İsra Suresi (tefsir Çalışması)

Osman Erdoğmuş
563

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

İsra Suresi (tefsir Çalışması)

50. İSRA SURESİ
Mushaftaki sıralamada 17, iniş sırasına göre 50, suredir. Kasas suresinden sonra, Yunus suresinden önce Mekke döneminde inmiştir.
İsra suresi, gece yürüyüşü anlamına gelen adını ilk ayetinden alır.
Surenin 2-8. ayetlerinde İsrailoğullarından bahsedildiği için ashap döneminde “Benî İsrâil suresi” diye de anılırdı. Ayrıca ilk kelimesinden dolayı “Subhan suresi” diye de anılmıştır.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Meşhur görüşe göre bu gece, Recep ayının yirmi yedinci günü olan Pazartesi gecesidir.
Miraca hazırlayan olaylar.
Boykot yılları. Nübüvvetin 6 veya 7 yılında başlayan takriben 3 yıl süren Mekke’nin tarihinin karardığı dönem.
Önce Amcası Ebu Talip vefat eder.
Ardından sevgili Eşi Hz. Hatice validemiz.
Amcasının tavsiyesi üzerine Evlatlığı Hz. Zeyd ile Taif’e gider ve hoş karşılanmaz. Hatta taşlanır.
Addas ile tanışır.
Dönüş yolundaki duası
“Ya Rabbi! Kuvvet ve kudretimin en zayıf hâliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim değersizliğimle Sana yalvarıyor, Sana sığınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun?
Eğer Sen bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Ancak Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Öfke ve gazabına uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Sadece Sana sığınır ve Senin rızanı dilerim. Senden başka kuvvet ve kudret yoktur!”

Rasûl-i Ekrem son olarak ‘amca’ diye hitap ettiği Nevfeloğullarının lideri Mut’im b. Adiyy’e kendisini himaye etmesi için haber gönderdi. Mut’im b. Adiyy, oğullarıyla birlikte silahlanarak derhal harekete geçti ve Efendimiz aleyhisselâm’ı Mekke’ye getirdi.

Miracın beden ile,
Miracın ruh ile
Miracın hem beden hem ruh ile yapıldığı

Peygamber Efendimiz Miraçda yüce Yaradan'a şunu söylemiştir :
- "Ettehiyyatü lillâhi vassalevâtü vattayyibât..."
Hayat sahibi varlıkların hayatlarıyla sundukları ibadetler, dualar ve bütün güzel söz ve davranışlar ALLAH'a mahsustur...
Ve ALLAH'tan ona Selâm :
- "Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu va rahmetillâhi ve berakâtuhu..."
Ey Nebî, Selâm, ALLAH'ın rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun...
Peygamber efendimiz de şu şekilde karşılık vermiş :
- "Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn..."
Selâm bize ve ALLAH'ın salih kullarının üzerine olsun...
Bu konuşmaya tanık olan melek Cebrail Kelime-i şehadet getiriyor :
- "EŞHEDÜ EN LA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASULUHÜ..."
Şehadet ederim ki ALLAH'tan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir...

MİRAÇ KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN...

MİRACIN MÜJDELERİ

1. MÜMİN OLARAK ÖLENLERİN CENNETE GİTMESİ
2. 5 VAKİT NAMAZ
3. AMENERRESULÜ BAKARTA 286-286

HZ. EBUBEKİR’İN DURUŞU.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

1. SÜBHANALLAH: Tesbihe lâyık olan, gündemde tutulmaya, övülmeye, yüceltilmeye lâyık olan. En mükemmel sıfatların sahibi, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah. Yüceler yücesi olan. Allah her şeyi işiten ve bilendir, her şeyden haberdar olandır.
ESRA: " kavramı "Sery" kökünden türemiştir. Gece yolculuğu, gece yürüyüşü demektir. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan “göklere yükseltilme” safhasının da dahil olduğu tamamı ise “yükselme, yukarı tırmanma” anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve “yükselme vasıtası, aleti” manasına gelen Mirac kelimesiyle ifade edilir.
Yaygın kabule göre Miraç, peygamberliğin 12 veya 13. Yılında, bazı kaynaklara göre 9. yılında; vuku bulmuştur.
Bir gece Hz. Peygamber Kabe’nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî’nin evinde) “uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken” Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs’e götürdü.
Resûlullah’ı burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar.
Peygamber’in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah’ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği “Tahiyyat” duasındaki diyalogun mi‘rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir.
BİABDİHİ, kulunu. Yani aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle. Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu olduğunu aklından çıkarmayacaksın. Hz. İsa gibi ilahlaştırmayın.
MİN AYATİNA; Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor yani hepsini değil. hepsini sadece Allah görür.
MESCİD-İ AKSA; en uzak mabed anlamına gelir. İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor.
Bazı tefsirciler Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğunu iddia ettikleri uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Buraya kadar inanmamak insanı küfre götürür.
Bu Ayet-i Kerimeden şöyle bir sonuç çıkarabiliriz.
A. O’nu içkinleştirmeden anlayın bu olayı ey insanoğlu, ey muhatap. peygamberin insani, beşeri varlığı. Peygamberi beşer üstü bir vasıf vermeden anlayın.
B. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik. Her şeyi gördüğü gibi anlamayın.
C. Her şeyi gören ve her şeyi bilenin, işitenin Allah olduğunu unutmayın.
2
2. VEKİL; Sözlükte “işinin görülmesini başkasına havale etmek” anlamındaki vekl (vükûl) kökünden türeyen vekil “işin havale edildiği kimse” demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” manasına gelir.
Kefil ve şahitten ayrı. Kefil ve şahit müdahil değildir, sadece geriden şahit olur. Ama vekil öyle değildir. Vekil, vekalet ettiği şeye müdahale eder.
Burada hemen Musa peygambere verilen vahye getirilmiş söz. Burada açıkça şu gerçek vurgulanıyor ki; İlahi vahiylerin kökeni birdir. Kur’an daha önce gönderilmiş ilahi vahiylerin içeriğini bünyesinde taşır. Vahiyler birbirinin devamıdır. Peygamberler birbirlerini yalanlamazlar filozoflar gibi, birbirlerini tasdik ederler. Ey bu vahyin muhatapları, iyi bilin ki daha önceki vahiylerin oturduğu ana esaslar bu vahiyde de vardır ve bu vahiy onların temellerini içermiştir.
3. Diğer taraftan insanlık, Âdem (a.s.)’dan sonra tufanda Hz. Nuh’la birlikte gemiye binen sayılı birkaç müminin neslinden çoğalıp gelmiştir. Dolayısıyla burada tüm insanlık âlemine asılları ve geldikleri yollar hatırlatılarak, ataları Hz. Nuh gibi onların da Allah’ın her türlü nimetine şükretmeleri istenir.
Hz. Nuh’a getirildi söz? Çünkü o insanlığın 2. babası. Yani şu gerçek vurgulanıyor; Ey insanoğlu senin atan muvahhitti. Hem 1. atan Adem, hem 2. atan Nuh muvahhitti. Dolayısıyla atalarımızdan böyle gördük, biz babalarımızdan böyle gördük diye mazeret ileri süremezsin.
4. İsrailoğulları hakkında hükmün yazıldığı kitap, bütün ilâhî kitapların da kaynağı mahiyetinde olmuş ve olacak her şeyin içine kaydedildiği Levh-i Mahfûz olabilir.
İsrailoğulları, yaşadıkları bölgede yaptıkları büyük fesatlar neticesinde bir takım musibetlere maruz kalmışlardır. Söz konusu edilen fesat ve ona mukabil verilen cezaların, bu ayetlerde önemli olan ikisine işaret edilmektedir. Hem Tevrat ve İncil’de, hem de tarihi kaynaklarda bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Kısaca belirtmek gerekirse bu iki felaketten kastın şu hâdiseler olduğu söylenebilir:
Onların maruz kaldıkları ilk felaket M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtunnasr’ın istilasıdır. O Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i yerle bir etti. İsrailoğulları’nı Filistin’den sürüp çeşitli ülkelere dağıttı. Bir kısmını da Babil’e götürdü. Onlara verilen ilk ceza budur. İsrâiloğulları’nın bu felakete uğramalarının sebebi olarak Hz. Zekeriya’yı öldürmeleri ve Ermiyâ’yı hapsetmeleri zikredilir.
M. S. 70’de Romalı Titus Kudüs’ü alıp yahudileri kılıçtan geçirdi. Beyt-i Makdis’i yaktı yıktı. Ayette bildirilen ikinci felaket de bu olabilir. Bu felâketin sebebi olarak da Hz. Yahya’yı öldürmeleri veya Hz. İsa’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri zikredilir.
İkinci ceza için bir de şu ihtimal vardır. Siyonizm, Batının süper güçlerinin desteğiyle İsrail devletini 1948’de kurdu. Üç milyon kadar Filistinli Müslümanı yurtlarından kovup, yetmiş yıldan beri İslâm dünyasını kana ve ateşe verdi. Dolayısıyla bu ayet, mazlum müslümanların haklarını alıp vatanlarına kavuşacaklarına da işaret olabilir.
5. Hz. Musa’nın ölümünden sonra İsrailoğulları’nın Filistin’deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat’ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarını peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde “ilk vaad” gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler’in Kudüs’ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi’ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir.
Kendilerinin kutsal kavim olduğunu ileri sürüyorlardı, her zaman da bu iddiadadırlar. Dünyanın diğer insanları onlar için 2. sınıftır, goyim’dir. Hem; başkası öteki, hem de kafir manasına gelir İbranicede. Goyim’in bir tek vazifesi vardır Allah’ın seçilmiş kavmine hizmetçilik. Onun için onlar biz Allah’ın dostları ve oğullarıyız diyorlardı. İbrahim peygamberden dolayı diyorlardı. Ama diyor ki Allah’ın koyduğu tarihin yasalarının dışında değilsiniz siz.
Belki bugün bize de bir ima yok mudur bu ayetlerde. 3 kıtada at koşturduk İslam’a hizmet etmiş ataların çocuklarıyız diyen bizlere. Eğer ihanet ederseniz atalarınızın yaptığına bakılarak ihanetinizin üstü örtülmez denilmek istenmiyor mu. Aslında bu tavrınız bir Yahudileşen İsrail oğullarının tavrı denilmek istenmiyor mu, açık.
6. Pers Kralı Kyros’un milâttan önce 539’da Babil’i ele geçirdikten sonra İsrailoğulları’nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mabed’in inşası, Kudüs’ün imarı, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Diğer bir görüşe göre bu zafer Davut'un Calut'u öldürmesidir.
7. Bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilâflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun iş birliği yaptığı Romalılar Kudüs’ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63); bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin ikinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur.
Bundan sonra 1948’e kadar Filistin’de yahudi hâkimiyeti kurulamamıştır.
İnsanın bela bulması için Allah’ın özel olarak onu kahretmesi gerekmez. Yardımını çekmesi yeter. Çünkü insan ayakta duruşunu Allah’a borçludur. Dünyaya gelişini borçlu olduğu gibi ve bu borcunu ebediyen ödeyemeyecektir. Takva; borcunu ödeyemeyeceğinin farkına varmaktır. Eğer Allah’a olan borcunun farkına varırsa, Allah ödemiş sayıyor ve borcunu sildiği gibi ona ek lütuflarda bulunuyor. Onun için insan Allah’a olan borcunu ebediyen ödeyemez, ödeyemeyeceğini itiraf etsin kafi.
8. Buradaki hitap hem Resulullah (s.a.s.) döneminde yaşayan yahudilere, hem de onlar üzerinden İslâm’a açıktan cephe almış bulunan müşrikleredir. yahudiler, atalarının başına gelen musibetlerden ibret almaya, Allah Resulü (s.a.s.) karşısındaki konumlarını gözden geçirerek aynı felaketlere maruz kalmamak için dikkatli davranmaya davet edilirken; müşriklere de inkârlarından vazgeçtikleri takdirde Allah’ın rahmetine erecekleri bildirilir. gerek yahudiler gerek müşrikler olsun küfür ve isyandan vazgeçmedikleri takdirde ise ateşten ebedi bir zindan olan cehennemle uyarılmaktadırlar.

Fakat Medine döneminde yahudiler, Kur’an’ın bu davetine menfi cevap verdiler, kin ve hasetleri sebebiyle Allah Resulü (s.av)’i yalanladılar, Efendimiz (s.a.s.) ile anlaşma yapmalarına rağmen anlaşmayı bozup müslümanlar aleyhine Mekke’li müşriklerle işbirliği yaptılar. Cenab-ı Hak da Nadir, Kurayza ve Kaynuka yahudilerine bu dünyada layık oldukları cezayı verdi.
Bundan sonra yine bozgunculuk yaptılar. Bu sefer de başka kulları başlarına musallat etti. Böylece günümüze kadar geldiler. Bu asırda ise "Hitler" başlarına musallat oldu. Bugün de "İsrail" olarak tekrar bozgunculuğa başladılar. İsrail, oranın sahibi olan Araplar'a işkencenin binbir çeşidini tattırdı. Yüce Allah kesin olan vaadini doğrulamak ve değişmeyen yasasını yürürlüğe koymak için onlara azabın en acısını tattıracak bir milleti gönderecektir. Hiç şüphesiz yarın, bekleyeni için çok yakındır.
Ayette dikkatinizi çekmiştir rabbüküm. Rabbinizden, zamir nereye geçiyor bakınız. Udna, na zamirine, bize geçiyor. Rabbüküm, udna. Yani sizin rabbiniz, biz döneriz. Bu ayette gördüğünüz bu zamir sıçraması Kur’an ın bir çok yerinde görülür. Allah hakkında ki zamirler, aynı ayette 3 ayrı zamirin kullanıldığını görürsünüz. Burada olduğu gibi bakarsınız bazen 1. tekil şahıs kullanılır, bakarsınız çoğul şahıs kullanılır. Bakarsınız bazen 3. tekil şahıs, O kullanılır. Neden? Öncelikle bunun nedeni Allah’ın insan zihninde kişileştirilemeyeceği gerçeğidir. Yani hiçbir şahıs zamiri, kişi zamiri onun gerçek varlığına işaret edemez. Sadece ve sadece bir imadır.
9. Kur’an’ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, “en doğru olana götürmesidir. “En doğru olanla ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: Öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur’an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir.
Sapıtan İsrailoğullarından Kur’an a geçiyor bu ayet. O örneği bitiriyor ve hemen Kur’an vahyine geçiyor. Onlar vahye ihanet ettikleri için Yahudileştiler diyor muhataplarına, biz müminlere. Sizde Kur’an a ihanet ederseniz bu ayetin verdiği öğüt bu. Siz de Kur’an a ihanet ederseniz eğer Yahudileşirsiniz tıpkı İsrailoğulları gibi.
Vahiyler birbirini destekler, temel ilkesini de veriyor bu.
10. Öte yandan Kur’an ahirete inanmayanlara Allah’ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur’an’ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate karşı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur’an’ın bu uyarıları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
Süfyan-ı Sevri’nin Kur’an’ın rehberliği ile ilgili şu tespit ve niyazı pek güzeldir: “İlâhî! Hayvanları çoban güder ve onları yanlış yola sapmaktan korur; çekip çevirir. Benim hâlim ne olacak? Kitâbın önümde. Ama kendimi ona veremiyorum. Bu yüzden o beni, boş arzularımdan çekip alamıyor.”
3
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, “Allah’ım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır!” (Enfâl 32) gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen ayette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, makul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam!” şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği de iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir ( Bakara /216).
Ayetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir zaafa işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya inandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsanî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte ayet-i kerime bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. ayette “en doğru olana götürdüğü bildirilen Kur’an’ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
ve kânel İnsanu acula zira insan çok acelecidir. İnsan soyuna hitap bu ayette. Herhangi bir zümreye değil, tüm insanlığa hitaba geçti Kur’an ve dedi ki insan aceleci bir varlıktır.
18. ayette gelecek olan dünyevileşmenin temelinde yatan zaafa dikkat çekiyor burada yani insanın dünyevileşmesinin en temelinde ne, hangi sebep yatıyor derseniz eğer, acelecilik, aceleyi istemek. Yani hemen sahip olmak.
Acele istemek bir zaafı getirir, bedel ödemeden elde etmek.
Acele istemek bir başka zaafı daha getirir. Yakındaki kötüyü uzaktaki iyiye tercih etme zaafı.
Acele istemek bir başka şeyi daha getirir, gözü uzağı görmeyip sadece hemen önündekilere dikme zaafı.
Acele istemek bir başka şeyi daha getirir, rantçılığı. Maddi manevi. Cennet rantçılığı olsun, dünya rantçılığı olsun. Çünkü acele isteyenler bedelini ödemeye pek yanaşmazlar. Onun için dünyevileşmenin en temelinde insanoğlunun acele etme zaafının yattığını bu ayetten anlıyoruz.
Eğer insanın acele ettiği gibi Allah’ta acele etseydi insan kendi soyunun köküne kibrit suyu dökmüş olurdu yeryüzünde. O nedenle Kur’an uyarır ..ve ‘asa en tekrahu şey’en ve huve hayrun leküm.. (Bakara/216) sizin hoşlanmadığınız bir şey ola ki hayırlı olur sizin için. Çünkü acele ettiğiniz zaman onu göremezsiniz.
Hoşlanmadığınız bir şeyin uzun vadede, mikro planda kötü gibi gördüğünüz bir şey makro planda iyi olabilir. Siz Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız en azından ya makro planı da hesaba katar, ya da en azından; “Benim bilmediğim bir şeyler var. Ya rabbi, benim görmediğimi sen görüyorsun sana itimat ediyor, güveniyorum.” dersin. İman budur işte.
Allah en iyisini bilir. Fakat siz, tabii ki sınırlısınız, insansınız, uzağı göremezsiniz. Onun içinde bilemezsiniz. Allah’ın bildiğine iman edin ve Allah’a güvenin. Güven mutluluktur aynı zamanda. Onun için iman eden mutlu olur. Onun için iman insana mutluluk getirir.
Şu altı yerin dışında acelenin şeytan işi olduğu söylenmiştir:
1- Vakit girdiğinde hemen namaz kılmak,
2- Cenazeyi hazırlanır hazırlanmaz defnetmek,
3- Evlenme çağına gelen kız çocuğunu evlendimıek,
4- Borcun zamanı gelince hemen ödemek,
5- Misafir gelince hemen karnını doyurmak,
6- Bir günah işlendiğinde hemen tevbe etmektir.
12. Karanlık ve aydınlık, pasajın temasına uygun olarak manevi karanlık ve ışığa göndermedir
Evet mesaj çok acık. Zaman belirleyici ay ve güneş gibi tüm unsurların tamamı, insana dünyanın geçiciliğini, hayatın sınırlılığını, ahiretin gerçekliğini, hesabın mutlaka geleceğini gösteren bir gösterge değil midir? Aslında öğüt isteyene gece ve gündüz yetmez mi? Gündüzü insan eğer doğru okursa hayata, geceyi doğru okursa kabre tekabül etmez mi. Yatak mezara yorgan mezar taşına tekabül etmez mi. Gece uykusu ölüme, sabah kalkışta bir; ba’sü ba’delmevt (Amentü) yeniden dirilişe tekabül etmez mi?
Aslında insan 24 saatte bir ömrü ebedi bir ömrü tekrar tekrar yaşamaz mı? Ve yine insan gündüzü nasıl geçirmişse bir günün gecesini öyle geçirir. Gündüzü güzel geçmiş bir günün gecesi güzel geçer. Rüyası bile güzel olur. Gecesi güzel geçen bir ömrün sabahı neden kötü olsun ki.
Ayettir diyor. Ayetler göstergelerdir, işaretlerdir, parmaklardır yani. Parmak ayı gösterirken parmağa değil aya bakmak lazım. Camdan bakmak lazım ki dışarıyı görebilesiniz cama değil.
13. Her insanın boynuna dolanan şey, onun amelinden doğan sonuçlardır. Yani amelden kendi payına düşen karşılıktır. Bu da onun işlediği amelleri ifade etmektedir. Boynuna dolanması ise, onun kendisine yapıştığını ve ondan ayrılmayacağını tasvir etmektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in metodunda soyut kavramlar somut bir şekilde canlandırılır, onlara şekil kazandırılıp net bir şekilde ortaya konulur. Onun yaptığı işler kendisinden geri durmaz. İnsan da onlardan yakasını kurtaramaz.
(Tair) kelimesinden maksat iyi veya kötü, hayır veya şer insanın yaptığı bütün ameller ve bunlara terettüp eden sevap veya vebal, bahtiyarlık veya bedbahtlıktır. Boyuna takılan gerdanlık boyundan ayrılmadığı gibi, ne insanın ameli, ne de bunların neticeleri hiçbir zaman kendinden ayrılmaz. Bu ameller Allah’ın manevî âleme koyduğu kanunlara uygun olarak bir kısım şekillere bürünür. İnsanın manevi yönü bunlarla kıymet kazanır; yükselir veya alçalır, aydınlanır veya kararır. Nitekim Resulullah (s.a.s.) işlenen her bir günahın kalpte siyah bir leke oluşturacağını, abdest uzuvlarının da ahirette parlayacağını haber verir. İnsan, yaptığı iyilik ve kötülüklerin ahirette neye tekabül ettiğini dünyada göremese bile, öldüğü zaman bunları net olarak görecektir. Çünkü küçük büyük ne yaptıysa hepsinin yazıldığı amel defteri karşısına çıkacak, hepsinin orada kaydedilmiş olduğunu görecektir.
Araplarda kuş; Kader, kısmet, nasip, pay belirlemek için kullanılan bir hayvan. Araplar; Kader kısmet, nasip konusunda ki tüm öngörülerini kuş uçurarak çıkarırlardı. Kuşu uçururlar, kuşun sağa doğru uçuşundan bir yorum, sola doğru uçuşundan bir yorum, dikine uçuşundan bir başka yorum, yukarı yükselişinden bir başka yorum, aşağı inişinden daha kötü bir yorum elde ederlerdi.
Tabii bu çok ta sağlıklı bir şey değildi, uydurma bir şeydi, batıl bir itikattı. Kuş bu nihayetinde. Yani kuşa bağlı olarak kaderini tayin eden insanın aklı da kuş aklı olması lazım. İşte Kur’an burada Kuş akıllılara ki bu çağın kuş akıllılarına da Burçlara, fala, şuna buna bakarak uğurum, uğursuzluğum. Rakamlara, bilmem eşyaya uğur ve uğursuzluk yükleyen her kuş akıllıya bir öğüt veriyor ve onları uyarıyor ve diyor ki;
Bu nokta da eğer kaderiniz, kısmetiniz, nasibinizin nerede olduğunu. Uğur ve uğursuzluğunuzun nerede olduğunu görmek istiyorsanız bir takım eşyaya suç bulmayın. İşte bu uğurludur, bu uğursuzdur, 13 rakamı uğurludur bilmem kaç rakamı uğursuzdur, bilmem kaç rakamı uğurludur falan gibi kendi kendinize, eşyaya iftira etmeyin. Eğer dikkat edeceğiniz bir yer varsa kaderiniz kısmetiniz, nasibiniz, uğurunuz kendi boynunuzdadır.
14. İşte tefsiri hemen arkasından gelen ayettir bir öncekinin. Yani yapıp ettiklerinin tamamını kaydettiğimiz bir kitap koyacağız önüne diyor. Onun için ey insan kaderin seçmektir. Tercihinle belirliyorsun nasibini. Allah senin tercihine bakıyor ve nasibini öyle takdir ediyor. Çünkü sana irade verdi. Allah verdiği iradeyi görmezden gelmez.
"Kendine karşı İyi hesaplayıcı olarak" kendini iyi bir hesaba çeken olarak "kendin yetersin." Salihlerden birisi şöyle demektedir: İşte bu senin kitabın, dilin onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun şahitleri, kendi Hafaza meleklerine yazdıran sensin. Ona hiç bir şey eklenmediği gibi, hiç bir şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip inkâr edecek olursan, bu sefer bizzat senin kendinden senin aleyhine o hususta şahit olunacaktır.
15. Yüce Allah’ın hem adaletine hem de lutufkârlığına şahadet eden en açık örneklerden biri olan ve bir bakıma 13. ayeti açıklayan bu ayette çok kısa ama aynı zamanda açık olarak Allah’ın birbiriyle bağlantılı üç temel yasası yer almaktadır.
1. Herkesin yaptığı kendisinindir; doğruyu seçen kendi iyiliğine seçmiş, doğru yoldan sapan da kendi aleyhine sapmış olur.
2. Hiçbir mâsum kişi başkasının günahını, sorumluluğunu üzerine almaz, Allah buna izin vermez, ilâhî yasada ilke olarak sorumluluk şahsîdir. Buna göre toplu işlenen suçlarda herkesin sorumluluğu ve cezası kendisinin katkısı oranındadır. Şu halde hiç kimse kendi günahının, suçunun cezasını başkasının çekmesini ummamalıdır. Ayrıca haram olan bir şeyi başkası yapıyor diye kendisi de yapmamalıdır; çünkü herkesin günahı kendisinedir.
3. Allah insanları iyiyi kötüden ayırmalarına yarayacak yeteneklerle donatmıştır; ancak yine de –merhametinin sonucu olarak– bir peygamber göndermedikçe azap etmeyecektir.

