İŞTE GELDİM;
ZEMHERİNİN KARDELENİ SARIKAMIŞ!
Dört yıl aradan sonra bütün hasretim ve özlemimle Sarıkamış'ıma biletimi almış, bütün heyecanımla valizimi hazırlarken gözlerim dalıp gidiyordu Sarıkamış'ta yapmak istediklerime.
Sarıkamış’ıma her dalışımda karşıma farklı bir tablo da çıkıyordu. Sarıkamış'ta kim kalmıştı ki? Sonra cevap veriyordum kendime; “Ben Sarıkamış'ı özlemiştim”, Ben orada bıraktığım kendimi,
Kendimin arkasında ağlayan kendimi özlemiştim. Belki bu cevap beni tatmin etmiyordu ama “Neyse”, deyip geçiştiriyordum.
Gün gelmiş çatmış; büyük bir sevinçle Sarıkamış’ıma kavuşma zamanı gelmişti. Herkesle vedalaşmıştım. Vedalaşırken de yüreğim yine titriyor içimden kahkaha ile karışık ağlıyordum.
Yine yüreğimin yarısını, anamı, babamı arkamda bırakmış gidiyordum. Hoşça kalın yüreğimin yarıları, hoşça kalın…
Arabaya binerken bu kez Sarıkamış değildi beni ağlatan.
Ağrı Dağı kadar büyük gördüğüm babam Erol Ejder’in saçlarındaki kar taneleriydi gözlerimde yağan. Anamın yüreğindeki çizgilerdi beni yüreğimde derinlere daldıran.
Of… Ağrı Dağı! Babam koca Erol of… Zemherinin yeşil ağacı anam of…
Ben koca bir dünya tanıdım, o benim babamdı.
Sevgisi öyle büyüktü ki yüreğimde doldu taştı.
Ben bir çile yumağı tanıdım ellerinde sarım yuvarladıkça evladım evlat’ım diyen, o benim anamdı.
Vedalaşırken kardeşlerimin gözlerinden boncuk boncuk ıslak kar taneleri çiselemiş, Ağ baba'dan iki tane küçük taş, Sarıkamış ağaçlarından birkaç tane yaprak, hemşerilerimiz de yine Sarıkamış'tan taş ve toprak istemişlerdi.
Özlem bilmeyenler, bilmezler bunun ne demek olduğunu.
Yollar patır kütür ilerliyordu. Erzurum Dağları’nı görünce onları gözlerimle selamlamış, Erzurum'dan başlayıp Sarıkamış'a, eve varasıya kadar özlediğim Sarıkamış'ın dağını taşını yüreğime almıştım.
Daha yolda, Sarıkamış tabelasını görür görmez annemi, babamı, kardeşlerimi görür gibi olmuştum sanki ve yüreğim yüreğimde titremişti.
Sarıkamış girişinde, kendimi çok yabancı hissetmiştim.
Memleketimi görmeden önce de bu duyguyu yaşayacağımı biliyordum.
İnsan memleketinden çıktığı gün gurbetçi, memleketi de zaman içinde olur gurbet. Terk edip gittiğim evim bensiz viran olmuş, leylak kokuları gitmiş, yerini mantar ve küf kokuları almıştı. Hiç oturmadan evimi temizlemeye başlamıştım. Ne bıraktığım evim eski evimdi, ne de bıraktığım Sarıkamış’ım eski Sarıkamış’ımdı. Arada bir, bahçe kapısından çıkıp Sarıkamış'a bakıyordum. Büyük bir sessizlik hâkimdi. Bu sessizlik hiç hoşuma gitmiyordu.
Bu sessizlik, Sarıkamış'a hiç yakışmıyordu.
Sanki evleri yıkılmış ve terk edilmiş bir şehir vardı karşımda. Sarıkamış'ın bu sessizliği kim bilir belki de küskünlüğüydü. Yüreğim, elimdeki kalemi dilime almış sürekli söyleniyordu. Yüreğimdeki kalemi elime alıp yazmam içinde önce temizliğimin bitmesi ve evimin bıraktığım gibi leylak kokularını geri alması gerekiyordu. Oysa artık ne leylaklar kalmıştı Sarıkamış’ı terk edenlere kokularını verecek, ne de kardelenler vardı Sarıkamış'ın eski baharlarını müjdeleyecek. Terk edilmişliğin sonbaharında yaprakları dökülmüştü leylak ve güllerin. Geriye sadece güllerin dikenleri kalmıştı, Sarıkamış'ı terk edenlerin belirgin olmayan ayak izlerinden, taaa yüreklerine kadar batan dikenler…
Konu komşu, eski tanıdıklar “hoş gel din’e” geliyorlardı. Herkesi farklı, daha yıpranmış daha ezik bir ruh hali içinde görüyordum. Onlar da beni farklı gördüklerini söylüyorlardı.
İnsanlar yıllar sonra memleketine geldiklerinde, herkesi yorulmuş, yaşlanmış görür ya hani? Memleket de yıllara inat, yorgun insanların gençliği ile beslenircesine gittikçe gelişir ve güzelleşir. İnsanlar öyleydi ama memleketim çok değil, dört yıl sonra döndüğümde yorulmuş, yıkılmış, eskimiş ve bitmişti. Bu bitiş, bu tükeniş hangi vefasızlığın zaferiydi?
