“Orda bir köy var uzakta”
Bozkırın tam ortasında
Bana her zaman kucak açan
Ara sıra gidip gezdiğim
Tozum tozum yollarında tozduğum
Bazen de methiyeler dizdiğim
Selam sana...
Gölgesinde köhne dünyayı unuttuğum camiim
Ver elini öpeyim yiğit minarem
Sana geldim gözlerinden öptüğüm çeşmem
Ateşe yandıkça suyuna koştuğum çarem
Dur sarılayım bir yol ekin yerim, harmanım
Gözlerimde ferim dizlerimde dermanım
Arada bir rüyalarda gördüğüm
Hatıralar gırtlağımda kördüğüm
Elim ayağım beyaz saplı çakım
Söğütten sepetim, patlangacım, düdüğüm
Adımı kazıdığım kavak ağacım
Selvi boylu ağabeyim
Ve al yanaklı bacım
Okulum, sınıfım, bayrak direği
Şu kuytu köşe benim sırdaşım
Birkaç kırık tebessüm,
Ve ardından gözyaşım...
Orda evimiz
Köyün alt başında
Babam yapmış
Çok değil otuz, otuz beş yaşında
İki katlı, altı ahır, çatısı var
Birde tandırlık yanı başında
Hayat oyunumun çocukluk sahnesi
Perde perde senaryosu, güftesi
Avlusunda, duvarında, taşında
Ve unuttuğum her yumuşun suflesi
Gül yüzlü Anamın çatık kaşında
Özgürlük bestesini rüzgârından duyduğum
Koruluğunda, yamacında
Boynu bükük öksüz oğlan gördüğüm
Büklüm büklüm sokağında
“Çiğdem çiğdem çicecik! ” diye gezdiğim
Bostanında, bağında
Türküler söylediğim
Bir başına yaylam, otağım, köyüm
İşte ben o köylüyüm.
13 Şubat 2013/Yozgat
Kayıt Tarihi : 12.12.2014 09:37:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
ÇAKI Bir Temmuz akşamıydı. Olanca hüznümü yüzüme takınmış, tandırın damından avluya inen ahşap merdivende, öylece oturuyordum. Sabırsızlıkla annemin alt kattan çıkmasını bekliyordum. Mutlaka yüzümdeki ifadeyi fark edecekti. Kaşları hafiften çatılacak ama dudakları o tatlı gülümseme ile belli belirsiz yayılacaktı yanaklarına doğru. Ve bir kez daha, hem Annem hem de Babam olacaktı. Derken elinde bir bakraç süt ile çıktı ahırdan. Eve çıkan merdivene yöneldi. O an beni fark edip beklediğim soruyu sordu. ”Neyin var gene? ” “Hiiç” “Var var. ” “Yok yok… Niye benim bir çakım yok” “…” “Arkadaşlarımın hepsinin var, benim yok. Hakanın, Cüneyt’in, Servetin… Babaları almış. Yazıda yabanda çıkarıp hava atıyorlar. Sen de bana alsana bir tane” “Ben de senin çıkınına koyuyorum ya oğlum bıçak” “Ama anne o… meyve bıçağı, onunla …” Sesim titredi, daha fazla devam edemedim. Annem gırtlağıma takılan düğümleri fark etti. Bir süre sessiz bekledi. “Tamam, şehre gidince dayına söylerim, bir tane de sana alırız. Az idare et.” Sözleri bitince tekrar eve yöneldi. Yüzünde o her zamanki tarifsiz ifade vardı. Ben bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Aslında içinde fırtınalar kopuyordu ve o fırtınalar mazinin küllerini öyle bir savuruyordu ki, adeta onu boğuyordu. Fakat O, bunu yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu. Böylece dosta düşmana acziyetini belli etmemiş oluyordu. Merdivenden çıkarken “Birazdan sofra hazır olur, eve çık. Tandırda ekmek suladıydım, gelirken o nu da getir.” deyip kapıdan içeri süzülüdü. Şehre gidip geldiği günün üzerinden daha bir hafta geçmemişti. Kim bilir bir daha kaç ay sonra işi düşer de giderdi? Dakikalarca öylece kala kaldım. “İçeri gel artık. Ekmeği unutma! ” *** Mütevazı yer soframızda yemeğimizi yedik. Bir süre sonra, hiçte uykum olmadığı halde odaya çekildim. Nedense annemin o gün toplamadığı yer yatağına uzandım. Aklım hep çakıdaydı, bir türlü unutamıyordum. Saatler gece yarısını gösterirken son birkaç gündür olduğu gibi ben hala yatağımda dönüp duruyordum. Sonunda yapabilecek bir şey olmadığını anladım. Anlaşılan dua etmekten başka çarem yoktu. “Allah’ım! Ne olur benimde bir çakım olsa. Ben de zincirle kemerime taksam. Rengi de… Şey olsa… Sarı… Yok, o Cüneyt’inkinin rengi. Kırmızı… O da Servet’te var. Hakan’ın çakı kemik… En iyisi hiçbir renk olmasın Allah’ım, beyaz olsun benimki. Beyaz sapı ve zincir takacak kulpu olan bir çakı. N’olur Allah’ım, n’olur! ” *** Ertesi gün, annemin o sevgi dolu müşfik sesi ile uyandım. Adeta, bir gün önce yaşadığım hüznü unutturmak istercesine anlamlıydı. Sebebini bilmediğim, çok farklı bir huzur vardı içimde. Kahvaltıdan sonra annemin hazırladığı azık çıkınını sopama takıp omzuma attım. Yola çıkmaya hazırdım. İneğimiz; Sarıkız ve onun