Bu hususta şu üç nokta önemlidir:
a) Peygamberin gönderilmesinden maksat, onun getirdiği dinî davet hakkında insanların yeteri kadar bilgi sahibi olmalarına elverişli bir ortamın sağlanmasıdır.
b) Ayetin bu kısmı, bilinmesi, anlaşılması ve inanılıp uygulanması ancak bir peygamberin açıklamasına bağlı olan, insanın beşerî aklı ve bilgisiyle aydınlanamayacağı salt dinî konularla ilgilidir.
c) Kanunsuz suç ve ceza olmaz. Ayetin, on dört asır önce suçun ve cezanın kanunîlik ilkesini bu kadar açık ve kesin bir şekilde ifade etmesi ilgi çekicidir.
4
16. Peygamberlerin davetine ilk olarak fakir kimseler icabet etmiş, Kur’an’ın (mele) olarak tabir buyurduğu zenginler ve toplumda söz sahibi kimseler umumiyetle davete karşı çıkmışlardır. Dinin daveti herkese şamil olmakla birlikte, nimetler içinde şımaran ve azgınlıkta ileri giden kimselere itaat etmeleri için daha hususi manada talimatlar da verilir. Çünkü onların itaati fakir insanları müspet manada etkilemekte, inkârları ise diğerleri üzerinde menfi manada bir tesir meydana getirmektedir. Ayrıca bu kötülükler, sadece fertlerin değil toplumun helâkine sebep olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bir ülkeyi durup dururken sebepsiz yere helak etmez. Helake maruz kalmanın sebepleri şunlardır:
Her türlü kötülüğü emretmekten sonsuz derecede uzak olan ve sadece iyiliği, güzelliği, hak ve adaleti emreden Allah Teâlâ o ülkenin nimetler içinde şımarmış olanlarına Hakk’ın davetine itaati emreder. Onlar bu davete uymadıkları gibi, tam aksine itaat yolundan çıkar, fısk-u fucûra dalarlar; günah işlerler. Böylece o toplumda kötülükler artar, yayılır; hastalıklı bir bünye gibi toplum içten içe çürümeye başlar, nihayet o ülkenin helak edilmesine sebep olacak bir noktaya gelir. Öldürücü hasatlıklara yenik düşmüş bir kişinin ölmesi ve içten içe çürümüş bir ağacın yıkıp göçmesi gibi o toplum yıkılır, çöker, helak olur. Aslında bu şekilde onlar kendi yaptıklarının cezasını bulmuş olurlar. Fakat Fail-i Mutlak Allah Teâlâ olduğu için, bütün bunlar Allah’a nispet edilir.
Ayette “emrederiz” manasındaki اَمَرْنَا (emernâ) kelimesi “emir tayin ederiz” manasında اَمَّرْنَا (emmernâ) şeklinde de okunmuştur. Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: “Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde oranın şımarıklarını ve azgınlarını iş başı­na getiririz, idareci yaparız; onlar ise orada günah işlerler, sonuçta o ülke helake müstahak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz.” Bu izaha göre Allah’ın, nimetler içinde şımarmış azgınları toplumun önderleri ve idarecileri konumuna getirmesi, o toplumun kendi hür iradeleriyle kötülüğe sapmış olmasının tabii ve zaruri bir neticesini ifade eder.
17. Bu şekilde davranmaları sebebiyle Hz. Nuh’tan günümüze kadar nice toplumlar helak edilmiştir. Sonra gelenlerin, onların haber verilen bu durumlarından ibret alıp, geçici dünya hayatına değil Allah’a kulluğa yönelmeleri lazımdır.
Ayette ”Nuh'tan sonra" denildi, Hazret-i Âdem (aleyhisselam)'den sonra buyrulmadı, çünkü kavmi tarafından ısrarlı bir şekilde yalanlanan ilk peygamber, Hazret-i Nuh (aleyhisselam) olduğu gibi tufanla yok edilmek suretiyle çok büyük azaba lâyık olan ilk kavim de onun kavmi olmuştur.
18. Acil, mekan olarak burada, zaman olarak hemen şimdiye tekabül eder. Onun için ahiretin zıddı olarak kullanılmıştır. Yakın ve geçici dünya, kalıcı ve uzak ahret.
Bir tasavvur inşasıdır bu. Geçicinin cazibesine aldanıp ta kalıcının nitelikli nimetlerinden mahrum olma ey insan oğlu. Yani elinin ulaştığı yerdeki tenekeye tamah edipte bira uzaktaki altına onu tercih etme diyor.
Ahireti hesaba katmaksızın sadece dünyayı isteyen, niyeti ancak dünyalık elde etmek olan ve bunun için çalışan insanlar, bu istediklerinin hepsine değil, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu kadarına erişebileceklerdir. Ahirete imanları olmadığı için de öteki dünyada kınanmış ve kovulmuş bir halde cehenneme atılacaklardır.
19. Bu iki ayette “dünya işi yapan, âhiret işi yapan” denmeyip “dünyayı isteyen, ahireti isteyen” denmesi söz konusu sorunun cevabını bulmada büyük önem taşımaktadır. Çünkü burada yapılan iş değil, o işle neyin hedeflendiğinin altı çizilmekte, yani niyetlere dikkat çekilmektedir. Zira insan dünya işi yaparken âhiret iyiliğini hedefleyebileceği gibi âhiret işi yaparken (ibadet ederken) dünya çıkarlarını da hedefleyebilir. Böylece eylemlerin Allah katındaki değerini tayin eden birinci unsur niyetlerimizdir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştur.
Bir insan, işlerini, hatta ibadetlerini ahireti esas alarak değil de dünya menfaatini kendisine hedef seçerek yaparsa bu kişi dünyayı istemiş olur; fakat ibadet ve itaatleri yanında dünya işi yaparken de bunu Allah’ın hükümlerine uyarak, ahirette Allah’a hesap vereceğini düşünerek, sevabını Allah’tan umarak o işi dürüstlükle yaparsa bu kişi ahireti istemiş olur. Herkes kendi niyetine göre karşılık bulur. Bu ayette hayırlı bir eylemin üç şartına dikkat çekilmektedir:
a. Ahiret sevabını istemek,
b. Sadece istemekle kalmayıp, ebedi nimetleri kazanmaya sebep olacak işler yapmak, bu yolda çaba göstermek,
c. Bütün bunları imanla birlikte yapmak. Çünkü iman olmaksızın yapılan amellerin ahirette bir faydası olmayacaktır.
20. Biz onların ve bunların her birerine Rabbinin nimetlerinden ulaştırırız. Dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de istediklerini veririz. İşte bu Rabbinin bir lütfudur. Rab-bin cimri değildir, Rabbin kimseye kısıtlamada bulunmaz. Kim ne istemişse istediğini mutlaka ona tastamam verendir Rabbin. Rabbinin nimeti kimseye yasak kılınmış değildir.
Evet kimileri sadece bu dünyada ister, sadece dünyada kalacak şeyler ister. Tüm dualarını, tüm plan ve programlarını dünyalıklar adına yapar.
Ama kimileri de hem dünyanın hem de ahiretin hasenelerini ister. Hem dünyanın hayırlarını, hem de ahiretin hayırlarını ister. Planını, hesabını, kitabını buna göre yapar. Ya Rabbi bize dünyada da ahirette de güzellikler ver derler. Ya Rabbi bize verdiklerin sadece dünya mutluluğu değil, aynı zamanda âhiret saadetini de sağlasın derler. Verdiklerin bizi Senin rızana ve cennetine ulaştırıcı olsun derler. Hesaplarını buna göre yaparlar, amellerini buna göre ayarlarlar.
Öyleyse gelin ne isteyeceğimize iyi karar verelim. Seçimimizi güzel yapalım ki hem dünya mutluluğu bizim olsun hem de âhiret başarısı bizim olsun. Hem dünyayı kaybetmeyelim hem de ahireti kaybedenlerden olmayalım.
21. Kimilerini zengin kimilerini fakir kıldık. Kimilerine az kimilerine çok verdik. Kimilerini boylu kimilerini boysuz kıldık. Kimilerini güçlü kimilerini zayıf kıldık. Bunlar Allah’ın bir lütfudur. Bunların hepsi birer imtihan konusudur. Kimin üstün, kimin alçak olduğu yarın belli olacak. Kimin hayırlı, kimin hayırsız olduğunu ancak Allah bilir. Ve ahirette daha büyük dereceler vardır, daha büyük üstünlükler vardır.
22. Buradan itibaren 40. ayete kadar süren kısımda yer yer Hz. Peygamber muhatap alınsa da onun şahsında bütün insanlığa hitap edilerek ilâhî dinlerde ortak olan başlıca dinî ve ahlâkî ödevler sıralanmaktadır.
Birinci ödev
İşte burada da birinci emir olarak tevhit geliyor ve muhatap olan insanın Allah tasavvuru inşa ediliyor.
Çünkü sadece Allah’a inanmış olmak yetmiyor. Nasıl bir Allah’a inandığınız sorusu çok önem kazanıyor. Eğer inandığınız Allah; Allah’ın kendisini tanıttığı gibi bir Allah değilse. Allah inancınız Allah tarafından tespit ve belirlenmemişse o zaman Allah’a inanıyormuş gibi dursanız da aslında inanmamış sayılıyorsunuz. Çünkü müşrikler de Allah’a inanıyorlardı. Kendilerine sorduğunuzda Kur’an’ın bize haber verdiğine göre; Sizi kim yarattı dediğinizde Allah diyorlar. Gökten yağmuru kim indiriyor, yerden rızkı kim bitiriyor dediğinizde Allah’tır diyorlardı. ..leyekulünnAllâh (Lokman/25) sor onlara bak, Allah’tır diyecekler.
Fakat problemleri uzak bir Allah’a inanmaktı. Hayatlarına karışmayan, bulaşmayan, hayata müdahil olmayan, hayatı bizzat dizayn etmeyen bir Allah inancı. Yani yaratıp bırakan ve geri çekilen bir Allah inancı. Bu mesafeyi onlar başka şeylere ilahlık isnat ederek, yakıştırarak kapatmaya çalıştılar. Uzak Allah inancı, Allah’la aralarında ki varsaydıkları evham ürünü olan mesafeyi kapatmak için bir takım aracılar arama ihtiyacı hissettirdi, onlarda aracılar buldular. Onun için; Ya putlar ne Allah’a inanıyorsanız dediğiniz zaman alacağınız cevap şu oluyordu. Yine bunu da Kur’an da öğreniyoruz.
…liyükarribûna ilAllâhi zülfâ (Zümer/3) Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran aracılar, vasıtalar, vesileler diyorlardı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca tüm peygamberlerin getirdiği ebedi çağrının ilk maddesi tevhit inancı olmuştur.
Birinci ödev Allah’ın birliğini tanımak, bir olan Allah’a inanmaktır. Bu inançtan sapmak insan için en büyük kayıp, en büyük yergi ve ceza sebebidir. Çünkü münkir ve müşrik (inkârcı ve putperest), Allah tarafından kınanmış, O’nun rızasından ve buna bağlı olarak ahirette ki lütuflarından mahrum kaldığı gibi gazabına ve azabına da müstahak olmuştur.
23. ikinci ödev
22. ayetin devamı sayılması gereken bir ibare. Tevhidin içeriğini tamamlayan bir ifade. Yalnızca kendisine kulluk etmek tevhidin bir parçasıdır. Bir Allah’a inanıyor olmak yetmez, bir Allah’a, sadece O’na yönelmek, kulluğunuzun istikametini sadece O’na ayarlamak şarttır. O’nun dışındakine kulluk edenler tek bir Allah’a inandıklarını söyleyemezler. Allah dışındaki herhangi bir varlığa, isterse o aziz olsun, isterse peygamber olsun yakıştırılmaz. Çünkü her tür mükemmelliğin yakıştırılacağı yegane varlık Allah’tır.
İkinci ödev ana babaya iyi davranmaktır. Allah’a kullukla ana babaya iyilik yan yana anılmış, böylece bu ödevin önemi vurgulanmıştır. Nitekim diğer bazı Ayet ve hadislerde de Allah’a kulluk ile ana babaya iyilik etme yan yana zikredilmektedir. Bu hadislerin birinde Hz. Peygamber, en önemli amelleri “vaktinde kılınan namaz, anne babaya iyilik ve Allah yolunda cihat” şeklinde sıralamış, diğer bir hadiste ise büyük günahların en büyüklerini “Allah’a ortak koşmak, ana babaya asi olmak ve yalan şahitliği yapmak” diye ifade etmiştir.
Onların emir ve yasaklarıyla karşı karşıya kaldığınız zaman önce Rabbinize bir sorun. Ya Rabbi Sen ne diyorsun bu konuda? Bak babam benden şunu istiyor, anam bana bunu yasaklıyor. Sen ne diyorsun? Yapayım mı onların benden bu istediklerini? diye önce Rabbinize bir sorun. O anda Allah huzurunda olduğunuzu unutmayın. Eğer onların istekleri Allah’ın razı olduğu şeylerse onları yapın, değilse yapmayın. Yani ebeveyniniz Allah rızasına uygun arzularını yerine getirmeyerek Rabbinizi gazaplandırmadığınız gibi onların Allah rızasına uymayan her dediklerini yaparak da onları rableştirmeyin.
Eğer babanız ve ananızdan biri, ya da ikisi senin yanında ihtiyarlarsa, yaşlılık ve acizlik dönemini idrak ederse sakın ha sakın onlara öf bile deme. Sakın onları azarlamaya, kırıp dökmeye kalkışma. Ve o ikisine de tatlı söz söyle, güzel söz söyle, Kerim söz söyle, ikram makamında olacak, onların gönüllerini alacak mülayim söz söyle.
5
24. Allah’ın bir emri, bir hükmü, bir yasası olarak da sürekli ana baba karşısında Allah huzurunda olduğumuzun bilincinde olacağız. İşte bu da Rabbimizin bizden istediği bir kulluktur. Hele hele ana babalarımız ihtiyarlık dönemlerine ulaştıkları zaman onlara karşı çok iyi davranmaya gayret edeceğiz. Çünkü o dönemde onlar çocukluk ve acizlik dönemlerini yaşamaktadırlar. Bir evlât olarak bunu anlamak problemin çözümü konusunda ilk adımı atmak demektir.
Karşımızda bir çocuk var diyeceğiz ve onları hoşgörmeyi, onlara karşı Rabbimizin istediği gibi davranmayı becerebileceğiz demektir. Kendi çocukluğumuzu, aciz günlerimizi düşüneceğiz. O günlerimizde onların üzerimize nasıl titrediklerini gözümüzün önüne getireceğiz. Sonra yine küçük çocuklarımıza karşı bizim davranışlarımıza bakarak onların bizi büyütebilmek, eğitebilmek için ne zahmetlere katlandıklarını anlamaya çalışacağız.
Önce bizim kendilerine, sonra da kendilerinin bize emanet oluşlarını, Allah’ın emaneti olduklarını unutmayacağız. Hanımlarımız, çocuklarımız, evimiz, işimiz, aşımız, derdimiz, sıkıntılarımız bizi onlara muhsin davranmaktan alıkoymayacak. Eşimizle, çocuklarımızla onların rızasını alarak cennet kazanma kavgası içine gireceğiz. Onlarla Allah rızasını kazanmanın hesabını güzel yapacağız. Onları bir kenara atıp; karımız ve çocuklarımızla bir dünya hayatı yaşamaya kalkışmayacağız.
Allah’a itaatle ana babaya iyilik vecibelerinin yan yana zikredilmesinin sebeplerini özetle şöyle sıralayabiliriz.
a) İnsanın maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden sonra ana babanın fedakârlıklarıdır;
b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zahirî ve hukukî sebebi ise ana babadır;
c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi ana baba da çocuklarının ihtiyaçlarını tamamen karşılık beklemeden yerine getirirler;
d) Allah, kuluna günahkâr olsa bile nimet verdiği gibi ana baba da âsi bile olsa evlâtlarına desteklerini sürdürürler;
e) Allah, kullarının iyiliklerinden memnun olup karşılığını fazlasıyla verdiği gibi ana baba da çocuklarının imkânlarını daha çok geliştirmelerine yardım eder, bundan mutlu olurlar.
25. Kuşkusuz ibadet ve ana babaya saygı her şeyden önce bir kalp ve gönül işidir. İbadet ve itaat, insanın içindeki inanç, istek, sevgi ve bağlılıktan kaynaklanırsa bir değer taşır. Ayette “Rabbiniz kalplerinizdekini en iyi bilendir” ifadesiyle bu hususa işaret edilmiştir. Öyleyse insan öncelikle ruhen “salih” olmalı, yani ruhunda güzel duygular, niyetler geliştirmeli, iç dünyasını düzeltmelidir. İyiliği hayat tarzı haline getirmeli. O zaman Allah bu şekilde iç dünyasındaki yanlışları silip atanlara af ve mağfiretiyle muamele edecektir
Hazret-i Peygamber: ”Burnu sürtülsün!" buyurdu. ”Kimin ya Rasulallah," denince: ”İhtiyarladıkları halde ana-babasından biri veya her ikisine hizmet ve gerektiği gibi hürmet etmediğinden cennete giremeyen kişi" cevabını verdi."
26. Üçüncü ödev
Rabbimiz, ana-babaya iyiliği emrettikten sonra, yakından uzağa doğru yardım etmemiz lazım gelen kimseleri haber verir. İlk sırada akrabalar yer alır, peşinden de yardıma en çok muhtaç olan fakirler, yoksullar ve yolda kalmış yolcular gelir. Bunların zekât ve sadaka olarak hakları verilmeli, ihtiyaçları karşılanmalıdır.
Fakir, yoksulluğu açık olan ve herkesin bildiği. Miskin ise dışarıdan yoksulluğu bilinemeyen, varsıl gibi görünüp ama hakikatte içeriden yoksul olan.
Tebzir; elinde avucundakini amaçsız biçimde savurmak.
Ne olurmuş amaçsızca saçıp savrulursa. Amaçsızca saçıp savurmak neden yasak olsun derseniz bu israf olur. İsraf haramdır. “Benim değil mi?” diyecekse biri, tam da kapitalist mantığıdır. Hayır senin değil, sana emanet. Emanete ihanet olur. Mutlak değildir hiçbir mülkiyet, mukayyettir. Onun içinde benim değil mi diyerek, servet sana ait olsa bile istediğini yapamazsın. Çünkü o sana emanettir. Servet benim değil mi? İstediğimi yaparım diyen bir mantık, bir akıl israfı anlayabilir mi.
İşte rabbimiz akılları terbiye ediyor vahiyle. İşte Kur’an aklı ve tasavvuru inşa ediyor, yani adam yontuyor, adamı adam ediyor. Yoksa izah edemezsiniz, açıklayamazsınız. Ne olurmuş? Bakın yine Kur’an’dan öğreniyoruz.
27. Önceden şeytanın dostları değildiler ama saçıp savurmaya amaçsızca harcamaya başladıklarında şeytanın dostu olurlar.
Çünkü günah sektörü rantiye tarafından beslenir. Saçıp savuranlar besler. Saçıp savuranlar kolay yoldan kazananlardır, hatta haksız kazananlardır. Bedel ödemeden kazananlardır ve her yerde günah sektörünü bunlar besler ve finanse ederler. Yine bunların başında faizciler, tefeciler gelir. Faizin yasaklanmasının temel sebebi de budur zaten.
Yani, şeytanın dostu olmaya kalkıyorsunuz, Allah’ın değil. Şeytanla iş birliğine kalkıyorsunuz. İşte buna da Allah’ın; sizi sınamak için verdiği servet neden oluyor. Tıpkı Karun örneğinde olduğu gibi. Servet, size emanet ve imtihan için verilmiş bir imkanı Allah’a karşı kullanmaya kalkmak. Aslında size karşı, kendinize karşı kullanmaya kalkmak.
Ancak bir taraftan tabii ve zaruri olan ihtiyaçlar karşılanırken, diğer taraftan İsraftan, saçıp savurmaktan sakınılmalıdır. Çünkü İsraf ve saçıp savurma haram kılınmıştır. Böyle davrananlar Kur’an’ın ifadesiyle “şeytanın kardeşleri” olarak nitelenmişlerdir. Şeytanın kardeşi olmak bir fazilet değil, kötülük ve rezilliğin zirvesidir. Çünkü şeytan, Rabbine karşı son derece nankör olan birisidir. Malı saçıp savurarak ona kardeş olmak, nimetin kıymetini bilmemek bakımından şeytanın nankörlüğüne ortak olmak manasını taşır.
Gelen ayet-i kerimelerde malı harcama hususunda bir kısım ölçüler verilmektedir:
28. Rızkı veren Allah’tır; dilediğine bol verir, dilediğine az verir. Bu gerçekten hareketle insanlardan bir kısmı verecek durumda, bir kısmı ise alacak durumdadır. Öncelikle malî imkânları bakımından veya toplum içindeki mevkii itibariyle verecek durumda olanlara, ihtiyaç beyan eden kimselere karşı nasıl muamele edecekleri bildirilir. Buna göre eğer imkânlar müsaitse verilip ihtiyaçlar karşılanacak, değilse o kırık gönüllü insanlar, “Allah bize de size de ihsanda bulunsun”, “inşallah imkân olunca gereği yapılacak” gibi tatlı sözlerle ve güler yüzle uğurlanacaktır. Onurlarını rencide edici ve gönüllerini incitici küçük-büyük her türlü hareket ve sözden kaçınılacaktır.
Hz. Peygamber, yoksul Müslümanların geçimiyle bizzat ilgilenir, imkânları nispetinde onların bakımını sağlar, kendisinde yoksa diğer Müslümanları buna teşvik ederdi. Ayette Hz. Peygamber’in, bizzat kendisi de maddî sıkıntı içinde bulunduğu ve bu hususta Allah’ın rahmetini, lütuf ve ihsanını beklediği için ihtiyaç içinde olduğunu açıklayanlara yardım edemeyecekse nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir. Buna göre insan, yardım isteyen birine olumlu cevap verme imkânına sahip değilse ümit verici, yatıştırıcı, güzel sözler söylemeli; onu kırmamaya, gönlünü incitmemeye çalışmalı, tatlı dille mazeretini ifade etmelidir.
Vahyin merkezi insandır. Kuranın amacı insanın mutluluğudur. Bakınız, Allah’a güzel söz söyleyin demiyor, insana, üstelik hor görülen, yoksul, toplumun en düşkün tabakasına. Bir çift güzel sözü esirgemeyin diyor. İnsan onurunu ve haysiyetini korumayı esas alıyor. Bize asıl dikkat edeceğimiz noktanın o olduğunu söylüyor.
İnsanlara iyilik yapmak için varsıl olmak şart değil diyor bu ayet. Yani servetinizin olması şart değil iyilik yapmak için. Servetiniz olmasa da iyilik yapabilirsiniz. Onların onurunu koruyarak, insanca davranarak bu şart. Varsıl olmak şart değil, insanca davranmak şart.