Büyük şehirlerin, küçük insanları yorduğu gibi, küçük şehri de büyük insanlar mı yormuştu? Terk edilmişliği, yıkılmışlığı yediremeyen, zoraki ayakta duran yıkık, dökük duvarlar öğle soğuk, öyle yabancı bakıyorlardı ki bana ağlıyordum. Başını omzuna dayayıp ağlayabileceğim Sarıkamış’ımı arıyordum, Sarıkamış bana omuz veremeyecek kadar yorgun ve bitkindi.
Sarıkamış'ı seyrederken yüreğimdeki kalemim gönlümü çizip, karalayıp geçiyordu. Sarıkamış bu kadar öksüz bırakılacak kadar küçük değildi. Sarıkamış; doksan bin şehidi karlı baharında, yüreğinin sıcaklığında uyutup beleyen, ana kucağı, baba ocağıydı.
Sarıkamış; Dilek FIRAT’A ve binlerce Dilek FIRAT’LARA küçük dünyasında yaşarken kristal kar tanelerinde, dünyanın büyük boyutlarını gösterebilen ışıklı bir dünya idi. Sarıkamış tarih, Sarıkamış destandı.
Sanki benden sonra deprem olmuş, döndüğümde bir enkaz yığını ile karşılaşmıştım. Dışarıdan geldiğim için gözüme kötü göründüğünü söylüyorlardı. Ben gözlerimin nasıl baktığını bilmem mi hiç?
Kesinlikle bir gerileme vardı, yüreğimden haykırmıştım Sarıkamışlılara, “Sarıkamış'a ne yaptınız? ” Sarıkamış'ı kalanlara emanet etmiştim, emanete ihanet etmişlerdi. Kimler mi? En büyüğünden en küçüğüne yöresel sorumluluğu taşımayan herkes, biz değil, ben diyen herkes.
Sarıkamışlı olup ta Sarıkamış'ı küçümseyen, dışarıdan gelenlere eleştirme fırsatı veren, yerden yere vuran ve vurduran herkes.
Uzun zamandır gitmediğim Ağ baba’ya doğru giderken; doğup büyüdüğüm Ali sofu Köyü’nden geçmiş ve çok duygulanmışım. Ali sofu’yu Sarıkamış'ıma göre daha gelişmiş bulmuştum. Bir köyün bile geliştiğini görebiliyorsam o halde Sarıkamış’ımın bittiğini tükendiğini gerilediğini söylemem büyük şehrin görkemine alışan gözlerimin yanılgısı olmadığını söylemek istiyorum.
Ali sofu'da bir canlılık, bir renklilik vardı. Müstakil evlerin yanında yapılmış görkemli binalara baktıkça gurur duymuştum. Çocukluğuma sahip çıkılmış gibiydi. Ağ baba'da kimleri görmemiştim ki? Çocuk bildiklerimi büyümüş, yıpranmış ve hatta yaşlanmış görüyor, çocukluğumda görmüş olduğum yaşlıları da aynı simada, aynı ruh halinde görüyordum. Yaşlılar derin dondurucuda dondurulmuş gibi aynı görünüyor, çoluk çocuk yaşlanmış bitmiş görünüyorlardı. Bu da hayatın bir başka perde arkasıydı tabi ki.
O gün güzel bir gündü benim için. Herkesi bir arada görmenin sevinciyle mutluluklara ve sevinçlere doymuş bir şekilde geri dönmüş, dönerken de taşlarımı almıştım. Her zamanki gibi insanları, güneşli havasıyla karşılayan Ağ baba, bizleri yağmurlu açık havasıyla uğurlamıştı.
Ağ baba Dağları’nda yatan şehitler; “Tamam artık süreniz doldu, gidin.” der gibi, çiseleyen yağmurlar arasında geri dönmüştük. Hoşça kal yüreğimin yarısı Ağ baba… Hoş çakal çocukluğum Ali sofu…
Şu an şu satırları yazarken gecenin üçü ve ben uyuyamadım. Biliyorum şu an birçok insan uykuya dalmıştır. Ey uykuya dalan kendi küçük, sesi büyük beyaz gelin Sarıkamış! Biliyorum sen yine de uyumuyorsun, yani sendekiler. Bağrında uyuttuğun; Çanakkale'ler, Edirne'ler, Türkiye'nin yedi bölgesi, yedi ananın çocuğu da sendedirler…
Allahın izniyle gün gelecek
Seksen ikinci ödül, seksen ikinci madalya, seksen ikinci alkış sen olacaksın. Seksen ikinci il Sarıkamış; Seni seviyorum Türkiyem.
Yüreklerde bir tükeniştir Özlem. Geçmeyen derin sancıdır dalan Gözlerde.
Sen çocukluğum ve Hayallerim. Boğuyorsunuz Seni, Kilitlediğim çekmecelerde beni.
DİLEK EJDER
(Not: eski soyadı DİLEK FIRAT'TI)
Dilek FıratKayıt Tarihi : 5.4.2008 13:22:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Dilek Fırat](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/04/05/iste-geldim-sarikamis-2-ani-oyku-denemeler.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!