yavrusu Şendana ile balağımız Yastık ahırdan çıkmış beni avluda bekliyorlardı. Onları da önüme katıp yola koyuldum. Sarıkız’ın ismi, ben kendimi bildim bileli Sarıkız idi. Fakat yavrusunun ismini şehre gittiğimde gördüğüm bir kasap dükkânının isminden etkilenerek ben koymuştum. Sanki bu ismi verirsem o kasabın hışmından bu hayvanı korurmuşum gibi bir duyguya kapılmıştım. Yastık’a gelince; Annemin kilim tezgâhında dokuduğu iki takım yastık kılıfı karşılığında bize verilmişti. İşte bu yüzden ona annemle birlikte Yastık ismini vermiştik. *** Arkadaşlarım her zamanki buluşma yerinde beni bekliyorlardı. Onlar da azıklarını, kazma ve küreklerini omuzlamışlardı. Hayvanlarını İbaş Dede çeşmesinde oyalıyor, şen şakrak sohbet ediyorlardı. O gün farklı bir istikamete gidecektik. Bir yandan hayvanlarımızı otlatırken bir yandan da göl göverip, bostan sulayacaktık. Çeşmeye yaklaştığımda, Şendana hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başladı. Annesinden ve sürüden ayrıldı. Düz yolu bırakıp hoplaya zıplaya çeşmenin arka tarafına yöneldi. Eski çeşmenin ve havuzunun kalıntıları vardı burada. Ören çukurlarından birine düşüp sakatlanabilirdi. Ben de peşinden o tarafa yöneldim. Niyetim Şen dana’yı kontrollü bir şekilde yeniden yola yönlendirmekti. Takılıp düşmemek için bastığım yerlere dikkat ederek ilerliyordum. O, yerdeki şey de neydi öyle? Olamaz… İşte oradaydı. Yoksa hala rüyada mıydım? O nu yerden alıp açtım ve sol avucumun içine hafifçe batırdım. Canım yandı. Gerçekti… Çakı… Hem de beyaz saplı. “Gerçek… Allah’ım çok şükür…” *** Arkadaşlarımın yanına koşup çakıyı onlara gösterdim. İlk şaşkınlığımı atlattıktan sonra birden durgunlaşıverdim. Bulduğum bir şey benim olabilir miydi? Onu öylece cebime koyup evime götüre bilir miydim? Bana öğretilen ve öğütlenenlere pek uyuşmuyordu bu düşünceler. Bu takıntımı arkadaşlarımla paylaştım. Birkaç dakika süren tartışmaya Hakan nokta koydu. Çeşmenin üzerine çıkıp, “Çakı buldum! Sahibi var mı! ” diye üç defa bağıracaktım. Bir yanıt alamazsam, o nu arayan sahibi bir gün karşıma çıkıp sorana kadar kullanacaktım. Öyle yaptım. Etrafta pek kimsecikler yoktu ama bize göre yine de vazifemizi bu şekilde yapmamız icap ediyordu. Caminin yanından geçerken sergiciden, kavun alıp Başpınar’ a doğru yola koyulduk. Şakalaşarak, İtişe-kakışa yol alan arkadaşlarım önümde sessiz bir filmin figüranları gibiydiler. Konuşulanları hiç duymuyordum. Geriden geriden ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Öğleyin azıklarımızı yerken, artık benimde kavun dilimleyecek ve çatal niyetine kullanacak bir çakım olduğunu düşünüp için için seviniyor, dışın dışın gülümsüyordum. *** Beyaz saplı çakıyı bulmamın üzerinden yaklaşık iki buçuk ay geçmişti. Dokuzuncu yaşımın sonlarına doğru geliyordum. Eylül ayının sonbaharı başlatmaktan başka daha nice hazanlara gebe olduğundan habersiz, dolu dolu geçirdiğim yaz aylarının ardından bir boşluğa düşmüş gibiydim. Kendimi yalnız ve bir garip hissediyordum. Geçtiğimiz günlerde beyaz saplı çakımı kaybetmiştim. Günlerdir arıyordum ama bulamıyordum. Arkadaşlarım la birlikte, geçtiğimiz tüm yollara, gittiğimiz her bağa, bahçeye bakınıyorduk ama nafile. Takvimler 11 Eylül 1980 i gösteriyordu. O akşam yine erken yattım ve çakımla geçirdiğim haftaları düşünmeye başladım. Ben onunla; kavun karpuz yemiş, meşeden sopa kesmiş, söğütten patlangaç, düdük, sepet yapmış, iğdeden yün çubuğu yontmuş ve kavak ağacının gövdesine sevdiğim kızın ismini kazımıştım… O benim elim, ayağım her şeyim olmuştu. Onunla daha güçlü oluyordum sanki. Ama artık yoktu. Ama olsun, zaten son bahar gelmişti. Okullar da açılıyordu. Yani Ona pekte ihtiyacım olmayacaktı. Hem… Hem kim bilir beyaz saplı çakı, hangi çocuğun rüyalarını süslemeye ve dualarına icabet etmeye gitmişti. Hem birkaç ay içinde, bütün bu bozkır, kara kışa teslim olacaktı. Üstelik benim son birkaç gündür geceleri düşündüğüm yeni şeyler de vardı. Çok yakında bastıracak olan o çetin kışta perişan olmamam için kışlık potinlere ve bir de gocuğa ihtiyacım olacaktı. Ve görünüşe göre dua etmekten başka çarem de yoktu. “Allahım! …” Abdurrahim ZARARSIZ.

TÜM YORUMLAR (20)