29. Dördüncü ödev hem cimrilikten hem israftan sakınmaktır. Cimrilik de savurganlık da aşırılıktır, bu sebeple haramdır. İkisinin ortası cömertliktir. Ahlâk kitaplarında savurganlık ifrat, cimrilik tefrit olarak nitelenir. İfrat, aklın ve dinin uygun gördüğü ölçünün ilerisinde veya uygun bulmadığı yollarda harcamayı; tefrit de gerekli yerlere gerektiği ölçüde harcamaktan kaçınmayı ifade eder. İsraf da cimrilik de erdemsizlikler arasında sayılır. İkisinin ortası ise cömertliktir.
Dengeli davranış, ne elini açıp saçıp savur, ne de sık suyunu iç. Servet emanettir. Ne emanete ihanet et, israf et günaha ver, ne de kendini yoksul bırakacak kadar dengesiz bir harcama yap.
Aslında bu sadece servet konusunda değil, harcama rejimi konusunda değil, her alanda dengeyi öngören bir vahiy, Kur’an var.
30. Allah rabdir, “Mülk O’nun elindedir” kiminin rızkını bollaştırır, kimininkini de kısar. Ayetin son cümlesi, bunun hikmetsiz ve anlamsız olmadığına işaret etmektedir. Allah her kulunun durumunu görür, bilir.
Genellikle herkes zengin olmak ister, fakirlikten korkar. Fakat Allah, hikmeti uyarınca kimine az kimine çok verir. Ama ne çok vermesi mutlak anlamda hayır, ne de az vermesi mutlak anlamda şerdir. Zenginlik yüzünden maddî veya manevi birçok şeyini, hatta inancını, sevdiklerini veya hayatını kaybedenler olduğu gibi fakirlik sebebiyle birçok kayıptan kurtulanlar, manevi kazançlara kavuşanlar da vardır. Zenginlik kimini kurtarır, kimini de mahveder. Bununla birlikte varlık yokluğa yeğlenir. Onun için ayetlerde “Allah’tan fakirlik isteyin” anlamına gelebilecek hiçbir ifadeye yer verilmemiş; “Mal, rızık, servet isteyin” denilmiş; fakat bunun da hakkının verilmesi gerektiği bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in de fakirlik konusunda insanları uyardığını ve fakirlikten Allah’a sığındığını bildiren hadisler vardır.
Kapitalizm; açlık evrenseldir, kaynaklar sınırlıdır mantığının ürünüdür. İslam’ın ekonomi mantığı ise rızık evrenseldir, Allah rezzaktır.
Ve tarih boyunca, insanlık tarihinin bize verdiği tecrübe, bir yerde nüfus artışından dolayı insanlar aç kalmamışlardır. Aç kalışları başka nedenlerden.
Bir önceki ayetle birleştirirsek açlığın ve yoksulluğun illetini de anlamış oluruz.
Allah yeryüzüne rızkı yetesiye takdir eder. Fakat yeryüzünün sakinleri birilerinin rızkına da konar. Haksızca saldırır. Yoksulun hakkını vermez, vermediği için de açlık baş gösterir. Bunun sorumlusu, yeryüzüne Allah’ın yetesiye takdir ettiği rızkı adil bir biçimde paylaşmayanlardır. İnfak etmeyenlerdir. Allah’ın ısrarla emrettiği infak, sadaka, zekat emrini yerine getirmeyenlerdir. Serveti devlete dönüştürüp tekeline alanlardır. Ve servetin üzerine oturup rantıyla har vurup harman savuranlar, günah sektörünü besleyenlerdir.
6
31. Beşinci ödev çocukların hayatını korumaktır. İslâm öncesinde çok nadir olsa da bazı Arapların geçim korkusuyla çocuklarını öldürüyorlardı. Bunun nadir olması, suçun vahametini değiştirmeyeceği için burada önemle zikredilmiştir.
“Haşyete imla”. Yokluk korkusu. Aç olan doyar, açlık korkusu çekeni kimse doyuramaz. Açlık bir bela, açlık korkusu bin beladır ve açlık korkusunu en çok çekenler açlar değil, toklardır. Onun için açı doyurursunuz fakat açlık korkusu çekeni doyuramazsınız.
Aslında rızkın kime ait olduğunu unutanlar bu korkuyu çekerler. Aslında yasak olan bu korkunun kendisi değil, bu korkunun da temelinde yatan Allahsız düşünce. Allah varsa ne gam diyemiyor. Seyrani’nin dediği gibi.
Anandan doğunca çulun, Var mıydı paran pulun. Mevla’m yarattığı kulun, Verir rızkın koymaz naçar.
Aslında bugün açlık korkusundan dolayı yapılan kürtajlar da bir cinayettir. Modern insan, cahiliye de uygulanan bir vahşeti modern yöntemlerle uygulayınca cinayetten kurtulmuş olmuyor.
32. Altıncı ödev zinadan, fuhuştan kaçınmaktır.
Ayette “zina etmeyin” değil de “zinaya yaklaşmayın” buyrulmasında dikkat çeken çok mühim incelikler vardır. Bu, zinayla birlikte zinaya götürme tehlikesi bulunan her türlü niyet, söz, fiil ve davranışları da yasaklamakta, bunlardan uzak durmayı istemektedir. Buna göre Müslümanlar, fert ve toplum olarak, zinayı önleyici, ona sevkeden sebep ve vasıtaları ortadan kaldırıcı düzenlemeler yapmalı; zinanın işlenmeyeceği temiz bir çevre oluşturmak için gerekli terbiyevî ve hukukî çalışmaları gerçekleştirip bunları kararlı bir şekilde tatbik etmelidirler.
Nitekim İslâm, toplumda zinayı engellemek için zina ve zina iftirası suçlarına bir kısım cezalar öngörmüş, örtünmeyle ilgili düzenlemeler yapmış, müstehcen neşriyatı ve fuhşu şiddetle yasaklamış, sarhoş edici içkilerin içilmesini de haram kılmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun, reklam ve resimleri de menetmiştir. Bununla birlikte evliliği kolaylaştırıcı, teşvik edici kaideler koymuş ve böylece zinayı tamamen kaldırmayı hedeflemiştir.
33. Yedinci ödev adam öldürmemektir.
İslâm, hayat dinidir. Barış dinidir. İslama göre haksız yere bir insanı öldürmek Allah'a ortak koşmadan hemen sonra gelen büyük bir cinayettir. Hayatı veren Allah'tır. Allah'ın izni olmadan ve O'nun belirlediği sınırlar gözetilmeden bir başkası onu sona erdiremez. Her insanın canı kutsaldır. O'na dokunulamaz. Koruma altındadır.
Meşru savunma inkar edilmiyor. Savaş inkar edilmiyor. Meşru müdafaa kendisini koruma inkar edilmiyor burada. Fakat bunun dışında haksızca bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir diyor Maide suresinin 32. ayetinde Kur’an.
“Kısas ilkesi” Yani insan bir kişiyi öldürürse, öldürülür. Zira her insanın hayat hakkı garanti altına alınmıştır. Evet kısasta hayat vardır. Çünkü bir başkasını haksız yere öldürmeyi planlayan kimse ister-istemez kendisini bekleyen kısası da düşünecektir. Ve bu çirkin eyleme girişmeden önce bu ceza onu yıldıracaktır.
Ayrıca kısasta şu açıdan da hayat vardır: Kısas, kan sahiplerinin elini kana bulamalarını engeller. Öç alma duygularının körüklenmesini önler. Onların sadece katili öldürmeleriyle durdurulamayacak ve öç almada ileri gidebilecek öfkelerini frenler. Böylece karşılıklı olarak öç almalar ve oluk oluk kanın akmasına yol açacak girişimler bu yolla durdurulmuş olur.
Kısas ayrıca her kişinin kendi kişiliğinden emin olmasını ve kısas ilkesinin adaletine gönülden inanmasını sağlaması açısından da bir hayattır. Böyle bir güven ortamında her insan güven içinde çalışır ve çalışmasının ürününü elde eder. Böylece İslâm ümmeti bütünüyle hayat dolu bir nitelik kazanır.
Öldürmede aşırı gitmek, o kişiye ölüm yanında işkence etme, azalarını kesme gibi zararlar vermemelidir. Veya katilden başkasına zarar vermemelidir. Çünkü cahiliye döneminde öldürülen kişinin yakınları sadece katilin öldürülmesiyle yetinmez, ya ondan daha şerefli birisini veya bir kişiye karşı iki veya daha fazla kişiyi öldürmedikçe adaletin gerçekleşmeyeceğine inanırlardı. Ayet bu haksızlığı yasaklamakta, Cenab-ı Hakk’ın emir buyurduğu çerçeve içinde problemin çözümünü istemekte ve bunun dışına çıkılmamasını emretmektedir.
İnsanın bir insan olması nedeniyle yaradılışında kısasa ilişkin köklü bir isteği vardır. Dolayısıyla ondan fıtratında olmayan bir şey istenmesi doğru olmaz. Bu nedenle İslâm insanın bu fıtratını kabul eder ve güven verici sınırlar dahilinde onun isteklerini yerine getirir. Bu köklü isteği görmezlikten gelerek hoşgörülü olmasını bir farz olarak zorunlu kılmaz. İslâm, kan sahibini hoşgörülü olmaya çağırır. Onu etkilemeye çalışır. Hoşgörülü olmayı kendisine sevdirir ve buna karşılık ona mükafat da verir. Fakat bunların hepsini ona hakkını verdikten sonra telkin eder. Kan sahibinin hem kısas yaptırma, hem de bağışlama yetkisi vardır. Kan sahibinin bu her ikisine de gücünün olduğunu hissetmesi onu hoşgörüye ve bağışlamaya yanaştırabilir. Fakat bağışlamak zorunda olduğunu hissettiğinde bu duygu belki de öfkesini harekete geçirir ve onu aşırılıklara ve ihtiraslara itebilir!
34. Sekizinci ödev yetim malı yememek, dokuzuncu ödev verilen sözü tutmaktır.
İslâm, Müslümanın kanını, namusunu ve malını koruma altına almıştır. Çünkü Allah'ın elçisi Peygamberimiz buyuruyor ki: Müslümanın kanı, namusu ve malı Müslümana haramdır. Bu arada yetim malı üzerinde daha bir önemle duruluyor ve ona yaklaşılması kesin biçimde yasaklanıyor. Daha güzel hale getirmek amacıyla yaklaşma hariç tabii. Çünkü yetim, malını idare etmekten acizdir. Onu koruma gücünden de yoksundur. İslâm toplumu yetimi ve malını, gücünü elde edinceye, aklı erinceye, malını idare edip onu koruyacak güce gelinceye kadar korumakla yükümlüdür.
İşte bu nedenle daha güzelini kazandırma niyeti dışında yetim malına, yaklaşma yasağı çoğul olarak ifade edilmiştir. Ta ki, toplumun tamamı yetimden ve malından sorumlu olsun. Bu toplum olması nedeniyle ona yüklenmiş bir görevdir.
Yüce Allah verdiği sözlerden insanı sorguya çekecek onu bozup yerine getirmeyenleri hesaba çekecektir.
İslâm, antlaşmaya bağlı kalmaya önem vermiş ve bu konuda kesin emirler vermiştir. Zira antlaşmaya bağlılık bireyin vicdanında ve toplumun hayatında dürüstlüğün, güvenin ve temizliğin kaynağıdır. Antlaşmaya bağlılık Kur'an-ı
Kerimde ve hadiste çeşitli şekillerde ele alınmış ve işlenmiştir. Bu konuda Allah'la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki antlaşma arasında fark yoktur. Bireyin antlaşması, toplumun antlaşması ve devletin antlaşması birdir. Yöneten ve yönetilenin antlaşması da aynıdır. İslâm, tarihi realitesinde antlaşmalara bağlılık hususunda öyle yüksek bir hedefe ulaşmıştır ki, insanlık ancak İslamın gölgesinde bu yüksek dereceye ulaşabilmişlerdir.
35. Onuncu ödev ölçüyü ve tartıyı tam yapmaktır.
Ayette bu ödevi yerine getirmenin hem ödev olarak iyi hem de sonucunun güzel olduğu belirtilmektedir. Ölçü ve tartıyı tam yapmanın iyi olması, bunu yapanın gerek Allah gerekse insanlar katında sevilmesidir; akıbetinin güzel olması ise dünyada kendisine yarar sağlaması, ahirette de sevap kazandırmasıdır.
Tam olarak ölçmek ve tartıda dürüst olmak sosyal ilişkilerin güvencesi ve kalbin temizliğidir. Bu ikisiyle toplumun sosyal ilişkileri düzene girer. Yine bunlarla insanların birbirine güveni artar. Hayat bunlar sayesinde bereketli bir yaşama dönüşür.
Ölçü ve tartıdaki cimrilik pisliktir, aşağılıktır, sahtekârlık ve sosyal ilişkilerde hainliktir. Bu ise toplumun birbirine güvenini sarsar. Alış-verişte durgunluk yaratır. Toplum piyasasındaki bereketin azalmasına neden olur. Toplumun bu problemi teker teker bireylere de yansır. Onlar ölçüde ve tartıda hile yaparak birtakım kazançlar elde ettiklerini sanarken, aslında zarara uğrarlar. Çünkü bu hile yoluyla elde edilen kazanç, yüzeysel ve geçicidir. Fakat ticaret hayatındaki durgunluk kısa bir süre sonra teker teker bireyler üzerinde etkisini gösterir.
Burada ki ölçü sadece terazi ve metre değildir. Bunun yanında Aklın ölçüsü, tasavvurun ölçüsü. Çünkü terazi de, kilo da, metre de eksiltenler, önce akılda yanlış ölçerler. O Yamuk ölçme işi önce içte başlar. Akleden kalpleri yamuk ölçmeden, elleri yamuk ölçmez. Onun için Kur’an da doğrudan merkeze hitap ediyor ve oradaki yamukluğu, eksikliği düzeltiyor. Onun için doğru bir ölçü ile ölçün.
Bu sadece ekonomik ölçü aletlerine değil, aynı zamanda aklımız, muhakememiz, fikrimiz, bilincimize yönelik bir inşa hareketidir.
“Te’vil” sözcüğü sonuç anlamına geliyor. Sadece anlamlı sözü değil, anlamlı eylemi de kapsıyor. Yani şunu demek istiyor: Amel, imanın fiili yorumudur. Güzel davranış imanın fiili yorumudur. Nasıl ki gülün açışı, gülün güzelliği yorumu ise. Bülbülün ötüşü, güzelliği yorumu ise, amel de imanın yorumudur. Evet. Onun için insanın ameli, yüreğinin nasıl olduğunu yorumlar.
36. On birinci ödev kişinin bilmediği bir şeyin peşine düşmemesi, bilgisiz hüküm vermemesidir.
Bu ayet-i kerime insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini, bilgisizce davranmasını, bilmediği tanımadığı kimseler hakkında ileri-geri konuşmasını, daha hususi olarak yalancı şahitlik yapmasını, iftira atmasını, hâsılı bilgi sahibi olmaksızın tahmine göre herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol açacak şekilde konuşmasını ve hareket etmesini yasaklamaktadır.
İnsan ancak şu üç vasıta sayesinde bilgi sahibi olabilir. Bunlar kulak, göz ve kalptir. Bunları yaratıldıkları gaye istikametinde en güzel şekilde kullanmak insanın en mühim sorumluluklarından biridir. Çünkü Allah Teâlâ, hesap günü insana bu azalarını nasıl kullandığını soracağı gibi, bu azalar da dünyada neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir.
İşte bu ayrt-i kerime bu kısa cümleler akıl ve kalp için mükemmel bir yol göstermektedir. Bu yol insanlığın yeni yeni ulaşabildiği bilimsel metodu da kapsamaktadır. Kalbin dürüstlüğünü ve Allah'ın kontrolünü buna ilave etmektedir. İşte bu da İslamı kuru akılcılık metotlarından ayıran en belirgin özelliktir!
Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur'an-ı Kerim'in çağrısı gereğidir ve İslâmın hassas metodunun gereğidir. Kalp ve akıl bu yol üzere hareket ettiğinde artık inanç dünyasında kuruntulara ve saçmalıklara meydan verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler dünyasında tahmine ve şüphelere yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyasında yüzeysel hükümlere ve kuruntuya dayalı teorilere meydan verilmez.
Modern çağda insanların bilime kazandırmış olduğu saygınlık ve güven, Kur'an'ın kendisine bağlanılmasını istediği akli ve kalbi saygınlık ve güveninin bir parçasından başka bir şey değildir. Kur'an bu akıl ve kalbe verdiği güven ile, insanı kulağından, gözlerinden ve kalbinden kulağı, gözü ve kalbi veren Allah'a karşı sorumlu tutar.
7
37. On ikinci ödev büyüklük taslamaktan sakınmaktır.
Yeryüzünde kendinizi bir şey zannederek, kendinizde bir renk görerek sakın böbürlenerek, kibirlenerek, çalım satarak, hava atarak yürümeyin. Ne kadar da sert ve haşin yürürseniz yürüyün, unutmayın ki ne yeri delebilirsiniz, ne de dağları geçebilirsiniz. Ne kadar da öyle başınız yukarda olursa olsun unutmayın ki ne arzı çökertebilirsiniz, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsiniz. İstediğin kadar göklere çıkmanla övün, yerlere inmenle övün. İstediğin kadar bu dünyada siyasal gücünle, ekonomik varlığınla böbürlen. İsterse gücün, egemenliğin, saltanatın kıtalara ulaşsın. İsterse tüm yeryüzü insanlığına karşında boyun büktürmüş ol.
Unutma ki bir gün Allah’ın emri geldiği zaman yıkılıp gideceksin. Hayatı elinde olmayan, varlığı kendisinden olmayan, ölümü de kendisinden olmayan bir varlık nasıl olur da yaratıcısına kafa tutabilir? Dün doğduğun zaman hiçbir şeyin yoktu, yarın öldüğün zaman da hiçbir şeyin olmayacak. Toprak olup gideceksin. Köyünle, kentinle, mülkünle, saltanatınla yok olup gideceksin. Hani senden öncekiler öyle olmadılar mı? Hani nerede onlar?
Resûlullah, kibrin ne kadar kötü bir huy olduğunu vurgulamak üzere, kalbinde zerre kadar kibir bulunanın cennete giremeyeceğini bildirmiştir. Gerçekten değerli, akıllı, bilgili ve erdemli insanlar daima alçak gönüllü, ağır başlı olurlar. Bunun en güzel örneği de Peygamber efendimizdir.
Yukarıdaki âyetlerde geçen dinî ve ahlâkî buyrukları şöylece sıralamak mümkündür:
1. Allah’ın birliğini tanımak, bir olan Allah’a inanmak,
2. Ana babaya iyi davranmak,
3. Akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmak,
4. Hem cimrilikten hem israftan sakınmak,
5. Çocukların hayatını korumak,
6. Zinadan, fuhuştan kaçınmak,
7. Adam öldürmemek,
8. Yetim malı yememek,
9. Verilen sözü tutmak,
10. Ölçüyü ve tartıyı tam yapmak,
11. Bilmediği şeyin peşine düşmemek, bilgisiz hüküm vermemek,
12. Büyüklük taslamaktan sakınmak.
38. Bu sayılan 12 maddelik talimatların asıl kötülüğü nedir biliyor musunuz. Rabbinin katında hoş karşılanmamış olmalarıdır. Bu da muhteşem bir final değil mi? Yani bütün bunlar yasak diye yapmayabilirsiniz, emir diye yapabilirsiniz. Fakat bunun da üstünde bir amaç var. O da Rabbim memnun olur. Rabbim sevmez bunu diye kaçınır, rabbim sever bunu diye yaparsan daha yüce bir amaç uğruna yapmış olursun ki asıl işte bütün bu nehiylerin, kötülüklerin yasaklanmasının sebebi budur.
39. “El Hikme” kesinleşmiş hüküm. Kötüyü iyiden, doğruyu eğriden, yanlışı, çirkini güzelden ayıran kesin hükümler anlamına gelse gerektir.
Musa şeriatında on emir denilen ödevler de bu kültürün bir parçası olup Tevrat’ta bunlar şöyle sıralanmıştır:
1. Allah’tan başka ilâh tanımamak,
2. Puta tapmamak,
3. Allah’ın ismini boş yere ağzına almamak (Allah’ın adını kullanarak yalan yere yemin etmek gibi.
4. Cumartesi yasağına saygı göstermek (İslâm’da kaldırılmıştır),
5. Ana babaya saygılı olmak,
6. Adam öldürmemek,
7. Zina etmemek,
8. Hırsızlık yapmamak,
9. Yalan şahitliği etmemek,
10. Başkasına ait olan hiçbir şeye göz dikmemek.
Görüldüğü gibi Kur’an’daki buyruklarla Kitâb-ı Mukaddes’tekilerarasında –cumartesi yasağı dışındakiler– öz olarak aynıdır.
İyi ve kötüyü belirleme, evrensel ahlaki ilkeler koymak ancak Allah’a mahsustur. İnsanlığın tamamını kapsayan evrensel doğruları koymak Allah’a mahsustur. İşte burada onun için tevhide geri döndü ve finali de onunla yaptı bütün bu 12 emir.
40. Burada cahiliye insanının çok temel bir sapması dile getiriliyor. Aslında modern cahiliye insanının da sapması bu.
Erkekler iyidir, kız kötüdür diyorsunuz, kötü olanı da Allah’a veriyorsunuz. Yani aslında bu hükmünüz yamuk bir hüküm.
Tasavvur ve akıl yamuk çalışıyor, istikamet açısı yamuk. Önce yamuk ölçüyorlar, kadını düşük görüyorlar. Oysa ki insan olarak baksalar Allah’ın yarattığı bir bütünün iki yarısı kadardır kadın ve erkek. İnsan erkek olmaktan dolayı üstün, kadın olmaktan dolayı da aşağı değildir. Bir bütünün iki yarısıdır.
Önce böyle yamuk bir temel inşa ediyorlar, onun üzerine de şu binayı inşa ediyorlar, şirk binasını ve kızları Allah’a veriyorlar oğlanları kendilerine. Allah sizin için değerli ise, tapılmaya layık bir varlıksa sizin için değerli gördüğünüzü O’na versenize. Bu bir çelişki. Yani küfrün ve şirkin çelişkisine dikkat çekiyor ve bir örnek gösteriyor, sadece bir örnek bu.
41. Her şeyi ayan-beyan açıkladık ki insanlar onu zikir yapsınlar, onunla yol bulsunlar, onu gündem kabul etsinler, onunla şereflensinler diye. Evet insanlar onu hafızalarında canlı tutsunlar, harita bilsinler, pusula bilsinler de yolarını onunla bulsunlar, hayat programlarını ona sorsunlar diye biz her şeyi bu kitapta etraflıca açıkladık, hiçbir şeyi müphem bırakmadık diyor Rabbimiz.
Ama bu apaçık Kur’an, kendilerine yol göstermek, kendilerine gündem olmak, kendi şereflerini artırmak üzere gönderdiğimiz bu apaçık ayetler ancak onların nefretlerini artırmıştır. Zavallı insanlar onunla yol bulacakları yerde, onu kendilerine hayat programı yapacakları yerde, onunla şereflerini artıracakları yerde, ondan nasihat alacakları yerde ondan nefret ettiler, ondan kaçtılar, ondan hicret ettiler.
42. Bu ayete genellikle iki anlam verilmektedir. Buna göre eğer –farzımuhal– Allah’tan başka ilâhlar olsaydı:
a) Tıpkı bir ülkede krallık tahtına göz diken birden fazla heveslinin birbiriyle taht kavgasına girişmesi gibi o sözde ilâhlar da “arşın sahibi”ne ulaşmak ve O’nun egemenliğine son vermek için yol arar, kavgaya tutuşurlardı;

