsa!
…Likurga Ağıtı…
onlar
salkımsöğütleri anlamadı hiç!
yaprağın tenine dokunarak
dallarla sevişmeyi
şairleri yutanın
dağ ateşleri olduğunu da
ah Likurga!
semtine uğramadı derunî aşklar
en kırılgan yerinden sevildin hep
dip notlarını emerek serpildin
bir ağıtın
kavrulan dudaklarında
ölüleri okşadığından beri
kimse sormuyor
rengi neden yitirdiğini
sessizlik tanrısı saçlarını tarıyor bak!
kül bir alfabenin son satırlarında
(Naime Erlaçin - Likurga Dosyasından.)
HAYAL Dergisi – Ekim-Kasım-Aralık 2008, sayı 27
(Şiir ve Akrabalıkları Dosyasından, Sosyoloji-Sanat-Şiir İlişkisi)
www.borgesdefteri.blogspot.com - Şubat 2009 arşivi...
'GALİLEO' - Hayal Yay. Ekim 2009, Sayfa 51)
Naime ErlaçinKayıt Tarihi : 20.12.2008 10:59:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Kapitalist bir sistemde,Tasavvufun eksikliğini hep yaşayacağız.Belki de şiirin zayıf bir ortam sürmesinin nedeni de budur.
Saygılarımla.
TÜM YORUMLAR (2)