ISTANBUL, İstanbul’um ve ben. Sendeyim, seninleyim, seni seyrediyorum… Karşımda Haliç ve binlerce rengarenk ışıklar, hayran olduğum yakamozlar. Saatlerce izlesem, bıkar mıyım sanırsın? Bıkabilmem mümkün mü? İçimde, yüreğimin bir köşesinde öyle bir yerin var ki, hiç birşey ve hiç kimse o yeri dolduramıyor. Sen yoksan, ben sensizsem... ne büyük bir boşluk ki bu, ateşler içinde benliğim kavruluyor.
Bir martı geçiyor önümden, ne güzel de süzülüyor göklerinde. Ben de o martılardan birisi olabilseydim, semâlarında gezinebilseydim, hiç ayrılır mıydım senden? Ben bir martı, sen ve deniz, baska birşey ister miydim hiç?
Sana olan sevgim, sana olan özlemim, senin ulaşılamaz olmandan, ya da seni bulup bulup kaybetmekten belki de? Ya içimde yanan ateş ve beni saran alevler? Onlar ne biliyor musun? Onlar benim sende bıraktığım, sende unuttuğum öbür yanım, çocukluğum, hayallerim, ümitlerim. Bir unutulmuş ben var sende. Sana her gelişimde, her kavuştuğumda, aradığım bir ben var, özlediğim bir ben var....
Onu bulamasam da, seninleyken onu hissediyorum, ona ne kadar yakın olduğumu hissediyorum. Kendime yaklaştıkça, içimdeki boşluğun kapandığını farkediyorum, içimde birşeylerin kıpırdadığını farkediyorum. Garip bir duygu sarıyor içimi. Sana kavuşunca, mutluyum diyebiliyorum ve ardından mutlulukla karışık bir hüzün kaplıyor içimi... Sana kavuşmak, seninle olmak ve senden ayrılacağımı bilmek, “Bir daha ki sefere...” demek... Yine ayrılık, yine özlem ve yine içimi kavuran hasretin. Ama sonra...
sana kavuşma heyecanı, yürek çarpıntıları, içimin ürpertileri ve yine sana kavuşmak. Ne kadar da ‘Bir daha kavuşacak mıyım sana
acaba? ’, desem de, ümidimi hiç yitirmiyorum. Benim ümidimi yitirmem, seni unutmak olur, sende bıraktığım beni unutmak olur, seni kaybetmek olur, kendimden vazgeçmek olur. Oysa ben biliyorum, sen benimsin, ben sendeyim. Bir gün bana beni vereceksin, beni bana kavuşturacaksın... Bunu da biliyorum.
Nice gönülleri bağrında saklamak, nice ümitleri içinde gizlemek, öyle güzel yakışıyor ki sana. Bir beyefendi kibarlığıyla, bir hanımefendi edâsıyla duruyorsun hep karşımda. Beklesem mi, daha da mı beklesem, sana kavuşmak için, kendimi bulmak için? Yoksa sorular sorsam sana, birşeyler söyler misin, cevap verir misin...?
Bir martının kanatlarına mı gizledin benim hayallerimi, benim özgürlüğümü? Yoksa yakamozların rengarenk pırıltılarında çocukluğum mu gizli? Ya denizin derinliklerinde, orada yüreğimin en gizli, en ışıksız köşelerini mi barındırıyorsun yoksa? Belki de bu yüzden yakamozları seyretmekten kendimi alamıyorum, her seferinde bu yüzden belki bir çocuk gibi gözlerimin içi parıldıyor. Martılarda gizliyse hayallerim, belki de bu yüzden onları seyrederken hayallere dalıyorum, özgürlüğümü arıyorum ve onlar gibi özgürce uçmak istiyorum. Denizi seyrederken, öyle derinlere dalıyorum ki, bazen denize atlayıp o dalgaların arasına karışmayı düşlüyorum, dalgalarda kaybolup, denizle buluşmak istiyorum.
Sence ben kendimi bulmak üzere miyim? Ya da, ne yapmam gerekiyor, beni bana vermen için? Daha çok sevgi mi istiyorsun, daha cok aşk mı? Daha çok özlem mi çekmem gerekiyor, daha çok hasret mi? Daha fazla acı mı duymam gerekiyor, sana kavuşmam için? Yoksa sana kavuşmam için ölmem mi lazım? Ölünce toprağına karışıp seninle bir olmam mı gerekiyor? Zaten ölünce hiç ayrılmayacağız, bunu biliyorum ben. Ama ben seni yaşarken yaşamak, ben seni bu beden ve bu canla hissetmek istiyorum.
Bunu benden esirgemiyeceksin, değil mi? Biliyorsun, bir yanım hep eksik, hep yarım. İçimdeki boşluk her geçen gün büyüyor, o boşlukta kaybolmaktan korkuyorum.
Oysa beni bana verdiğinde, ben seni bulduğumda, o boşluk yok olacak, diğer yarım, eksik yanımı tamamlayacak. O zaman bir bütün olacağız, birbirimize kenetleneceğiz, daha da çok seveceğiz, daha çok özleyeceğiz ve o zaman içimizi yakan özlem ateşi yok olacak ve yerini yalnızca aşk ateşine bırakacak ve işte o zaman, hiç ayrılmayacağız, ölene kadar ve öldükten sonra da hep birlikte olacağız.