b) Allah nezdinde daha çok yakınlık kazanıp itibar sahibi olmak için birbiriyle yarışırlardı. Müşrikler sözde tanrıların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inanıyorlardı. İkinci şıktaki yoruma göre, eğer öyle tanrılar olsaydı önce onlar Allah’a yaklaşma yarışına girerlerdi. Böyle varlıklara da tanrı denemez (çok tanrıcılığın reddediyor).
43. Allah sübhandır. Allah böyle şeylerden uzaktır, münezzehtir. Allah onların bu iftiralarından, bu yakıştırmalarından yücedir, üstündür, yardımcıya ihtiyacı olmayandır. Melekler de ne Allah’ın kızlarıdır, ne de Onun yardımcılarıdır.
Zâti sıfatları, Allah’ın zatına mahsus olan sıfatlardır. Bu sıfatlar, yaratıkların hiçbirinde yoktur. Bunların yaratıklar ile hiçbir şekilde bağlantıları da yoktur. Allah'ın Sıfat-ı zatiyye’si altı tanedir. Bunlar şunlardır:
1- Vücûd: Allahü teâlâ vardır. Varlığı ezelidir. Vacib-ül vücûddür, yani varlığı gerekli ve zorunludur.
2- Kıdem: Allahü teâlânın varlığının öncesi, başlangıcı yoktur.
3- Bekâ: Allahü teâlânın varlığının sonu yoktur. O, hiç yok olmaz. Ortağı olmak imkânsız olduğu gibi, zat ve sıfatları için de yokluk mümkün değildir.
4- Vahdaniyyet: Allahü teâlânın zatında, sıfatlarında ve işlerinde ortağı, eşi ve benzeri yoktur.
5- Muhalefetün-lilhavadis: Allahü teâlâ, zatında ve sıfatlarında hiçbir yaratığın zat ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyâm bi-nefsihi: Allahü teâlâ zatı ile vardır ve varlığı kendindendir. Mekâna muhtaç değildir. Madde, zaman ve mekân yok iken O var idi. Zira her ihtiyaçtan münezzehtir. Bu kâinatı yokluktan varlığa getirmeden önce, zatı nasıl idi ise, sonsuz olarak hep öyledir ve o şekilde kalacaktır.
Sübuti sıfatları ise yaratıklar ile bağlantılı olan sıfatlardır. Bunlardan, yaratmak sıfatı hariç, diğerlerinden kullarına da sınırlı olarak vermiştir. Mahlûklar sonradan yaratıldığı için, mahlûklara olan bağlantıları ise hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Allahü teâlânın Sıfat-ı sübûtiyye’si sekizdir. Bunlar şunlardır:
1- Hayat: Allahü teâlâ diridir. Hayatı, mahlûkların hayatına benzemeyip, zatına layık ve mahsus olan hayat, ezeli ve ebedidir.
2- İlim: Allahü teâlâ her şeyi bilir. Bilmesi mahlûkatın bilmesi gibi değildir. Karanlık gecede, karıncanın, kara taş üzerinde yürüdüğünü görür ve bilir. İnsanların kalbinden geçen düşüncelerini, niyetlerini bilir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezeli ve ebedidir.
3- Sem’i: Allahü teâlâ işitir. Araçsız, cihetsiz işitir. İşitmesi, kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı da, her sıfatı gibi ezeli ve ebedidir.
4- Basar: Allahü teâlâ görür. Âletsiz ve şartsız görür. Görmesi göz ile değildir.
5- İrade: Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey Onun dilemesi ile var olur. İradesine engel olacak hiçbir kuvvet yoktur.
6- Kudret: Allahü teâlâ, her şeye gücü yeticidir. Hiçbir şey Ona güç gelmez.
7- Kelam: Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi âlet, harfler, sesler ve dil ile değildir.
8- Tekvîn: Allahü teâlâ yaratıcıdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratır. Allahü teâlâdan başkası için yaratıcı var dememelidir.
44. Dil ile tesbih. Kulun Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederek zatı, sıfatları ve fiilleriyle insan zihninin düşünebileceği bütün mükemmellik özelliklerine sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle bilip böyle anmasıdır.
Hal ile tesbih insanın imanı, ibadeti, ahlâkı, genel olarak her türlü tutum ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, eksiksiz ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, yasalarına boyun eğmesi, amelinin imanına şahitlik etmesidir. Bu belirtilenler, iradî tesbih olup şuurlu ve iradeli varlıklara mahsustur.
Bir de bu ayetin üzerinde durduğu, bütün varlıkların Cenab-ı Hakk’ı tesbih etmesi iki çeşittir:
1. Dil ile tesbih. Her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder ama âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar;
2. Hal ile tesbih. Evrendeki varlık ve olayların var oluş ve işleyişini gerçekleştiren ilâhî yasalara bütün kâinat mutlak bir zorunlulukla boyun eğmekte, bu suretle yaratanı tesbih etmektedir. Bu anlamda müminiyle münkiriyle bütün insanlar da Allah’ı tesbih ederler, varlığına tanıklık ederler. Özetle zerreden küreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğine her şey Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte, O’nun varlığına, birliğine kudret ve hikmetine tanıklık etmektedir.
Halim: “Sabırlı, akıllı, ağır başlı ve temkinli” demektir. Özellikle Allah için kullanıldığında “kullarının günah ve isyanları karşısında sabırlı, onları cezalandırmakta acele etmeyen” anlamına gelir.
İlahi koro Rabbimizin istediği gibi çalışırken, sen çatlak ses çıkarsan ne olur ki, buna rağmen O size hep hoşgörü göstermekte, sürekli bağışlayıcı davranmaktadır. Sen koroyu bozuyorsun ama O bağışlamaktan vazgeçmiyor.
8
45. Kur’an-ı Kerim davetini ahirete iman kaidesi üzerine bina eder. Bu bakımdan ancak ahirete iman edenler Kur’an’a inanır, onun ayetlerine kulak verir ve davetine icabet ederler.
Kâinat ayetini okuyamayan bir göz; Kur’an ayetini işitemez. Kâinatın dilini anlamayan bir yürek, kitabın dilini de anlayamaz. Görünmeyen perde, bağ kuran İslam aklından yoksun olmaktır. Tevhitten yoksun olmaktır. İşte burada ki anahtar da budur aslında. Tevhitten yoksun olan bir akıl; eşya ile Allah, insan ile tabiat, tabiatla Allah arasındaki bağı kuramaz, bir perde olmuş olur, vahyi de anlayamaz.
46. Göz tek başına yetmez. Işık ister görmek için. Akıl tek başına yetmez, vahiy ister. Evet, kulak tek başına yetmez, ses veren bir dudak ister ki duysun. Onun için yürek tek başına yetmez, ona sahip olan bir kudret parmağı ister.
Allah onlara kalp vermişti, akıl vermişti, anlayış ve kavrayış vermişti. Ama onlar bu nimetleri kulluğun ötesinde başka yerlerde kullandılar. Herkese ve her şeye açtıkları o kalplerini Rablerine ve Rablerinin ayetlerine açmadılar. Herkese ve her şeye gönül verdiler, ama onun sahibine gönül vermediler. her şeye ve herkese kulak verdiler, ama kulaklarının da kendilerinin de sahibi olan Allah’a, O’nun ayetlerine, O’nun elçisinin mesajına kulak vermediler. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmadılar da böylece esfel-i safiline indiriverdiler kendilerini.
47. Kendilerinin sosyal konumlarını tehdit eden tevhid kelimesinden kaçıyorlardı. Zira onların bu konumları putperestliğin kuruntularına ve cahiliyenin geleneklerine dayanıyordu. Yoksa Kureyş'in ileri gelenleri inanç sistemlerindeki tutarsızlıkları ve İslâm dinindeki bütünlüğü herkesten daha iyi biliyorlardı. Kur'an'ın yüceliğini, farklılığını ve üstün değerini fark edemeyecek kadar geri değillerdi. Aynı şeyleri yapan bu insanlar Kur'an'ı dinlemek ve onun huzuruna ermek konusunda kendi içlerinden gelen duygularına engel olamıyorlardı. Kalplerini ve duygularını şiddetle engellemeye çalışırken bile bu gerçekten uzak kalmamışlardı!
Fıtrat onları dinlemeye ve etkisinde kalmaya sevkediyordu. Büyüklük taslamaları ise, teslim olmayı ve boyun eğmeyi engelliyordu. Bu nedenle Hz. Peygambere birtakım ithamlarda bulunuyorlardı. Böylece büyüklük taslayışlarını ve inatlarını bir mazerete dayandırmış oluyorlardı:
Sihirlenmiş diyorlar dikkat buyurun fakat sihirbaz, büyücü diyemiyorlar. Çünkü gösterecekleri bir tek olağan üstü örnek yok. Büyücü diyecekler ama bir örnek gösteremiyorlar, onun için de büyülenmiş diyorlar.
O zalimler Müslümanlara "Siz kesinlikle büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz" diyorlardı."
Bu söz de tek başına onların Kur'an'dan etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Zira onda beşeri olmayan birtakım özellikler hissediyorlardı. Onun kendi duygularına gizliden etki ettiğini fark ediyorlar ve buna rağmen böyle diyeni büyücülük yapmakla suçluyorlardı. Onun sözlerindeki bu hayret verici özelliği konuşmasındaki farklılığı ve edebi ifadesindeki üstünlüğü büyüye bağlıyorlardı. Buna göre, Muhammed kendiliğinden konuşmuyordu. Büyüden destek alarak beşer gücü olmayan bir güçten yararlanıyordu. Eğer biraz insaf etselerdi, onun Allah katından geldiğini söylerlerdi. Çünkü bunu ne bir insan ne de Allah'ın yarattığı başka bir varlık söyleyebilirdi.
Bu ayetin nüzul sebebi var. Rivayete göre bir defasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’nin bir yemek hazırlamasını isteyerek, Kureyş eşrafını yemeğe davet etti. Davet sırasında onlara ayetler okuyarak kendilerini tevhid inancını kabul etmeye çağırdı. Bunu kabul ettikleri takdirde, zannettiklerinin aksine, itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi çevrelerinde öncekine göre daha çok hürmet göreceklerini hem de Arap olmayanlar nezdinde itibar kazanacaklarını beyan buyurdu. Fakat onlar bu daveti kabul etmemekle kalmadılar, üstelik Peygamberimiz (s.a.s.) konuşurken nezaket kaidelerini hiçe sayarak fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri sürdüler.
Bir diğer dikkat çekici hâdise de şudur: Bir gece Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerik, birbirlerinden habersiz olarak, Peygamberimiz (a.s.)’ın geceleyin evinde okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek için gidip her biri bir yere gizlenir. Bunlar, geceyi Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyerek geçirirler. Ta ki sabaha karşı kimseye görünmeden gitmek isterlerken tesâdüfen birbirleriyle karşılaşırlar. Yaptıkları işin tuhaflığını fark edip birbirlerini ayıplayarak:
“– Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Eğer bizi halktan ve kölelerden biri görmüş olsa, muhakkak kalbine şüphe düşer” deyip oradan ayrılırlar. Fakat ikinci ve üçüncü gece de aynı durum tekerrür eder. En son ayrılırken birbirlerine:
“– Bir daha dönmeyeceğimize yemin etmedikçe buradan ayrılmayalım” derler ve anlaştıktan sonra dağılırlar.
48. Sen hiç düşünme bunları ey peygamberim. Sen hiç kafana takma onları. Sen yoluna devam et. Biz onların tüm söylediklerinden, tüm planlarından, tüm sinsi komplolarından haberdarız. Biz onları tümüyle kuşatmışızdır. Onların senin aleyhine konuştuklarının, planladıklarının tamamını boşa çıkarmak, onları başarısız kılmak ve seni onlara karşı korumak bize aittir diyor Rabbimiz.
49. Bak, bak sana nasıl da misaller veriyorlar? Nasıl da örnekler getiriyorlar? Onlar bu tavırlarıyla sapmışlar, sapıtmışlardır ve artık bir daha asla yol bulabilecek de değillerdir. Ve dediler ki yani şimdi biz öldükten sonra, kemiklerimiz eridikten sonra, vücutlarımız çürüdükten sonra, azalarımız dağılıp, toprak olup gittikten sonra yeniden mi dirileceğiz? Sen bunu iddia ediyorsunuz öyle mi? Bizim bu safsatalara inanmamızı bekliyorsun öyle mi? diyerek sana misaller, örnekler, deliller getirmeye çalışıyorlar.
50. 51. Kemik ve un ufak olmuş bedende bile yine de bir insanlık kokusu, hayatı andıran birtakım olgular vardır. Demir ve taş ise, bunlara göre canlılıktan daha uzaktır, onlara deniyor ki: İster taş olun ister demir, ister taş ve demirden başka canlanmasını ve hayatın içine gireceğini bir türlü düşünemediğin hayattan daha uzak bir varlık olun... Allah sizi kesin diriltecektir.
Aslında onlar taş, demir veya başka bir varlık olma imkânına sahip değiller. Fakat bu söz meydan okumak içindir. Ayrıca burada onlar aşağılanmakta ve azarlanmaktadır. Çünkü taş ve demir cansız varlıklardır, hissetmez ve etkilenmezler. Bu da onların düşüncelerindeki donukluğu ve taşlaşmayı tasvir etmektedir!
"Bizi kim yeniden diriltecek diyecekler."
Kemik olduktan, un ufak olduktan veya daha fazla sönmüş ve ölmüş başka bir yaratık olduktan sonra kim bizi tekrar diriltecek?
"De ki sizi ilk kez yoktan vareden diriltecek."
Bu cevap problemi açık ve kolay anlaşılabilecek, sade bir düşünce biçiminde ortaya koymaktadır. Buna göre onları ilk olarak yoktan vareden, onları tekrar diriltme gücüne de sahiptir. Fakat onlar bundan yararlanmıyor ve ikna olmuyorlar.
"O zaman şaşkın şaşkın başlarını sallayacaklar." Aşağı veya yukarı sallayarak alaylı ve reddeder bir tavır ile: "Peki o ne zaman?" diyecekler. Bu olayın uzak bir ihtimal olduğunu belirtmek, inkâr etmek için böyle diyecekler.
"Onlara de ki: Belki de yakında." Peygamber onun ne zaman meydana geleceğini kesin bilmiyor. Fakat onların sandıklarından herhalde yakındır. Onların bu yalanlama ve alaya almaya dayalı gafletleri dikkate alınırsa, onların bugün korkmaları daha çok yerinde olurdu!
52. Yeniden dirilme ile başlayan hayatta artık insanların Allah’a asi olma, günah işleme özgürlükleri bulunmayacaktır. Nitekim Allah kabirdekileri mahşere çağırdığında inanan inanmayan bütün insanlar O’nu övgüyle anarak buyruğuna boyun eğeceklerdir.
Rabbim ahirette uyanmadan dünyada uyanan ve vahyin soluğunu ruhunda hissedenlerden kılsın.
9
53. Ayette dolaylı bir mukayese anlamı vardır. Şöyle ki: 46-51. ayetlerde müşriklerin kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kibirli, kaba, alaycı ve suçlayıcı bir tavır takındıklarına işaret edilmişti. Burada ise müminlerin konuşmalarında bir güzellik ve incelik bulunması gerektiği belirtilmekte, müşriklerle ilişkilerinde ve konuşmalarında bile terbiye ve nezaket kurallarına riayet etmeleri öğütlenmektedir.
Çünkü bu davranış biçimi insan olmanın bir gereğidir; ayrıca kötü söz ve davranış insanın aslî fıtratına aykırı olduğu için genellikle bu tür olumsuz söz ve davranışlar insanları tepki psikolojisine iter; böylece ayetteki ifadesiyle “Şeytan onların arasını bozar.” İslâm ahlâkında Cahiliye Araplarının kaba, küstah ve alaycı tavırlarına sefeh, müslümanların barışçı, nâzik ve ağır başlı tavırlarına da hilim denmektedir.
Kur’an’ın diğer birçok yerinde sizin gibi inanmayan, inancınızın aynı olmadığı diğer inanç mensupları ile iyi bir bağ kurmak emrediliyor. Neden? Çünkü sizin korkacak hiçbir şeyiniz yok. Kendine güveni olmayanlar diyalogdan kaçarlar. Söyleyecek sözü olmayanlar sözden korkarlar.
Bir mümin sözden neden korksun çünkü o sözün şahını kendi elinde bulunduruyor. Çünkü o sözlerin sultanı olan vahye iman etmiş. Çünkü o kendisini hakikate nispet etmiş. Kendisini yalana nispet edenler korksun sizden. Siz korkmayın. Sizin iletecek çok şeyiniz var. Sizin ulaştıracak çok şeyiniz var. Çünkü güçlü olan söz sizde. Kavlül hak sizde, hak söz sizde. Hakkın sözü sizde. Onun için siz değil muhataplarınız tedirgin olsun.
54. “Rabbüküm a’lemü Biküm” rabbiniz kim ve ne olduğunuzu çok iyi bilmektedir. Kendinizi Allah’a ispat için din adına saldırganlık yapmayın, taşkınlık yapmayın. Çünkü rabbiniz sizin ispatınızı istemiyor, O sizi biliyor, kimin ne olduğunu. Onun için vitrinlik işlere soyunup ta saldırganlık yapmayın. Ona ispat edecekseniz yüreğiniz yetiyor zaten. Onun için vitrine yatırım yapmayın. Yatırımınızı kişiliğinize, kimliğinize yapın.
“in yeşe’ yerhamküm ev inyeşe yuazzibküm” dilerse size rahmetiyle muamele eder, dilerse cezalandırır. Yani bunları yine de yapıyorsunuz. İnsanoğluna hitap ediyor unutmayalım. Yani şu anda bu ayetler inananı ve inanmayanı, mümini ve münkiri ile tüm insan soyunu muhatap alıyor. Rabbimizin o engin merhamet denizi onları da kuşatıyor ki onlara da hitap var burada.
Siz sözlerin şahına yan döndünüz, sözlerin sultanına inanmadınız, bu tavrınızla aslında cezayı hak ettiniz. Ama Allah yine de kapısını size kapatmıyor, açık tutuyor. Çünkü Allah kuluna güzel konuşmayı önerirken, teklif ederken kendisi kapatır mı? Onun için haydi siz de Allah ile bağ kurmaya çalışın. O nedenle Kur’an okumak buyuruyordu efendimiz. Allah ile konuştum demek için yeterlidir. Evet, rabbisiyle kişinin konuşması gibidir. Zaten soranlar cevap alırlar. Sorarsınız Kur’an a, o da size cevap verir. Sormazsanız cevap vermez.
Bu ayetin Müminlere hitap edildiğini düşünülürse Allah’ın onlara merhamet etmesinden maksat, kendilerini düşmanlarından koruması, azap etmesinden maksat da düşmanlarını onlara musallat etmesidir. Her iki durumda da Allah’ın rahmet veya azap etmesinin sebepsiz olmadığı ayetin başındaki “Rabbiniz sizi en iyi bilendir” ifadesinden anlaşılıyor. Şu halde Allah her insanı, onun kendisini bildiğinden daha iyi bildiği ve tanıdığı için neyi hak ettiyse öyle muamele eder. Allah’ın bizi bildiği kadar biz kendimizi bilemediğimiz için bazen karşılaştığımız iyi veya kötü durumun bizden kaynaklanan sebebini de bilemeyiz. Böyle durumlarda Allah’tan gelene razı olmak gerekmektedir. Eğer Allah’tan hayır gelmişse onun devamı için daha çok gayret gösterip Cenab-ı Hakk’ın bize yönelik sevgi ve hoşnutluğunun daha da güçlenmesine; eğer şer gelmişse bunun sebebi olan kusurlarımızı araştırarak halimizi düzeltmeye ve böylece şerre değil hayra lâyık olmaya çalışmamız gerekir. Bu suretle, uğradığımız bir şerden, zarardan kurtulmak için elimizden gelen maddî ve manevî çarelere başvurmakla birlikte, asla Allah’a asi olmamak lâzımdır.
Tabii onların tercihlerinin karşılığı olarak, Dilerse onlara azap eder, dilerse affeder. Ama O Allah merhametini de, azabını da elbette bir yasaya bağlamış ve o yasasından da kullarını haberdar etmiştir. Kendi yolunu takip edenlere, kendi istediği gibi bir hayat yaşayanlara merhamet edeceğini, aksini yapanlara da azap edeceğini bildirmiştir. Senin bu konuda bir sorumluluğun yoktur. Biz hiçbir zaman seni insanlara vekil yapmadık. Sen onlara görevini bildirirsin, onları Benim mesajımla uyarırsın tamam, senin görevin bitmiştir, gerisi Bana aittir.
55. Göklerde ve yerde bulunan her varlığı rabbin çok iyi bilmektedir. Yani sizi biliyor, ama sizi bilmekle kalmıyor. Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkları da biliyor.
Allah’ın hükümlerinde, yapıp yarattıklarında bir eksiklik, yanlışlık, haksızlık aramak abestir. Allah, Hz. Muhammed’i son peygamber olarak seçtiğine göre, bu da O’nun yüce bilgisi ve hikmetiyle olmuştur ve bunda bir yanlışlık, haksızlık yoktur.
Peygamberlerden her birinin kendilerine özgü üstünlükleri vardır. Nitekim Allah Teâlâ çeşitli ayetlerde Hz. İbrahim’i kendisine dost (Halil) edindiğini, Hz. Musa ile konuştuğunu, Hz. İsa’yı babasız yarattığını ve küçük yaşta kendisine mucizeler lutfettiğini, Hz. Süleyman’a ihtişamlı bir hükümdarlık verdiğini, Hz. Muhammed’i âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmiştir.
Bu üstünlük, aralarındaki derece farkı, ümmetlerinin çokluğu, mal bolluğu gibi maddî sebeplerden dolayı olmayıp, ruhî ve manevî faziletler yönündendir. Hazret-i Davut (aleyhisselam)'un bile şeref ve fazileti, kendisine vahyedilen Zebur iledir, ona verilen mülk ile değildir.
Hz. Davut’a büyük bir saltanat verildiği halde ayetin sonunda bu saltanatın değil de, ona verilen kutsal kitabın bir üstünlük sebebi olarak zikredilmesi, ilimde ve dinde üstünlüğün mal-mülk üstünlüğünden daha değerli olduğuna işaret eder.
56. Şirk sadece Allah’tan başkasına secde etmekten ibaret olmayıp, Allah’tan başkasına yalvarıp onlardan yardım dilemek de şirktir. Nitekim müşrikler taptıkları putları ve heykelleri meleklerin timsali olarak kabul eder, onların şahsında meleklere taptıklarını söylerlerdi. İşte ayet bu batıl inancın ne kadar çürük olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü melekler de dâhil olmak üzere Allah’tan başka hiçbir varlık, Allah’ın yardımı ve yaratması olmaksızın, bırakalım başkalarını, bizzat kendisini bile zarardan koruma imkânına sahip değildir.
Bu konu üzerinde Kur’an çok duruyor. Allah’a ait bir niteliği, bir özelliği Allah’tan başka isterse peygamber olsun, isterse melek olsun birine vermek nedir? Tanrısını tayin hakkını kişinin kendisinde zannetmesidir. Korkunç bir cinayet. Yani siz Allah’ın kulu olduğunuz halde, siz kendi tanrınızı kendiniz yapmaya çalışıyorsunuz zihninizde, tasavvurunuzda, aklınızda. Bu aynı zamanda şudur; Allah’a ait bir vasfı çalmak demektir. Çalmaya kalkışmak, teşebbüs etmek demektir. Hakkınız var mı? Yapabilir misiniz.
İnsanların Allah’ı bırakıp da İlâh kabul ettikleri varlıklar bazen peygamberler, melekler ve salih kimseler de olabilmektedir. Allah’la birlikte onlara da yetkiler verebilmekte, hatta Allah’ın rızasını kazanabilmek için bunları vesile yaptıklarına şahit olmaktayız. Bunlar Allah’a yakın varlıklardır, eğer bizler bunların hatırlarını kazanabilirsek Allah’ın da hatırını kazanmış olacağız diyerek bunlara sarılmakta, bunlara da kulluk etmekte, bunları da dinlemekte, bunlara da dua etmekte, bunlara da sığınmaktadırlar. İşte bakın Rabbimiz bundan sonraki ayetinde çok açık bir biçimde bu hususu da şöyle anlatır:
57. Sizin kendisinden yardım beklediğiniz kimseler; peygamberler, melekler, azizler, alimler, veliler var ya. Şimdi kafanızda, zihninizde en büyüğü hangisi onu alın misal olarak, o bile Allah’a yakın olmak için var gücünü harcarken sana ne oluyor be adam, sen Allah’a yaklaşmak için kendi çabanı kullanmıyorsun.
Evet, burada ki “el vesile” unutmayalım ki; Kişinin tüm çabasını harcaması demektir. Yakın olmak için tüm çabayı harcamak. “Vesiyle”nin anlamı budur. Yani bir başka şeyi aracı koymak değil, Türkçeye geçtiği gibi. Asıl anlamı; Kişinin yakın olmak için var gücünü harcaması, elinden geleni ortaya koymasıdır. Sizin kendisinden yardım umduklarınız, Allah’tan yardım umuyorlar, ya siz? En azından onları örnek alın da siz de Allah’a yakın olmaya çalışın demekte bu ayet.
Bu iki ayetin, Hz. İsa’yı tanrılaştıran hıristiyanlar ve benzeri kitabî din mensuplarıyla ilgili olduğu da ifade edilmektedir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu surenin indiği Mekke’de kayda değer bir hıristiyan topluluğu bulunmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte ayetlerin içeriği o tür batıl inançları da reddetmektedir.
58. Ayette, hem “nahnu mühlikûha” helâk var, hem de “ev muazzibuha” azap var. Aynı ayette iki kavram kullanılıyor. Helâk; Tabii yasalar kullanılarak ansızın verilen ceza. Azap ise toplumun kendi içinden insanlar kullanılarak belli bir süreç içerisinde, tarihin ve sosyolojinin yasaları çerçevesinde verilen ceza, çöküş, yok oluştur. Onun için aynı cümle içinde ikisi de kullanılıyor.
Burada rabbimiz, Allah’tan başkalarının tanrılaştırıldığı tüm toplumlarda kula kul olanlar, insanı kul edinenler çıkar buyuruyor. Yani rabbimizin bize verdiği ders bu. Neden Allah’tan başkalarının tanrılaştırılmasına bu kadar ciddi itiraz yöneltiyor Kur’an?
Süreç şöyle gelişir; Allah’tan başkalarına kul olan bir toplumda, kula kul olanlar ve kulu kul edinenler çıkar. Allah’ın sıfatları başkasına verilmeye başladı mı. Bunların olduğu yerde insan, insana tahakküm eder, zulmeder baskı altına alır. Güç sahibi olanlar güçsüz olanları, servet sahibi olanlar servetsiz olanları baskı altına alır ve zulüm başlar. Zulüm bir toplumun kıyametidir. Zulüm başladı mı o toplumun kıyameti kopmuş demektir. İşte şirk ve şirkin her türü bunun için yasaktır.
“Bu, kitapta yazılıdır” yani Allah’ın şaşmaz yasasıdır. İnkârcılık, ahlâk bozukluğu ve zulümle birlikte varlığını sürdürebilmiş hiçbir uygarlık yoktur. Kur’an bu gerçeğe geçmiş kavimlerden sık sık örnekler vermektedir.
59. “İşaret” diye çevirdiğimiz ayetten maksat mucizedir. Tefsirlerde bildirildiğine göre Mekke putperestleri akıllarınca Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak için kendisinden Safa tepesini altına çevirmesi, Mekke’nin dağlık çevresini bereketli bir ova haline getirmesi gibi mucizeler göstermesini isterlerdi (bk. İsrâ 17/90-93). Ayette Allah, bu mucizeleri gerçekleştirmeyişinin sebebini açıklamaktadır. Çünkü Allah’ın yasası uyarınca, bu mucizeler gösterildiği halde yine de inkârda direnirlerse –ki zaten bu isteklerinde samimi değillerdi– o takdirde hak ettikleri ceza hemen verilecekti.
Ankebut 50-51 bu ayetin tefsiri gibidir.
İslamın mucizesi Kur'an'dır. Kur'an hayat için eksiksiz bir sistem belirlemektedir. Kalbe, düşünceye hitap etmekte ve bozulmamış fıtratın ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Birbirini izleyen kuşakların kıyamet gününe kadar okuyup iman etmeleri için bu kitap apaçıktır. Maddi mucizelere gelince, bunlar sadece insanlığın bir kuşağına hitap ederler. Ve sadece bu kuşağın olaya şahit olanlarıyla sınırlı kalır.
Bununla beraber bu mucizeleri görenlerin çoğu, onlara iman etmemişlerdir. Konumuzun içinden Semud kavmi bu olaya örnek gösterilmektedir. Semud kavmi kendi istekleri ve açık tebliğleri sonucu kendilerine dişi devenin mucize olarak gönderildiği toplumdur. Bu mucizeyle onlar kendilerine zulmettiler. Ve kendi kendilerini felâketin kucağına attılar. Böylece Allah'ın mucizeyi inkâr edenleri yok etmeye ilişkin sözü de doğrulanmış oldu. Mucizeler, uyarmak ve korkutmak içindir. Bunların gelişinden sonra ihtilaf edenlerin yok edilecekleri kesindir.
10
60. Allah’ın insanları “çepeçevre kuşatması”, hiçbir insanın Allah’ın kudreti dışına çıkamayacağı, O neye izin verirse insanların ancak onu başarabilecekleri anlamına gelir ve putperestlerin inkâr, inat ve baskılarına rağmen Hz. Peygamber ve Müslümanlar karşısında son tahlilde başarısız olacaklarına işaret eder. Nitekim ayette Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e, –putperestlerin zannettiklerinin aksine– kendisinin onlara karşı başarılı olacağını rüya yoluyla bildirdiği ifade edilmektedir.
Miraç gecesi Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz’e büyük ayetler, pek çok işaretler ve ibretli manzaralar gösterdi. Geri döndüğünde, gördüklerini insanlara anlattı. Fakat müşrikler bunların hiçbirine inanmadılar. Hatta Hz. Ebubekir’e gelip: “Senin arkadaşın göklere çıktığını, oradan bir kısım haberler getirdiğini söylüyor. Bunlara da mı inanacaksın?” dediklerinde o: “Allah Resûlü (s.a.s.) ne diyorsa doğrudur” dedi ve bu davranışıyla “Sıddık” derecesine yükseldi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in miracı ve orada gördükleri ciddi bir fitne ve imtihan vesilesi oldu. İmanı zayıf bazı kimseler, bu sebeple imanını kaybetti. Ebubekir gibi olanların ise imanı daha da kuvvetlendi.
Kur’an’da lânetlendiği haber verilen ağaç “zakkûm” ağacıdır. Bu ağaçla ilgili olarak ayetlerde şu bilgi yer alır:
Zakkuma “lanetlenen ağaç” denmesinin sebebi; Kur’an’da bir takım kötü özellikleriyle anılması veya onu cehennemde yiyenlerin bu ağaca lanet etmesi yahut lanetlenmiş olan cehennemliklerin onu yemesidir.
Zakkum ağacının fitne olmasıyla alakalı da şöyle bir rivayet vardır: Bu ayetler indiği zaman Ebu Cehil: “Muhammed cehennemin hem taşları yakacak kadar sıcak olduğunu söylüyor, hem de orada ağaç bittiğini iddia ediyor. Olacak şey mi? Ateş ağacı yiyip yok eder” diyerek itirazda bulunur. “Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız” diye ilave eder. Bunun üzerine Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatır ve arkadaşlarına: “Haydi zakkumlanın!” der. Hatta bu sebeple İslâm’dan dönenler bile olur.
Ebu Cehil’de ve o tiynette olan kimselerde görülen hakikat düşmanlığının sebebi, vazifesi insanları azdırıp saptırmak olan şeytanın aldatıcı tahriklerine uymaktan başka bir şey değildir:
61. Meleklerin Âdem’e secde etmesi olayı Kur’an’da yedi defa tekrar edilerek, yaratılmışlar içinde insanın seçkinliğine dikkat çekilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Şeytanın insanla üstünlük yarışına girmeye kalkışması, gururu uğruna Allah’a asi olması, melekler gibi itaatkâr olmak yerine, Âdem’e saygı göstermemekte direnmesi, Allah’a saygısızlığın ve isyankârlığın şeytan kaynaklı olduğuna işaret etmektedir.
62. Neden böyle bir konuya hemen giriverdi? İnsanın yaratılışına girdi? Çünkü ey insan şeytanlaşma. Unutma şeytan bir zamanlar senin konumundaydı. Ama Allah ile ayaklaşınca, teslimiyetini kaybedince, daha doğrusu kibrinden dolayı tard edildi, küstahlaştı. Sen de şeytanlaşma, dikkat et. Şeytanın akıbetine uğramamak istiyorsan şeytanlaşma. Çünkü şeytan Allah ile senin yüzünden takıştı. Senin yüzünden şeytanlaştı. Şimdi kalkıp sen ona kul olmaya çalışıyorsun Allah’a değil de. İşte burada ima edilen hakikatler bu.
Evet, eğer bana izin verirsen. Onun için ipinin ucunu şeytana verme uyarısıdır bu. Allah’a kul olmaktan kaçan insanın şeytana köle oluşuna bir atıftır.
Ey insan Allah’a kul olmamak için bin bir dereden su getiriyorsun, fakat ipinin ucunu şeytanın eline veriyorsun. Bu uyarı. Yani kul olmuyorsun ama şeytana merkep oluyorsun. Kendi içgüdülerine tutsak oluyorsun. Seni kendi günahınla vuruyor şeytan. Şimdi seninki si nasıl iştir dercesine insanı uyarıyor bu ayet.
Azı müstesna pek çoğunu saptıracağım diyor ve gerçekten hain bu dediğini yerine getiriyor. Bakıyoruz insanların pek çoğu onun bu sözünü doğru çıkarıyorlar. İnsanların pek çoğu Rablerini unutup, Rablerinin kitabını ve elçisinin yolunu bırakıp şeytanın yoluna tabi oluyorlar. Gerçekten çok garip bir şeydir bu.
63. Diğer yandan şeytanın kıskançlığı sebebiyle kıyamete kadar insanları kendi günahkârlık yoluna çekeceğine ant içmesi ve ona bu iznin verilmesi, dünya hayatının bir sınav ortamı olduğunu, insanın bilerek günah işlemesinin şeytanla ortak davranışta bulunması anlamı taşıdığını gösterir.
64. Şeytanın insana vereceği zararları dört safha halinde izah etmek mümkündür:
1. Şeytan kandırıcı sesiyle, vesvese ve tahrikleriyle gücü yettiği kimseleri ayartır, yerinden oynatır, baştan çıkarır ve günahlara kaydırır. Zayıf ve güçsüz bulduklarını bulundukları yerden koparıp kendine bende eder ve onlara istediğini yaptırır.
2. Süvari ve yaya birliklerini toplayıp insanlar üzerine hücum eder, saldırır. Bu süvari ve yaya birlikleri, şeytanın her türlü hile ve desiseleri olabileceği gibi, aynı zamanda ona uyup Allah’a isyan yoluna koyulan herkestir. Buna göre gerek insan olsun gerek cin olsun Allah’a karşı gelen herkes, şeytanın ordusudur; yaptığı işlerin keyfiyetine göre süvari veya yaya olarak o ordu içinde vazife icra eder.
3. Şeytan insanların mallarına ve evlatlarına ortak olur. Bu da iki türlü gerçekleşebilir. Birincisi; onları gasp, hırsızlık, faiz gibi haksız yollarla servet kazanmaya teşvik eder. Bu şekilde elde edilen servet şeytanın istediği ve ortak olduğu bir servet olur. İkincisi cahiliye Arapları hayvanlarının ve ziraat ürünlerinin bir kısmını putlarına adıyor, onların hizmetine harcıyorlardı. Aslında bu da şeytana ayrılmış bir paydır. Buna göre dinsizlik ve Allah’a isyan yolunda harcanan bütün mal ve servetler şeytan için harcanmış demektir. Aynı şekilde Allah yolunda yetiştirilmeyen, tam aksine yanlış inanç ve kötü ahlâk üzere yetiştirilen evlatlar da şeytanın ortak olduğu evlatlar demektir.
4. Şeytan insanlara durmadan bol bol vaatlerde bulunur. Halbuki bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar yalan ve aldatmadan başka bir şey değildir.
65. Allah’a bağlılıklarından dolayı ayette “benim kullarım” şeklinde anılan kişiler, Allah’ın kendilerine verdiği akıl, irade gibi yüksek melekelerini gerektiği şekilde kullanarak hak yolunda sebat eden ve bu yolda Allah’ın da desteğini kazanan insanlar olup bunlar üzerinde şeytanın nüfuz kuramayacağı, dolayısıyla bu insanların şeytana karşı koyarken ondan daha güçlü olacakları belirtilmektedir. Böylece ayette hem insanın üstünlüğüne vurgu yapılmakta hem de ona ümit ve cesaret aşılanmaktadır.
Ayetin son cümlesi Hz. Peygamber’e müşriklerin baskıcı tutumları karşısında tebliğ görevini yılgınlık göstermeden, Allah’a güvenerek sürdürmesini telkin etmekte, ona cesaret vermektedir. Kuşkusuz bu ifade, aynı zamanda Peygamber’in yolunu izleyen diğer müminlerin hak davalarını yaşatıp geliştirmelerinde de bir güven ve moral kaynağı taşır.
Sultan, sahibinin otorite olduğunu gösteren yetki ya da belge anlamına gelir.
Şeytanın gücü yoktur insanın üzerinde. Kur’an bunu defaatle dile getirir. Peki ya şeytan gücünü nereden alır? Şeytan gücünü sizden alır. Şeytana güç transfer edersiniz, sizin verdiğiniz gücü size karşı kullanır.
66. Şimdi insanın ne kadar değerli olduğunu rabbimiz, etrafındaki tabiatı insanın emrine amade kılışını örnek göstererek aktarıyor.
Gemilerin sulara gömülmeden yüzüp gitmesi Allah’ın yasalarıyla olmaktadır ve bu sayede insanoğlu deniz ticareti yaparak, uzak ülkelerden mal taşıyarak Allah’ın nimetlerini ve rızkını elde etmektedir. Bu durum, ayetin sonunda Allah’ın kullarına bir rahmeti olarak açıklanmıştır.
67. Yani ey insan nasıl nankörlük yapabiliyorsun bak. Olağan üstü zamanlarda içinin sesini dinleyip rabbine yönelirken, başından bela savuşuverince onu böyle çabuk unutuyor ve nankörlük ediyorsun diye soruyor adeta Kur’an.
“ve kânel insanu kefura” zira insanoğlu kat kat nankördür. Çok nankör.
Kefur; sadece kafir değil, kefur bir abartı veznidir, mübalağa veznidir. Çok nankör. Neden? Çünkü Allah ona kat kat ikram etti. Allah’a yapılan nankörlük kat kat nankörlüktür.
İnsanın iç çelişkilerine bir atıf yapıyor bu ayet. Onu en iyi tanıyandan öğrenin demek istiyor. Allah’ın gör dediği yerden bakmak. Ve yine unutmayalım, Allah insanı en iyi tanıyan, insanın ustasıdır. Prospektüsünü O yazar, yani kullanım kılavuzunu O yazar. Çünkü O, yarattığını çok iyi bilir.
Onun içindir ki işte prospektüs, işte kullanım kılavuzu. Yer yüzünde hayatın inşası için yaratılan insanın da inşasını Allah yapar ve vahiyle inşa eder, nasıl inşa ettiğini işte bu ayetler gösteriyor.
68. Yani kâinat, tabiat yasaları Allah’a bağlıdır. Nasıl korkmuyorsunuz, çekinmiyorsunuz. Allah bir helâk ile helâk edebilir. Çünkü Helâk tabiat yasaları kullanılarak yapılanlardır unutmayın. Azap ise insanlar aracılığı ile yapılan bela.
Zahiren kendimizi emniyette hissetsek de etmesek de hiçbir zaman ve mekanda gönlümüzü Rabbimizden koparmamamız gerekir. Çünkü karada olduğumuz zaman deprem veya başka sebeplerle Allah bizi yerin dibine geçirebilir. Veya üzerimize taş yağdıracak bir fırtına gönderebilir. Emir buyurduğunda buna kim mâni olabilir?
69. İnsanoğlu tabiatın türlü felâketleriyle karşı karşıya kalabilir ve kalmaktadır. Bu sebeple esenlik zamanlarında da sıkıntılı zamanlarda da Allah ile olmak gerekir. Güvenliğimiz ve bütünüyle hayatımız geçicidir; Allah’tan başka “vekilimiz”, güvenip dayanacağımız biri yoktur; sonunda varacağımız yer O’nun huzurudur. Bu sebeple samimi, dürüst ve gerçekten akıllı kula yaraşan odur ki hayattayken de, güven içindeyken de Allah ile olsun; şeytana aldanıp Allah’ın yolunu terk etmesin.
70. Kat kat ikram, Yokluktan varlığa çıkarması bir ikram, varlıktan can vermesi bir ikram, canlılar içinden seçip ruh vermesi bir ikram, başka neler akıl vermesi, irade vermesi, bilinç vermesi, vahiy vermesi. En önemlisi İman vermesi. Kaç kat ikram görmüyor musunuz?
İnsanın asıl şerefini ve diğer yaratılmışlar karşısındaki üstünlüğünü, “eşyanın gerçeklerini aslına uygun olarak kavrama yeteneği olan akıl gücü”yle açıklar. Çünkü “Mârifetullahın aydınlığı akla doğar; akıl yeteneği, madde ve mana âleminin sırlarına ulaşan, sahip olduğu bilgi sayesinde Allah’ın ruhlar ve cisimler âleminde yarattığı varlık türlerini kuşatan güçtür... Böyle olunca insan varlığı, bu âlemdeki bütün varlıkların en değerlisidir.
Burada özellikle insanın taşıma araçları kullanmasına dikkat çekilmiştir. İnsanın hayvanları bu maksatla değerlendirmesi yanında, ayrıca bunun için gemi vb. araçlar yapması anlamlıdır. Çünkü başka hiçbir varlıkta böyle özellikler yoktur. “Bütün bunlar, dünyamızda insanoğlunun, kendisine uyulup itaat edilen mutlak başkan ve yönetici, diğer varlıkların da onun buyruğu altındaki tâbileri olduğunu gösterir”