Biliyorum, sana her kavuştuğumda, bana biraz daha benden bir parça veriyorsun. Haklısın, belki de tümüyle beni bana versen, kendimle karşılaşmayı kaldıramazdım ve belki de tanıyamazdım kendimi…
Bu sefer de bir hayal verdin bana, bir rüyâ sundun,...güzel bir rüyâ. Hiç aklımdan geçmeyen, tahmin dahi edemeyeceğim bir rüyâ. O rüyâda ben vardım, benim bir parçam gizliydi, varlığını dahi unuttuğum bir parçam. Bana, „Bu rüyâ senin, istersen, sen göreceksin, elini uzat ve al! “ dedin. Biliyor musun, hiç düşünmeden, istiyerek o rüyâya daldım, ne olup olmayacağını kestiremeden hatta. O rüyâyı görmem gerekiyordu, o rüyâ bana aitti, bunu hissettim. Herşeye hazırdım, acılara da, hayal kırıklıklarına da. Ama diğer bir yanı daha vardı... mutlu olacaktım, bir rüyâ da olsa, unutmuş olduğum mutluluktan tadacaktım. Uyanacağımı bildiğim halde ve bu mutluluğu sadece bu rüyâda hissedilebileceğimi bildiğim halde, bu rüyâyı görmeliydim. Bu benim için çok önemliydi, çünkü ben mutlu olmayı unutmuştum, çok uzaktı benim için mutluluk ve mutlu olma sanşım her geçen gün azalıyor gibiydi.
Evet, bir hayalim ve bir rüyâ. Uyanacağım, biliyordum. Ama o kadar güzel bir rüyâydı ki, içimi hiç acıtmıyordu, içimde duyduğum mutluluk, acıları geçici de olsa bastırabiliyordu. Bazi rüyâlar vardır ya hani, rüyâda hissettiklerin hisler günlerce içini ısıtır, uyanmışta olsan, onları hissedersin. Belki, bu rüyâdan uyandıktan sonra içimdeki bir takım acılar yok olacak, belki hissettiğim mutluluk sonraları da hep içimde olacaktı. Önceleri mutluluk kavramına inanmıyordum, mutlu olabileceğimi düşünmüyordum. Ama şimdi bu rüyâda mutluluğun varlığına inandım, hissedebiliyordum. Öyle müthiş, öyle unutulmuş, öyle yeni bir duyguydu ki bu...
Deniz kıyısında oturmak, sevdiğim, vazgeçemediğim deniz ve benim sahilim, dalgaların coşkusuyla ayaklarımın ıslanması, içimi saran denizin kokusu, süzülen martılarım ve benim için flütle çalınan bir parça, bir parça ve bir parça daha... Martılar dayanamayıp dinlemeye gelmişlerdi, yüzlerce martı, çığlıklarıyla içimdeki coşkuya eşlik ediyorlardı. Gözlerimi kapayıp denizin dalgalarının sesini, taa içime işleyen, yüreğimin gizli köşelerine kadar inen o flütün sesini, o notalari, o an beynime ve benliğime kazıyordum âdeta. O coşkuya dayanamadım, içim içime sığmıyordu ve gözlerime birikti içime sığdıramadıklarım. Gözlerim alevlendi, gözlerim dayanamadı bu ateşe, sonra yaşlar doldu gözlerime ve süzüldüler, elimde olmadan, mani olamıyordum buna... Ben ağlıyordum, ama bu sefer mutlu olduğum için ağlıyordum, böyle bir mutluluğu yaşadığım için ağlıyordum, mutlu olmayı başarabildiğim için ağlıyordum. Hatta sevinçten çocuklar gibi zıplamak ve çığlıklar atmak geliyordu içimden, haykırmak istiyordum mutluluğumu dünyaya, insanları kucaklamak ve onları ne kadar çok sevdiğimi söylemek istiyordum... ve uyandım.
Bu rüyâyı sende yaşadım, sen yaşattın, kendime bir parça daha yakınım artık, bir parça Istanbul’umu daha buldum şimdi. Kimbilir, belki seni tümüyle bulurum hiç ummadığım bir zamanda, hiç ummadığım bir mekânda. Kendimi bulurum o zaman, beni bulurum...
Ben Istanbul olurum ve sana “Istanbul senmişsin! ” derim, belki bir gün, belki bugün, belki yarın. Ama bir gün, bir yerde, mutlaka....
(Istanbul, Nisan, 2004)
Mine GülKayıt Tarihi : 26.4.2004 02:40:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




suyunu yokluğuna doldurup
toprağını yakıp
İdtanbul gitti...
Belki de birileri götürdü
İstanbul'u diye
İstanbul'u...
Sen ve Ben
Bir aşk hikayesi gibi bir şey.
yüreğinize kaleminize sağlık
TÜM YORUMLAR (7)