Kur’an genellikle insanların hemen her gün yaşadıkları ya da çevrelerinde sürüp gittiği için farkına varamadıkları, fakat aslında son derece anlamlı olayların ibret verici yönlerine dikkat çekerek burada tecelli eden ilâhî güç ve hikmetin açık seçik kanıtlarını görmelerini ister. İnsanların taşıma araçları kullanarak ticaret konulardaki amaçlarını daha kolay ve verimli bir şekilde gerçekleştirmeleri Allah’ın bir lütfudur.
Allah’ın “değerli kıldığı” insanoğlunun, bugün taşımacılıkta, uzayın derinliklerine kadar uzanan ulaşım ve iletişim araçları icat edip kullanmada geldiği nokta, Kur’an-ı Kerim’in neden özellikle bu konuyu anılmaya ve ibret alınmaya değer gördüğünü de açıklamaktadır. Ayette bunun hemen ardından “kendilerine güzel güzel rızıklar verdik” buyurulmaktadır.
Rızık, insanın yararlandığı her türlü imkânı kuşatan geniş kapsamlı bir kavramdır. “Güzel güzel rızıklardan” maksat, hem helâl hem de hoşa giden rızıklardır. Burada insanın, ihtiyaç duyduğu şeylerin helâlini araması yanında sağlık yönünden daha kaliteli, daha temiz, estetik yönden daha güzel olmasına özen göstermesi gerektiğine de işaret vardır.
11
71. İmam; “Amel defteri, her ümmete indirilmiş olan kutsal kitap, her ümmetin kendi peygamberi, her asrın önderi, her topluluğun öncelikle ağırlık verdikleri ve meşhur oldukları iyi veya kötü işleri” gibi çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Arap toplumundaki anlamını “Her topluluğun, görüş ve inanç sahiplerinin dünyada kendilerine önder ve rehber kabul ettikleri kişilerdir.”
“Amel defteri” diye çevirdiğimiz kelimenin ayetteki karşılığı “kitap”tır. Amel defteri sağ taraftan verilecek olanların onları okuyacakları bildirilirken, solundan verilenlerden söz edilmemiştir. Çünkü “Amel defteri solundan verilenler, onun içerdiği büyük kötülükleri, çirkinlikleri, utanç verici günahları görünce kalplerini korku ve dehşet sarar; o kadar ki dillerinde amel defterlerini okuyacak mecal kalmaz”.
Bazı müfessirler, kişiye eylemini yaptıran merkez imamdır ve burada imam dışından biri değil, insanın içinde kendisine emir komuta eden merkez olan tasavvur ve aklıdır. Yani akleden kalbidir. Onun için burada kişi kendi eylemleri ile yargılanacaktır.
Kişinin cezalandırması kendi eylemlerinin bir sonucu, ahlaki eylemlerinin bir sonucu olacaktır ve biz de işte kendisine emir komuta eden o aklıyla, tasavvuru ile çıkaracağız huzurumuza. Bak diyeceğiz şu kötü işleri böyle akıl yürüterek yaptın. Önce ahireti unuttun, kısayı uzun, uzunu kısa sandın. Geçiciyi kalıcı, kalıcıyı geçici sandın, geçiciye kalıcı değeri yükledin, kalıcı değeri yükleyince geçiciye yatırım yaptın. Dünyevileştin. İşte böyle, bu noktaya öyle geldin.
72. Ahiret, dünya hayatının doğal bir uzantısı gibi takdim ediliyor bu ayette. Kişinin tavır ve davranışları öyle yerleşik hale gelen bir kişiliğe dönüşüyor ki, yani kişinin tavır ve davranışları insanda meleke haline geliyor. Bu kişiliği organik anlamda ahirete yansıyor adeta. Yani dünyada ruhuna verdiği şekil, aklına verdiği şekil, ukbada, ahirette organik bir biçim alıyor adeta. Onun için ahirette siz nasıl doğacağınızı adeta yeryüzünde ki ahlaki eylemlerinizle belirliyorsunuz.
Dünya hayatında kalp gözü kör olup da doğru yolu görmeyen, gerçek bir hidâyet rehberine uymayan, kendisine lütfedilen o üstünlük ve şerefi koruyamayıp aksine bu nimetlere karşı nankörlük eden ahirette de kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzükoyun sürünerek haşr olunacak ve kitabı solundan verilecektir. Dünyadayken kendini cennete götürecek yola girmediği; şeytanın yoluna uyup hak yoldan saptığı için, ahirette de daha perişan bir sapıklık ve şaşkınlık içinde kalacaktır.
İşte böyle kâfirler, kendi körlükleri ve şaşkınlıkları yetmezmiş gibi, başkalarını da cehalet karanlıklarına sürüklemek isterler.
Halbuki Allah onlara hidayeti, basireti, basiret yollarını göstermiştir. Ama onlar körlüğü basirete tercih ettiler. Körlüğü hidayete tercih ettiler. Onlar küfrü imana, sapıklığı hidayete tercih ettiler ve kör bir toplum olarak kalmayı tercih ettiler. Zaten bu kitabın ayetlerini görmeyenler başka şeyleri de göremezler. Tüm hayata karşı kördür onlar.
Yani dünyadaki körlüklerinin, dünyadaki sıkıntılarının yanında ahirette daha büyük körlükler ve sıkıntılar beklemektedir onları. Dünyada Allah’ı unuttukları gibi, Allah’ın kitabını unuttukları gibi, vahye karşı kör ve sağır davrandıkları gibi onlar da cehennem ateşinin içinde unutulacaklar.
73. Mekkeli putperestlerin Hz. peygambere yaptıkları uzlaşma ve taviz tekliflerinden birini dile getiriyor ayet. Yani inancından taviz verdiğin, gemi su aldığı zaman seni dost kabul edecekler fakat gemi batmış olacak. Dost kabul etseler yani sen onların dininden olmadıkça onlar seni dost edinmezler diyen ayete bir atıf gibi adete. Onun için inancından taviz verirsen onlar seni dost edinirler. Kendilerine benzetirlerse, zaten benzettikten sonra dost edinmelerine de gerek yok çünkü hiçbir kopya aslın yerini tutmaz.
Onlar çeşitli metotlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler. Bunlardan bazıları; "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."
"Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.
"Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir. Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor.
74. Sözün gelişinden anlıyoruz ki, fakat bu imkansızdır. Bu mümkün değildir. Yani sen Allah’ın koruması altındasın.
Bu ayetlerin inişinden sonra Resûlullah “Allah’ım! Göz açıp kapayacak kadar bir süre bile beni nefsime bırakma” diye dua etmiştir.
Gerçekten de Allah Resulü, bütün zamanların en şiddetli kâfirleri ve en sinsi münafıklarına karşı dimdik durdu, insanları İslâm’a davette son derece bir sebat, sabır, cesaret ve şecaat sergiledi. Döneminin büyük güçlerinin, yahudilik ve hıristiyanlık gibi büyük dinlerin mensuplarının, kendi kavminin, Ebu Leheb gibi amcasının en sert muhalefetine rağmen en küçük bir tereddüt, korku ve endişe göstermedi. Tek başına bütün dünyaya meydan okudu. Neticede İslâm kemale ererek zafere ulaştı ve tüm dünyaya yayıldı. Getirdiği dinin doğruluğuna imanı öylesine sağlam, vazifesine itimadı öylesine sarsılmazdı ki, zamanının şairlerinin, kahinlerinin başka din mensuplarının dinî rehberlerinin düşünce ve inançlarından en küçük derecede olsun etkilenmedi. Bunlar onun kalbinde ve zihninde en ufak bir tesir yapmadı, en küçük bir şüpheye ve tereddüde yol açmadı. Tam tersine Allah’ın en şerefli Resulü, onların hepsini etkiledi; her milletten ve her dinden insanlar onun dinine koştu.
75. Mümkün değil ama farzı muhal, mümkün olsaydı ne olurdu biliyor musun? İşte sana hayatın da, ölümün de acısını kat kat tattırırdık. Yani söylenen şu. İsterse din adına verin tavizi. Dünyada inancınızdan verdiğiniz, bir yarar umarak verdiğiniz taviz sonucunda dünyevi bir yarar bulamazsınız, hiçbir çıkarınız olmaz. Bir de ahiretinizi kaybedersiniz. Hem dünyada zillet, hem ahirette ceza olarak döner size inancınızdan verdiğiniz taviz.
Bu ayetler aynı zamanda, inançsızların bütün plan ve tuzaklarının üstesinden gelebilmek için peygamberler dâhil herkesin, Allah’ın yardım ve desteğine mutlak manada muhtaç olduğunu, aksi halde başarının imkânsızlığını da ifade etmektedir.
Bir dünya hesabına kapılarak dinini menfaatlerine kurban edenlerden eyleme bizi ya Rabbi. Senin dinin senin emanındadır, onu bozmaya zaten gücümüz yetmez de yanlış bir teşebbüsümüz olursa izin verme, bizi saptırma ya Rabbi.
Evet Rabbimizin uyarılarıyla, Rabbimizin yol göstermesiyle Resûlullah efendimiz direndi, dayandı, sabretti, taviz vermeye yanaşmadı. Bu sefer karşı taraf başka hesapların içine girdiler. Bekledikleri tavizleri alarak Resûlullah efendimize dinini bozdurmayacaklarını anlayınca, dinin temeline dinamit koyamayacaklarını fark edince bu sefer peygamberin ayağını bulunduğu coğrafyadan, yeryüzünden kaydırmayı düşündüler. Onu yurdundan, vatanından sürüp çıkarmayı böylece ondan kurtulmayı hedeflediler.
76. Putperestlerin Mekke’de Hz. Peygamber ve diğer Müslümanlara uyguladıkları baskıların artmasına rağmen Peygamber’in Mekke’de kalmakta ısrar ettiğine işaret vardır. Zira o, daha sonra da sırf bu baskı yüzünden değil, öncelikle Allah istediği için hicret etmiştir.
Ayet aslında gelecekten haber veren bir mucize. Mekke de inen ayetler arasında yer aldığı kesin. Geleceği ihbar ediyor. Bu ihbar sadece hicrete veya bedirde bu teklifi yapan elebaşlarının ölümüne değil, aynı zaman da ondan yıllarca sonra gerçekleşecek Mekke’nin fethine de bir işaret, bir atıf, bir ima içeriyor. Fetih müjdesi yani. Onun için ültimatom o zaman gelecekti.
Tevbe suresi unutmayınız, berae suresi. Hicretin 9. yılında Mekke fethedildiğinde bu ayette yıllar önce verilen bu ihbar o zaman geçekleşecek ve bundan böyle artık bu beldeye ayak basmasınlar diyecekti Kur’an.
77. Yani Allah’ın sünneti değişmez. Bu sadece senin başına gelmedi. Senden önceki tüm peygamberler de yurtlarından yuvalarından inançları uğruna çıkarıldılar. Yollara düştüler. Muhacir oldular. Ama sonuçta kazananlar hep muttakiler oldu. İman kazandı, küfür kaybetti. Onun için Allah bu sünnetini senin için de değiştirmedi, değiştirmez.
Ey peygamberim, seni saptırmak istediler Biz koruduk sapmadın, seni vatanından çıkarmak istediler biz koruduk. Sana Biz sahip çıktık. Öyleyse tüm bu ikramlarımıza karşılık sen de sana düşeni güzel yap. Sizler ey Müslümanlar, sizi de şu ana kadar koruyan Rabbinizdir. Sizi yok etmek isteyenlere karşı, sizi sürmek, sizi kodeslere tıkmak isteyenlere, bunun için dosyalar tutanlara karşılık sizi koruyan da Rabbinizdir.
Müminlerin lehinde, kâfirlerin ise aleyhinde işleyen bu ilâhî yasaların yaşadığımız toplum üzerinde de tecelli etmesi için kulluğun en mühim alâmeti olan namazları vaktinde ve en güzel şekilde kılmak, böylece Âlemlerin Rabbi ile olan gönül bağını sürekli canlı tutmak zarureti vardır. Bu vesileyle buyruluyor ki:
78. Burada ibadetlerin en önemlisi kabul edilen namaz ve namaz vakitleri konusuna geçilmektedir. Tefsirlerde genellikle namazın farz kılındığı İsra olayının ardından inen surenin bu ayetinde beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir.
“Dülûkü’ş-şems” öğle, ikindi ve akşam vakitlerini içermektedir. Nitekim “ilâ” edatının da bu deyimin birden fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir.
Gasak kavramı “karanlık” demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini ifade eder; “kur’ânü’l-fecr” ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca bu deyimin, namaz içinde Kur’an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak anıldığı, nitekim Hz. Peygamber’in uygulaması uyarınca sabah namazında daha fazla Kur’an okunduğu belirtilmektedir.
Meşhud; Şahit olunan demek. Aslında insanın iç dünyasının Allah’a en açık olduğu zaman demektir. İşte o müstesna vakitte gecenin sonuna doğru şafak vaktinde insanla Allah arasındaki o ilişki zirveye tırmanır. Ona bir işaret olsa gerektir.
“Kur’an’el fecr” sabah namazı olduğu açıktır. Ehemmiyetine binaen özel olarak zikredilmiştir. Beş vakit namazda gizli veya açık Kur’an kıraatı farz olmakla birlikte, Resûlullah (s.a.s.)’in tatbikatında da görüldüğü üzere sabah namazında okunan Kur’an’ın uzunluk ve tesir itibariyle ayrı bir ehemmiyeti vardır. Bu sebeple Kur’an fecre izafe edilmiştir. Sabah namazının diğer bir özelliği de şahitli olmasıdır. Ona gece melekleri de gündüz melekleri de şahit olur.
79. Teheccüd: sözlük olarak gece bir müddet uyuduktan sonra uyanmak manasına gelir. Daha sonra gece kalkıp namaz kılmak manasında kullanılmış ve bu da “teheccüd namazı” olarak meşhur olmuştur.
Teheccüd namazı İslâm’ın ilk yıllarında hem Peygamberimize (s.a.s.) hem de Müslümanlara farz kılınmıştı. Duruma göre gecenin üçte ikisini, yarısını, üçte birini, ondan biraz daha az veya biraz daha fazlasını teheccüd, Kur’an kıraati ve ibadetle ihya ediyorlardı. (bk. Müzzemmil (1-4) Sonra Efendimiz (s.a.s.) için farz bir ibadet olarak kaldı. Diğer Müslümanlardan ise farziyeti kaldırılıp kuvvetli bir sünnet olarak devam etti.
Allah Resûlü (s.a.s.) hazarda ve seferde ömrünün sonuna kadar teheccüd namazı kılmıştır. Çünkü Rabbi ona Makam-ı Mahmud’u va‘detmiş, onu bu makama eriştirmesi için de teheccüd namazına, gece ibadetine devam etmesini istemiştir. Bu sebeple Efendimiz, ümmetine de Allah’ın sevdiği kul olabilmeleri için teheccüd namazına devam etmelerini tavsiye buyurmuştur.
Teheccüde devamla erişilmesi müjdelenen “Makam-ı Mahmud”, övülmüş, övgüye değer bir makam demektir. Bundan maksat ise Efendimiz (s.a.s.)’ın kıyamet günü şefaat yetkisine sahip olması veya kendisine “Hamd Sancağı”nın verilmesi yahut cennette ondan başka kimsenin erişemeyeceği ve ismine “Vesîle” de denen çok yüce bir makama çıkmasıdır.
Aslında Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.s.)’i dünyada iken bile övülen bir makama yüceltmiştir. İsmini “çok övülmüş” manasında “Ahmed”, “Mahmûd” ve “Muhammed” koydurmuştur.
Efendimizi yerde insan ve cinlerin, gökte meleklerin övgüsüne nail kılmıştır. Hiçbir peygambere nasip etmediği yüce sıfatları ona nasip etmiş, onu “Hatemü’l-Enbiyâ” kılmış, ismini kendi ismiyle birlikte anmış ve onun şanını yüceltmiştir. Ahirette de en büyük değeri ona verecek, ona günahkâr ümmetine şefaat hakkı verecek ve onu cennetlerin en zirvesine yerleştirecektir. En çok razı olduğu ve kendine en yakın kıldığı kul, Hz. Muhammed (s.a.s.) olacaktır.
Bahsedilen övgü dolu kulluk mertebelerine tırmanabilmenin önemli şartlarından biri de Allah Teâlâ’ya devamlı niyaz halinde olmak; bizzat Rabbimizin öğrettiği duaları yaparak yakınlığımızı artırmaya çalışmaktır. İşte o dualardan biri şöyledir:
12
80. Rabbimizin talim buyurduğu bu dua çok şumüllü bir duadır. Yapacağımız her iş için bu duayı okuyabiliriz. Duanın ihtiva ettiği mana şöyle açıklanabilir:
“Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Herhangi bir işi yaparken veya herhangi bir yere giderken tam bir dürüstlükle, kabul ve razı olunan bir şekilde o işi yapmayı ve o yere varmayı nasip eyle.
Herhangi bir işi bitirirken veya bir yerden ayrılırken tam bir dürüstlükle, kabul ve razı olunan bir şekilde o işi tamamlamayı ve o yerden çıkmayı müyesser kıl.
Yine emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, dinini tebliğ görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan eyle.
Ahiretin girişi olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve oradan çıkarıp yeniden dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder!
Bütün bu kulluk vazifelerimde ve İslâm’ı tebliğimde muvaffak olabilmem için tarafından bana, düşmanlarımı mağlup edecek kuvvetli bir yardımcı, kahredici bir delil, mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlup ve perişan olsunlar. İman edenler de üstün gelip zafere erişsinler! Zaten bizim hakkın galip gelip batılın yok olacağına inancımız tamdır”.
81. Hak, Allah’ın razı olduğu, çerçevesini Kur’an ve sünnetin belirlediği İslâm dinidir. Bunun dışındaki her şey batıldır.
Her ne kadar bu ayetin indiği zamanda hakla batıl, imanla küfür arasındaki mücadele doruk noktasında olsa da, arada sırada batılın varlığı ve göstermelik üstünlüğü gözükse de, netice de hak bütünüyle galip gelecek ve batıl bütünüyle yıkılıp gidecektir.
Çünkü hakkın karşısında batılın mahiyeti budur. Gerçekten bu ayetin verdiği müjde, on sene gibi kısa bir müddet sonra Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke’ye bir fatih olarak girdiğinde ve Kâbe’ye girip üç yüz altmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşmiştir.
Nitekim İbn Mesûd (r.a.)’dan şu bilgi nakledilir: Resul-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’ye girdiğinde Kâbe’nin etrafında üç yüz altmış put vardı. Efendimiz: “Hak geldi, batıl yıkılıp gitti” diyerek elindeki sopayla onların tek tek gözlerine dürterek hepsini yüzüstü devirdi. Nihayet Kâbe’nin üzerinde Huzâalılar’a ait kurşundan yapılmış bir put kaldı. Allah Resulü (s.a.s.): “Ey Ali onu aşağıya at” buyurdu. Hz. Ali de yukarıya tırmanarak onu aşağıya attı ve kırdı.
Unutulmamalıdır ki Kur’an-ı Kerim’in biricik gayesi de, her türlü batıl düşünce, inanç ve eylemlerin kökünü kazıyarak hakkı hâkim kılmaktır.
82. Kur'an-ı Kerim'de kalplerine iman bilinci yerleşmiş, bu bilinçle aydınlanmış, Kur'an'ın huzurunu, güvenini ve sevincini algılamak için gönüllerini açmış bulunanlara şifa vardır, Kur'an'da rahmet vardır.
Kur'an, şeytani telkinlere, şaşkınlığa ve korkuya karşı bir şifadır. Kur'an, kalbi Allah'a bağlar. Sakinleştirir. Huzura kavuşturur. Koruma ve güvenlik bilincini yerleştirir. Gönülleri hoşnut eder. Allah'ın rızasını kazandırdığı gibi, hayattan da razı eder. Korku bir hastalıktır. Şaşkınlık psikolojik bir rahatsızlıktır. Şeytani telkinler de birer hastalıktır. İşte bunların hepsini etkisiz hale getiren Kur'an elbette ki inanan için bir rahmettir.
Kur'an, nefsi arzuların, pisliklerin, cimriliğin, kıskançlığın ve şeytani aşılamaların hepsine karşı bir şifadır. Bu hastalıklar kalp hastalıklarıdır. Kalbi zaafa, yorgunluğa ve hastalığa uğratırlar. Onu yıkılışa, çözülüşe ve çöküşe iterler. Bunlara engel olan Kur'an, elbette ki müminler için bir rahmet aracıdır.
Kur'an, düşünceye ve bilince yönelik yanlışı, yıkıcı akımları ve yönelişleri de engelleyen bir şifa unsurudur. Aklı haddini aşmaktan alıkoyar. Verimli olan alanlarda ona özgürlük hakkını verir. Faydasız alanlarda enerjisini tüketmesine engel olur. Sağlıklı-sağlam bir program içinde çalışmasını temin eder. Çalışmalarını verimli ve garantili hale getirir. Aklın çalışmalarını aşırılıklardan ve açmazlardan kurtarır. Kur'an'ın ölçülerine bağlı olan insan, vücudunun her organının enerjisini bastırmadan ve azdırmadan kullanır. Enerjilerini ve gücünü sağlıklı ve faydalı alanlarda değerlendirir. Enerjilerini verimli ürün veren alanlarda değerlendirir. İşte bu nedenle de Kur'an, müminler için bir rahmettir.
Kur'an, toplulukların yapılarını zedeleyen, güvenini, huzurunu ve sağlığını gölgeleyen sosyal hastalıklara karşı da bir şifa aracıdır. Bu ölçülere bağlı kalan toplum, Kur'an sayesinde sosyal düzeni, sağlık, güven ve huzur içinde gerçekleşen kuşatıcı adaleti ile oluşan atmosferde rahat içinde yaşar. Kur'an bu açıdan da müminler için bir rahmettir.
Bunun yanında, Onlar, bu ayetlerin şifa unsurlarından ve rahmet'inden yararlanmazlar. Ve onlar müminlerin Kur'an ile yükselişlerini bir türlü hazmedemezler. Onlara karşı kin ve öfke ile dolarlar. İnatları ve büyüklük taslayışları ile bozgunculuk ve zulümde daha da ileri giderler. Onlar bu Kur'an'ın taraftarlarına oranla dünyada dahi hep yeniktirler, hep kayıptadırlar. Ayrıca ahirette Kur'an'ı inkâr etmeleri ve taşkınlıkta ısrar etmeleri yüzünden azaba uğrayacaklardır. Yani onlar gerçekten büyük bir kayıp içindedirler:
İnsan rahmetsiz ve şifasız bırakıldığında... Kendi arzularına, ihtiraslarına ve tepkilerine bırakıldığında, eğer nimet içindeyse, haktan yüz çevirir ve şımarır. Şükretmez ve Rabbini hatırlamaz. Sıkıntı içinde olduğu zaman ise, Allah'ın rahmetinden ümidini keser. Hayat onun gözünde içinden çıkılmaz, karanlık bir hal alır.
Hasılı Kur’an müminin imanını, münafığın nifakını, kafirin küfrünü artırıyor. Kur’an kendisine iman eden, ön bilgi ile yaklaşanların imanını artırırken, ön yargı ile yaklaşan, yani küfürle yaklaşanların da inkarını artırıyor. Çünkü Kur’an bir ilahi eczanedir ki, eğer Allah’ın verdiği reçete ile yaklaşırsanız deva, eğer şeytanın verdiği reçete ile yaklaşırsanız sizin için ölüm olacaktır.
Öyleyse yediğimiz ekmekten, içtiğimiz sudan çok bize şifa verecek, bize rahmet olacak, tüm problemlerimizi çözüme kavuşturacak olan bu kitapla beraberlik kurmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Unutmayalım ki Kur’ansız bir hayat zarardır, Kur’ansız bir hayat hüsrandır, Kur’ansız bir hayat kayıptır. İçinde Kur’an’ın olmadığı bir aile, bir ev, bir toplum dertlidir, sıkıntılıdır, problemlidir, hüsrandadır, kayıptadır. Allah’ın rahmeti asla o topluma gelmeyecektir. Dikkat edin bugün şu toplumun problemi fakirlik değildir. Bu toplumun problemi ekmek değildir, hastalıklar değildir. Bu toplumun problemi Kur’an’sızlıktır. Bu toplumun gündemine Kur’an’ı indirmedikçe ne fakirliği, ne hastalığı, ne dengesiz büyümeyi, ne hukuku, ne eğitimi, ne fuhşiyatı, ne hırsızlığı, ne soygunculuğu düzeltmeniz mümkün değildir.
83. Allah’ın bahşettiği en büyük nimet vahiy nimeti idi. Çünkü bir üstteki ayet Kur’an vahyinden söz ediyordu. Aslında Allah’ın insanla konuşması insan için ekmekten, sudan çok çok daha önemli değil mi. İnsanı insan eden tarafı vahyin hitap ettiği taraf değil mi? Ekmek ve su diğer canlılarla paylaştığımız ortak nimetlerdi. Ama vahiy Allah’ın sadece insanı muhatap alarak verdiği bir nimet değil mi? Peki insanın da bu nimete çok farklı bir teşekkür etmesi gerekmiyor mu?
Bu ayette bu dile getiriliyor ve deniliyor ki insan Allah’ın verdiği nimetlere karşılık yüz çevirdi ve yan çizdi. “Ne nea Bi canibih” yanını döndü.
Neden yan çizer insan sorumluluklarından. Demek ki vahyin maksadı, insana sorumluluklarını hatırlatmaktır. Sorumluluklarından yan çizen insana. Neydi insanın sorumluluğu? Yeryüzünde yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa edip bu sayede ebedi hayatını mamur etmesi, ebedi mutluluğu kazanması.
İşte bu sorumluluğun altına girmek istemiyor insan. Oysa ki başında bunu kabul ettiği için insan olmuştu. Bu sözleşmeye onay verdi, irade aldı karşılığında. Fakat aldığı iradeye ihanet etti. Yani peşinen karşılığını aldı, fakat verdiği söze ihanet etti. İşte tüm vahiylerin amacı; İnsanı, verdiği sözü tutmaya davet etmektir.
“Ve izâ messehüşşerru kâne yeûsa” Ne zaman da başına bir ziyan gelse, tuttu umutsuzluğa kapıldı. Ne güzel dua değil mi;
“Ya Rabbi, çok verip azdırma, az verip bezdirme.” İşte Anadolu halk irfanında süzüle süzüle duaya dönüşmüş olan bu cümle aslında bu ayetin en güzel tefsiri.
84. “Şâkile”; tabiat, fıtrat, âdet, din, ahlâk, seciye, karakter, niyet, mizaç gibi manalara gelen şümullü bir kelimedir. Ayetin üslûbu dikkate alındığında bu manaların hepsinin bir önemi ve yeri vardır. Buna göre herkes kendi aslına, fıtrat ve mizacına, seciye ve karakterine, alışageldiği din ve ahlâkına, gönlünde yer eden duygu ve düşüncelerine uygun düşeni yapar.
Yeni tabiri ile herkes kendisine yakışanı yapar. Rabbimizin şu güzel hitabına bakınız. Yani herkes kendisine yakışanı yapar. Sen neyi yakıştırıyorsun kendine. Herkes sütünün iktizasını işler. Dolayısıyla yaptığın amele bak, aslında kendin hakkında değer biç.
Bu ilâhî beyan, kâfirler, zalimler ve asiler için bir kınama, müminler için bir övgüdür. Aynı zamanda bu gerçek, şahsiyet ve karakterin belirginleşip şekillendiği küçük yaşlardan itibaren insan terbiyesinin ne kadar mühim bir iş olduğunu ortaya koyar. Çünkü insan o yaşlarda şekillenen yapısına göre hayat tarzını belirlemektedir.
Netice itibariyle mümini ve kâfiri, bunlardan hangisinin en doğru yolda olduğunu, hangisinin dininin daha güzel olduğunu ve sonuçta her birinin ne ile karşılaşacağını en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.
Herkes kendi duygu, anlayış ve kavrayışına göre bir yol tutar, fakat bunun Allah’ın rızasına uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Eğer tuttuğu yol Allah’ın kitabı ve Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine uygun ise bu yol doğru bir yoldur. Değilse yanlış ve batıl bir yoldur.
85. Sözlükte ruh “can, nefes, güç” gibi anlamlara gelir. Terim olarak çoğunlukla “bedenin zıddı olan, yani insanın manevî cevherini ve özünü oluşturan, onu insan yapan ve diğer bütün varlıklardan ayrı olmasını sağlayan soyut varlık” olarak anlaşılmıştır.
Kelimenin Kur’an’da başlıca üç anlamda kullanıldığı söylenebilir:
1. Cebrâil anlamında (Bakara 87; Meryem 17; Şuarâ 193; Meâric 4; Kadr 4)
2. Vahiy anlamında (Nahl 2; Mü’min 15; Şûrâ 52)
3. Canlılarda hayat kaynağı olan güç, özellikle insanın mânevî cevheri ve özü anlamında (İsrâ 85; Enbiyâ 91; Tahrîm 12).
İslâm düşünce tarihinde ruhun gerçek bir varlık olduğunu kanıtlamak üzere çeşitli deliller ileri sürülmüş olup başlıcaları şunlardır:
1. İnsanın bedeni değişmekte, gelişmekte, başkalaşmaktadır; halbuki onun kişiliği daima aynı kalmaktadır. Bu değişmeyen kişilik ruhun varlığının dışa yansımasıdır.
2. Herkes, insanın ahlâkî, hukukî yönden sorumluluğunu kabul eder. Eğer ruh olmasaydı sorumluluktan söz etmek anlamsız olurdu. Nitekim ruh taşımayan nesneler için böyle bir şey söz konusu edilmez. Şu halde bizim ahlâkî ve hukukî kişiliğimizi oluşturan varlığımız bize ait ruhumuzdur.
3. İnsandaki bilinç, irade, seçme özgürlüğü gibi yetenek ve kapasitelerin bedene ait özellikler olmadığı açıktır. Bu yeteneklere sahip olan ve bunlarla bedeni hareket ettiren, durduran vb. işlevleri gerçekleştiren güç ruhtur.
4. İnsanın sırf maddî ve bedensel varlığı açısından bakıldığında kendisinden çok daha güçlü olan varlıklardan daha üstün olmasını sağlayan da akıl, zihin, muhâkeme, irade, seçme ve karar verme özgürlüğü gibi ruha ait yeteneklerdir.
5. Ölüm olayının gerçekleşmesinden önce ortada gerçek bir insan varken ölümle birlikte artık cesedin insan olarak varlığının son bulduğunu herkes kabul eder; bunun da sebebi ruhun bedeni terketmiş olmasıdır.
Bu üçünden hangisiyle ilgili olursa olsun, elektrik gibi bir kısım etkilerini görsek de, ruhun ne olduğunu tam olarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü bizzat hem onu hem bizi yaratan Allah Teâlâ, bize bu konuda oldukça az bir bilginin verildiğini söylemektedir. Ancak bu ayetin öncesine ve sonrasına bakıldığında burada sorulan “ruh”tan maksadın Kur’an ve onu getiren Cebrail (a.s.)’la ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Nitekim bu konuya ışık tutan diğer bir ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur:
“İşte biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’an’ı vahyettik. Yoksa daha önce sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin.” (Şûra 52)
Buna göre müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Kur’an’ı nereden aldığını sormuşlar, o da kendine vahiy getiren “ruh”un, Rabbinin emriyle geldiğini, Kur’an’ı getirdiğini, fakat bunun mahiyetinin tam olarak anlaşılmasının da imkân dışı olduğunu söylemekle emrolunmuştur. Nitekim gelen ayetler de Kur’an’ın bu esrarengiz mahiyetini izaha devam etmektedir.
86. Önceki ayetten anlaşıldığı üzere Kur’an, müşriklerin iddia ettikleri gibi Peygamber (s.a.s.)’in kendinden söylediği beşerî bir söz değil, ona Allah’tan gelen ilâhî bir kelâmdır.
Peygamber sadece gelen vahyi alan ve onu hiçbir değişikliğe uğratmaksızın aldığı şekilde tebliğ eden bir memurdur.
Dolayısıyla Allah dilerse vahyi göndermez; gönderdiklerini de hafızalardan, sadırlardan, satırlardan siler, kaldırır; Peygamber de bu durum karşısında hiçbir şey yapamaz; yok olan o ayetleri geri getirebilmek için kendine bir yardımcı bile bulamaz. Nihayetinde o, Allah’a kullukla vazifeli, bütün güç ve kuvvetini Allah’tan alan diğer insanlar gibi bir insandır.
87. Ancak Allah Teâlâ rahmeti ve lütfünün bir eseri olarak ona Kur’an’ı göndermekte ve onu Rasulü’nün kalbine yerleştirmektedir. Bu bakımdan ayetlerin mesajı, Peygamberimiz (s.a.s.)’den ziyade, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen, onu kendisinin uydurduğunu veya bir başka insan tarafından ona öğretildiğini iddia eden münkirleredir.
Bu sebeple bir sonraki ayette, Kur’an’ın mucize bir ilâhî kelâm olduğunu savunmak üzere bütün insanlar ve cinlere meydan okunmaktadır.
88. Vahyin meydan okuduğu bu mucizelik vasfı dilden öte bir şeydir. Bu mucizelik vasfı sadece indiği dilde değil, hangi dile çevrilirse çevrilsin o dilde kendini gösterir. Çünkü mucizelik vasfı kaynağa aittir. Kaynağınsa dili diller üstüdür. Anlamın dilidir o.Mananın dilidir. Onun için bu mucize eğer vahyi konuştuğunuz kendi dilinize çevirin orada kendini gösterir.
Anlam başlar kendisini üretmeye ve vahyin imkanını şimdiye kadar tüketen bir kafa çıkmamıştır. İşte vahyin mucize oluşunun en büyük göstergelerinden biri budur. Vahyin anlam hazinelerini ben tükettim, bitirdim. Benden sonra bir daha üretilemez diyecek bir akıl gelmiş midir? İşte meydan okuyan vahyin mucizelerinden biri.
Neresi mucize diyenlere ithaf olunur. Hayatınızı değiştiriyor. Milyonlarca kadın ve erkeğin hayatını yüzlerce yıldan beri değiştiriyor. Ve bundan böyle binlerce yıl daha değiştirmeyi sürdürecek. İşte budur mucize. Binlerce insanın, yüz binlerce, milyonlarca, yüz milyonlarca insanın hayatında devrim yapan, büyük inkılaplar yapan ve onlara iman hamlesini başlatan böyle bir hitap ancak Allah kelamı olabilir.
13
89. Mesel; vasfetmek, nitelemek, tanımlamak, onun niteliklerini ortaya dökmek yolu ile kıyas yapmaktır. İki şeyi birbirine tanımlamak yolu ile kıyaslamaktır.
Biz bu vahyi evire çevire anlatalım, insana kıyas imkanı sunalım. Öte ile bura arasında bağ kuralım. Akılla ruh arasında bağ kuralım. Madde ile mana arasında Allah’la yaratıklar arasında, insanla Allah arasında, geçmişle gelecek arasında bağ kuralım. Bilgi ile ahlak arasında bağ kuralım ve böyle kıyaslar meseller, temsiller yolu ile insana bu bağı anlatalım. Ama insan kalksın nankörlük etsin. Revamıdır bu.
90. 91. 92. 93. Bu ayetlerin sebeb-i nuzülünde Utbe ve Şeybe kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr b. Hâris, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre gibi Kureyş’in ileri gelen müşrikleri, Kur’an’ın mûcizevî üstünlüğünü kabul etmedikleri gibi onun benzerini ortaya koymaktan da âciz kalınca bir heyet halinde Kâbe’nin yanında toplanıp kendisiyle görüşmek üzere Hz. Peygamber’i oraya davet etmişlerdi.
Hz. Peygamber, samimi bir görüşme yapacaklarını umarak yanlarına geldiğinde ona özetle şunları söylediler: Sen şimdiye kadar Araplar’dan hiç kimsenin yapmadığı kadar halkımız arasında bir ihtilâf ortaya çıkardın; atalarımızı yerdin, ilâhlarımıza hakaret ettin, akıllılarımızı ahmak yerine koydun, toplumumuzu böldün, bize olmadık kötülükler yaptın. Eğer bunları mal için yapıyorsan aramızda sana mal toplayalım ve seni en zenginimiz yapalım, şan ve şeref kazanmak için yapıyorsan seni başımıza lider yapalım, eğer ruhsal bir rahatsızlık sebebiyle bunu yapıyorsan bir tabip bulup iyileşmen için malımızı mülkümüzü harcayalım veya seni mâzur sayalım (çünkü onu cin çarptığını düşünenler de vardı).
Hz. Peygamber, bu söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını, aksine Allah’ın kendisini gerçek bir elçi olarak gönderdiğini, kendisine bir kitap indirdiğini, uyarıcılık görevini yerine getirmesini emrettiğini; bu sebeple onlara Allah’ın mesajlarını tebliğ ettiğini ve uyarıda bulunduğunu ifade ederek eğer kendisini dinleyip uyarısını kabul ederlerse bundan dünya ve âhiret hayatları bakımından kârlı çıkacaklarını, ama reddederlerse artık kendisi için sabredip Allah’ın hükmünü beklemekten başka bir çare kalmayacağını ifade etti.
Bunun üzerine söz konusu heyet, alaycı bir üslûpla –etraftaki dağları kaldırarak verimli topraklarını genişletmesi, söylediklerini doğrulaması için atalarından bir zatı diriltmesi gibi daha başka talepler yanında– konumuz olan ayetlerde belirtilen saçma isteklerini sıraladılar.
Resûlullah ise, kendisinin bunları gerçekleştirmek gibi bir görevinin olmadığını belirterek yukarıda anlatılan açıklamalarını tekrar hatırlattı ve nihayet umduğunu bulamamanın verdiği üzüntü içinde onlardan ayrıldı.
De. Sanırım bunu yüreğimizin ta derinlerinde duymamız gerekiyor. Alemlere rahmet, Hz. Muhammed’e söyleniyor. Ben fani bir elçiden başka neyim ki.
Ya kendini bir şey zannedenler, ya Allah’a karşı isyan edenler. Allah’la ayaklaşanlar. İlahlığa kalkışanlar boyuna posuna bakmadan, ya onlar. Evet bu ibare tüm mucize taleplerinin reddi içindir aslında. Açıkça anlaşılıyor. Burada anlaşılan gerçek şu;
1 – Mucize Allah’tandır. Yani peygamber istediği zaman mucize veremez. Yukarıdaki taleplere karşı bunu de, emri ile bu anlatılıyor. Benim elimde değil ki. Mucize Allah’tandır. Zaten; Mucizenin mucizelik vasfı Allah’tan olduğu içindir. Allah’ın peygamber elinde yarattığı harikuladelikler, olağanüstülükler, sıra dışılıklardır.
2 – Mucize Kur’an dır. buradan 2. çıkarsadığımız şey de budur.
Ankebut/51. e bakınız. Ve tabii bu surenin isra suresinin 59. ayetine bakınız. Orada da göreceksiniz ve gelecek şimdi inşallah. Ankebut/51 de; “Onlara mucize olarak bu Kur’an ı göndermemiz yetmedi mi?” diyor. Senden mucize talep edenlere de ki; Onlara mucize olarak ellerinde okudukları bu vahyi göndermemiz yetmedi mi. Onun için bize yetti ya rabbi demek lazım.
94. Tüm inkarcı toplumlar melek peygamber istemiştir. Kur’an helak olmuş toplumların hikayesi ile doludur. O kıssalarda gördüğünüz ortak gerçek şu olacaktır. Her helak olmuş toplum peygamberlerinden melek bir peygamber istemiştir.
Peki melek bir peygamber gelse idi mucizeleri gördükleri halde, Allah’ı açıkça göstermedikçe iman etmeyiz diyen bu kafa iman eder miydi sanıyorsunuz? Tabii ki etmeyecekti. Fakat etmeyeceği halde neden bunu istedi? İşte bu soru çok önemli. Buna bir tek cevap bulabiliriz. Eğer melek gönderilseydi o melek, biz insanız deyip vahyi hayatına koymamanın kendince gerekçesini bulacaktı. Biz onu örnek alamayız. Haklı olarak, biz onu takip edemeyiz, biz onu üretemeyiz. Çünkü mahiyetimiz ayrı.
Tabii onlar melek peygamber istediler, biz ise tarihte böyle bir istek yapmaya fırsat bulamadığımız için kendi tarihimizde peygamberi melekleştirmeye kalkan çizgiler ortaya çıkardık. Onun bir başka versiyonunu. Melek peygamber isteme fırsatını kaçıranlar ellerinde ki insan peygamberi melekleştirdiler. Melekleştirince hayattan dışlamış oldular. Bir peygamberi taşlayarak hayattan kovmakla, melekleştirerek, yücelterek, uçurarak, insanüstüleştirerek hayattan kovmak aynı şey. Neticede ikisi de aynı kapıya geliyor, ikisinde de peygamberin örnekliği kayboluyor. Artık hayatınızda yok o. O zümrüt-ü anka gibi, bir masal kuşu. Sadece masallarda olur, ama hayatta asla, olamaz.
Olamaz çünkü insan üstüleştirdiniz. O nedenle sevgili efendimiz bu tehlikeye daha baştan işaret ederek;
La tutruni kema etrıyyet me Meryem..! beni Meryem’in oğlunu insanüstüleştirdikleri gibi siz de beni insanüstüleştirmeyin. Uçurup göçürmeyin. Fe kulu Abdullah ve rasuluhu. Evet, Allah’ın kulu ve elçisi. Onun için burada eski toplumların yaptığını bizim efendimize yapmamamız gerekiyor işte burada ki uyarı da bence odur. Kur’an’ın bize verdiği ebedi mesaj budur.
95. Yani yeryüzünde salına salına dolaşan insanlar ise, insanların arasından biri onlara peygamber olarak gönderilmeli. Çünkü peygamberler izlenmesi gereken örneklerdir.
Bizden farklı bir varlığın hayatı bize nasıl örnek olacak? Bu Meleğin cinsel hayatı yok, yemesi yok, içmesi yok, iradesi yok, günah işleme özelliği, uykusu yok, gafleti yok. Bizim gibi isyan özellikleri yok. Biz kesinlikle bunun gibi olamayız diyecekti insanlar.
Öyleyse gerçekten böyle bir şey bizim insan olarak fıtratımıza ters olurdu. Rabbimiz öyle yapmamış da tam bize uygun, bizim fıtratımıza uygun, bizim gibi özellikleri olan yemesi içmesi olan, uykusu olan, gafleti olan bir kulu örnek olarak göndermiş.
96. Davet ve tebliğin bütün açıklığına, ikna ediciliğine rağmen müşriklerin red ve inkârda inat etmeleri, küstahça tavırlarını sürdürmeleri karşısında Peygamber’e güven telkin ederken inkârcılara da bu anlamsız tavırlarının Allah tarafından bilindiği hatırlatılarak bir defa daha uyarıda bulunulmaktadır.
Peygamber sancısı. De ki diye başlıyor ayet. Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Başka şahide gerek yok. Hatırlayın dostlar ne diyordu Efendimiz veda haccında?
Ey insanlar vazifemi yaptım mı, görevimi yerine getirdim mi, tebliğ ettim mi?

Karşısında ki o insan seli hep bir ağızdan cevap veriyordu;
Şahadet ediyoruz ki sen bize tebliğ ettin, nasihat ettin bize görevini yaptın, vahyi ilettin, Allah’ın emrini yerine getirdin..!
Gözlerini yukarı doğru kaldırıyor, yaş süzülen gözlerle sevgili nebi;
– Rabbena feşhed, Allahümme feşhed. Diyordu.
Ya rabbi, şahit ol..!

Biz 20. yy. da ki şahitler olarak onun dünyayı terk edişinden 1400 yıl sonra gelen şahitler olarak şahadet ediyoruz ki Allah’ım o görevini yaptı. Umarım bizde ona karşı ve sana karşı görenini yapanlardan oluruz. Umarım biz de onun kadar açık bir alınla Ya rabbi görevimizi yaptık sen şahit ol diyebiliriz. Böyle bir liyakat kazanırız inşallah.
14
97. Risaletin mahiyeti üzerinde akıl ve insaf ölçülerinde düşünüp taşınacakları yerde, duygularına kapılıp inkârda inat edenlere Allah’ın hidayet nasip etmeyeceği, O’nun sapkınlıkla baş başa bıraktıklarına, peygamber de dahil olmak üzere hiç kimsenin yardım edemeyeceği, kurtuluş sağlayamayacağı bildirilmektedir
Yüce Allah doğru yolun da sapıklığın da yasalarını belirlemiştir. İnsanları bu yasalarla baş başa bırakmıştır. Bunlara göre yürümelerini ve sonunda akıbetlerine katlanmalarını dilemiştir.
İnsanın hem doğru yola hem de sapıklığı eğilim duyabileceği gerçeği de bu yasalardan biridir. Doğru yol üzerinde veya sapıklık yolunda yürüme isteği ve çalışmasının sonucunda insanın nihai tercihi belirginlik kazanır. Yönelişi ve çabası ile Allah'ın hidayetini hak edeni Allah doğru yola iletir. İşte gerçekten doğru yolda olan da budur. Zira o Allah'ın belirlediği doğru yolu izlemiştir. Doğru yolun delillerinden, belgelerinden, işaretlerinden yüz çevirerek sapıklığı hak edenleri ise hiç kimse Allah'ın azabından koruyamaz.
98. Tüm problem, tüm problemin anahtarı bu ayette veriliyor; Ahirete inanmamak. Adalete ve eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmemek.
Bu nereden kaynaklanır? Eylemlerinin sorumluluğundan kaçma tavrından. Çünkü ahiret hesap demektir. Hesaptan kim kaçar? Eylemlerinin sorumluluğunu üstlenemeyenler. Sorumsuzca bir hayat yaşayanlar mahkeme isterler mi? Hesabını veremeyeceği bir hayatı yaşayanlardır ahirete imanda tereddüt edenler. İşte problemde oradan kaynaklanır.
Allah’a karşı, Allah’ın kitabına karşı, Allah’ın peygamberine karşı ilgisiz kalalım, kör ve sağır davranalım, örtelim, örtbas edelim, keyfimize göre bir hayat yaşayalım, Rabbimizin dinini diskalifiye edelim, günümüzü gün edelim ve sonunda böyle bir cehenneme gidelim mi? Akıl işi mi bu? Bu dünyada Allah’la, Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetiyle birlikte bir hayat yaşayarak, hidayeti tercih ederek cennete gitmek varken yapılacak şey mi bu?
99. İster büyük ister küçük olsun, ister zor ister kolay olsun bunları yaratmada Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur. Sadece “Ol!” buyurması yeterlidir. O, herkes için kesin bir ecel tayin etmiştir. Dolayısıyla eceli gelen herkes ölecektir.
Yine O, yeniden diriliş için de muayyen bir vakit belirlemiştir. O vakit gelince de herkesi yeniden diriltilecektir. Hiçbir güç buna engel olamayacaktır.
Fakat zulme gömülmüş kirli ruhların ve katran gibi paslara bürünmüş hastalıklı kalplerin bu gerçeği sezmeleri mümkün olmadığından, böyle perişan halde olan zalimlere inat merkepler gibi, inkârda ayak diretip durmaktadırlar. Bu, İslâmî bir terbiye ve tezkiye görmemiş, imanın kalpleri yoğurucu rahmetinden mahrum kalmış ham ruhlu insanın son derece cimri, pinti, nankör ve inkarcı yapısından kaynaklanmaktadır.
100. Rabbimin size olan cömertliğine bakın, sizin rabbime yaptığınız bu ihaneti size biri yapsaydı; siz rabbimin size verdiğinin milyarda birini verir miydiniz? Allah’a yaptığınız nankörlük karşısında Allah’ın size açtığı krediye bakınız, sonsuzca krediye bakınız. Siz bir başkasına bu nankörlüğü yapsaydı bunun milyarda birini açar mıydınız dercesine uyarıyor.
ve kânel İnsanu katura Zira insanoğlu oldum olası pek hasistir. Allah’ın mutlak bağımsızlığı dile getirilirken insanın dünyaya mala eşyaya bağımlılığı ve acziyeti ne kadar güzel bir üslupla, ne kadar ikna edici bir üslupla dile getiriliyor görüyorsunuz.
Elhamdülillah ki bütün bu nimetler Allah’ın elindedir. Elhamdülillah ki insanların gerçek melikliği, gerçek sultanlığı yoktur bu konularda. Mademki sizi ve sahip olduklarınızın tümünü yaratan Allah’tır, madem ki mülk Onundur öyleyse Ona kul olmak, Onun istediği gibi bir hayat yaşamak zorundasınız. Böyle cömert bir Allah’a teşekkür etmek zorundasınız. Hem öyle cömert bir Allah ki kendisine isyan içinde bir hayat yaşayanlardan bile bu nimetlerini esirgemiyor. Biz olsak öyle mi yapardık? Allah etmesin birimizin eline geçmiş olsaydı bu dünya tüm dünyayı aç bırakırdı, tüm dünyayı sefil bırakırdı. Biter korkusuyla insanlardan kıskanırdı. Gerçekten insan çok cimridir, ama Kur’an ahlâkıyla ahlaklanır, Allah ayetlerinin eğitiminden geçerse o zaman Allah’ın istediği şekilde cömert oluverir.
101. Buradaki “dokuz ayet”in Hz. Musa’nın elinde gerçekleştirilen dokuz mucize veya Tevrat’ın dokuz ayeti yani dokuz buyruğu olduğu söyleniyor.
Birinci yoruma göre dokuz mucize şunlardır: Yılana dönüşen asa, ışık saçan el, çekirge, ekin böceği, kurbağa, kan, taştan su fışkırması, denizin yarılması ve Tur’un İsrâiloğulları’nı korkutması mucizeleridir.
İkinci yorum şöyle bir rivayete dayanmaktadır: İki yahudi Hz. Peygamber’e gelerek buradaki “dokuz ayet”le ne kastedildiğini sormuşlar, o da bunların şu dokuz dinî ve ahlâkî buyruktan ibaret olduğunu belirtmiştir: Allah’a ortak koşmayın, haksız yere adam öldürmeyin, zina etmeyin, faiz yemeyin, sihir yapmayın, suçsuz insanı öldürmesi için zalim yöneticiye teslim etmeyin, savurganlık yapmayın, namuslu kadınlara iftira atmayın, savaştan kaçmayın.
102. “Besair” vahyin hidayet ve rahmet öznesi oluşuna bir delildir. Yani vahiy bizatihi öznedir. İnşa edici bir öznedir, insanın gözüne hakikati sokar gibi gösterir. Karşındaki birazcık aklını kullanırsa vahiy aslında onun gözüne hakikati serer.
Devam ediyor Hz. Musa; Ve ben de ey Firavun senin artık iyice tükenip bittiğini düşünüyorum. Şu cesarete bakınız, böyle yerlere yayılma, korkma, tırsma, pusma yok. Yukarıda ne diyordu Firavun unutmayınız: Senin büyülendiğini düşünüyorum demişti ya, ona karşılık Hz. Musa da diyor ki; Sen bittin, ben de böyle düşünüyorum. Evet, karşısında ki döneminin süper gücünün başkanı unutmayınız. astığı astık, kestiği kestik biri. Ama iman ile konuşunca işte böyle omurlu ve şerefli biri olarak konuşuyor.
103. Evet bu konular kitabımızın önceki surelerinde uzun uzun anlatıldı. Zalim Firavun Allah elçisine hayat hakkı tanımadı. Allah ayetlerine inanmadı. Rabbim Allah diyenlere zalimce bir tavır takındı. Müslümanları arzdan çıkarmak istedi. Müslümanları yeryüzünden silmek istedi. Tıpkı o gün Mekke kâfirlerinin peygamberi ve beraberindeki bir avuç Müslüman’ı Mekke’den sürmek istedikleri, ya da şu anda yirminci asrın zalim Firavunlarının Müslümanlara bu ülkede hayat hakkı tanımayıp yok etmeyi planladıkları gibi. Rabbim geçici olarak Firavuna imkân tanıdı. Firavun kendisini bir şey zannedip Müslümanların peşine takıldı ve Rabbimiz Onu da avenelerini de suda, denizde boğuverdi. Bundan sonra kurtardığı İsrail oğullarına sesleniyor Rabbimiz:
104. Evet ey İsrailoğulları, buyurun artık yeryüzünde siz hakim olun, siz egemen olun. Yeryüzünde siz yaşayın artık. Mısır ve Firavunlar saltanatı bitmiştir artık. Yeryüzü sizindir. Şu andan itibaren dünyada güç, kuvvet ve saltanat sahipleri olarak sizler imtihan olunacaksınız. Ama unutmayın ki bir gün sizin hayatınız da bitecek. Bir gün bu dünyada herkesin hayatı, herkesin saltanatı bitecek. Dünyadaki hayatın sonunu bildiren anons çalınca, kıyamet kopunca unutmayın ki hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz. Hepinizden bu dünyada yapıp ettiklerinizin hesabını soracağız bir gün buyurarak hepimize uyarısını ulaştırıverdi Rabbimiz.
Evet kıyamete kadar kim bu kitapla beraber olursa, kim bu kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelirse o gün İsrailoğullarına yaptığı uyarıyla karşı karşıya bulacaktır kendisini. Hangimiz kaçabileceğiz bu sorgulamadan? Hepimiz, hepimiz yaşadığımız bu hayatın hesabını vermek üzerine zinhar Rabbimizin huzurunda toplanacağız yarın. Firavunlar da öldüler, İsrail oğulları da öldü, peygamber (a.s) da, ona geçit vermemeye kalkışanlar da öldüler, bizler de öleceğiz. Peygamber de vefat etti peygamber karşıtları da geberdiler. Ölmeyen tek diri Allah’tır. Tek Melik, tek hükümdar Odur.
15
105. Biz Onu, O Kur’an’ı hakla indirdik, O da hak olarak indi. Hak olarak kaldı. Kur’an’ı hak olarak, haklı olarak, hak yasalara istinat ederek indirdik, O da hak olarak indi. Biz yarattığımız kullarımızın hayatına karışmak üzere, yarattığımız kullarımıza hayat programı yapmak üzere onların arasından elçiyi hak olarak seçtik, ona hak olarak yetki verdik, hak olarak ona vahyimizi, kitabımızı indirdik. Ve seni de ey peygamberim, sadece bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. İşte kitabın misyonu ve elçinin misyonu budur.
Evet böyle hak bir kitabın kendisine gönderildiği Hz. Muhammed (a.s) yeryüzünün geçmiş ve gelecek en hayırlısı olarak insanları cennetle müjdelemek ve cehennemle, azapla uyarmaktır. Rabbimiz önceki ayetlerinde müşriklerin taleplerine, ya da itirazlarına böylece cevabını vermiş oluyor.
Ne diyorlardı Allah’ın Resulüne Sen bizim için kaynaklar fışkırtmadıkça, göğü parça parça bizim üzerimize indirmedikçe, bağların bahçelerin sahibi olmadıkça sana asla inanmayacağız.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki peygamberin böyle bir özelliği, böyle bir gücü ve yetkisi yoktur, böyle bir sorumluluğu yoktur. O ne göklerin ve yerin sahibi, ne bağların bahçelerin sahibi, ne de gökten sizin üzerinize istediğiniz azabı indirme gücüne sahip birisidir. O sadece kendisine gönderilen hak bir kitapla sizi müjdeleme ve uyarma göreviyle görevlidir o kadar. Öyleyse ey peygamberim, sen bu hak kitabı insanlara duyur. Bu hak kitapla insanları uyar. İnanan kendi lehine inansın, inanmayan da kendi aleyhine dilediğini tercih etsin.
106. Kur’an, Hz. Peygamber’e kırk yaşından itibaren yirmi üç seneye yakın bir sürede ayetler ve sureler halinde kısım kısım indirilmiş; bu da Resulullah’ın ilâhî tebliğleri insanlara zamana, zemine ihtiyaçlara ve şartlara göre yavaş yavaş, anlata anlata, hazmettirerek okuması, duyurması imkânını getirmiştir.
Bu durum aynı zamanda müminlerin de ilâhî hükümleri merhale merhale, alışa alışa uygulamalarını sağlamıştır. Hatta içki yasağıyla ilgili ayetlerde olduğu gibi bazı ayetler, insanların doğal olarak birden terk etmeleri mümkün olmayan kötü alışkanlıklarını, yanlış inanç ve telakkilerini zaman içinde terk etmelerini kolaylaştıracak bir süreçte indirilmiştir.
Biz onu okumanın tüm çağrışımlarıyla, yani fiili olarak oku, fikri olarak oku, zihni olarak oku, ahlaki olarak oku. Siyasi olarak oku, ekonomik olarak oku, bireysel olarak oku, toplumsal olarak oku. Onu hayatın her alanına uyarla. İnsan ayetiyle onu karşılaştırarak oku. Kainat ayetiyle onu kıyaslayarak oku.
Kur’an-ı Kerim, dağları darmadağın edecek, yeryüzünü bölüp parçalara ayıracak, ölüleri diriltecek ağırlıkta ağır bir söz, muazzam bir ilâhî kelâmdır. (bk. Haşr 59/21; Ra‘d 13/31; Müzzemmil 73/6)
Eğer Allah Teâlâ onu bir defada indirseydi, ne gökler, ne yerler, ne dağlar, ne de hiçbir beşer onu taşımaya tahammül gösterebilirdi; ağırlığıyla hepsini parçalayıp darmadağın, un ufak ederdi. Bu sebeple ilâhî rahmetinin bir tecellisi olarak Rabbimiz onu Resulullah (s.a.s.) Efendimizin mübarek kalbine, her defasında o temiz kalbin alıp tahammül edebileceği miktarda ve gelişen İslâmî hayatın ihtiyacına göre yirmi üç yıl boyunca parça parça, bölüm bölüm indirmiştir.
Efendimiz (s.a.s.) de kendine vahyedilen bu ayetleri, emredildiği üzere dura dura, sindire sindire, ağır ağır insanlara okumuş, manasını öğretmiş ve her türlü ahkâmını onlara sırasıyla tatbik ettirmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra da İslâm toplumlarında bu usul tatbik edilegelmiştir. Bundan böyle de Kur’an-ı Kerim’in talim ve terbiyesi aynı usulle devam ettirilecektir.
Ancak Resûlullah (s.a.s.) döneminden bu güne kadarki süreçte görüldüğü üzere bu günden sonra da Kur’an’a inananlar olacağı gibi inanmayanlar da olacaktır. Şu kadar var ki inananların elde edecekleri maddî-manevî kazanç elbette ki muhteşem olacaktır.
107. Allah’ın insanla konuşmasının ne muhteşem bir imkan olduğunu bilenin alacağı tek vaziyet vardır; secde vaziyeti. Onun için tilavet secdeleri aslında vahyi verdiği için Allah’a şükür secdeleri anlamına da gelir. Onun için bu ibare Allah’ın insanla konuşması demeye gelen vahyin karşısında insanın alacağı bir tek esas duruş vardır secde hali demeye getiriyor.
Ve tabii burada o okunanlar kimlerdir denilecek olursa Kur’an okununca gözyaşları içinde secdeye kapananlar. Fakat bugün ve gelecekte de her zaman Kur’an’ın o derin anlamı karşısında bir yürek devrimi geçiripte hayatları dönüşen herkes bu ayetin açıkça muhatabı olmuştur ve bu ayetin söylediği gerçek onları da kapsar.
108. Vaadinden dönmek bir noksanlıktır. Bu, Allah için muhal olduğundan O'nun vaadi elbette yerine getirilir.
Buradaki vaadden maksat. Âhiret vaadidir, nitekim, Musa ve Firavun kıssası ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Kureyş kıssasından bahseden ayetin siyakı bunu göstermektedir. Allah en iyi bilir.
109. Tekrar çeneleri üzerine secdeye kapanıyor, ağlıyor, ağlıyor, Kur’an’ı dinlemeye devam ettikçe huşu ve haşyetleri daha da artıyordu.
“Allah ve Resulü’ne âşık olan kişi, aşk ateşiyle yanmanın ne olduğunu mumdan görmesi gerektir. Zira mumum yüreği yanar, yaşları akar, fakat o hiç feryad ü figanda bulunmaz.”
Hz. Mevlânâ ne güzel söyler:
“Allah bize yardım etmek dilerse, gönlümüze yalvarma, ağlayıp inleme isteği verir. Allah aşkıyla ağlayan göz, ne mutlu gözdür. Allah aşkı ile tutuşup yanan gönül ne mübarek bir gönüldür. Her ağlamanın sonu, gülmektir. Bu sebepledir ki her hadisenin sonunu gören kişi mutlu ve kutlu bir kuldur. Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır. Nerede gözyaşı dökülürse, oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da, can bağında yeşillikler bitsin. Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan, zayıflara, zavallılara merhamet et.”
İşte gerçek mü’min Kur’an karşısında bu iman ve teslimiyet, bu huşu ve haşyet, bu aşk ve muhabbet içinde olmalıdır. Rabbimiz bizden ilâhî kelâmına böyle kulak ve gönül veren samimi, ihlaslı ve dürüst bir kul olmamızı istemektedir.
110. Yüce Rabbimizin Allah, Rahman, Rahîm, Melik, Kuddüs, Gaffar, Settar gibi Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde zikredilen pek çok güzel ismi vardır. Burada bunlardan iki tanesi olan “Allah” ve “Rahman” isimleri zikredilmekte, diğerlerine “En güzel isimler ona mahsustur” beyanıyla işaret edilmektedir. Mü’min olarak bu isimlerden hangisiyle Cenab-ı Hakk’a yalvarsak, O’na dua ve ibadet etsek, O’ndan bir talepte bulunsak caizdir. İslâmî açıdan bir sakınca yoktur. Mühim olan kişinin kalbî durumu ve kastettiği manadır. Allah Teâlâ bunları işitir ve icabet buyurur. Yeter ki kullar, O’nun râzı olduğu şekilde kulluk yapsınlar, yalvarıp yakarsınlar.
Ayetin beyan buyurduğu ikinci edep, namazda Kur’an okurken veya dua ederken sesimizin ne ölçüde olması gerektiğidir. Ses bir taraftan çok yüksek olmamalı; yani bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekelerinden arındırılmış olmalıdır. Diğer taraftan büsbütün de gizli olmamalıdır. Yani insan kendi işitemeyecek kadar da gizli okumamalıdır. Bu ikisi arasında orta bir yol tutmak lazımdır.
Rivayete göre Resulullah (s.a.s.), Mekke döneminin ilk yıllarında ashabı ile namaz kıldığında yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur’an-ı Kerim’e, onu indirene ve onu okuyana uygun olmayan sözler söylerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, Efendimiz (s.a.s.)’e okurken, müşriklerin işitmemesi için sesini biraz kısmasını; fakat ashabı duymayacak kadar da kısmamasını, bu ikisi arasında bir yol tutmasını emir buyurdu. Bu hâdise Müslümanların, İslâmî hassasiyeti en üst seviyede muhafaza ederek, bulundukları şartlara göre nasıl hareket etmeleri lazım geldiği hususuna da güzel bir misal teşkil eder.
111. “Veled” “erkek evlât” anlamına gelir. Hıristiyanların Hz. İsa’yı, Yahudilerin Hz. Üzeyir’i Allah’ın oğlu olarak telakki eden inançları; kezâ putperest Arapların, erkek çocuklarını kendilerine, kız çocuklarını Allah’a nisbet etmeleri, melekleri Allah’ın kızları saymaları şeklindeki batıl inanç ve telakkilerine bie gönderme var.
Ayette ayrıca Allah’ın hüküm ve hâkimiyetinde ortağı bulunmadığı, O’nun için acizlikten, dolayısıyla kendisine yardım edecek bir destekçiye asla ihtiyacı olmadığı hatırlatılarak, Müslümanların dilek ve ihtiyaçlarını yalnız O’na arzetmeleri, hayatlarını buna göre düzenlemeleri, bu inancın verdiği onurla gayretlerini üretken kılmaları gerektiğine işaret edilmektedir. Tekbir buyruğu da Müslümanların Allah’ı bu inançla yüceltmeleri anlamına gelmekte; böylece sure, İslâm’ın uluhiyet ve tevhid inancının âdeta özeti olan veciz bir dua örneğiyle son bulmaktadır.
Rabbim kendisinden başka büyük tanıyanlardan etmesin. Kendisinden başkalarını kendinden büyük gibi, onlardan korkan ve onlara karşı acizleşenlerden etmesin. Rabbim büyüklüğünü layıkıyla bilenlerden kılsın inşallah.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”


Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 6.2.2025 12:28:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!